Kapitalist ülkelerin iktisadının askerileştirilmesi
İkinci Dünya Savaşından sonra kapitalist dünya sisteminin genel bunalımının derinleşmesi, kendisini dünya pazarının parçalanması sonucu oluşan kapitalist devrenin yeni bir değişiminde göstermektedir. Dünya pazarının parçalanması ve tayin edici kapitalist ülkelerin dünyanın zenginlik kaynakları üzerinde etkide bulundukları bölgenin daralması koşulları altında, üretimin belli ölçüde artışını sağlama ve azami kârları güvence altına almak için egemen tekeller, iktisadın gittikçe daha fazla askerileştirilmesine baş vurmaktadır. Ancak iktisadın askerileştirilmesi, kaçınılmaz olarak kapitalist iktisadın çözülmez çelişkilerinin daha da keskinleşmesine yol açmaktadır.
İktisadın askerileştirilmesinin ekonomik özü, birincisi mamul malların ve hammaddelerin giderek artan bir bölümünün üretici olmayan silahlanma amaçları için kullanılması ve dev stratejik yedekler biçiminde istiflenmesi ve ikincisi, silah üretimini genişletmek için gerekli kaynakların ücretlerin daha da düşürülmesi, köylülüğün yıkıma uğratılması, vergi yükünün artırılması ve sömürge ve bağımlı ülkelerin halklarının yağmalanması yoluyla kazanılmasından oluşmaktadır. Bütün bunlar, nüfusun satın alma gücüne sahip talebini önemli ölçüde azaltmakta, sanayi ve tarım ürünlerine olan talebi düşürmekte ve sivil gereksinim için üretimin önemli ölçüde kısıtlanmasına yol açmaktadır. Böylelikle kapitalist ülkelerin iktisadının askerileştirilmesi, üretim olanaklarıyla nüfusun satın alma gücüne sahip talebi arasındaki oransızlığı derinleştirmekte ve yeni bir iktisadi bunalımı kaçınılmaz olarak beraberinde getirmektedir.
İkinci Dünya Savaşının bitiminden sonra Birleşik Devletler sanayii, genel bir kalkınma aşaması geçirmeden, kısa süreli ve zayıf bir canlanmadan sonra, daha 1948 yılının sonuna doğru, tüm 1949 yılı boyunca daha da keskinleşen bir iktisadi bunalıma girdi. Bunalım belirtileri, 1949 yılında Batı Avrupa’nın kapitalist ülkelerinde de gözlemlendi.
ABD ve Atlantik Paktının diğer ülkelerinde özellikle 1950 yılı ortalarında, Amerikan emperyalizminin Kore halkına karşı saldırı savaşı başlamasından sonra, güçlü bir şekilde ilerletilen silah üretiminin genişlemesi, kapitalist ülkelere belirli bir dönem için sanayi üretiminin düzeyini artırma imkanı sağladı. Ama bu, kapitalist ülkelerin iktisadının askerileştirilme sonucu tek yanlı gelişmesi pahasına sağlandı. 1953 yılının ikinci yarısından bu yana, ABD’de yeni bir iktisadi bunalım olgunlaşmaktadır; bunun sonuçları, sanayi üretiminin kısıtlanması, stokların önemli ölçüde büyümesi, siparişlerdeki azalma ve tamgün işsizlerle kısa çalışanların sayısının büyümesidir.
Kapitalizmin çürümüşlüğünün ve asalaklığının ilerlemesi, kendisini kapitalist ülkelerin iktisadının askerileştirilmesinde, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki azgın silahlanmada tüm açıklığıyla göstermektedir. İktisadın askerileştirilmesiyle tekellerin kârları muazzam bir şekilde artmaktadır. Devlet bütçesi içinde, silahlanma için doğrudan ve dolaylı harcamaların payı kesintisiz olarak artmaktadır. Ulusal gelirin giderek artan bir bölümünü kapsayan devlet bütçesinin büyümesine, sürekli artan bir açık, devlet borçlarının büyümesi, kapitalist ülkelerin maliye ve para sisteminin sarsılması, para dolaşımı kanallarının satın alma gücü sürekli düşen kağıt parayla tıkanması eşlik etmektedir.
Apaçık düşük tutulmuş resmi verilere katma yükseldi. Savaş sonrasındaki sekiz yıl içinde Amerikan tekellerinin kârları, 280 milyar dolardan fazla bir miktara ulaştı. İngiltere’de anonim şirketlerin kârları 1938 yılında 828 milyon pound sterlinden, 1951 yılında 2,953 milyona çıktı.
Savaş sonrası yıllarda (1946-1953), ABD’nin silahlanma giderlerinin toplam tutarı, Kuzey Atlantik Paktına üye ülkelerin silahlandırılması ve atom bombası üretimi için harcamalar dahil, hemen hemen 250 milyar dolar tutuyordu. ABD’de doğrudan silahlanma giderleri, İkinci Dünya Savaşından önceki son üç yıl içinde 953 milyon dolara ya da toplam bütçenin % 12’sine karşı, son üç yıl içinde (1952-1954) yılda ortalama 50 milyar doları ya da toplam bütçenin %72’sini bulmaktadır. Aynı zaman dilimi içinde İngiltere’de silahlanma giderleri 173 milyon pound sterlinden 1,503 milyon pound sterline çıktı ve savaştan önce toplam bütçenin %18’ine karşılık şimdi %36 tutuyor. Fransa’da silahlanma giderleri son beş yıl içinde toplam bütçenin ortalama üçte birinden fazlasını yuttu.
ABD dolarının alım gücü 1953 yılında 1939’a kıyasla sadece %34.7, İngiliz pound sterlininin alım gücü %31.3, Fransız frangının %2.8 ve İtalyan liretininki % 1.8 tutuyordu.
Daha ta Birinci Dünya Savaşı sırasında Lenin, ABD’nin hızlı iktisadi gelişmesini belirterek şunu vurgulamıştı: “... tam da bu durum sayesinde en genç Amerikan kapitalizminin asalak özellikleri çarpıcı bir şekilde günyüzüne çıktı.”* İkinci DünyaSavaşından sonraki dönemde Amerikan kapitalizminin bu asalak karakteri, ABD iktisadında tefeci devlet eğilimlerinin gittikçe daha açık bir şekilde su yüzüne çıkması durumuyla ayrılmaz bir şekilde bağımlıdır. Asalaklığın artması, kendisini
özellikle azgın silahlanma ve iktisadın çok yönlü askerileştirilmesi sonucu, üretici olmayan amaçlı devlet giderlerinin büyümesinde göstermektedir. Asalaklığın güçlenmesi ayrıca, tarımın giderek daha fazla sanayiin gerisinde kalmasında, emek yoluyla kazanılmayan gelirlerin muazzam boyutlar almasında, burjuvazinin israfının bizzat Amerikan ölçülerini bile aşmasında ve iç ve dış politikada Amerikan tekellerinin güvenilir dayanaklarından birisi olarak yiyici sendika bürokrasisinin burjuvazi tarafından satın alınmasında dile gelmektedir.
Kapitalist ülkelerin işçi sınıfının artan yoksullaşması
İkinci Dünya Savaşından sonra kapitalizmin genel bunalımının derinleşmesi, proletaryanın daha da yoksullaşmasını beraberinde getirdi. Kapitalist dünya pazarının daralması koşullarında yine de azami kârlar elde etmeye çalışan tekeller, emekçilerin sömürülmesini son haddine dek yükseltmektedirler. Tekelci sermaye, savaşın ve iktisadın askerileştirilmesinin yıkıcı sonuçlarını tümüyle emekçilerin omuzuna yüklemektedir.
İkinci Dünya Savaşından sonraki dönem, kapitalist toplumun sosyal kutupları arasındaki uçurumun daha da derinleşmesiyle belirlenmektedir. Proletaryanın sömürülmesinin güçlendirilmesi, kendisini herşeyden önce işçilerin gerçek ücretinin düşmesinde göstermektedir. İşçi sınıfının gerçek ücretinin düşürülmesinin son derece esaslı bir etkeni, sürekli bir kitlesel işsizliğin varlığıdır. Bunun yanında, çalışmakta olan işçilerin iş koşulları, iş yoğunluğunun acımasız bir şekilde artırılmasını sağlayan en çeşitli tahrikçi ücret sistemlerinin kapsamlı kullanımı yoluyla, sistemli bir şekilde kötüleştirilmektedir.
Tekeller, sağ sosyalistlerin ve gerici sendika memurlarının desteğiyle, nominal ücretin “dondurulması” (ücret artırımının durdurulması) yoluyla, gerçek ücretlerin düşürülmesini sağlamaktadır, yani enflasyona ve vergi yükünün artmasına rağmen ücret artışı reddedilmektedir. Enflasyon, geçim masraflarının yükselmesine, gereksinim mallarının fiyatının hızla artmasına ve böylelikle nominal ücretle gerçek ücret arasındaki uçurumun derinleşmesine yol açmaktadır.
Kapitalist ülkelerin dışta yayılma ve iktisatlarının askerileştirilmesi için kaynaklar, vergi kemerinin daha da sıkılması yoluyla emekçilerden sızdırılmaktadır. Kiraların hızla artması ve konut koşullarının kötüleşmesi de, işçi sınıfının yaşam düzeyinin düşmesine katkıda bulunmaktadır. Gerçek ücretin düşmesi, işçi nüfusun beslenmesinin sistemli olarak kötüleşmesine yol açmaktadır.
Kapitalist ülkelerdeki emekçi aydınların durumu da sert bir şekilde kötüleşmektedir: bunların safındaki kronik kitlesel işsizlik artmaktadır; geçim masraflarının gittikçe pahalılaşması, vergilerin ve enflasyonun büyümesi sonucu gelirleri azalmaktadır.
Fransa ve İtalya’da işçilerin gerçek ücreti, 1952 yılında savaş öncesi döneminin ücretinin yarısından az tutmaktaydı; İngiltere’de savaş öncesindekinden %20 azdı.
Kapitalist ülkelerdeki tamgün işsizlerin ve kısa çalışanların sayısı, 1950 yılında 45 milyonu bulmaktaydı; yani aile üyeleriyle birlikte en az 150 milyon insan bundan etkilenme durumundaydı. 1952 yılında ABD’de, artan silah üretimine rağmen, tamgün işsizlerin sayısı 3 milyonun ve kısa çalışanların sayısı 10 milyonun altında değildi; İngiltere’de yarım milyondan fazla tamgün işsiz, Batı Almanya’da hemen hemen 3 milyon tamgün işsiz ve kısa çalışan bulunuyordu. İtalya’da tamgün işsizlerin sayısı 2 milyondan fazla, kısa çalışanların sayısı ise bundan da fazlaydı. Japonya’da yaklaşık 10 milyon tamgün işsiz ve kısa çalışan vardı. O zamandan beri işsizlik kapitalist ülkelerde daha da arttı. 1954 yılı başında ABD’de tamgün işsizlerin sayısı 3.7 milyona ve kısa çalışanların sayısı 13.4 milyona ulaştı.
ABD’de halkın doğrudan vergilendirilmesi 1952/53 bütçe yılında, 1937/38 bütçesine göre, hem de paranın değer kaybı hesaba katılmasına rağmen, 12 kat arttı. İkinci Dünya Savaşından önce de vergilerin çok yüksek olduğu Batı Avrupa ülkelerinde aynı dönem içinde vergiler İngiltere’de iki katına, Fransa’da 2.6 katına ve İtalya’da 1.5 katına yükseldi.
Kapitalist kampın bütün ülkelerinde geniş halk kitlelerinin besin maddesi tüketimi ciddi şekilde azaldı. Sürekli yetersiz beslenme ve açlığın onlarca ve yüzlerce milyon insanın kaderi olduğu sömürge ve bağımlı ülkelerin nüfusunun tüketim düzeyi, çok daha fazla düştü.
ABD’de bir işçi ailesinin 1952 yılında ödemek zorunda olduğu kira miktarı, 1939’a kıyasla %l90’dı.
İstatistiki veriler bürosunun araştırmalarına göre, 1949 yılında ABD’de tüm Amerikan ailelerinin %72.2’si, zaten son derece kıt olan resmi asgari gelirin altında bir gelire sahipti: bütün ailelerin %34.3’ü asgari gelir düzeyinin yarısından az, %18.5’i dörtte birinden az ve %9.4’ü sekizde birinden az kazanıyordu. 5.5 milyondan fazla Amerikalı, geçimini gündelik işlerle sağlamaktadır.
Kapitalist ülkelerde büyük halk kesimlerinin maddi durumunun kötüleşmesi, halk kitlelerinin öfkesinin büyümesine ve tekelci sermayeye karşı mücadelenin güçlenmesine yol açmaktadır. Bu, kapitalist ülkelerdeki grev hareketlerinin canlanmasında, 1945 yılında kurulan Dünya Sendikalar Birliği’nin çatısı altında toplanan ilerici sendikaların pekişmesinde, komünist partilerin büyümesinde ve kitleler üzerindeki etkilerinin genişlemesinde, işçi sınıfının politik mücadelesinin daha da gelişmesinde kendisini göstermektedir. Sağ sosyalistlere ve gerici sendika önderlerine karşı kararlı bir mücadele yürüten komünist partiler ve ilerici sendikalar, işçi sınıfını proleter dayanışma ruhuyla, emperyalist boyunduruktan kurtuluş için mücadele ruhuyla eğitmektedirler.
Kapitalist ülkelerde tarımın gerilemesi ve köylülüğün yıkıma uğraması
Kapitalizmin genel bunalımının İkinci Dünya Savaşından sonra derinleşmesi, tarımda tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin güçlenmesi, tarımsal üretimin gerilemeye devam etmesi ve geniş köylü kitlelerinin farklılaşmasının ve yıkıma uğramasının artması ile belirlenmektedir.
Mali sermaye, tarıma giderek daha fazla ve daha esaslı bir şekilde egemen olmaktadır. Toprak ve arazi güvencesi karşılığında kredi veren ipotek bankaları, yıkıma uğramış köylülerin arazi, envanter ve diğer mal varlığının fiili sahibi olmaktadır. Kısa vadeli kredi veren bankalar ve sigorta şirketleri, köylüleri gittikçe daha derin bir şekilde borç içine itmektedirler.
Tekeller, üreticiden tüketiciye giden yolun neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, sürekli olarak ve her yerde tarımsal ürünlerden zenginleşmektedirler. Tekeller, küçük köylünün ürünlerinin toptan alımında fiyatı düşük saptamakta ve perakende ticaret fiyatını tırmandırmaktadır; bu şekilde köylülüğün gelirinin önemli bir bölümünü mülk edinmektedir.
Tarımsal ürünlerin işlenmesinin (değirmen sanayii, et, konserve ve şeker sanayii) ellerinde bulunduğu tekeller, köylülüğün geniş kitlelerinin zararına dev kârları ceplerine indirmektedir. Devlet iktidarının önlemleri –vergi politikası, toptan alım işlemleri ve sözde tarım “yardımı”nın çeşitli türleri–, tekellerin daha da zenginleşmesine ve geniş köylü kitlelerinin daha da yoksullaşmasına yol açmaktadır. Köylülüğün tekeller tarafından sömürülmesi, serfliğe dayanan sömürünün sayısız kalıntılarıyla, herşeyden önce de kiracının ürünün büyük bir bölümünü toprak ve envanter kirası olarak toprak sahibine ödemek zorunda olduğu yarıcılıkla içiçe geçmiş bulunmaktadır.
ABD’de 500 acre’dan fazla toprağa sahip büyük ve en büyük tarımsal işletmelerin –1950 yılında bütün işletmelerin %6’sından az– tüm kullanılabilir tarım alanları içindeki payı, 1940 yılında %44.9’dan 1950’de %53.5’e yükseldi; 1000 acre’dan fazla toprağa sahip en büyük işletmelerin payı ise %34.3’den %42.6’ya çıktı. 1950 sayımına göre, bütün işletmelerin %44’ü üretilen ürünlerin yalnızca %5’ini üretti, yani bunlar ilkel, az üretken, kendi tüketimine hizmet eden bir iktisat yürütmekteydiler; tüm işletmelerin yalnızca %2’sini oluşturan 103,000 büyük çiftçi ise toplam meta miktarının %26’sını teslim ettiler. 1946 yılında Fransa’da 10 hektara kadar toprağa sahip olan ve tüm tarımsal işletmelerin %58.2’sini oluşturan küçük işletmeler, kullanılabilir toplam tarımsal alanların yalnızca %16.4’üne sahipken, %4.3 oranındaki büyük işletmeler toprağın %30’una sahipti. Batı Almanya’da 5 hektara kadar toprağa sahip küçük işletmeler –1949 yılında tüm işletmelerin %55.8’i– tüm toprağın yalnızca %11’ini ellerinde bulundururken, büyük işletmeler –bütün işletmelerin %0.7’si– toprağın %27.7’sine sahiptiler. İtalya’da 2.5 milyon topraksız ve 1.7 milyon az topraklı köylü bulunmaktadır. 1940 ile 1950 arasındaki 10 yıl içinde ABD’de 700,000’den fazla çiftçi işletmesi yıkıma uğradı.
ABD’de toprak rantının toplam tutarı, 1937’de 760 milyon dolardan 1952 yılında 2.1 milyar dolara yükseldi. İtalya’da birkaç yüz çiftlik sahibi yılda 450 milyar liret toprak rantı elde ederken, 2.5 milyon tarım işçisinin ücretleri için yılda 250 milyar liret harcanmaktadır. Amerikan çiftçilerinin bankalardaki ve diğer kredi kuruluşlarındaki borçlarının toplam tutarı, 1946-1952 yılları arasında nerdeyse iki katına çıktı ve 1 Ocak 1953’de 14.6 milyar doları buldu. Çiftçi nüfusun 1952 yılında ödemek zorunda olduğu varlık vergisi, 1942 yılındakinden 2.3 kat fazlaydı.
İkinci Dünya savaşından sonra kapitalist ülkelerde işçi sınıfının ve köylülüğün yoksullaşması olağanüstü ölçüde arttığından ve silahlanma için dev miktarlar harcandığından, alım gücüne sahip talep geriledi ve tarımsal ürünlerin pazarı küçüldü. Bununla bağıntı içinde, kapitalist ülkelerde yeni bir tarım bunalımı olgunlaşmaktadır. Pazarlanamayan tarımsal ürün stokları ve “fazlaları” hızla büyümekte, ekim alanları daraltılmakta, geniş köylü kitlelerinin ürünlerinin satışından gelen gelirleri önemli ölçüde düşmekte, küçük üretici kitleleri yıkıma uğratılmakta ve muazzam miktarda besin maddesi yok edilmektedir; buna karşılık emekçi kitlelerin besin maddesi tüketimi düşmekte ve bunlar böylelikle açlık çekmek zorunda kalmaktadır.
1953 yılında ABD’nin geçici buğday stokları, 1929-1933 bunalımı sırasındaki en yüksek stok düzeyini aşmış olup, 1946-1948 arasındaki dönemin ortalama yıllık stoklarının 4.4 katını bulmaktaydı. Aşırı yüksek besin maddesi fiyatlarını koruyabilmek için, ABD’deki devlet organları, dev miktarda patates, sebze, meyve, hayvan ve kümes hayvanını toptan satın almakta ve bunları yok etmektedir.
ABD’de çiftçilerin net geliri, 1953 yılında, 1946-1948 yıllarındaki ortalama gelire göre, 4.5 milyar dolar ya da %35 düştü. Bununla birlikte aynı dönem içinde, genel fiyat artışı ve doların değerinin düşmesi sonucu, çiftçilerin üretim giderleri ve diğer harcamaları yükseldi.
Kapitalizmin genel bunalımının İkinci Dünya Savaşından sonra daha da derinleşmesi, kapitalist toplumun tüm çelişkilerinin kesintisiz olarak keskinleşmesi ile karakterizedir. Toplumun üretici güçleriyle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişki, son derece keskinleşmiştir ve eskimiş burjuva düzeninin tarih tarafından çöküşe mahkum edildiğini tüm açıklığıyla göstermektedir.
Kapitalizmin genel bunalımının ikinci aşaması, burjuva demokrasisinin bunalımının keskinleşmesini beraberinde getirdi. Burjuvazi, burjuva-demokratik özgürlüklerin bayrağını, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik bayrağını elinden bıraktı. Burjuvazi, kozmopolitizm sloganı örtüsü altında, insanların ve ulusların hak eşitliği ilkesini ayaklar altına aldı. Kapitalist ülkelerde bugün bu ilkenin yerine, toplum üyelerinin sömürücü azınlığın tam hakları ve sömürülen çoğunluğunun hak yoksunluğu ilkesi yerleştirilmiştir. Böylelikle burjuva egemenliğinin halk düşmanı ve anti-ulusal karakteri bugün giderek daha fazla gün yüzüne çıkmaktadır. Burjuvazi, kapitalizmin genel bunalımından çıkış yolunu, savaş ve politik yaşamın faşistleştirilmesi yolunda aramaktadır.
Kapitalist ülkelerin proleter enternasyonalizmin bayrağı altında ilerleyen halk kitleleri, çıkış yolunu, tüm emperyalist kölelik sistemine karşı, ulusal ve toplumsal kurtuluş için aktif ve kararlı mücadele yolunda aramaktadır.
“Proleter sosyalist enternasyonalizm, emekçilerin dayanışmasının ve halkların emperyalizmin entrikalarına ve hilelerine karşı bağımsızlıklarını savunmada, barışın savunulmasında işbirliğinin temelidir. O işçilere her ülkede, sermayenin iktidarına karşı mücadele için, sosyalist iktisada geçişin güvence altına alınması için birleşmelerini öğretmektedir. O, işçi sınıfına ve halklara, uluslararası dayanışma bağını daha da geliştirmeyi öğretmekte, ona barış için mücadeleyi daha iyi yürütmeyi, yeni bir savaşın kışkırtıcılarını tecrit etmeyi ve zararsız hale getirmeyi öğretmektedir.”*
Birinci Dünya Savaşının sonunda Rusya, İkinci Dünya Savaşının sonunda bir dizi Avrupa ve Asya ülkesi kapitalist sistemden koptu. Ama, emperyalistler onu başlatmayı başarırsa, üçüncü bir dünya savaşı, kaçınılmaz olarak tüm kapitalist dünya sisteminin çöküşüne yol açacaktır. Emperyalist saldırganlar, böylesi bir savaşta yalnızca sosyalist kampın aşılmaz gücüyle karşılaşmakla kalmayacak, aynı zamanda modern kapitalizmin içinde bulunan son derece keskin çelişkilerin patlaması olgusuyla da yüz yüze kalacaklardır; emek ile sermaye arasındaki çelişki, emperyalist güçler arasındaki çelişki, metropollerle sömürgeler arasındaki çelişki. Tarihsel gelişmenin itiraz götürmez yasası, sınıf mücadelesi yasası uyarınca, emperyalist cephenin cephe gerisi, bir dünya savaşı durumunda, işçi sınıfı ile tüm emekçilerin kendilerini ezenlere karşı amansız muharebeleri alanına, sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin köleleştirilmiş halklarının özgürlükleri ve bağımsızlıkları uğruna uzlaşmaz mücadeleleri alanına dönüşecektir. Bu, bir bütün olarak emperyalist sistemin çöküşüne yol açacaktır.
İşçi sınıfı ve onun öncüsünün, komünist partilerinin önderlik ettiği halkların ilerici, demokratik güçleri, emperyalist gericiliğe, faşist tehlikeye, yeni bir savaş planına karşı aktif direniş için birleşmektedirler. Başında Sovyetler Birliği’nin bulunduğu barış, demokrasi ve sosyalizm kampı, kapitalist sistemden kopmuş ülkelerin 900 milyon insanını, henüz sermayeye bağlı olan ülkelerin yüz milyonlarca insanı ile birleştirmektedir. Bu kamp, şu andaki gelişmenin tüm süreci üzerinde tayin edici bir etkide bulunan, kuvvetli bir güç teşkil etmektedir.