Header Ads

Header ADS

SBKP(B) XVI. PARTİ KONGRESİ'NE SİYASİ FAALİYET RAPORU - İşçi ve Köylülerin Maddi ve Kültürel Durumlarının İyileştirilmesi

MERKEZ KOMİTESİ'NİN SBKP(B) XVI. PARTİ KONGRESİ'NE SİYASİ FAALİYET RAPORU
II SOSYALİST İNŞANIN BÜYÜYEN KABARIŞI VE SSCB'NİN İÇ DURUMU
6— İşçi ve Köylülerin Maddi ve Kültürel Durumlarının İyileştirilmesi

Buna göre, gerek endüstride, gerekse de tarımda sosyalist

sektörün durmadan büyümesinin hiçbir kuşkuya yer bırakmayan bir gerçek olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bunun emekçilerin maddi durumları açısından anlamı ne olabilir?

Bunun anlamı, bununla işçi ve köylülerin maddi ve kültürel durumlarının kökten iyileştirilmesi için temellerin şimdiden yaratılmış olduğudur.

Neden, hangi suretle?

Birinci olarak, sosyalist sektörün büyümesinin, herşeyden önce kentte ve kırda sömürücü unsurların azalması, bunların ekonomideki ağırlıklarının düşmesi anlamına geldiği için böyledir. Bu ise, ülkenin

milli gelirinde işçilerin ve köylülerin payının, sömürücü sınıfların payının zararına kaçınılmaz olarak büyümesi demektir.

İkinci olarak, toplumsallaştırılmış (sosyalist) sektörün büyümesiyle, ulusal gelirin şimdiye kadar sömürücü sınıfların ve onların uşaklarının arpalığını oluşturan bölümü, üretimin genişletilmesi, yeni endüstri işletmelerinin kurulması, emekçilerin yaşam koşullarının düzeltilmesi için artık üretimde kalacağı için böyledir. Bu ise işçi sınıfının hem sayısal olarak, hem de güç açısından büyümesi, buna karşılık işsizliğin gerilemesi ve kaybolması gerektiği anlamına gelmektedir.

Son olarak, işçi sınıfının maddi durumunun iyileştirilmesine yol açtığından toplumsallaştırılmış sektörün büyümesi, iç pazarın kapasitesinin durmadan büyümesi, işçi ve köylülerin endüstri ürünlerine duydukları talebin artması anlamına geldiği için böyledir. Bu ise, iç pazarın büyümesinin endüstrinin büyümesinin önünde gideceği ve onu durmaksızın genişleterek ilerleteceği anlamına gelmektedir.

Bütün bu ve benzeri hususlar, işçi ve köylülerin maddi ve kültürel durumlarının kesintisiz iyileşmesine yol açmaktadır.

a— İşçi sınıfının sayısal büyümesi ve işsizliğin gerilemesiyle başlayalım.

1926/27 yılında ücret ve maaşlıların (işsizler dışında) sayısı, 10 990 000 iken, 1927/28 yılında 11 456 000, 1928/29 yılında 11 997 000'di, 1929/30 yılında ise muhtemelen en azından 13 129 000'i bulacaktır. 1926/27 yılında, bunların 7 069 000'i, 1927/28 yılında 7 404 000'i, 1928/29 yılında 7 758 000'i, 1929/30 yılında ise 8 533 000'i işçidir (kır işçileri ve sezonluk işçiler dahil). 1926/27 yılında bunların 2 439 000'i, 1927/28 yılında 2 632 000'i, 1928/29 yılında 2 858 000'i ve 1929/30 yılında 3 029 000'i büyük endüstri işçisidir (hizmetliler hariç).

Bu, işçi sınıfının sayısal gücünün sürekli yükseldiği bir tabloya sahip olduğumuz anlamına gelir. Üç yıl içinde ücret ve maaşlıların sayısı yüzde 19,5, işçilerin sayısı yüzde 20,7 artarken, endüstri işçilerinin sayısı yüzde 24,2 artmıştır.

İşsizlik sorununa geçelim. Bu alanda gerek Çalışma Halk

Komiserliği'nde, gerekse de Sendikalar Merkez Konseyi'nde büyük bir karışıklığın egemen olduğu söylenmelidir.

Bir yandan, bu kuruluşların verilerinden, yaklaşık 1 milyon işsizimizin bulunduğu, bunların sadece yüzde 14,3'ünün asgari vasıflara sahip oldukları, yüzde 73'ünün entelektüel işleri yapan insanlardan ve vasıfsızlardan oluştuğu ve bu yüzde 73'ün ezici çoğunluğunu henüz endüstriyel üretimle ilgisi olmamış kadınların ve gençlerin oluşturduğu anlaşılıyor.

Öte yandan, yine aynı verilere göre, vasıflı işgücü korkunç derecede yetersizdir; işletmelerimizin işgücüne duydukları talebin yüzde 80'i iş ve işçi bulma kurumları tarafından karşılanamamaktadır. O nedenle, kuruluşlarımızın taleplerini asgari olarak da olsa karşılayabilmek için, tamamen vasıfsız insanları hemen eğitmek ve deyim yerindeyse, akşamdan sabaha vasıflı işçiler haline getirmek zorundayız.

Bu karışıklık içinde kim yolunu bulabilir? Her halükârda, bu işsizlerin endüstrimiz için ne ihtiyat ordusu ne de bir sürekli işsizler ordusu oluşturmadığı açıktır. Çıkan sonuç nedir? Bizzat Çalışma Halk Komiserliği'nin verilerinden, bir önceki yılla karşılaştırıldığında, işsiz sayısının son zamanlarda 700 000'den fazla gerilediği anlaşılmaktadır. Bu durum, bu yılın 1 Mayıs'ına kadar işsiz sayısının yüzde 42'den fazla gerilediği anlamına gelir.

İşte, ekonomimizde sosyalist sektörün büyümesinin bir başka sonucu daha.

b— Meseleye ve milli gelirin sınıflara dağılımı açısından bakılacak olursa daha da şaşırtıcı bir sonuç çıkmaktadır ortaya. Milli gelirin sınıflara dağılımı sorunu, işçi ve köylülerin maddi ve kültürel durumları bakımından esas sorundur. Almanya, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri'nde, burjuva iktisatçıların bu konu üzerine durmadan "tamamen objektif" araştırmalarını yayınlayarak, bu sorunu burjuvazinin yararına karmaşık hale getirmesi boşuna değildir.

Almanya Devlet İstatistik Dairesi'nin verilerine göre, 1929 yılında Almanya'nın milli gelirinde ücret ve maaşların payı yüzde 70, burjuvazinin payı ise yüzde 30'dur. Federal Trade Commission [Federal Ticaret Komisyonu] ve National Bureau of Economic Research [Ekonomik Araştırmalar Ulusal Dairesi] verilerine göre, 1923 yılında ABD'nin milli gelirinde işçilerin payı yüzde 54'ten fazla, kapitalistlerin payı ise yüzde 45'ten biraz fazlaydı. Son olarak Bowley ve Stamp adlı iktisatçıların verilerine göre, 1924 yılında İngiltere'nin milli gelirinde işçi sınıfının payı yüzde 50'den biraz az, kapitalistlerin payı ise yüzde 50'den biraz fazladır.

Bu araştırmaların sonuçlarının incelemeden kabul edilemeyeceği açıktır. Kabul edilemez, çünkü bu araştırmalarda, salt iktisadi nitelikli yanlışlıkların dışında, bir de, kısmen kapitalistlerin gelirlerini olduğundan daha az gösterme ve gizleme amacını güden, kısmen de, fevkalade büyük maaşlar alan memurları işçiler içinde sayarak işçi sınıfının gelirini olduğundan daha kabarık, büyük göstermeyi amaçlayan yanlışlıklar vardır. Bu araştırmalarda çiftlik sahiplerinin genel olarak kır kapitalistlerinin gelirlerinin çoğu kez dikkate alınmadığından söz bile etmiyorum.

Varga yoldaş bu verileri eleştirel bir analizden geçirdi. Ve şu sonuca vardı: İşçilerle kentte ve kırda yabancı emek sömürmeyen diğer emekçilerin payı, Almanya'da milli gelirin yüzde 55'ini, ABD'de yüzde 54'ünü, İngiltere'de yüzde 45'ini oluşturmaktadır; kapitalistlerin payı ise Almanya'da yüzde 45, ABD'de yüzde 46, İngiltere'de yüzde 55'dir.

En büyük kapitalist ülkelerde durum işte böyledir.

Peki, SSCB'de durum nasıldır?

İşte Devlet Plânlama Komisyonu'nun verileri. Ortaya şu sonuçlar çıkmaktadır:

a— Bizim ülkemizde, 1927/28 yılında işçilerin ve yabancı emek sömürmeyen emekçi köylülerin toplam milli gelirdeki payı yüzde 75,2 (bu rakam içinde kent ve kırdaki işçilerin payı yüzde 33,3); 1928/ 29 yılında yüzde 76,5 (kent ve kırdaki işçilerin payı yüzde 33,2); 1929/30 yılında ise yüzde 77,1'dir (kent ve kırdaki işçilerin payı yüzde 33,5).

b— Kulakların ve kent kapitalistlerinin payı 1927/28 yılında yüzde 8,1; 1928/29 yılında yüzde 6,5; 1929/30 yılında ise yüzde 1,8'dir.

c— Çoğunluğu emekçi unsurlardan oluşan küçük esnafların payı, 1927/28 yılında yüzde 6,5; 1928/29 yılında yüzde 5,4; 1929/30 yılında ise yüzde 4,4'dür.

d— Gelirleri işçi sınıfının ve genel olarak emekçi kitlelerin geliri olan devlet sektörünün payı, 1927/28 yılında yüzde 8,4; 1928/29 yılında yüzde 10; 1929/30 yılında yüzde 15,2'dir.

e— Son olarak diğerleri diye adlandırılanların (emekliler) payı 1927/28 yılında yüzde 1,8; 1928/29 yılında yüzde 1,6; 1929/30 yılında yüzde 1,5'tir.

Anlaşılıyor ki, başı çeken kapitalist ülkelerde milli gelirde sömürücü sınıfların payı yaklaşık yüzde 50, hatta bazen daha da fazla tutarken, bizdeSSCB'de sömürücü sınıfların milli gelirde payı yüzde ikiden fazla değildir.

Amerikalı burjuva yazar Denny'nin ifadesine göre, 1922'de ABD'de "mülk sahiplerinin yüzde birinin, milli servetin yüzde 59'una sahip olduğu" yineDenny'nin ifadesine göre, 1920/21 yılında İngiltere'de "mülk sahiplerinin yüzde ikisinden azının toplam milli servetin yüzde 64'üne sahip olduğu" şaşırtıcı gerçeği (Bkz. Denny'nin "Amerika Britanya'yı Fethediyor" adlı kitapçığı) de bununla açıklanır.

Bizde, SSCB'de, Sovyetler ülkesinde, böyle gerçekler olabilir mi? Elbette hayır. SSCB'de çoktan beri böyle "mülk sahipleri" yok, olamaz da.

Fakat eğer SSCB'de 1929/30 yılında milli gelirin sadece yaklaşık yüzde ikisi sömürücü sınıflara düşüyorsa, milli gelirin geri kalan kütlesi nereye gitmektedir?

Bu bölümün işçilerin ve emekçi köylülerin elinde kaldığı açıktır.

İşçi sınıfı ve köylülüğün milyonlarca kitlesi nezdinde Sovyet iktidarının güç ve itibarının kaynağı buradadır.

SSCB'de işçi ve köylülerin maddi refahının sistematik olarak artmasının temeli buradadır.

f— Bu tayin edici gerçekler ışığında, işçilerin gerçek ücretlerinin sistematik olarak yükselmesi, işçiler için sosyal sigorta bütçesinin büyümesi, yoksul ve orta köylülerin çiftliklerine yapılan yardımların güçlendirilmesi, işçi konutlarının inşası, işçilerin hayat standardının iyileştirilmesi, ana ve bebek sağlığı için tahsisatların artırılması ve bununla bağıntı içinde SSCB'de ölüm oranı, özellikle çocuk ölümleri gerilerken, nüfusun sürekli artması tamamen anlaşılırdır.

Örneğin, işçilerin gerçek ücretinin sosyal sigorta ve işçilerin yaşam standartlarının iyileştirilmesi için fona kazanç aktarımı gözönüne alındığında, savaş öncesi duruma göre yüzde 167'ye yükseldiği bilinmektedir. Sadece işçiler için sosyal sigorta bütçesi son üç yıl içinde, 1927/28 yılında 980 milyondan, 1928/29 yılında 1400 milyon rubleye yükselmiştir. Ana ve bebek sağlığı için son üç yılda (1927/28 — 1929/ 30) 494 milyon ruble harcanmıştır. Okul öncesi eğitim için (anaokulu, oyun alanları vs.) aynı zaman dilimi içinde 204 milyon ruble, işçilere ev yapımı için ise 1880 milyon ruble sarfedilmiştir.

Elbette bu, gerçek ücretlerin ciddi bir yükselişi için gerekli olan her şeyin yapıldığı, gerçek ücretleri daha fazla yükseltmenin olanaksız olduğu anlamına gelmemektedir. Eğer bu yapılmadıysa, bunun suçlusu, genelde ikmal aygıtımızın bürokratizmi, özelde ve herşeyden önce de tüketim kooperatiflerinin bürokratizmidir. Devlet Plânlama Komisyonu'nun verilerine göre, 1929/30 yılında iç ticaret alanında toplumsallaştırılmış sektör, toptan ticaretin yüzde 99'dan fazlasını, perakende ticaretin yüzde 89'dan fazlasını kapsamaktadır. Bunun anlamı, kooperatiflerin özel sektörü sistematik olarak gerilettiği ve ticaret alanında tekel haline geldiğidir. Bu elbette iyidir. Kötü olan, bu tekelin, bir dizi durumda, tüketicilere zarar vermesidir. Ticarette neredeyse sınırsız tekel konumuna sahip olmalarına rağmen kooperatiflerin, işçilere, daha büyük kâr bırakan "daha kazançlı" mallar (lüks eşya vs.) temin etmeyi tercih ettikleri ve işçilere daha az "kazançlı" mallar temin etmekten —bunlara (tarım ürünleri) duydukları ihtiyaç daha fazla olmasına rağmen— kaçındıkları görülmektedir. Bunun sonucunda işçiler, tarım ürünlerine duydukları ihtiyacın yaklaşık yüzde 25'ini, yüksek fiyatlar ödedikleri özel pazardan karşılamak zorunda kalıyorlar. Kooperatif aygıtının ilk plânda bilançoyla uğraşmasından ve dolayısıyla perakende fiyatları düşürme konusunda yönetici merkezlerin kategorik talimatlarına rağmen oldukça isteksiz davranmasından söz bile etmiyorum. Bu durumda kooperatif sisteminin sosyalist sektör olarak değil, bir tür NEP'çi ruhun bulaştığı tuhaf bir sektör olarak davrandığı anlaşılıyor. Böyle bir kooperatifçiliğe kimin ihtiyacı var, eğer işçilerin gerçek ücretlerini ciddi biçimde iyileştirme görevini yerine getirmiyorsa bu tekelin işçilere ne yararı var?

Ve buna rağmen ülkemizde gerçek ücretler yıldan yıla sürekli yükseliyorsa, bu, toplum düzenimizin, milli gelirin dağılımı sisteminin ve ücret sorunlarına yaklaşımın, kooperatiflerin yolaçtığı şu ya da bu olumsuz faktörü felce uğratacak ve telafi edebilecek türden olduğu anlamına gelmektedir.

Bu hususa yemek salonlarının giderek artan önemi, işçi konutlarının ucuzlatılması, işçiler ve işçi çocukları için fevkalade büyük sayıda burslar, kültürel ihtiyaçların temini vs. gibi daha bir dizi faktör eklenirse, işçi ücretlerinin yüzde olarak bazı enstitülerimizin istatistiklerinde gösterildiğinden çok daha yüksek olduğu kesinlikle söylenebilir.

Bütün bunlar birarada alındığında, artı 830 000 endüstri işçisinin (yüzde 33,5) yedi saatlik işgününe geçirilişi, artı 1,5 milyondan fazla endüstri işçisinin (yüzde 63,4) haftada beş günlük çalışmaya geçirilişi, artı son üç yıl içinde 1,7 milyondan fazla işçinin kaldığı geniş bir dinlenme evleri, sanatoryumlar ve kür merkezleri ağının varlığı — bütün bunlar, sağlıklı ve gönlü şen, Sovyet ülkesinin iktidarını layık olduğu yüksekliğe ulaştırabilecek ve hayatı pahasına onu düşman saldırılarından koruyabilecek yeni bir işçi kuşağı yetiştirebilmemiz için işçi sınıfına gerekli çalışma ve yaşam koşullarını sağlamaktadır. (Alkışlar.)

Köylülere, bireysel köylülere olduğu gibi kollektif köylülere de sağlanan yardıma gelince, son üç yılda (1927/28—1929/30), köy yoksullarının desteklenmesi de dahil, kredi olarak verilen ya da devlet bütçesi çerçevesinde buraya akan para miktarı 4 milyar rubleden az değildir. Sadece tohumluk yardımı olarak köylülere, bu üç yıl içinde 154 milyon pud kadar tahıl verilmiştir. Ülkemizde işçi ve köylülerin durumunun genel olarak kötü olmamasına, ölüm oranının savaş öncesi döneme kıyasla genelde yüzde 36, özelde çocuklarda ise yüzde 42,5 azalmasına ve ülkemizde yıllık nüfus artışının yaklaşık 3 milyonu bulmasına şaşmamak gerekir. (Alkışlar.)

İşçi ve köylülerin kültürel durumlarına gelince, bu alanda da belli kazanımlar elde etmiş olmamıza rağmen, bu kazanımlar önemsiz olduğu için hiçbir şekilde hoşnut olamayız. Her türlü işçi kulüpleri, okuma salonları, kütüphaneler ve bu yıl 10,5 milyon insanı kucaklayan okur-yazarsızlığı tasfiye etme merkezleri bir yana bırakılırısa, kültür ve eğitim meselesinde durum şöyledir: Bu yıl ilkokullarda 11 638 000 öğrenci, ikinci basamak okullarda 1 945 000 öğrenci, endüstriyelteknik, nakliyat ve tarım okullarında ve yığınsal eğitim için üretim kurslarında 333 100 öğrenci, teknik ve dengi meslek okullarında 238 700 öğrenci, genel yüksekokullarda ve teknik yüksekokullarda 190 400 öğrenci öğrenim görmektedir. Bütün bunlar, SSCB'de, savaş öncesi dönemde yüzde 33 olan okur-yazar oranını yüzde 62,6'lara yükseltme olanağı vermiştir.

Şimdi asıl mesele, genel ilköğrenim yükümlülüğüne geçmektir. "Asıl mesele" diyorum, çünkü böyle bir geçiş kültür devriminde tayin edici bir adım anlamına gelecektir. Buna geçmek için ise vakit çoktan gelmiştir, çünkü şimdi SSCB'nin bütün bölgelerinde genel ilköğrenim yükümlülüğünü başlatmak için gerekli herşeye sahibiz.

Şimdiye kadar, "herşeyden, hatta okuldan bile tasarruf etmek" zorundaydık, "ağır sanayii kurtarmak, yeniden tesis etmek" için (Lenin). Son zamanlarda ise ağır sanayii artık yeniden tesis etmiş bulunuyoruz ve onu daha da ilerletiyoruz. Dolayısıyla, genel ilköğrenim yükümlülüğünü eksiksiz başlatma işini ele almanın zamanı gelmiştir.

Parti Kongresinin bu hususta belirgin ve mutlak kategorik bir karar almakla iyi edeceğine inanıyorum. (Alkışlar.)

Blogger tarafından desteklenmektedir.