LENİNİST EMPERYALİZM TEORİSİ HER ZAMAN GÜNCELDİR
Uluslararası durumun değiştiği gerekçesiyle Kruşçevci, Titocu, «Avrupa komünist»i, Çinli revizyonistler ve diğer anti-Marksist akımlar tarafından devrim ve halkların kurtuluş davasına saldırıldığı bugünkü koşullarda Lenin’in emperyalizm üzerine eserlerini derinlemesine incelemek hayati bir önem kazanmaktadır.
Bu eserleri yeniden ele almalı ve özellikle Lenin’in dahiyane eseri «Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması»nı bütünüyle ve titizlikle incelemeliyiz. Bu eseri dikkatle incelerken, Çin yöneticileri de dahil olmak üzere revizyonistlerin, emperyalizme ilişkin Leninist düşünceyi nasıl çarpıttıklarını, emperyalizmin hedeflerini, stratejisini ve taktiklerini nasıl kavradıklarını da anlayacağız. Onların yazıları, açıklamaları, tavırları ve eylemleri, tıpkı Lenin tarafından acımasızca teşhir edilen II. Enternasyonalin bütün partileri ve onların ideologları Kautsky ve ortaklarının yaptığı gibi emperyalizmin niteliğini tümüyle yanlış bir biçimde ele aldıklarını, onu karşı-devrimci ve anti-Marksist bir konumdan değerlendirdiklerini göstermektedir.
Lenin’in bu eserini dikkatli bir biçimde incelediğimizde ve onun dahiyane tahlillerine ve sonuçlarına sadık kalarak ona sarıldığımızda, günümüzde emperyalizmin, Le- nin’in belirlediği özelliklerini bütünüyle koruduğunu, çağımızın emperyalizm ve proleter devrimleri çağı olması Leninist taımının sarsılmaz bir biçimde geçerli olduğunu, devrimin zaferinin kaçınılmaz olduğunu saptayacağız.
Bilindiği gibi, Lenin, emperyalizm tahliline üretimin, sermayenin yoğunlaşması ve tekellerle başladı. Bugün de üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi olguları ancak Leninist emperyalizm tahliline dayanılarak doğru ve bilimsel bir biçimde tahlil edilebilir.
Bugünkü kapitalizmin bir niteliği üretimin ve sermayenin gittikçe artan yoğunlaşmasıdır. Bu, küçük işletmelerin muazzam büyüklükteki işletmeler ile birleşmelerine ya da bunlar tarafındon yutulmalarına yol açmıştır. Bu aynı zamanda büyük tröstlerde ve konsorsiyumlarda çok büyük miktarda iş gücünün biraraya toplanmasını beraberinde getirdi. Bu işletmeler büyük üretim kapasitelerini muazzam miktarlarda enerji kaynaklarını ve hammaddeleri de ellerinde topladılar. Bugün büyük kapitalist işletmeler yalnızca kendilerinin elinde olan atom enerjisi ve en yeni teknolojiden yararlanmaktadırlar.
Bu dev boyutta organizmalar ulusal ve uluslararası niteliğe sahiptir. Bunlar kendi ülkelerinde küçük mülk sahiplerini ve sanayicilerin büyük çoğunluğunu yıkıma uğrattılar. Uluslararası düzeyde, birçok ülkede sanayinin, tarımın, inşaatçılığın, ulaştırmanın tüm kollarını kapsayarak muazzam konsorsiyumlar biçiminde geliştiler. Konsorsiyumların pençelerini attıkları, üretimin yoğunlaşmasının bir avuç milyarder tarafından gerçekleştirildiği her yerde, küçük mülk sahiplerinin ve sanayicilerin tasfiyesine yönelik eğilim genişliyor ve yayılıyor. Bu, tekellerin daha da güçlenmesine yol acmaktadır.
Lenin şunları söyledi:
«Rekabetin tekele bu dönüşümü, modem kapitalist ekonominin en önemlisi olmasa bile en önemli olgularından biridir...» *
Ve emperyalizmin bu özelliğini belirtirken şunu ekledi :
«Üretimin yoğunlaşması sonucu tekellerin doğuşu kapitalizmin bugünkü gelişme aşamasının genel ve temel bir yasasıdır».**
Kapitalizmin gelişmesinin bugünkü koşulları Lenin’in çıkardığı yukarıdaki sonucu tümüyle doğruluyor. Günümüzde tekeller, emperyalizmin görünümünü, onun ekonomik özünü belirleyen en tipik ve en yaygın olgu halini aldılar. Amerika Birleşik Devletleri, Federal Almanya Cumhuriyeti, İngiltere, Japonya, Fransa vb. gibi emperyalist ülkelerde üretimin yoğunlaşması görülmedik boyutlara ulaştı.
Örneğin 1976’da kullanılan iş gücünün yüzde 20’sini oluşturan ortalama 17 milyon insan en büyük 500 Amerikan şirketinde çalışıyordu. Bu şirketler satılan malların yüzde 66’sını sağlıyorlardı. Lenin, «Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması» eserini yazdığı dönemde, kapitalist dünyada tek bir büyük Amerikan şirketi, «United States Steel Corporation» vardı. Bu şirketin aktif sermayesi 1 Milyar doları aşıyordu. Oysa 1976’da milyarlık şirketlerin sayısı 350 civarındaydı. Otomobil tröstü «General Motors Corporation», bu süper tekel, 1975 yılında 22 milyar doları aşkın bir toplam sermayeye sahipti ve ortalama 800.000 işçiden oluşan bir orduyu sömürüyordu. Bunu A- merika Birleşik Devletleri’nin ve başka ülkelerin petrol sanayilerine egemen olan ve 700.000’i aşkın işçiyi sömüren «Standard Oil of New Jersey» tekeli izliyor. Otomobil sanayiinde, bu alandaki üretimin yüzde 90’ını sağlayan üç büyük tekel vardır. Uçak yapımı sanayiinde ve çelik sanayiinde üretimin yüzde 65’ini ve yüzde 47’sini gerçekleştiren, çok büyük dört şirkettir.
Aynı süreç diğer emperyalist devletlerde de yaşandı ve yaşanıyor. Federal Almanya Cumhuriyeti’nde ülkenin üretiminin aşağı yukarı yüzde 50’si ve işgücünün yüzde 40’ı tüm işletme sayısının yüzde 13’ünün elinde toplanmıştır. İngiltere’de 50 büyük tekel egemendir. British Steel Corporation İngiltere’deki çelik üretiminin yüzde 90’ını aşkın bir miktarını denetliyor. Fransa’da iki şirket çelik üretiminin dörtte üçünü elinde bulunduruyor, dört tekel tüm otomobil üretimini elinde tutuyor ve diğer dört tekel de bütün petrol ürünlerini denetliyor. Japonya’da on büyük demir metalurji şirketi tüm ham demir üretimini ve çelik üretiminin dörtte üçten fazlasını karşılıyor. Demir dışı metalurjide ise sekiz şirket vardır. Aynı şey başka iş kolları ve alanları için de geçerlidir. (1)
Bu ülkelerde varlığını sürdüren küçük ve orta büyüklükteki işletmeler doğrudan tekellere bağımlıdırlar. Onlar, tekellerden sipariş alıyor ve onlar için çalışıyorlar, kredi, hammadde, teknoloji vb.ini tekellerden alıyorlar. Onlar pratikte tekellerin uzantıları haline dönüşmüşlerdir.
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sonucu ortaya çıkan ve teknolojik birliği olmayan muazzam büyüklükte tekeller bugün büyük çapta yayılmışlardır. Bu muazzam «konglemera» (yığışım-ç.) tekeli içinde sanayi üretiminin, inşaatçılığın, ulaştırmanın, ticaretin, hizmetlerin, haberleşmenin vb. işletmeleri ve bütün kolları çalışmaktadır. Bu tekeller çocuk oyuncağından kıtalar arası roketlere kadar her şeyi üretiyorlar.
Artan ve gittikçe artmaya devam eden tekellerin ekonomik gücü ve sermayenin yoğunlaşması yalnızca «emzik çocuklarını», yani geçmişe özgü tekelleşmemiş işletmeleri değil, büyük mali işletmeler ve grupları da rekabet mücadelesine kurban ediyor. Tekellerin yüksek tekel kârlarına karşı duydukları sınırsız arzu ve rekabetin keskinleşmesi nedeniyle bu süreç son yirmi yıl içinde dev boyutlara ulaştı. Bugün kapitalist dünyada şirketlerin birleşmesi ve diğerlerini yutması, İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllara oranla yedi ilâ on kat daha fazladır.
Sınaî, ticarî, tarımsal ve bankacılık işletmelerinin birbirine katılması ve birleşmesi yeni tekel biçimleri, büyük sınai-ticari ya da sınai-tarımsal kompleks biçimleri yarattı. Bunlar yalnızca kapitalist batı ülkelerinde değil, Sovyetler Birliği, Çekoslovakya ve diğer revizyonist ülkelerde de çok sayıda vardır. Tekelci birlikler geçmişte malların nakliyesini ve satışını başka bağımsız firmaların yardımıyla gerçekleştiriyorlardı. Bugün tekeller yalnızca üretimi değil, nakliyeciliği ve pazarlamayı da kontrol altına aldılar.
Tekeller, yalnızca kendilerine ait olan işletmeler arasında rekabeti ortadan kaldırmaya çalışmakla yetinmiyorlar. Onlar tüm ham madde kaynaklarını; demir, kömür, bakır uranyum vb. açısından zengin olan tüm bölgeleri tekellerine almak için pençelerini uzattılar. Bu süreç, hem ulusal hem de uluslararası çapta yaşanıyor.
Tekelci devlet kapitalizmi Sektörünün genişlemesi ve gelişmesiyle birlikte üretimin ve sermayenin yoğunlaşması, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok büyük boyutlara ulaştı.
Tekelci devlet kapitalizmi devlet aygıtının tekellere bağlı olmasını, ülkenin ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamı üzerinde tekellerin tam egemenliğinin kurulmasını ifade eder. Devlet, tüm emekçilerin sömürülmesi yo- luyla iktidardaki sınıf için azami kâr sağlamak için ol- duğu kadar halkların devrim ve kurtuluş mücadelelerini boğmak amacıyla da mali oligarşinin yararına ekonomiye doğrudan müdahale eder.
Tekelci devlet kapitalizminin en belirgin temel unsuru olarak tekelci devlet mülkiyeti, tek bir kapitalistin ya da bir grup kapitalistin mülkiyetini değil, kapitalist devletin mülkiyetini, iktidar sahibi burjuva sınıfın mülkiyetini temsil ediyor. Çeşitli emperyalist ülkelerde tekelci kapitalist devlet sektörü tüm üretimin yüzde 20-30’unu oluşturuyor.
Üretimin ve sermayenin en üst derecede yoğunlaşmasını simgeleyen tekelci devlet kapitalizmi bugün, Sovyetler Birliği’nde ve diğer revizyonist ülkelerde egemen olan temel mülkiyet biçimidir. Bu tekelci devlet kapitalizmi iktidarda bulunan yeni burjuva sınıfın hizmetindedir.
Çin’de de ekonomi tekelci devlet kapitalizminin belirgin biçimlerine bürünüyor: İşletmelerin faaliyetinde başlıca amaç olarak kâr saptanıyor. Kapitalist örgütlenme, yönetim ve ücretlendirme kuralları uygulanıyor. Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Japonya’dakilere çok benzeyen ekonomik bölgeler, tröstler ve kombinalar kuruluyor. Yabancı sermayeye kapılar açılıyor. Yerel işletmelerle yabancı tekeller arasında doğrudan bağlar oluşturuluyor vb.
Günümüzde kapitalist ve revizyonist dünyada üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi devletler arası düzeye kadar yükselmiştir. Bu eğilimi pratikte çeşitli emperyalist devletlerin tekellerinin birleşmesini simgeleyen AET ve COMECON vb. de teşvik ediyor ve gerçekleştiriyor.
Lenin, kendi döneminde, uluslararası tekel biçimlerini incelerken kartellerden ve sendikalardan söz ediyordu. Üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının çok büyük boyutlara ulaştığı bugünkü koşullarda, tekelci burjuvazi emekçileri sömürmenin başka biçimlerini de buldu. Bunlar çokuluslu şirketlerdir.
Dış görünümleriyle bu şirketler, birçok ülkenin kapitalistlerinin ortak mülkiyetiymiş gibi bir izlenim uyandırmak istiyorlar. Gerçekte ise, ellerindeki sermaye ve uyguladıkları denetim göz önünde tutulduğunda çokuluslu şirketler, esas olarak tek bir ülkeye aittirler; ancak birçok ülkede faaliyet gösteriyorlar. Onlar, vahşi rekabet karşısında ayakta kalmayı başaramayan küçük ve orta büyüklükte yerel firma ve şirketleri emerek gittikçe yayılıyorlar.
Çokuluslu şirketler, azami kâr sağlama olanağı en çok güvence altına alınmış olan ülkelerde şubelerini a- ciyorlar ve işletmelerini bu ülkelere yayıyorlar. Örneğin; Amerikan çokuluslu şirketi «Ford» değişik ülkelerde çeşitli uluslardan 100.000 işçinin çalıştığı 20 büyük fabrika kurdu.
Çokuluslu şirketler ve burjuva devleti arasında, onların sömürücü sınıfsal özelliğine dayanan sıkı bağlar ve karşılıklı bağımlılık mevcuttur. Kapitalist devlet, ulusal düzeyde olduğu gibi uluslararası düzeyde de bu şirketlerin egemenlik ve yayılma amacına hizmet etmektedir.
Ülkenin yaşamında oynadıkları büyük ekonomik rol ve sahip oldukları önemden ötürü bazı çok uluslu şirketler tek tek büyük bir ekonomik güç oluşturuyorlar. Bu güç, birçok durumda birkaç gelişmiş kapitalist ülkenin bütçesinin ya da üretiminin toplamına ulaşıyor ya da onu aşıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin en güçlü çokuluslu şirketlerinden biri olan «General Motors Corporation»ın üretimi Hollanda’nın, Belçika’nın ve İsviçre’nin sanayi ü- retiminin toplamını aşıyor. Bu şirketler kendilerine özel yarar ve ayrıcalıklar sağlamak için faaliyet gösterdikleri ülkelere müdahale ediyorlar. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri elektronik sanayi patronları, 1975 yılında Meksika hükümetinden işçilerin korunmasına ilişkin bazı önlemleri öngören iş yasasının değiştirilmesini talep ettiler. Aksi takdirde sanayilerini Kosta Rika’ya aktaracaklardı. Baskı uygulayabilmek amacıyla yaklaşık 12.000 MeksikalI işçinin çalıştığı çok sayıda işletmeyi kapattılar. Çokuluslu şirketler, emperyalizmin kaldıraçları ve onun yayılmacılığının başlıca biçimlerinden biridir. Onlar, yeni sömürgeciliğin dayandığı direklerdir ve faaliyet gösterdikleri ülkelerin ulusal egemenliğine ve bağımsızlığına el uzatırlar. Bu şirketler egemenliklerinin ayakta durabilmesini kolaylaştırmak için, herhangi bir suç işlemekten çekinmiyorlar. Suikastlar örgütlüyor, ekonomiyi harap ediyor, üst düzeyde memurlar, siyasal önderleri ve sendika yöneticilerini satın alıyorlar. Lockheed skandalı bunu açık bir biçimde kanıtlamıştır.
Çok sayıda çok uluslu şirket revizyonist ülkelere de yerleşmiştir ve buralarda faaliyet (1) göstermektedirler. Bunlar Çin’e de sızmaya başladılar.
Bugün kapitalist dünyayı niteleyen ve üretimin büyük çapta toplumsallaşmasına yol açmış olan üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, emperyalizmin sömürücü niteliğinde en ufak bir değişiklik dahi yaratmadı. Tam tersine onlar emekçiler üzerindeki baskıyı ve sefaleti daha da artırdı ve yoğunlaştırdı.
Bu olgular Lenin’in şu tezini tümüyle kanıtlamaktadır. Emperyalizmde, üretimin ve sermayenin yoğunlaştığı koşullar altında
«Sonuç olarak üretimin toplumsallaşmasında muazzam bir ilerleme görülür»
Fakat buna rağmen,
«Mülk edinme özel niteliğini korur. Toplumsal araçlar az sayıda kişinin özel mülkiyetinde kalır.» *
Tekeller ve çok uluslu şirketler proletaryanın ve halkların büyük düşmanları olarak kalmaktadırlar.
Üretimin ve sermayenin günümüzde gittikçe güçlenen yoğunlaşma sürecinin şiddetlenmesi kapitalizmin temel çelişkisini, üretimin toplumsal niteliği ile mülk edinmenin özel niteliği arasındaki çelişkiyi ve diğer bütün çelişkileri daha da keskinleştirmiştir. Geçmişte olduğu gibi bugün de bir avuç kapitalist kodaman işçilerin vahşice sömürülmesinden elde edilen muazzam gelirlere ve süper kârlara el koymaktadır. Biraraya getirilmiş sanayi kollarının donatılmış oldukları üretim araçları da kapitalistlerin özel mülkiyetindedir. Oysa işçi sınıfı, üretim araçlarına egemen olanların kölesidir ve işgücü bir meta olarak kalmaktadır.
Bugün kapitalist büyük işletmeler artık onlarca ya da yüzlerce işçiyi değil, yüzbinlercesini sömürmektedirler. Amerikan anonim şirketlerinin ou büyük işçi ordusundan vahşi kapitalist sömürü ile yağmaladıkları artı- değer, 1960 yılında 44 milyar olmasına karşın yalnızca 1976 yılında 100 milyar dolardan fazla idi.
Lenin, tekellerin ortaya çıkışı ve gelişmesi sonucunda kapitalizmin uzlaşmaz çelişkilerinin ortadan kalkabileceğini öğütleyen II. Enternasyonal oportünistlerini teşhir etti. O, sömürünün, baskının ve emek ürününü özel mülk edinmenin araçları olarak tekellerin, kapitalizmde ki çelişkileri daha da keskinleştirdiklerini bilimsel olarak kanıtladı. Kapitalist düzenin üst yapısı tekellerin egemenliği üzerinde yükseliyor. Bu üst yapı, ulusal düzeyde olduğu gibi uluslararası düzeyde de tekellerin yağmacı çıkarlarını savunuyor ve simgeliyor. İç ve dış siyaseti, ekonomik, toplumsal, askeri siyaseti vb dayatanlar tekellerdir.
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının bugünkü gerçekleri de; gerici sosyal-demokrat önderlerin, modern revizyonistlerin ve her türden oportünistlerin, tröstlerin ve tekelci devlet kapitalizmi mülkiyetinin vb. barışçıl bir biçimde sözüm ona sosyalist ekonomiye «dönüştürülebileceğine» ve bugünkü tekelci kapitalizmin giderek sosyalizmle «bütünleşeceğine» ilişkin tezlerini yadsıyorlar.
Lenin’in bize öğrettiği gibi, üretimin ve sermayenin yoğunlaşması; para sermayenin yoğunlaşmasında artışın onun büyük bankaların ellerinde toplanmasının, mali sermayenin ortaya çıkıp gelişmesinin temelidir. Kapitalizmin gelişme sürecinde tekellerle birlikte bankalar da gelişir. Bunlar tekellerin ve tröstlerin, aynı zamanda küçük üreticilerin ve küçük tasarruf sahiplerinin para sermayesini emerler. Böylece kapitalistlerin elinde bulunan ve onlara hizmet eden bankalar başlıca mali araçları ellerinde tutarlar.
Küçük işletmelerin büyük işletmeler, karteller ve tekeller tarafından ortadan kaldırılmasinda görülen aynı süreç, birbiri ardından küçük bankaların tasfiyesinde de Kendini gösterdi. Böylece büyük işletmelerin tekelleri yaratması gibi, büyük bankalar da banka konsorsiyumlarını yaratırlar. Son yirmi yıl içinde bu olgu, çok büyük boyutlara ulaştı ve bugün de çok hızlı biçimde sürmektedir. Belirleyici bir özellik, bugün yalnızca küçük bankaların değil, orta büyüklükte ve nispeten büyük bankaların da kaynaşmaları ve yutulmaları dır. Bu olgu, kapitalist yeniden üretimin çelişkilerinin keskinleşmesi, rekabet mücadelesinin yayılması ve kapitalist dünyanın mali ve para sisteminin ağır bunalımıyla açıklanır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 26 büyük mali grup egemendir. Bunlardan en büyüğü 90 milyar dolar aktif sermaye ile 20 büyük bankaya, sigorta şirketine vb. sahip olan Morgan grubudur.
Banka sermayesinin yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin derecesi diğer başlıca kapitalist ülkelerde de çok yüksektir. Batı Almanya’da 70 büyük bankadan 3’ü tüm banka aktiflerinin yüzde 58’ine egemendir. İngiltere’de tüm banka sermayesi «Dört Büyük» diye bilinen dört banka tarafından denetleniyor. Japonya ve Fransa’daki banka sermayesinin yoğunlaşmasının düzeyi de aynı biçimde yüksektir.
Lenin banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçtiğini kanıtlamıştır. Başlangıçta bankalar sanayicilere verdikleri kredilerin kaderiyle ilgilenirler. Onlar, kredi alan sanayicilerin birbirleriyle anlaşmaları ve aralarında rekabet etmemeleri için aralarını bulurlar; çünkü, bu rekabet, kendilerine de zarar verirdi. Bu, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçmesinde ilk adımdır. Üretimin ve para sermayenin yoğunlaşmasının gelişmesiyle bankalar ortak anonim şirketleri örgütleyerek üretim işletmelerinde doğrudan yatırımcılar haline gelirler. Böylece banka sermayesi sanayiye, inşaatçılığa, tarıma, ulaştırmaya, dolaşım alanına ve her tarafa sızar. Firmalar ise bankalardan hisse satın alırlar ve onların ortakları olurlar. Bugün, artık bankaların ve tekelci işletmelerin yöneticileri, karşılıklı olarak diğerlerinin yönetim kurullarında yer alarak, Lenin’in «kişisel birlik» diye adlandırdığı şeyi yaratıyorlar. Bu süreçte ortaya çıkan mali sermaye, sermayenin tüm biçimlerini kapsıyor: sanayi sermayesi, para sermaye ve meta sermaye. Lenin bu süreci şu şekilde nitelendirdi:
«Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu gelişen tekeller, bankaların sanayi ile kaynaşması ya da iç içe geçmesi-işte mali sermayenin ortaya çıkışının tarihi ve bu kavramın özü»*
İkinci Dünya Savaşından sonra, mali sermaye arttığı ve yapısal değişikliklere uğradığı halde her zamanki amaçları aynı kaldı: Ülkenin içinde ve dışında geniş emekçi kitleleri sömürerek azami kârlar sağlamak. Son yıllarda en önemli kapitalist ülkelerde belirgin bir biçimde çoğalmış olan ve bankaların rakipleri haline gelen sigorta şirketleri de aynı rolü oynuyorlar. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde bankaların aktif sermayesi 1950-1970 arasında üç buçuk kat artarken aynı sürede sigorta şirketlerinin sermayesi altı buçuk kat arttı.
Halkın yağmalanması sonucu birikmiş olan sermayeyi kullanan şirketler, tekellere, yüz milyonlarca dolara ulaşan büyük miktarlarda krediler verebiliyorlardı. Böylece sigorta şirketleri, sanayi ve banka tekelleriyle iç içe eriyorlar ve iç içe geçiyorlar ve böylece mali sermayenin organik parçası haline geliyorlar.
Dindirilemez kâr hırsıyla hareket eden tekelci burjuvazi, emekçilerin emeklilik kesintileri, halkın birikmiş tasarrufları vb. gibi geçici olarak kullanılmaya hazır bütün parasal kaynakları sermayeye dönüştürür.
Yoğunlaşmış mali sermaye yalnızca büyük işletmelerin, küçük sanayicilerin vb. nakit paralarını emerek değil, kendisi tarafından piyasaya sürümü yapılan kıymetli evrak ve tahvillerden de elde ettiği kârlardan çok büyük gelir sağlıyorlar. Bankalar, para yatıran tasarruf sahiplerine
düşük faiz veriyor, fakat bu işlemden muazzam kârlar elde ediyor; böylece kendi sermayelerini çoğaltıyor, yatırımlarını artırıyorlar ve bu da doğal olarak, mali sermayeye sürekli yeni kârlar getiriyor. Mali sermaye özellikle sanayiye yatırım yapar, ama spekülasyon ağını toprak, demiryolları ve başka kol ve sektörler gibi zenginlikler üzerine de yaymıştır.
Bankalar, üretimin yoğunlaşmasının yüksek düzeyinin ve tekellerin egemenliğinin zorunlu kıldığı çok büyük krediler açabilecek durumdadırlar. Bu yolla büyük tekelci birliklere azami kâr sağlamak üzere ülke içinde ve dışında emekçi kitleleri daha da vahşice sömürebilmenin uygun koşulları yaratılmaktadır.
Sovyetler Birliği’nde ve diğer revizyonist ülkelerde kapitalizmin yeniden inşasıyla birlikte, bankalar tekellerin bütün belirgin özelliklerini kazandılar. Onlar, diğer bütün kapitalist ülkelerde olduğu gibi bu ülkelerde de ülke içinde ve dışında geniş emekçi kitlelerin sömürülmesine hizmet ediyorlar.
Kapitalist ve revizyonist ülkelerde son yıllarda, olağan tüketim mallarında özellikle dayanıklı mallarda krediyle satışlar hızla arttı. Bu krediler, burjuvaziye mallarını satması için pazar sağlıyor; kapitalistler yüksek faizlerden çok büyük kârlar elde ediyorlar; öte yandan borçluların eli ayağı kredi açanlar ve kapitalist firmalar tarafından bağlanıyor.
Günümüzde emekçilerin, bankalara ve kredi veren kurumlara karşı borçları ve diğer yükümlülükleri yoğun bir biçimde arttı. Yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde halkın bu biçimdeki kredilerden oluşan borçlan 1976 yılında 167 milyar dolara ulaşmıştır. Oysa bu miktar 1945 de 6 milyar dolardı. Federal Almanya Cumhuriyeti’nde halkın borçlanması 46 milyar Markı aştı.
Banka sermayesinin artan yoğunlaşması ve merkezileşmesi, mali oligarşinin ekonomik ve siyasal egemenliğini artırdı ve mali oligarşiyi, geniş emekçi kitleleri aşırı derecede yoksullaştıran, sefalete düşüren, kitleler üzerindeki ekonomik boyunduruğu artıran bir dizi biçim ve yöntemler kullanmaya götürdü.
Mali sermayenin gelişmesi bir avuç güçlü sanayici kapitalistin ve bankacının elinde yalnızca büyük bir zenginliğin değil, aynı zamanda ülkenin tüm yaşamında etkin olan gerçek bir ekonomik ve siyasal gücün de yoğunlaşmasını mümkün kıldı. Bu her şeye kadir insanlar tekellerin ve bankaların başında bulunurlar ve mali oligarşi diye adlandırılan şeyi oluştururlar. Büyük şirketlerin bugün anonim şirketlere dönüştüğü ve bazı işçilerin de, bu şirketlerde sembolik olarak birkaç hisse senedi sahibi olabildiği gerçeğine dayanan kapitalizm savunucuları, sermayenin, Marks’ın «Kapital»i yazdığı ya da Lenin’in emperyalizmi tahil ettiği zamanki özel niteliğini sözde yitirdiğini ve halk sermayesi haline geldiğini kanıtlamaya çalışıyorlar. Oysa bu bir masaldır. Emperyalist ülkelerde güçlü sınai ve mali gruplar eskiden olduğu gibi egemendirler. Amerika Birleşik Devletleri’nde Rockefeller, Morgan, Dupont, Mellon ve Ford, Şikago, Teksas, Kaliforniya vb. grupları; İngiltere’de Rothschild, Bearing, Samuel vb. mali grupları, Batı Almanya’da Krupp, Siemens, Mannesmann, Thyssen, Gerling vb.; İtalya’da Fiat, Alfa-Romeo, Montedison, Olivetti vb.; Fransa’da büyük aileler, vb.Sınai ve mali sermayenin sahibi olarak mali oligarşi ülkenin tüm yaşamı üzerinde ekonomik ve siyasal egemenliğini kurmuştur. O, mali plütokrasinin elinde bir a- raca dönüştürülmüş olan devlet aygıtını da çıkarlarına tabi kıldı. Mali oligarşi hükümetler kuruyor, hükümetler yıkıyor, iç ve dış siyaset dayatıyor. O, ülkenin iç yaşamında tüm gerici güçlerle siyasal ve ekonomik iktidarını savunan tüm siyasal, ideolojik eğitim ve kültür kuruluşları ile iç içedir. Dış siyasette ise tekelci yayılmacı lığı destekleyen ve onun yolunu açan, kapitalizmin korunması ve istikrarının sağlanması için mücadele eden tüm tutucu ve gerici güçleri korur ve destekler.
Egemenliğini güvence altına almak için mali oligarşi her araca başvurur ve tüm alanlarda siyasal gericiliği yerleştirir. Lenin’in dediği gibi,
«...mali sermaye, özgürlük için değil, egemenlik için mücadele eder.»*
Bugünkü durum, tekelci burjuvazinin uyguladığı baskının her yerde arttığını kanıtlıyor. Bu temel üzerinde burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişki keskinleşiyor. Siyasal ve askeri yayılmacılık ile birlikte yürüyen ekonomik ve mali yayılmacılık, halklarla emperyalizm arasındaki çelişkileri ve aynı zamanda emperyalist devletler arasındaki çelişkileri daha da keskinleştirdi. Bugünkü revizyonist Çin propagandası bu objektif ve yadsınamaz gerçeği gözardı ediyor.
Günümüzde banka sermayesinin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, yalnızca tek bir ülke çerçevesinde değil, birçok kapitalist ülke veya kapitalist ve revizyonist ülkeler çapında görülüyor. AET’nin ortak bankaları veya «Ekonomik İşbirliği İçin Uluslararası Banka» ve aynı zamanda COMECON’un «Yatırım Bankası» da bu niteliğe sahiptir. Batı Alman-Polonya bankaları veya İngiliz-Ro- men, Fransız-Romen, İngiliz-Macar bankaları veya Amerikan-Yugoslav, İngiliz-Yugoslav banka toplulukları vb. de kapitalist tipte banka birlikleridir. Sovyetler Birliği birçok kapitalist ülkede çok sayıda banka açmıştır. Bunlar kuruldukları her yerde, Zürih’te, Londra’da, Paris’te Afrika’ da, Latin Amerika’da ve diğer yerlerde kapitalist bankaların rakipleri ve ortakları haline geldiler.
Çin de. gittikçe daha yoğun bir biçimde bankaların bu kapitalist bütünleşme sürecinin girdabına sürüklenmektedir. Çin Honkong, Makao ve Singapur’da işlettiği bankaların yanı sıra yarın Japonya’da da, Amerika’da da ve başka yerlerde de bankalar kuracaktır. Çın, aynı zamanda emperyalist devletlerin bankalarının Çin’e sızmalarına da izin veriyor.
Lenin, bugünkü kapitalizmi belirleyenin sermaye ihracı olduğunu vurgulamıştı. Emperyalizmin bu ekonomik özelliği günümüzde daha da gelişti ve güçlendi. Bugün dünyadaki en büyük sermaye ihracatçıları, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya, Sovyetler Birliği, Federal Almanya Cumhuriyeti, İngiltere ve Fransa’dır.
Bir dönem boyunca sermaye ihracını Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa ve Almanya yapıyordu. Bu ülkeler, gelişmiş sanayiye sahipti ve sömürgelerin yer üstü ve yer altı zenginliklerini emiyorlardı. Daha sonra savaş ve bunalım İngiltere, Fransa ve Almanya gibi bazı emperyalist devletlerin ekonomik olarak zayıflamalarını ve Amerikan emperyalizminin zenginleşmesi ve bir süper devlet haline gelmesi sonucunu beraberinde getirdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bu durumda Amerikan sermaye ihracı diğer kapitalist devletlerin zararına önemli ölçüde arttı.
Bugün Amerikan sermayesi yatırımlar, krediler, borç para biçiminde, ortak şirketlere katılma biçiminde ya da büyük sanayi şirketleri kurarak tüm ülkelere, hatta sanayileşmiş ülkelere ihraç ediliyor. Amerikan emperyalizmi, tekelci sermaye; gelişmemiş ve yoksul ülkelere yatırım yapıyor, çünkü buralarda üretim maliyetleri düşük, emekçilerin sömürülmesininin düzeyi ise yüksektir. Amerikan emperyalizmi, ham madde sağlamak, pazarlara tümüyle egemen olmak, kendi sanayi ürünlerini satmak için bu ülkelere yatırım yapıyor.
Bilindiği gibi kapitalist ülkeler eşitsiz biçimde gelişmektedir. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri’nin ve diğer ülkelerin büyük tekelleri ve büyük şirketleri, tam da, ekonomik gelişmenin yatırımlara ve teknolojiye gereksinme duyduğu ülkelere sermaye ihraç ediyorlar.
Sermaye yatırımı mali tröstlere ve mali tekellere inanılmaz kârlar sağlıyor, çünkü yoksul, gelişmemiş ülkelerde toprak ucuzdur ve geniş araziler zenginlikleri ile birlikte az para karşılığında satın alınabilir. İşgücü de ucuzdur, çünkü açlık çeken insanlar çok düşük ücretle çalışmak zorundadırlar. Emperyalist devletlerin bu ülkelere yatırdığı her bir dolardan 5 dolar kâr ettiği hesaplanmıştır.
Resmi Amerikan verilerine göre yalnızca 1971 ile 1975 arasındaki dönemde, Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni kurulmuş devletlere yaptığı doğrudan yatırımların miktarı altı buçuk milyar dolardı. Buna karşılık aynı dönemde bu ülkelerden sağlanan kârlar 30 milyar doları buluyordu. (1)
Sermaye ihracını gizleyebilmek için, emperyalist devletler kredi verme yolunu da tutuyorlar. Büyük kapitalist tekeller ve onların devletleri, bu sözümona krediler ve yardımlar aracılığıyla bunları kabullenen devletler ve halklar üzerinde yoğun bir baskı uyguluyorlar ve onları boyunduruk altında tutuyorlar. Gelişmemiş ülkelere verilen «yardımlar» ve krediler, bu ülkelerin zenginliklerinin yağmalanmasından ve gelişmiş ülkelerin emekçi kitlelerinin sömürülmesinden elde ediliyor. Kaldı ki, bu yardım ve krediler, gelişmemiş ülkelerde yalnızca zenginlere veriliyor. Başka bir deyişle örneğin Amerikan büyük tekelleri Amerikan halkının ve diğer halkların sırtından semirmekte Ve onların ihraç ettiği sermaye ve verdiği kredi bütünüyle işte bu halkların alınterini ve kanını simgelemekte dir. Öte yandan, büyük tekellerin sözde üçüncü dünya ülkelerine verdikleri krediler, gerçekte bu ülkelerde iktidarda olan feodal-burjuva sınıflara hizmet etmektedir.
Yeni devletlerin aldıkları krediler, bu ülkeler halklarının boynundaki emperyalist zincirin bir halkasıdır. İstatistik verilerden, bu ülkelerin borçlarının her beş yılda bir iki kat arttığı anlaşılıyor. Gelişmemiş ülkelerin emperyalist devletlere olan borçları 1955 yılında sekiz buçuk milyar dolar iken, 1977’de 150 milyar doları aşmıştı.
Dünya kapitalizmi, yeraltı zenginliklerini işleme, entansif bir tarımı yaratma vb. yollarla kârlarını çoğaltmak İçin tekniği ve teknolojiyi kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdi. Tüm bu teknoloji, bilimsel teknik devrimin kendisi ve ekonomik sömürünün yeni yöntemleri halklara değil, emperyalizme ve kapitalist tekellere hizmet ediyor. Kapitalizm hiçbir zaman kendisinin elde edeceği kârlan önceden hesaplamadan başka ülkelere yatırım yapmaz, borç vermez ve sermaye ihraç etmez.
Kapitalist ve revizyonist dünyada örümcek ağı gibi yayılmış olan büyük tekeller ve bankalar, madenlerin, top rağın işlenmesi, çölden petrol ya da su çıkartılması vb. gibi işlerden sağlayabilecekleri kazanca ilişkin somut bilgiler elde etmeden kredi açmazlar.
Gittikleri kapitalist yolu gizlemeye çalışan sahte sosyalist devletlere uygulanan başka kredi biçimleri de vardır. Bu krediler, büyük miktarlarda ticari krediler biçiminde veriliyor ve doğal olarak kısa bir süre içinde geri ödenmeleri gerekiyor. Bu krediler birçok kapitalist ülke tarafından, kredi açılan devletin ekonomik potansiyeli ve ödeme gücü hesaba katılarak, bu devletten sağlanacak ekonomik ve aynı zamanda siyasal çıkarlar da göz önüne alınarak, ortaklaşa verilmektedir. Kapitalist ler hiç bir zaman sosyalizmin inşası için kredi açmazlar. Tersine, sosyalizmi yıkmak için kredi verirler. Bu nedenle,gerçek bir sosyalist ülke, hangi biçimde olursa olsun kapitalist, burjuva ya da revizyonist bir ülkeden kredi almaz.
Tıpkı Kruşçevci Sovyet revizyonistleri gibi Çin revizyonistleri de «Leninist», «devrimci» gibi görünen birçok şiara; birçok alıntıya başvuruyor, safsatalar inşa ediyorlar. Oysa gerçekte, eylemleri gerici, karşı-devrimcidir. Çin yöneticileri, emperyalist ülkelere karşı takındıkları oportünist tavırlarını ve onlarla sürdürdükleri ilişkileri sosyalizmin çıkarmaymış gibi göstermeye çalişiyorlar. Bu revizyonistler. proletarya ve halk kitlelerini karanlıkta bırakmak, onların hoşnutsuzluğunun devrimi gerçekleştirebilecek güce dönüşmesini engellemek amacıyla gerçeği böylesine gizliyorlar.
Örneğin; ülkenin ekonomik inşası sorununu, kendi gücüne dayanarak sosyalist ekonominin gelişmesini ele alalım. Bu ilke doğrudur. Her bağımsız, egemen sosyalist devlet tüm halkı seferber etmeli ve ekonomi siyasetini doğru biçimde belirlemelidir. Ülkenin tüm zenginliklerini en uygun ve akıllı biçimde işlemek için bütün önlemleri almalı, bunları tutumlu bir biçimde yönetmeli, halkının yararına çoğaltmalı ve başkalarının bunları yağmalamasını önlemelidir. Her sosyalist ülke için temel yön budur. Dışardan gelen yardım, diğer sosyalist ülkelerin yardımı yalnızca tamamlayıcıdır.
Bir sosyalist ülkenin bir diğer sosyalist ülkeye verdiği kredi tümüyle farklı bir niteliğe sahiptir. Bu kredi çıkar gözetmeyen, enternasyonalist bir yardımdır. Enternasyonalist yardım hiçbir zaman kapitalizme yol açmaz, halk kitlelerini yoksullaştırmaz, aksine ülkenin sanayisinin ve tarımının gelişmesine katkıda bulunur, bunların uyumlu hale getirilmesine hizmet eder, emekçi kitlelerin refahının yükselmesine, sosyalizmin güçlenmesine yol açar.
Öncelikle, ekonomik olarak gelişmiş sosyalist devletler diğer sosyalist devletlere yardım etmek göreviyle yükümlüdürler. Bu sosyalist bir ülkenin, aynı zamanda sosyalist olmayan ülkelerle ilişkileri olamayacağı anlamında değildir. Ama bu ekonomik ilişkiler karşılıklı çıkar temelinde olmalıdır ve hiçbir şekilde sosyalist bir ülkenin ya da sosyalist olmayan bir diğer ülkenin ekonomisini daha güçlü olan ülkelere bağımlı kılmamalıdır. Devletler arasındaki bu ilişkiler küçük ve ekonomik olarak zayıf devletlerin büyük ve güçlü devletler tarafından sömürülmesine dayanıyorsa, o zaman böyle bir «yardım», köleleştirici olduğundan reddedilmelidir.
Lenin, mali sermayenin dünyanın tüm ülkelerini kelimenin gerçek anlamıyla ağına aldığını söylüyor. Kapitalistlerin tekelleri, kartelleri ve sendikaları sistemli bir biçimde çalışıyorlar. Önce kendi ülkelerinin iç pazarını, sanayiini, tarımı ele geçiriyorlar, işçi sınıfını ve diğer emekçileri köleleştiriyorlar, aşırı kârlar sağlıyorlar ve sonra bütün dünya pazarlarını ele geçirmenin de büyük olanaklarını yaratıyorlar. Bu alanda mali sermaye dolaysız bir rol oynuyor.
Günümüzde de Lenin’in kapitalizmin en son aşaması olan emperyalizm üzerine tüm öğretilerine uygun olarak, iki süper devletin, Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sos- yal-emperyalizminin dünyayı paylaşmak, pazarları fethetmek için mücadele ettiklerini saptıyoruz. Örneğin tüm dünyada ağır bir sorun haline gelen petrol sorunu, öncelikle büyük Amerikan tekel birliklerinin etki alanındadır. Ama İngiliz, HollandalI ve diğer petrol şirketleri de işe karışıyorlar. Amerikalılar bu tekeli tümüyle ele geçirmek için petrol sorununda manevraya başvuruyorlar. Suudi Arabistan, İran gibi petrol ülkelerine büyük sermayeler yatırdılar ve önemli teknik araç-gereçler yerleştirdiler. Onlar bu ülkelerin egemen kliklerini, kralları, şeyhleri ve imamları büyük miktarlarda dolarla baştan çıkararak pençeleri altına aldılar. Bu ülkelerin mali plütokrasisi petrol ülkelerinin yöneticilerine, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve başka yerlerde yatırım yapmalarına, hatta çeşitli tekel birliklerinden hisse senetleri ve lüks oteller, fabrikalar vb. satın almalarına izin veriyor.
Örneğin Suudi-Arabistan, yılda 420 milyon ton petrol çıkarılmasına karşın yoksulluğun ve cehaletin egemen olduğu yarı-feodal bir ülkedir. Emekçi kitleler yoksulluk içinde yaşarken, kral ve büyük toprak ağaları sınıfı yalnızca Wall Street bankalarına 40 milyar dolar yatırdılar. Aynı durum Kuveyt’de de, Birleşik Arap Emirliklerinde de mevcuttur. Bu klikler kârlardan bir pay elde etmek amacıyla, emperyalist devletlere, egemen oldukları ülkelerin halklarının zenginliklerini yağmalamaları için her türlü imtiyazı tanıyorlar.
Petrol üreten ülkeler tarafından yapılan ve yönetici kliklerin mülkiyeti olan yatırımlar, elbetteki çok düşük dereceden de olsa, bu kliklerin sermayesinin Amerikan ya da İngiliz sermayesi ile birleşmesini ifade ediyor. İlk bakışta sanki petrol üreten ülkelerin egemen klikleri Amerikan, İngiliz ya da Fransız emperyalizmi ile bir çeşit yatırım ortaklığı içinde bulunuyormuş ve sanki onların ekonomileri üzerine etkileri varmış gibi görünüyor. Gerçekte durum bunun tam tersidir. Amerikan emperyalistlerinin ve diğer emperyalistlerin kârları, bu kliklere tanınan kârlara oranla çok yüksektir. Bu, bazı ülkelerin zenginliklerini en yüksek oranda sömürebilmek için yönetici burjuva kapitalist ve feodal gruplara kesinlikle kendi zararına olmayan bazı ölçülü ödünler veren, bugünkü yeni sömürgeciliğin bir özelliğidir. Bu örnek, Lenin’in, tıpkı özel tekellerin çıkarlarının devlet tekellerinin çıkarlarıyla iç içe geçebileceği gibi çeşitli ülkelerin burjuvazilerinin çıkarlarının da çok kolaylıkla iç içe geçebileceğine ilişkin tezinin doğruluğunu kanıtlıyor. Büyük tekeller, daha az güçlü olan fakat büyük zenginlikleri, özellikle demir, krom, bakır, uranyum madenlerini vb. yeraltı kaynaklarını denetleyen tekellerle de birleşebilirler.
Bugün sermaye ihracının en yaygın biçimlerinden biri devletten devlete borçlanma, kredi ve yardımlardır. Bu biçimi, özellikle Sovyetler Birliği ve diğer revizyonist ülkeler uyguluyor.
Bu krediler, «yardımlar» ve borçlar yalnızca kapitalist kârlar elde etmeye değil, siyasal amaçlara da hizmet ediyorlar. Kredileri veren devletler kendilerinin ekonomik, siyasal ve askeri çıkarlarını koruyan belli kliklerin siyasal ve ekonomik iktidarını desteklemeyi ve sağlamlaştırmayı amaçlıyorlar. Bu çeşit kredilere ilişkin anlaşmalar hükümetler arasında yapıldığında, borç alanların verenlere o- lan ekonomik ve siyasal bağımlılığını daha da artırıyor. Sermaye ihracının bu biçimine ilişkin klasik bir örnek. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı Avrupa ülkelerine siyasal ve askeri yayılmacılığının ekonomik temeli haline gelmiş olan «Marshall Planı»dır. Sovyet revizyonistlerinin sözde ekonominin gelişmesi ve sanayide devlet sektörünün yaratılması için Hindistan, Irak ve başka ülkelere yaptıkları sözümona yardımlar da aynı niteliğe sahiptir.
Bugün Amerikan emperyalizmi, Sovyet sosyal-emperperyalizmi ve sanayileşmiş ülkelerin kapitalizmi öylesine bir gelişme aşamasına ulaştı ki, sermaye birikiminden sağladıkları kâr son derece arttı. Sermaye birikimi tekelcilerin, mali oligarşinin ceplerine akan yüksek kârlar yaratıyor. Ve onlar bu gelirleri, sefalet içindeki emekçi halkın hizmetine sunmuyorlar. Tersine, kendilerine daha büyük kârlar sağlayabilecek olan ülkelere ihraç ediyorlar. Bu ülkeler Çin’in «üçüncü dünya» diye adlandırdığı ülke-lerdir. Fakat bu çeşit yatırımlar gelişmiş kapitalist ülkelerde de yapılıyor.
Amerikan sermayesinin Avrupa’ya sızma süreci ve onun siyasal ve ekonomik emelleri üzerine birçok kitap yazılmıştır. Amerikan yazarı Geoffrey Owen’in kitabında buna ilişkin açık bir tablo çizilmiştir. «Uluslararası Şirketler» adlı bölümün başlangıcında Amerikan dış yatırımlarının şu anlayışa göre artırıldığını belirtiyor: Amerikan şirketleri, yurt dışında çıkarları olan şirketler değil, merkezi Amerika’da bulunan uluslararası şirketlerdir. Bu, çeşitli büyük Amerikan firmalarının, yalnızca kendi ülkeleriyle ilgilenmesi ve Amerika Birleşik Devletleri içinde sanayinin ve alıcılarının gereksinmelerini karşılama düşüncesinde değil, yabancı ülkelere de ağlarını atma düşüncesinde olduklarını gösteriyor. Bu şirketler «artık sermaye»lerini daha büyük kârlar sağlamak için diğer ülkelere yatırıyorlar. «Socony Mobile», «Standart Oil of New Jer- sey» vb. gibi dev anonim şirketleri hemen hemen kârlarının yarısını yabancı ülkelerin yağmalanmasından elde ediyorlar. Aşağı yukarı 500 şirket yurt dışında yılda ortalama 10 milyar dolar gelir sağlıyor. Yurt dışında yatırım yapan şirketlerin sayısı 3000’i aşıyor. Böylece «çokuluslu şirketler» ya da «uluslararası kapitalizm» gibi formüller ve tanımlamalar günlük konuşmaya girdi, gazetecilikte ve banka işlemlerinde benimsendi.
Geoffrey Owen, 1929’da 1300’ü aşkın AvrupalI şirketin Amerikan firmalarının elinde olduğunu ya da onlar tarafından denetlendiğini söylüyor. Bu, Avrupa sanayisine karşı Amerikan saldırısının ilk aşamasıydı. Hazırlan- makta olan İkinci Dünya Savaşı’nın baskısı, Amerikan sermayesinin istilasını geçici olarak durdurdu. 1929 ve 1946 arası Amerikan şirketlerinin dünyanın başka ülkelerine doğrudan yatırımları 7,5 milyar dolardan 7,2 milyar dolara düştü. Fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1950’de Amerikan yurt dışı yatırımlarının miktarı 11,2 milyar dolara yükseldi. Bunun yarısı Latin Amerika ve Kanada’da toplanmıştı. Latin Amerika’ya yapılan yatırımlar, petrol, bakır, demir cevheri, boksit gibi hammaddelerin ve muz ve diğer tarımsal ürünlerin sömürülmesi amacını taşıyordu. Kanada’da yatırımlar özellikle maden ve petrole yapıldı ve coğrafi yakınlık ve sermayenin sızmasını kolaylaştıran diğer nedenlerden ötürü geniş çapta gelişti.
Aynı biçimde 1950 yıllarında Avrupa da Amerikan yatırımları için yeni, önemli bir hedef haline geldi. Bu kıtada yatırımlar ulaştırmada, büyük seri üretimde ve karmaşık donatımlar alanında hızla yayıldı. Yatırımlarla birlikte Amerikan malları ve ürünleri buraya aktı.
Adı geçen yazar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist pazarda ortaya çıkan durumun Amerikan yatırımlarına daha büyük bir hız kazandırdığını belirtiyor. İşte yurt dışı yatırımların artışına ilişkin veriler: 1946’da, 7,2 milyar dolar, 1950 yılında 11,2 milyar dolara yükseliyor. 1964 yılında 44,3 milyara ve 1977 yılında 60 milyar dolan aşan bir miktara ulaşıyor.
Amerikan şirketleri faaliyetlerini dünya çapında sürekli genişleterek, bütün ülkelerin firmalarıyla rekabetin keskinleşmesine ve Amerikan devlerinin egemenliği karşısında duyulan korkunun büyümesine neden oldular. Bu sorun. Amerikan firmalarının sanayinin kilit kollarında egemen oldukları ve ulusal ekonomi üzerinde ağır basan bir etkinliğe sahip oldukları az gelişmiş ülkelerde özellikle vahimdir. Başka bir deyişle, bu dev Amerikan şirketleri, bu ülkelerin ekonomisini ve hükümetlerini ellerinde bulunduruyorlar ve bu ülkeleri gerçekte onlar yönetiyorlar.
Amerikan petrol şirketleri ile Meksika hükümeti arasındaki 1938’de Meksika hükümetinin direnme siyasetinin yenilgisiyle sonuçlanan, uzun mücadele iyi bilinmektedir. İngiliz petrol tekeli ile İran hükümeti arasındaki Musaddıkın devrilmesiyle sonuçlanan mücadele de aynı biçimde sonuçlandı. Bu tür yıkıcı çatışmalar sürekli görülür. Ve bu çatışmalar büyük Amerikan tröstlerinin zaferiyle sonuçlanırlar.
Büyük petrol şirketleri dünya çapında faaliyet gösteriyorlar. Yatırım yaptıkları ülkelerde petrolle ilgili tüm sermayeyi ve üretimi tümüyle denetlemek, hükümetleri denetlemek onlar için olağan ve zorunlu bir uygulama oldu, çünkü aksi halde faaliyetlerini dünya çapında düzenlemeleri zor olurdu. İşte büyük yabancı şirketlerin, yerli kapitalistlerin, Amerikan ya da diğer emperyalist ülkelerin yatırımcıları tarafından kendilerine tanınan kârdan daha büyük bir pay koparma çabalarına karşı mücadele etmelerinin nedeni budur.
Amerikan şirketleri Avrupa, Kanada, Asya, Afrika ve diğer yerlerde birçok ülkenin ekonomisini pratik olarak denetledikleri bir durum yarattılar. Bu ülkelerin hükümetleri, Avrupa’da ekonomik ve askeri alanlarda Leadership [önderliği] * yükümlenen Amerika Birleşik Devletleri’nden çok korkuyorlar. Bu nedenle Avrupa’nın sanayileşmiş kapitalist ülkeleri, durmadan ve artarak gelen Amerikan sermayesinin istilasını zorlaştırmak için çaba harcıyorlar.
Çin önderliği, 19. yüzyıldan bu yana sanayileşmiş o- lan Avrupa devletlerinin şimdi Amerika Birleşik Devletle- ri’nde daha çok yatırım yaptığını iddia ediyor. Fakat bilindiği gibi Avrupa sermayelerinin Birleşik Devletlere yatırımları esasen kıymetli evrak, hisse senetleri, tahviller, mevduatlar vb, biçimindedir. Oysa Avrupa’daki Amerikan yatırımları, Avrupa ekonomisinin en önemli kollarında e- gemen konum sağlamıştır.
Amerikan yatırımlarının artmasını haklı gösterme çabası İçinde olan Geoffrey Owen, Avrupa ülkelerinin sana-sanayilerini, bilimsel temelde geliştirmek istediklerini ve girişimlerde bulunduklarını ileri sürüyor. Bu sanayiler teknik ilerlemeye, ihracatın artmasına ve genel olarak bu ülkelerin ekonomisinin gelişmesine belli oranda katkıda bulunuyorlar. Fakat Amerikan şirketleri, bu alanlarda AvrupalI rakiplerinden daha ilerdeler ve bu teknik ilerlemeyi kendi çıkarları doğrultusunda denetliyorlar.
Örneğin bilgisayar dalında. Amerikan pazarının yüzde 70’inden fazlasını ve dünya pazarının bundan daha büyük bir bölümünü denetleyen Amerikan şirketi «International Business Machine» (IBM)’nin rekabetinden korunmak için ilgili Avrupa şirketleri sıkıca birleştiler.
Aynı şekilde büyük Amerikan şirketlerinin yerel işletmelerle ortaklık kurmaya da eğilimleri vardır. Sömürüyü gizlemek için, birçok firma yüzde yüzü Kendisinin olan şubelerden kaçınıyor ve yüzde 49’a yüzde 51 ya da yüzde 50’ye yüzde 50 oranında ortak yatırımlarla şirketler kuruyor. Amerikalılar Japonya’da böyle yaptılar. Onlar Yugoslavya’da da böyle yaptılar. Bu ülke sosyalizmi kendi gücüne dayanarak inşa ediyor görünümünü uyandırmaya çalışıyor, oysa gerçekte Titocular, Yugoslavya’yı, Amerika Birleşik Devletleri ve gelişmiş sanayi ülkelerinin büyük firmaları arasında ekonomik olarak paylaştırdılar. Böylece Titocular Yugoslavya’nın özgürlük ve bağımsızlığını da kısıtladılar.
«General Motors», «Ford», «Chrysler», «General E- lectric» vb. gibi büyük Amerikan firmalarının yurt dışında- ki şubelerini yüzde yüz kendi mülkiyetleri haline getirme eğilimleri vardır. Ama buna rağmen bu şubeler, Owen’e göre, ulusallaştırma sorununu unutmuyorlar ve şu yanıtı veriyorlar: «Sorun, yerli yatırımcılar ile şirketler kurmak değil ana şirketin hisselerinde uluslararası mülkiyeti ö- zendirmektir.» Özellikle «General Motors» un ateşli savu-nucusu olduğu bu görüş, kapitalizmin «Enternasyonal» anlayışıdır.
Kendi öz sömürgelerini ve kendi imparatorluğunu kurmak amacıyla, Amerika dışında yatırım yapan Amerikan emperyalist sermayesinin ya da Amerikan sanayi gücünün bu eğilimleri, Çin revizyonistlerinin iddialarının tersine, Amerikan emperyalizminin hiç zayıflamadığını açıkça gösteren olgulardan birkaçıdır. Tersine ABD emperyalizmi güçlendi, diğer ülkelerde kendine büyük imtiyazlar sağladı ve onların ekonomisinin birçok önemli dalını yönetmektedir. Aynı biçimde o başka ülkelerin hükümetlerini sayısız zorluklara soktu, bu ülkelerde yasa buyurur oldu ve birçok ülkede hükümetleri yöneten ve denetleyen odur. Elbetteki bu süreçte inişler ve çıkışlar vardır, ama genel eğilim Amerikan emperyalizminin zayıfladığını göstermemektedir.
Biz şimdi başka bir süper devletin, Sovyet Sosyal- emperyalizminin sermaye ihraç ettiği ve çeşitli halkları sömürmek için çaba harcadığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu süper devletin ihraç ettiği sermaye, kapitalist bir ülkeye dönüşmüş olan Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen ar- tı-değerden oluşuyor.
Kapitalizmin yeniden kurulması bugünkü Sovyet toplumunun kutuplaşmasına yol açtı. Burada küçük bir azınlık halkın ezici çoğunluğunu yönetiyor ve sömürüyor. Şimdi artık orada, bürokratlardan, teknokratlardan ve aydınların üst kesiminden oluşan bir tabaka ortaya çıktı ve işçi sınıfını ve geniş emekçi kitleleri vahşice sömürerek, elde edilen artı-değeri kendine mal eden ve paylaşan, ayrı bir sömürücü ve burjuva sınıf biçimini aldı. Klasik kapitalizmin ülkelerinde, artı-değere, tek tek kapitalistler tarafından yatırılan sermayeye oranla elkonur. Sovyetler Birliği’nde ve diğer revizyonist ülkelerde, bundan farklı olarak burjuva üst tabakadan kişiler, devlet içinde, eko-nomi, bilim, kültür vb. hiyerarşisinde bulundukları yere göre artı-değeri paylaşırlar. Yüksek ücretler, normal ve Özel ikramiyeler, primler ve teşvik primleri, imtiyazlar vb. emekçilerin alınterinden elde edilen artı-değerin gasbe- dilmesi için kurumlaştırılmış uygulamalardır. «Kollektif kapitalizm»i temsil eden bu tabaka, kapitalist sömürü ve baskıyı güvence altına alan birçok yasa ve kuralla bu yağmacılığı ayakta tutuyor.
Sovyet ekonomisi artık dünya kapitalist sistemine katılmıştır. Bir yandan Amerikan, Alman, Japon vb. sermayeleri Sovyetler Birliği’ne derinlemesine sızarken. Sovyet sermayesi de diğer ülkelere ihraç ediliyor ve orada yerli sermaye ile çeşitli biçimlerde kaynaşıyor.
Bilindiği gibi Sovyetler Birliği öncelikle uydu ülkeleri sömürüyor. Fakat o bugün, pazarlar, yatırım alanları, hammaddelerin yağmalanması ve dünya ticaretinde yeni sömürgeci yasaların ayakta tutulması vb. için diğer kapitalist devletlerle rekabet ve mücadele halindedir.
Yeni Sovyet burjuvazisi hegemonyasını genişletmek için sermaye ihraç ediyor. Ama bunu yaparken, yalnızca Amerikan emperyalizminin çok güçlü rekabeti ile değil, Japonya, İngiltere, Batı Almanya, Fransa vb. gelişmiş kapitalist devletlerin rekabeti ile de karşılaşıyor. Bu devletler süper kârlar sağlamak için sermayelerini yalnızca Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya değil, revizyonist Sovyetler Birliği’nin boyunduruğu altında bulunan Doğu Avrupa ülkelerine ve hatta Sovyetler Bir- liği’ne de ihraç ediyorlar.
Sovyetler Birliği, Çekoslovakya, Polonya vb. ve şimdi Çin gibi sözde sosyalist ülkelerin egemen klikleri yabancı sermayenin ülkelerine akın etmesine izin veriyorlar. Çünkü bu sermaye egemen kliklere hizmet ediyor ve bunun yükünü halklar taşıyor. COMECON ül-keleri büyük borçlar içinde yüzüyorlar. Onların batılı ülkelere 50 milyar dolar borçları var.
Yugoslavya, yabancı sermayenin ekonomisine sızmasına izin veren ilk revizyonist ülkelerden biridir. O, önceleri kredi, sonra patent aldı ve daha sonra ortak işletmelerin kurulmasına geçti. Yugoslavya’da 1967 yılında, sermayesinin yüzde 49’u yabancı şirketlerin mülkiyetinde olan ortak işletmelerin kurulmasına izin veren bir yasa çıkarıldı. 1977 yılında Yugoslavya’da bu türden 170 işletme vardı. Yugoslavya, kapitalist firmalara faaliyetlerini geliştirmek ve azami kârları güvence altına olmak için en uygun koşulları yarattı.
Yugoslavya’da olup bitenler, yabancı sermaye yatırımlarının, bu ülkeyi kapitalist bir ülke haline getiren belirleyici unsurlardan birisi olduğunu kanıtlıyor. Amerika Birleşik Devletleri ve diğer zengin kapitalist ülkeler bu yatırımlardan zarar etmediler. Tam tersine yüksek kârlar gerçekleştirdiler ve böylece Yugoslavya işçi sınıfının ve köylülüğünün sefaletini artırdılar. Lenin, sermaye ihracının, dünya uluslarının ve ülkelerinin çoğunluğunun sömürülmesi ve bir avuç çok zengin devletin kapitalist asalaklığı için sağlam bir temel olduğunu söyledi.
Kapitalist devletler Çin’de de büyük kârlar elde edeceklerdir. Milyarlarca dolar tutan Amerikan, Japon, Batı Alman vb. sermayesinin Çin’e akın ettiğini görüyoruz. Japonlarla, petrol yataklarını ve Yangçekiang’ın enerji kaynaklarını ortaklaşa işlemek için bir anlaşma imzalandı. Kömür madenlerini işletmek için Almanlarla bir anlaşma yapıldı vb. Çin’de şimdi yapılan ve gelecekte yapılacak yatırımlar, mutlaka yabancı kapitalistleri memnun edecek kârlar sağlayacak ve aynı zamanda Çin’de kapitalizmin temellerini de sağlamlaştıracaktır.
Kapitalist bir ülkenin bir başka kapitalist ya da re-vizyonist ülkeye yaptığı sermaye ihracı, ilgili devletle- rin büyüklüğü ne olursa olsun, her zaman, halkların sermaye tarafından sömürülmesinin bir biçimi olarak kalır. Bu sömürü, sermayeyi kabul eden ülke için, ekonomik ve siyasal bağımlılığı beraberinde getirir.
Lenin, tekellerin, iç pazarı ele geçirdikten sonra, sanayi ürünlerinin ve hammaddelerin dünya pazarını yeniden paylaşmak ve ekonomik olarak ele geçirmek için mücadele ettiklerini vurguluyor. Rekabet ve kâr hırsı, çeşitli ülkelerin tekelcilerini, hazır malları satmak ve hammadde satın almak için uluslararası alanda pazarları paylaşmak amacıyla geçici anlaşmalar yapmaya, bir- leşip işbirliği yapmaya itiyor. Gelişmiş kapitalist ülkeler, hammadde ve enerji kaynaklarına sahip olsalar bile, başka ülkelere saldırıyorlar; çünkü, bu ülkelerde üretim maliyetleri kendi ülkelerine oranla daha azdır ve işçilerin ücretleri birkaç kat daha düşüktür.
Petrol kaynaklarını ve pazarlarını ele geçirmek için sürdürülmüş olan ve sürdürülen mücadele biliniyor. Bu mücadelenin sonunda onlarca ve yüzlerce özel işletme ve şirket yıkıldı. Şimdi 7 büyük tekeli (bunlardan 5’i Amerikan, 1’i İngiliz ve 1’i ingiliz-Hollandalidır, ünlü Esso, Texaco, Shell vb.) birleştiren uluslararası petrol karteli, batı dünyasında kapitalist ülkelerin petrol çıkartma ve satışının yüzde 60’ından fazlasını denetliyor; aşağı - yukarı petrolün yüzde 54’ünü işliyor.
Üretim kaynaklarının ve pazarların bu şekilde paylaşılması, bugün bakır, kalay cevheri, uranyum ve diğer değerli ve stratejik madenler için de söz konusudur.
İngiltere ve Fransa gibi birçok eski sömürgeci ülke, daha önceki sömürgeleri ile, işbirliği anlaşması, tercihli anlaşma diye adlandırılan ve aşağı - yukarı yalnızca kendilerine tanınan ekonomik ve ticari imtiyazlar sağlayan özel anlaşmalar yaptılar. Dolar, sterlin,frank, ruble bölgesi denilen yerler, dünyanın, çeşitli tekeller ve emperyalist devletler arasında ekonomik olarak paylaşılmasından kaynaklanıyor.
Amerikan emperyalizmi, Sovyet sosyal - emperyalizmi ve diğer emperyalist devletler, çeşitli yollardan, bu eski sömürgelerle sürdürdükleri ayrıcalıklı ve eşit olmayan ticari ilişkilerden azami kârlar sağlıyorlar. OPEC ülkeleri hariç, yalnızca «gelişmekte olan» ülkelerin bugün yaklaşık 34 milyar dolar borçları vardır.
Bugünkü koşullarda, özellikle bugünkü ekonomik bunalım koşullarında tekeller, kapitalist ülkelerin hükümetleriyle de üretim kotaları, fiyatlar, pazarlar vb. hakkında doğrudan anlaşmalar yapıyorlar. Avrupa Ortak Pazarı ve COMECON gibi örgütlerin varlığı da ekonomik olarak dünyanın günümüzdeki paylaşılmasını açıkça gösteriyor.
Dünyanın ekonomik olarak paylaşılmış olması, tekellerin egemenliği, onların diğer ülkelerin ekonomik yaşamı ve ekonomik gelişmesi üzerine buyrukları; emek ve sermaye arasındaki çelişkinin yanısıra halklar ve emperyalizm arasındaki çelişkileri ve aynı zamanda emperyalistler arasındaki çelişkileri de daha çok keskinleştirdi.
«Üçüncü Dünya»yı, «İkinci Dünya» ve Amerikan emperyalizmiyle uzlaştırmaya çalışan Çinli «üç dünya» teorisi bu gerçeği hesaba katmıyor. Bu teori, Amerikan, İngiliz, Alman, Japon, Fransız ve diğer tekellerin, Çin’in «üçüncü dünya» diye adlandırdığı şeye karşı sürekli saldırısının, halkların bütün emperyalist ve hegemonyacı devletlere karşı direnişini artırdığını ve aralarındaki uzlaşmaz mücadelenin objektif koşullarıni yaygınlaştırdığını görmek istemiyor. Öte yandan kapitalizmin gelişmesinin objektif bir yasası olan emperyalist devletlerin eşit olmayan gelişmesi, onların, dünyanın her yanında ekonomik olarak yayılmak için sürdürdük-lerı mücadelede, kendi aralarında acımasız bir rekabete ve sürtüşmelere girmelerine yol açıyor.
Bu çelişkileri uzlaştırmaya çalışan ve tam da sosyal-demokratların ve her türden revizyonistlerin söylediklerini öğütleyen Çinli «üç dünya» teorisi, bu çelişkileri yadsımayı değil, tersine proletaryayı devrime ve halkları kurtuluşa hazırlamak için onları derinleştirmeyi amaçlayan Leninist strateji ile göze batan bir biçimde çelişmektedir.
Lenin, emperyalizmi tahlil ederken, tekel öncesi kapitalizmin, en yüksek ve en son aşamasına, emperyalizm aşamasına geçişiyle birlikte, dünya topraklarının emperyalist büyük devletler arasında bölünmesinin tamamlandığını belirtir.
«... bu aşamanın belirgin özelliği dünyanın nihai paylaşımıdır, yeniden paylaşımın olanaksız olduğu anlamında nihai değil - tersine, yeniden paylaşımlar olasıdır ve kaçınılmazdır - ama kapitalist ülkelerin sömürge siyasetinin yerküremizdeki işgal edilmemiş ülkelerin ele geçirilmesini tamamladığı anlamında, ilk kez, dünya artık bütünüyle paylaşılmıştır, öyle ki sonuç olarak artık yalnızca yeniden paylaşımlar söz konusu olabilir, yani bir «sahip»ten diğerine geçiş...»*
Dünya halklarının çoğunluğunu fiziki, ekonomik, siyasal ve ideolojik yönlerden sömüren eski klasik sömürgecilik, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir sömürgeciliğe dönüştü. Bu yeni sömürgecilik ekonomik, siyasal, askeri ve ideolojik önlemler yönünden bütünlüklü bir sistemi içerir. Emperyalizm bu sistemi, savaş sonrası ortaya çıkan koşullara uyum göstererek hem kendi egemenliğini ayakta tutmak, hem de eski sömürgeler ve birçok başka ülke üzerindeki siyasal denetimini ve ekonomik sömürüsünü güvence altına almak için kurmuştur. Hangi yeni koşullardır bunlar?
Emperyalist ülkeler, Fransa, İngiltere, İtalya, Alman- ya, Japonya ve Amerika, savaş sonrasında, savaştan önceki durumu zora dayanarak sürdürebilecek halde değildiler. Örneğin, Fransa; Fas, Cezayir, Tunus ve diğer Afrika ülkelerini eskisi gibi sömürge olarak tutamıyordu. Aynı şeyi İngiliz emperyalizmi, İtalyan emperyalizmi vb. için de söyleyebiliriz.
ikinci Dünya Savaşı dünyadaki güçler dengesinde köklü bir değişikliğe yol açtı. İkinci Dünya Savaşı büyük faşist devletlerin yıkımına neden oldu, ama eski sömürgeci devletleri de temellerinden sarstı ve onları ciddi bir biçimde zayıflattı. Anti-faşist savaş her yerde, hatta kendi girdabına sürüklenmemiş olan ülkelerde de, ulusal kurtuluş sorununu gündeme getirdi. Anti-faşist ittifakın ülkeleriyle birlikte faşist boyunduruğu kırmak üzere savaşa katılan eski sömürgelerin halkları geriye dönemezler ve sömürgeci boyunduruğa daha fazla izin veremezlerdi. Sovyetler Birliği’nin Nazizme karşı zaferi, sosyalist kampın yaratılması, Çin’in kurtuluşu ulusal bilincin uyanışına ve halkların kurtuluş mücadelesine çok güçlü bir atılım kazandırdı. Sömürgelerin geniş halk yığınları eski durumun değiştirilmesi gerektiğini anladılar. Hindi Çini’de, Kuzey Afrika’da ve başka yerlerde kurtuluş savaşları başladı.
Birçok sömürgeci ülke ortaya çıkan durum sonucu, sömürgeler için, her türlü özgürlük ve bağımsızlıktan yoksun, eski sömürü ve yönetim biçimlerinin artık geçerli olmadığını kavradılar. Sömürgeci emperyalist devletler bu noktaya halklara özgürlük vermek için ya da demokratik duygu ve istekleri sonucu gelmediler; tersine, sömürge halklarının baskısı sonucu ve eski sömürgeciliği ayakta tutabilecek askeri, ekonomik, siyasal ve ideolojik güce sahip olmadıklarından ötürü geldiler. Bununla birlikte Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan emper-yalizmi vb. bu halkları ve ülkeleri sömürmekten vazgeçmek istemiyorlardı. Emperyalist devletlerin her biri, ortaya çıkan koşullar sonucu, halklara özerklik vermek ya da belli bir süre sonrası için özgürlük ve bağımsızlık sözü vermek zorunda olduğunu görüyordu. Görünüşte, kendi kendini yönetebilme bilincinin oluşması ve yerli kadroların yetişmesi için belirlenen süre gerçekte yeni emperyalist sömürü biçimlerini, yeni sömürgeciliği hazırlamak amacını güdüyordu. Böylece ülkeler ve halklar arasında özgürlüklerini kazanmış oldukları biçiminde sahte bir izlenim yaratılıyordu.
Bu, dünya emperyalizminin büyük bir yenilgiye uğradığı, emperyalist sömürgeci sistemin bunalımının daha ağırlaştığı, savaş sonrası bir dönemdi. Kapitalizmin çürümesinin bu aşamasında Amerika Birleşik Devletleri emperyalizmin İkinci Dünya Savaşı’yla zayıflamasından yararlandı ve görünüşte özgür ve bağımsız olan sömürge halkları üzerinde yeni ve derin bir sömürüyü gerçekleştirdi. Amerika Birleşik Devletleri emperyalist egemenliğini, şu veya bu yoldan zayıflatılmış emperyalist devletlerin eski sömürgelerine kadar yaydı.
Eski sömürge halklarının birçoğu, eski sömürgeci devletlerin kendilerine bahşettiği türden bir «bağımsızlığın» ve «özgürlüğün» tanınmasını elde etmiş olmalarına rağmen, emperyalistler bu «özgürlüğü» ve bu «bağımsızlığı» hemen vermeye razı olmayınca, silaha sarıldılar. Özellikle Fransız emperyalistleri savaş sonrasında da Fransa’nın gücünü, «büyüklüğünü» sürdürmeye çalıştılar. Böylece Cezayir halkı, Vietnam halkı ve başka birçok halk, kurtuluş için uzun süreli mücadeleyi başlattılar ve sonuçta da onu kazandılar. Biz burada, onların bunu nasıl kazandığını, savaşan toplumsal güçleri ayrıntılı olarak incelemiyoruz. Gerçek olan şu ki, eski Fransız ve İngiliz emperyalizmi zayıflatılmıştı. Böylece Le-nin’in, emperyalizmin çürümekte olduğuna ve şimdiye kadar baskı altında tutulmuş ve köleleştirilmiş olan halkların devrimci hareketleri ve özgürlükçü çabalarıyla eski kapitalist - emperyalist toplumun parçalanmakta olduğuna ilişkin tezleri doğrulanmıştır.
Bu süreçte Amerikan emperyalizmi semirdi, dolar bölgesini genişletti, frank ve sterlin bölgelerini denetimi altına aldı ve halkların azami sömürüsüne dayanan hegemonyacı emperyalist gücünü sürdürebilmek için sayısız askeri üs kurdu ve dünyanın görünüşte özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşmuş olan birçok ülkesinde Amerikan yanlısı siyasal klikleri iktidara getirdi. Doğal olarak bu sömürüye alt yapı ve üst yapıdaki bir dizi değişiklik eşlik ediyordu.
Mali sermaye aynı zamanda, proletaryayı sömürmesinin ve dünyayı ele geçirmesinin zeminini sağlayan özgün bir ideoloji yarattı. O, sahte özgürlük ve bağımsızlık vaaz ederek ve tanıyarak, birçok sözde demokratik parti kurarak vb. şekere bulanmış çeşitli biçimlerle egemenliğini tamamlıyor ve bu egemenliği haklı çıkarıyor.
Amerikan sermayesinin yatırımları, bankalar ve çok uluslu şirketlerle birlikte Amerikan yaşam biçimi de içerdiği yozlaşma ile beraber ihraç edildi.
Emperyalist büyük devletlerin sermaye İhracı, bugün yeni sömürgeciliğin egemen olduğu ülkeler olan sömürgeleri yaratıyor. Bu ülkeler görünüşte bağımsızlığa sahiptir, ama bu sadece biçimseldir. Başka bir deyişle, sermaye ihracı eskisi gibi aynı süreçten geçiyor, yalnız farklı biçimlerde, «şekere bulanmış» açıklamalarla ve «şekere bulanmış» propagandayla. Bu ülkelerin halklarının iliklerine kadar sömürülmesi gene aynı kalmaktadır ve hatta daha vahşicedir. Doğal zenginliklerin yağ- malanması da sürmektedir.
Zamanımızın en büyük yeni sömürgeci gücü Amerika Birleşik Devletleri’dir. 1973 ile 1975 arasındaki üç sene içinde Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin ve özel kesimin eski sömürgelerde ve bağımlı ve yarı - bağımlı ülkelerdeki sermaye yatırımları, en gelişmiş kapitalist ve revizyonist ülkelerin bu bölgelerdeki tüm yatırımlarının yaklaşık yüzde 36’sını oluşturmaktadır. (1) Emperyalist devletler ile eski sömürgeler arasındaki ekonomik, siyasal ve askeri anlaşmalar köleleştirişidir. Bunlar emperyalist devletlerin elinde, bu ülkeleri köle olarak tutmaya yarayan silahlardır. Lenin’in sözleri dün olduğu gibi bugün de büyük bir güncelliğe sahiptir. Lenin diyor ki:
«... emperyalist devletlerin, görünüşte siyasal bağımsızlığa sahip, aslında, ekonomik, mali ve askeri bakımdan tamamen kendilerine bağımlı devletlerin yaratılması yoluyla, sistemli olarak başvurdukları aldatmacayı, bütün ülkelerin ama özellikle geri kalmış ülkelerin geniş emekçi yığınları içinde bıkmadan açıklamak ve teşhir etmek gereklidir.»*
Amerikan emperyalizmi, Sovyet sosyal - emperyalizmi ve diğer eski ve yeni emperyalist devletler, halkları egemenlikleri altında tutmak amacıyla, becerebildikleri yerlerde komşu devletler veya ülke içindeki farklı toplumsal gruplar arasındaki anlaşmazlıkları körüklüyorlar ve daha sonra yargıç veya taraflardan birisinin koruyucusu rolünde başkalarının iç işlerine karışıyorlar; ekonomik, siyasal ve askeri varlıklarını yasallaştırıyorlar. Gerçekler, süper devletlerin başka halkların iç işlerine karıştığı durumlarda, ya sorunların çözümlenmeden kaldığını ya da sonuç olarak bu ülkelerde, emperyalizmin ve sosyal - emperyalizmin konumlarının sağlamlaştığını gösteriyor.
Yakın Doğu’daki olaylar, Somali ile Etiyopya arasındaki çatışma, Kamboçya ile Vietnam arasındaki savaş vb. buna tanıklık ediyor.
Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve tüm diğer kapitalist ülkeler pazarlar ve etki alanları için mücadele ederlerken, yaptıkları yatırımlarla bu yatırımları kabul eden ülkelerde yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Böylece çeşitli kapitalist devletler arasında ve birleşmemiş, birbirinden bağımsız olan konsorsiyumlar arasında sürtüşmeler doğuyor. Bu sürtüşmeler yerel savaşları alevlendiriyor ve genel bir savaşa da yol açabilirler. İster yerel olsun isterse genel, bu nedenlerden patlak verebilecek bir savaş, Leninizmin bize öğrettiği gibi, kurtuluşçu bir niteliğe değil soyguncu bir niteliğe sahiptir. Yalnızca, eğer halklar yabancı işgalcilere karşı başkaldırırlarsa, eğer emperyalizme, sosyal - emperyalizme ve dünya sermayesine sıkı sıkıya bağlı olan ülkenin kapitalist burjuvazisine karşı başkaldırırlarsa, bu savaş haklı bir savaştır, bir kurtuluş savaşıdır.
Büyük dünya sermayesinin temsilcileri, Çin yöneticilerinin de desteğiyle bugünkü uluslararası ekonomik ilişkiler sisteminin değiştirilmesinin sözde zorunlu olduğu hakkında ve «yeni bir dünya ekonomik düzeni»nin kurulmasına ilişkin bol bol lâf ediyorlar. Onlara göre bu «yeni ekonomik düzen», «yeryüzünde istikrarın temeli» olacakmış. Sovyet revizyonistleri de kendi açılarından, uluslararası ekonomik ilişkilerde yeni bir yapının oluşturulmasından söz ediyorlar.
Bunlar, yeni sömürgeciliği yaşatmak ve ömrünü uzatmak ve halklar üzerindeki baskı ve yağmayı sürdürmek isteyen emperyalist ve yeni sömürgeci devletlerin çabaları ve plânlarıdır. Ancak kapitalizmin ve emperyalizmin gelişme kanunları, burjuvazinin ve revizyonistlerin arzularına ve teorik saçmalıklarına uymaz. Lenin’in dediği gibi, bu çelişkilerden kurtulmanın yolu sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı kararlı mücadeledir, devrimdir.
Emperyalizmin temel ekonomik özelliklerini çözümleyen Lenin, onun tarihsel konumunu da belirledi. O, emperyalizmin, kapitalizmin sadece en yüksek aşaması değil, aynı zamanda son aşaması, proleter devriminin arifesi olduğunu vurguladı.
Lenin şunları belirtti:
«Emperyalizm kapitalizmin özel bir tarihsel evresidir... 1. tekelci kapitalizmdir; 2. asalak ya da çürüyen kapitalizmdir; 3. can çekişen kapitalizmdir.»*
Bugünkü kapitalist dünyanın gerçekleri bu sonucu tamamen doğruluyor.
Lenin’in kanıtladığı gibi, emperyalizmin tüm sosyoekonomik hastalıklarının ekonomik temeli tekeldir. Tekeller kapitalist ekonominin çelişkilerini aşabilecek güce sahip değildir. Lenin, emperyalizmin asalaklığını ve çürümesini organik olarak tekelin şu eğilimlerine bağlıyordu: Üretici güçlerin gelişmesini yavaşlatmak, bütün ulusal ekonomi düzeyinde, çeşitli iş kolları arasında oransız gelişmeyi derinleştirmek, insan ve maddi üretici güçlerden tam olarak yararlanmamak, bilim ve teknikteki yeniliklerin kitlelerin ve tüm toplumun yararına kullanılmasını engellemek.
Kâr hırsı ve rekabet, tekelleri, gelişmiş tekniği üretim sürecine sokmak için yatırımlar yapmaya zorlar. Ama emperyalizmin gelişmesinin tarihsel sürecinin tümünde egemen olan oransız ve kısıtlı gelişme eğilimidir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, sanayide ve özellikle silah sanayiinde, bilimsel araştırmalar ve bilimin geliştirilmesi için harcanan miktar, örneğin 1950 yılında 2 milyar dolar iken, 1965 yılında yaklaşık 11 milyar dolara ve 1972 yılında aşağı yukarı 30 milyar dolara çıktı. Büyük firmalar bilimsel araştırmalar sırasında çoğu kez güçlüklerle de karşılaşıyorlar; ancak bir şey bulunur bulunmaz, patentini satın alıyor ve kalifiye işçileri kendilerine bağlıyorlar ve ancak kendi çıkarları gerektirdiğinde, bu buluşları uygulamaya sokuyorlar.
Doğal olarak, teknik gelişme ve teknik devrim açısından daha yüksek kâr getiren en önemli sektörler yatırımlar için önceliğe sahiptir. Burada, kâr oranı en yüksek olduğu için silah sanayi ilk sırada gelir. Örneğin, 1964’de Amerika Birleşik Devletleri’nde uçak ve füze yapımı kolunda bilimsel araştırmalar için 3,565 milyar dolar yatırım yapılmıştır. Aynı yıl elektronik sanayi ve haberleşme sanayiinde 1 milyar 537 bin dolar, kimya sanayiinde 196 milyon, makina yapım sanayiinde 136 milyon, otomobil sanayiinde 174 milyon, bilimsel araçlar sanayiinde 172 milyon, kauçuk sanayiinde 38 milyon, petrol sanayiinde 8 milyon, metan sanayiinde 9 milyon dolar vb. yatırım yapılmıştır.
Bugünkü koşullarda, ekonominin askerileştirilmesi, tüm kapitalist ve revizyonist ülkeler için emperyalizmin çürümesinin belirgin bir özelliği haline gelmiştir. Ama özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nde ekonominin askerileştirilme süreci şimdiye kadar görülmemiş bir düzeye gelmiştir. Her iki tarafın doğrudan askeri harcamaları astronomik miktarlara ulaşmıştır. İkisinin toplamı yılda 240 milyar doları aşmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği hegemonya ve dünya egemenliği siyasetlerinde, emperyalizmin çürümesinin başka ve daha açık bir ifadesi olan silah ticaretine de yaygın bir biçimde başvuruyorlar. Her yıl 20 milyar doları aşan değerde silah satıyorlar. İngiltere, Batı Almanya, Fransa, İtalya vb. gibi diğer emperyalist devletler de silah satıyorlar. Şili, Brezilya. Arjantin, İsrail, İspanya, Güney Kore, Rodezya, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin vb. gerici ve faşist klikleri bu emperyalist ticaretin düzenli müşterileridir. Emperyalistlerin, zenginliklerini yağmalama karşılığında silahlarla baştan çıkartmaya çalıştığı, stratejik ham maddeler veya petrol bakımından zengin ülkeler de bu müşteriler arasındadır.
Ekonomide üretim fazlası buhranının gittikçe daha sık patlak vermesi de. bugünkü tekelci kapitalizmin çürümesine ve asalaklığına açıkça tanıklık ediyor. Bugünkü çok derin buhranın patlak vermesi, üretimin ve tüketimin anarşist, kendiliğindenci ve oransız niteliğine ilişkin Marksist teoriyi doğruluyor ve kapitalizmin «bunalımsız» gelişimine veya kapitalizmin «düzenlenmiş kapitalizme» dönüşmesine ilişkin burjuva «teorileri» çürütüyor.
Marks tarafından bulunan ve bir yanda emekçilerin yoksullaşması artarken öte yanda kapitalistlerin kârlarının büyüdüğünü açıklayan kapitalizmin genel yasası, bugünkü kapitalist toplumda daha büyük bir güçle etkinliğini sürdürüyor. Bir tarafta proleterler diğer tarafta küçük bir azınlık olan burjuvalar olmak üzere toplumun kutuplaşması derinleşiyor.
Proletaryanın üst tabakasını, işçi aristokrasisini baştan çıkarmak için daha büyük ekonomik olanaklara sahip olan bugünkü emperyalist sistem, bu tabakanın saflarını geniş çapta büyüttü.
Günümüzde mali oligarşi bu tabakayı, proletaryayı aldatmak ve saptırmak, onun devrimci atılımını yok etmek amacıyla geniş ölçüde kullanmaktadır. Lenin’in, sözde sosyalistler, davranışta emperyalistler diye adlandırdığı kişiler, genellikle bu işçi aristokrasisinden çıkmaktadır. Lenin’in bu nitelemesi sosyal-demokrasiyi, «bur- juva işçi partileri»ni, oportünist sendika yöneticilerini, modern revizyonistleri vb. içerir. Lenin, emperyalizmin oportünizmle birleştiğini; oportünizmin, emperyalizme,ayakta durması ve güçlenmesi için yardım ettiğini vurguluyor ve şunları söylüyor:
«En tehlikeli insanlar... emperyalizme karşı mücadelenin, oportünizme karşı mücadeleyle ayrılmaz bir biçimde birleştirilmediği takdirde boş, yalancı bir laf olduğunu anlamak istemeyen kişilerdir.»*
Emperyalizmin çürümesi; gericiliğin bütün alanlarda ve özellikle siyasal ve toplumsal alanlarda gelişmesi ve derinleşmesiyle kendini açıkça gösterir. Pratiğin kanıtladığı gibi, tekelci burjuvazi sınıf mücadelesinin keskinleştiğini gördüğünde maskesini indirir ve emekçi kitlelerin kanları pahasına kazandıkları az sayıda hakkı da ellerinden alır. Dünyanın bir dizi ülkesinde kurulmuş olan faşist rejimler ve diktatörlükler bunu kanıtlıyor.
Bir karışıklık içinde olan bu çürümüş sistemin tümü, kendisini savunan büyük bir ordu ve dişinden tırnağın® kadar silahlandırılmış çok fazla sayıda polis sayesinde ayakta tutulmaktadır. Tüm bu polisiye - askeri güçler, iktidardaki burjuvazinin bir yığın yasası tarafından belirlenen sınırları aşacak en küçük direnişi önlemek ve bastırmak için hazırda tutulmaktadır. Ordunun ve diğer baskı araçlarının kadroları bolluk içinde yaşamakta ve dolgun maaşlar almaktadırlar. Örneğin İtalya’da ordu, polis, jandarma ve güvenlik örgütünün hem ödüllendirilen hem de öldürülen ajanlarından bol bol söz edilir.
Kapitalist sistemin kendisinin doğurduğu, onun yozlaşmasının bir ifadesi, burjuvazinin baskı ve sömürü sistemi tarafından yaratılan umutsuz dengesizliğin ve karışıklığın bir yansıması olan gangsterlik, burjuva devletlere egemen olan bu karışık düzende gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Burjuvazi, kendisine sorunlar çıkaran ve burjuva devleti rahatsız eden haydutlukları engellemeye çalışır. Ama diğer yandan, burjuvazi haydutluğu canlan-dırır ve onu yoksulluk içinde yaşayan geniş emekçi kitleleri yıldırmak için kullanır. Birçok kapitalist ülkede gangsterlik bir sanayi haline gelmiştir ve banka ve işyeri soygunlarından, adam kaçırıp kurtarmalık istemeye dek uzanır. Bazı ülkelerde gangsterlik çeşitli gruplar içinde örgütlenmiştir. Bu gruplaşmaların «devrimci», «komünist» vb. gibi görünen isimleri vardır. Burjuvazi faşist bir devlet darbesi tezgahlamak ve bunu haklı çıkarmak için bu grupları eylemlerinde serbest bırakıyor. Burjuvazi, devrimi ve sosyalizmi gözden düşürmek için, sözde burjuva düzene karşı olan bu haydutluğu «komünist grupların» faaliyeti olarak tanıtıyor.
Sonuç olarak, Amerikan emperyalizminin, Sovyet sosyal - emperyalizminin ve hangi türden olursa olsun diğer emperyalizmlerin, yani şimdiki konumunda emperyalizmin tümünün zayıflama ve çürüme aşamasında olduğunu; eski toplumun devrimle temellerinden yıkılacağını ve yerine yeni bir toplumun, sosyalist toplumun kurulacağını söyleyebiliriz. Sovyetler Birliği’nde Sovyet revizyonistlerinin sosyalizme ihanet etmiş olmasından, Çin’de oportünizmin egemen olmasından ve yeni bir sosyal - emperyalizmin inşa edilmesinden, bir zamanlar demokratik halk cumhuriyeti olan ülkelerde kapitalizmin yeniden kurulmuş olmasından bağımsız olarak; bu yeni sosyalist toplum varlığını sürdürmektedir ve genişleyecek, gelişecek ve yaygınlaşacaktır. Sosyalizm kendi yolundan yürüyecek vs emperyalizmi ve dünya kapitalizmini yere çalacaktır. Ama bu; hiçbir biçimde ve asla, Kruşçev’in ve bütün revizyonistlerin öğütledikleri gibi reformlar aracılığıyla; parlamenter ve barışçıl yolla değil, büyük mücadelelerle kazanılan bir zafer olacaktır. Sosyalizm asla, tekelci devlet kapitalizmini, «kapitalizmin bağrında sosyalist unsurların ortaya çıkması» ile belirlenmiş aşaması, kapitalizmin sözde yeni ve özel bir aşaması olarak ilân eden, bugünkü revizyonist teorilere bağlanarak değil, Leninist emperyalizm ve proleter devrimi teorisine sadık kalarak zafere ulaşacaktır.
Lenin’in emperyalizmin doğası ve tarihsel konumu üzerine vardığı sonuçlara uygun olarak, dünya emperyalizminin tümü toplumsal bir sistem olarak, kendini içerden parçalayan çelişkiler ve halkların devrimci ve kurtuluş savaşları sonucu eski egemen ve bütünlüklü iktidarını artık sürdürememektedir. Bu tarihin diyalektiğidir ve emperyalizmin sonunun yaklaştığını, çöküş ve çürüme içinde olduğunu söyleyen Marksist - Leninist tezi onaylamaktadır.
Bugün dünya tarihinin esas eğilimi, kapitalizmin ve emperyalizmin zayıflaması eğilimidir. Marks ve Lenin bunu, somut olgulara, tarihsel olaylara, materyalist diyalektiğe dayanarak kanıtladılar. Emperyalizme karşı direnen devletlerin, çabalarını birleştirmesi de emperyalizmin zayıflamasına yol açar. Ama bu eğilim, gerekli ayrımlar yapılmaksızın, özel durumlar incelenmeksizin Çin’in yaptığı gibi mutlaklaştırılırsa doğru bir yol izlemez. Çın yöneticileri, Amerikan emperyalizminin çöküş içinde ve Sovyet sosyal - emperyalizminden daha zayıf olduğunu savunarak, «üçüncü dünya»yı çağımızın temel itici gücü ilân ederek, pratikte, burjuvaziye teslim olmayı ve ona boyun eğmeyi öğütlemektedirler.
Gerçekten, halklar kurtuluş istiyorlar; ancak onlar bu kurtuluşu yalnızca büyük mücadelelerle ve başlarında mücadeleci bir önderlik olursa elde edebilirler. Marks, Engels, Lenin ve Stalin bize, bu önderliğin her ülkenin proletaryası olduğunu öğretiyor. Bununla birlikte, proletarya ve onun Marksist - Leninist partisi doğru siyasal, ekonomik ve askeri çözümlemeler yapmalı, herşeyi iyi tartmalı, uygun kararlar almalı, uygun bir strateji ve taktik belirlemeli ve bunları yaparken devrimin hazırlanma-sı ve sürdürülmesini sürekli hesaba katmalıdır. Eğer, Çinlilerin yaptığı gibi devrim hesaba katılmazsa, ne çözümlemeler, ne eylemler, ne strateji ne de taktikler Marksist-Leninist, devrimci olabilir.
İsterse güçlü olsun, isterse daha az güçlü; hangi türde olursa olsun emperyalizm hakkında hayale kapılama- yız. Emperyalizmin doğası ekonomik ve siyasal yayılmanın, savaşların çıkmasının koşullarını yaratır; çünkü emperyalizmin niteliği temel olarak sömürücü ve saldırgandır. Kurtuluş isteyen geniş halk yığınlarına, bu kurtuluşa «üç dünya» gibi revizyonist teorilerle varacakları yalanını söylemek, halklara ve devrime karşı suç işlemektir.
Lenin’in bize öğrettiği gibi, çağımız emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır. Bundan anlamamız gereken; biz Marksist - Leninistlerin; dünya emperyalizmine, proletaryayı ve halkları sömüren her emperyalizme, her kapitalist devlete karşı en keskin bir biçimde mücadele etmesi gerektiğidir. Biz bugün, devrimin gündemde olduğunu belirten Leninist tezi vurguluyoruz. Dünya yeni bir topluma doğru ilerliyor. Bu, sosyalist toplum olacaktır. Dünya kapitalizmi, emperyalizm ve sosyal - emperyalizm daha fazla çürüyecek ve devrimle son bulacaklardır.
Lenin bize, emperyalizme karşı sonuna kadar mücadele etmeyi, onu kelimenin geniş anlamıyla eleştirmeyi ve ezilen sınıfları emperyalizmin siyasetine karşı, bur- juvaziye karşı harekete geçirmeyi öğretiyor. Emperyalizmin bugünkü gelişmesinin Marksist - Leninist çözümlemesi; Lenin’in emperyalizm üzerine, onun doğası ve özellikleri üzerine, devrim üzerine vardığı sonuçlarda ve çözümlemede hiçbir şeyin değiştirilemeyeceğini açıkça göstermektedir. Sosyal - demokratlardan, Kruşçevci ve Çinli revizyonistlere kadar tüm oportünistlerin, emperyalizm üzerine Leninist öğretileri çarpıtma çabalan karşı-devrimci çabalardır. Onların amacı, devrimi yadsımak, emperyalizmi allayıp pullamak, kapitalizmin yaşamını uzatmaktır.
Lenin, emperyalizmin ve onun Bernstein, Kautsky. Hilferding ve diğer tüm II. Enternasyonal oportünistleri gibi savunucularının içyüzünü ortaya çıkarırken, şunu belirtiyordu:
«Emperyalist ideoloji işçi sınıfına da sızar. Bu sınıf diğer sınıflardan bir Çin seddiyle ayrılmamıştır.»
Ne yazık ki bugün «Çin seddi» de yıkılmıştır ve emperyalist propaganda ve ideoloji Çin’e sızmıştır. Çin oportünistlerinin kesinlikle özgün bir yanı yoktur. Onlar, Kautsky ve hempalarının yolundan ilerleyerek genel olarak emperyalizmi ve özel olarak Amerikan emperyalizmini allayıp pulluyorlar. Onlara göre Amerikan emperyalizmi. halkların, Sovyet sosyal - emperyalistlerine karşı kendilerini korumak için dayanmak zorunda oldukları, gerileyen bir emperyalizmdir.
Çin revizyonistlerinin «teorileri» ile Kautsky’ninkiler arasında benzerlik çok açıktır. Kautsky kendi döneminde, kapitalizmin gelişmesi üzerine Marksist teoriyi çarpıtarak emperyalizmin sömürgeci siyasetini savunmaya, onun sömürüsünü ve yayılmasını gizlemeye çalışıyordu. Amerikan emperyalizmini ve onun yeni sömürgeci siyasetini destekleme arzusuyla, sözde Marks’a ya da Le- nin’e dayanan saçma teorileri dünyaya yayan Çin yöneticileri de bugün bunu yapıyorlar. Lenin’in diliyle konuşursak, Çin «teori»si ancak, revizyonizmin ve oportünizmin bataklığına batmaktır.
Kautsky’nin teorisi, tekelci kapitalizm koşullarında başka bir siyasetin, ilhakçı olmayan bir siyasetin olanaklı olduğu hayalini yaydı. Lenin bununla ilgili olarak şunu vurguladı:
«Sorunun temeli, Kautsky’nin, ilhakları malı sermayenin ‘tercih ettiği’ bir siyaset olarak ele alıp ve buna aynı mali sermaye temelinde sözde olanaklı başka bir burjuva siyasetle karşı çıkarak, emperyalizmin siyasetini onun ekonomisinden ayırmasıdır. Ekonomide tekellerin, siyasette anti-tekelci, zoru reddeden, ilhakçı olmayan bir uygulamayla bağdaşabilecekleri sonucu ortaya çıkıyor. Mali sermaye çağında tamamlanmış bulunan ve en büyük kapitalist devletler arasındaki rekabetin simdiki özgün biçimlerinin temelini oluşturan dünya topraklarının paylaşılmasının, emperyalist olmayan bir siyasetle bağdaştığı sonucu ortaya çıkıyor. Sonuç, kapitalizmin şimdiki aşamasının en temel çelişkilerinin derinliğinin, ortaya çıkarılması yerine, gizlenmesi, yumuşatılmasıdır. Sonuçta varılan yer, Marksizm yerine burjuva reformizmidir.»*
Çin revizyonistleri, Amerika Birleşik Devletleri’nde, ekonomide tekellerin, mali sermayenin egemen olduğunu; iç ve dış siyaseti belirleyenlerin tam da bunlar olduğunu bilmemezlikten geliyorlar ve yayılmak istemeyen, hatta gerilemekte olan barışçıl bir emperyalizmden söz ediyorlar. Çin yöneticileri, bugünkü kapitalizmin temel ekonomik yasasının başlıca özelliklerinin ve taleplerinin şunlar olduğunu söyleyen Stalin’in dediklerini «unutuyorlar»: «... söz konusu ülkenin nüfusunun çoğunluğunun sömürülmesi, yıkımı ve yoksullaştırılması yoluyla; özellikle geri kalmış ülkeler olmak üzere diğer ülkelerin halklarının köleleştirilmesi ve sistemli yağmalanması yoluyla ve sonunda en yüksek kâr sağlamaya yarayan savaşlar ve ulusal ekonominin askerileştirilmesi yoluyla kapitalist azami kârın güvence altına alınması.»**
Böylece, Çin yöneticilerinin «yeni» teorileri, onların Kautsky’nin eski şarkısını yeni bir nakaratla söylediklerini kanıtlıyor.
Lenin, saldırganlık derecesine göre emperyalist devletler arasında ayrım yapmak isteyen II. Enternasyonal yöneticilerinin maskesini indirirken, bu tutumun anti- Marksist olduğunu söylüyordu. II. Enternasyonal partilerini şovenizme, proletarya ve devrim davasına açık ihanete götüren bu tutumdur. Lenin, şu veya bu tarafta Birinci Dünya Savaşı’na karışmış olan emperyalist devletlerden hangisi «en büyük şeytandır», diye bir sorun çağımızda ortaya atılamaz, diyordu.
Lenin şunları söylüyor:
«Modern demokrasi, eğer hiçbir emperyalist burjuvazi ile ittifak yapmazsa, ‘her iki tarafın da eşit olarak kötü’ olduğunu belirtirse, her ülkede emperyalist burjuvazinin yenilgisini arzularsa, kendine sadık kalacaktır. Başka her tutum, gerçekte ulusal-liberal bir tutumdur ve gerçek enternasyonalizmle hiçbir ortak yanı yoktur.» *
Günümüz koşullarında, Sovyet sosyal - emperyalizminin, Amerikan emperyalizminden daha saldırgan olduğunu söyleyen Çin teorisi kabul edilirse, o zaman devrime, işçi sınıfının tarihi görevine açıkça ihanet edilmiş, II. Enternasyonal’in durumuna düşülmüş olur. Her iki süper devlet sosyalizm için, halkların özgürlüğü ve bağımsızlığı için, ulusların egemenliği için aynı ölçüde baş düşmanı ve baş tehlikeyi temsil ediyorlar. Onlar, dünya kapitalizminin temel savunucularıdır.
Çin yöneticileri, halklara ihanetlerini gizlemek için, büyük tekellerin büyük zenginliklere sahip bazı ülkelerle ilişkilerinin, tekelci devletlerle halklar arasındaki çatışmaların dahi önlenebileceği bir durum yarattığını söylüyorlar. Bu büyük bir saçmalıktır. Bu emperyalist vahşeti şekere bulama çabasıdır. Bu, yatırım yapılan ülkede, sermaye yatırımlarının halkı refaha kavuşturacağını ve sonuçta emperyalistlerle bu ülkelerin halkları arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin ortadan kalkacağını öne süren, sahte bir mutluluk yaratma girişimidir. Çin yöneticilerinin şimdi borazanlığını yaptıkları bu yalancı teori, emperyalizm tarafından, egemenliğini dünyanın her yanına yaymak ve çeşitli ülkelerin gerici egemen kliklerine, kendi halklarını ezmelerinde ve ülkeyi yabancılara satmalarında yardımcı olmak için uydurulmuştur.
Bu «teoriler», II. Enternasyonal oportünistlerinin gerici teorilerinin yeni ve ince bir biçimde tekrarıdır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Lenin, Kautsky’nin anti-Marksist «ultra emperyalizm» teorisinin maskesini indirmişti. Kautsky, çeşitli ülkelerin kapitalistleri arasında anlaşmalarla emperyalizm koşullarında savaşların önlenebileceğini savunuyordu.
Kautsky ile tartışmasında Lenin şunları söyledi:
«... İngiliz papazlarının ve Alman ‘Marksist’i Kautsky’ nin bayağı darkafali hayallerine değil de, kapitalist düzen gerçeklerine bakacak olursak, ‘emperyalistler arası’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifaklar, savaşlar arasında yapılan ‘ateşkes anlaşmalarından’ başka şey değildir. İttifak biçimleri fark etmez: ister bir emperyalist ortaklığın bir diğerine karşı ittifakı, ister bütün emperyalist devletleri kapsayan genel bir ittifak olsun, bu kaçınılmazdır.»*
Çin revizyonistleri, Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere tüm faşist, feodal, kapitalist ve emperyalist devletlerle ve rejimlerle Sovyet sosyal - emperyalizmine karşı bir ittifak ve büyük bir dünya cephesinden söz ettikleri ve buna uygun ateşli girişimlerde bulundukları için Lenin’in bu öğretileri bugünkü koşullarda çok günceldir.
Lenin, emperyalist devletler arasında ittifakların olabileceğini,
ancak bunların yalnızca devrimi ve sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgeleri ve bağımlı ve yarı - bağımlı ülkeleri birlikte yağmalamak amacıyla gerçekleştirildiğini, belirtiyor.
Tıpkı II. Enternasyonal önderleri gibi. Çin revizyonistleri de Komünist Manifesto’nun «Bütün Ülkelerin Proleterleri Birleşin!» çağrısını kaldırdılar ve onun yerine. Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı «Birleşilebilecek herkesle birleşelim» faydacı çağrısını koydular.
Çin yöneticileri tarafından uydurulan «üç dünya» teorisi, emperyalizmin tarihsel gelişmesini Marksist - Leninist bakış açısıyla incelemiyor; tersine. Marks ve Lenin tarafından çok açık bir biçimde belirlenmiş olan çağımt- zın çelişmelerini bilmezden gelerek bunlara çarpık bir biçimde bakıyor. «Sosyalist» Çin bu «teoriye» uyarak. Amerikan emperyalizmi ve «ikinci dünya» ile, yani halkları sömüren diğer emperyalistlerle birleşiyor ve ister Amerikan emperyalizmi olsun isterse Sovyet sosyal - emperyalizmi, dünya emperyalizmine ve dünya kapitalizmine karşı mücadele etmek isteyen halklara, «üçüncü dünya»- ya, yalnızca Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı birleşme çağrısını yapıyor.
Titocu «bloksuz» ülkeler teorisi de «üç dünya» teorisi kadar anti-Marksisttir.
Bu teorilerin her ikisi de, Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal - emperyalizminin treninin yol aldığı aynı ve tek demiryolunun raylarıdır. Bu tren dünya halklarından yağmalanan zenginliklerle doludur. Titocular ve Çin revizyonistleri kendileri için biraz yağ, biraz şeker, birkaç dolar, sterlin, frank ya da ruble dışarı düşsün diye bu emperyalist ve sosyal - emperyalist trenin vagonlarında birkaç delik açmaya çalışıyorlar. Ezilen halkların sırtına döşenmiş olan ve halkları sürekli boyunduruk altında tutmak için uzayan bu raylar, tüm diğer anti-Marksist teoriler kadar, Troçkistlerin, anarşistlerin, Buharincilerin, Kruşcevcilerin, Togliatticilerin, Carillocuların, Marchaiscilerin vb. teorileri kadar, karşı - devrimci iki teoridir.
Hayat, Lenin’in emperyalizm hakkındaki dahiyane tezlerini doğruluyor. Kapitalizm çürüme aşamasına girmiştir. Bu durum halkların isyanına yol açıyor ve onları devrime itiyor. Halkların emperyalizme ve burjuva kapitalist kliklere karşı mücadelesi çeşitli biçimlerde ve değişik yoğunluklarda büyüyor. Nicelik mutlaka niteliğe dönüşecektir. Bu, ilk önce, kapitalist zincirin en zayıf halkasını oluşturan ve işçi sınıfının bilincinin ve örgütlenmesinin yüksek bir düzeye ulaşmış olduğu, işçi sınıfının sorun hakkında derin bir siyaset ve ideolojik kavrayışa sahip olduğu ülkelerde gerçekleşecektir.
Emperyalizm halklar üzerindeki vahşi sömürüsünü ve baskısını yoğunlaştırdı. Ancak, aynı zamanda dünya halkları da, emekçi yığınlar üzerindeki sömürü ve baskının savaş öncesinden daha az olmadığı kapitalist toplumda artık yaşayamayacaklarını gittikçe daha fazla kavrıyorlar.
Emperyalizm, kendisinin ve savunucularının tüm girişimlerine rağmen halklar üstünde egemenlik kurma mücadelesinde ne şimdi ne de daha sonra istikrar sağlayabilir. Bunun nedeni, kurtuluş isteyen işçi sınıfının ve ezilen emekçi yığınlarının bilincinin uyanması ve aynı zamanda emperyalistler arası kaçınılmaz çelişmelerdir.
Halklar, dünya emperyalizminin ve dünya kapitalizminin, yalnızca iki süper devletin ekonomik, askeri, siyasal ve ideolojik gücüne değil, aynı zamanda, gerçek özgürlük ve bağımsızlığı kazanmak için halkların isyan edebileceği korkusuyla, kendi ülkelerinin halklarını boyunduruk altında tutan ve sömüren zengin sınıflara da dayandığını anlıyorlar ve ilerde daha iyi anlayacaklar.
Dünyanın çeşitli halklarının geniş yığınları şimdiki burjuva - kapitalist toplumun, dünya emperyalizminin sömürü düzeninin yıkılması gerektiğinin farkına varmaya da başladılar. Halklar için bu, yalnızca bir amaç değildir. Onlar, birçok ülkede şimdiden silaha sarılmıştır.
Dünyayı üç ya da dört parçaya, «bloklulara» ve «bloksuzlara» ayırarak teori uydurmak boşunadır. Gerekli olan, büyük objektif tarihi sürece Marksizm - Leninizmin öğretilerine uygun olarak bakabilmek ve yorumlaya- bilmektir. Dünya ikiye ayrılır: Kapitalizmin dünyası ve sosyalizmin yeni dünyası. Bu iki dünya birbiriyle acımasız bir savaş içindedir. Bu savaşta eski kapitalist toplum, burjuva ve emperyalist toplum yıkılacak; yeni sosyalist toplum zafer kazanacaktır.