İlerlemek İçin Geri Çekilmek
Onikinci Bölüm - İlerlemek İçin Geri Çekilmek
Ele geçirdiğimiz bütün mevzileri koruyacak durumda değildik; ama sırf işçilerin ve köylülerin coşkun dalgası sayesinde o kadar fazla yer zaptetmiştik ki, birçok yeri bırakabilir, epeyce geri çekilebilirdik ve bugün hâlâ esas ve temel olanı kaybetmeksizin geri çekilmeyi sürdürebiliriz. LENİN
JOZEF STALİN, güney Rusya'dan yiyecek ikmalini sağlama görevi kendisine verildiğinde ve askeri önderlik işleriyle uğraşmaya başladığında, öteki sorumluluklarını bırakmış değildi. Hâlâ Milliyetler Komiseri, partinin Politik Bürosunun önde gelen üyelerinden ve onun üç sekreterinden biriydi. Bu görevlerden yalnızca bir tanesi bile sıradan bir insanın günde yirmidört saatini alabilecek nitelikteydi.
Parti merkezi artık Moskova'daydı. Stalin'in çalışmasının ağırlık merkezindeki bu değişiklik, onun aile yaşamında da büyük bir değişiklik yaratmıştı. Gizli politik çalışmalara başlamak üzere baba ocağından ayrıldığından beri ilk kez bir eve sahip oluyordu. Bu ev, Kremlin'de daha önceleri Çarın hizmetçilerinin ve muhafızlarının oturduğu büyük bir yapıda iki-üç odalı bir daireden ibaretti. Kremlin bir tepenin, sanırım Moskova'deki en yüksek tepenin üzerindedir. Yüksek ve kuleli duvarlarının ortasında saraylar, kiliseler, oturulacak yapılar, bir hastane, bir cephanelik ve eski çağların anıtları yer alır. Ama bu yeni çalışma yerine taşınırken, bu tarihi yapıların Stalin'in kafasını fazla meşgul ettiğini sanmıyorum. O, geleceğe giden yolları döşemekle uğraşıyordu. Kremlin'in bir yüzü, kentin içinden akan güzelim Moskova ırmağının yanı başında yükselir. Bugün tüm dünyada Lenin'in mezarı olarak bilinen öteki yanı da büyük Kızıl Meydana bakar. Stalin bu duvarlar arasında sürekli bir eve kavuşacaktı.
İşte, ilk Bolşevik olduğu günlerdeki eski dostunun kızı, şimdi artık güzel bir kadın olan Nadya Alleluyev'i 1919 yılında buraya getirdi. O sıralar Stalin kırk, Nadya ise onyedi yaşındaydı; ama Nadya için Stalin hâlâ bir zamanlar uzaklardan gelip evlerine sığınan aynı kahramandı. Stalin'in yaşadığı en büyük aşktı bu. O, doğası gereği, tek kadına bağlanan bir erkekti. Onun yaşamında seks skandalları aramaya kalkışanlar, boşuna yorulmuş olacaklardır. Radek'in bana, Stalin'in çağdaş uygarlıktaki cinsel yaşamın çirkeflerine ve sık sık rastlanan iğrenç sapıklıklarına duyduğu tepkiden sözettiğini anımsıyorum. Her zamanki gibi Avrupa ve Amerika'dan gelmiş bir yığın kitapla dolu olan Radek'in masasının üzerinde bu konuyla ilgili birkaç resimli Alman kitabı da duruyormuş. Stalin tam Radek'in odasından çıkmak üzereyken bu kitaplan farketmiş ve sayfalarını kanştırmaya başlamış. Sonra Radek'e dönerek şöyle demiş: "Avrupa'da böyle şeyler yapan insanlar gerçekten var mı?" Radek, "Elbette var," diye yanıtlamış. Stalin büyük bir tiksintiyle omuzlarını silkmiş ve tek bir söz etmeden çıkıp gitmiş. Bu tür şeyler Stalin'in gözünde hastalıklı bir yaşam biçiminin ifadeleriydiler. Stalin gerek zihinsel, gerekse bedensel hastalıklara karşı tepkilerinde son derece sağlıklı bir insandı.
Stalin'le Nadya Alleluyev mutluluk içinde evlendiler. Bu evlilikten iki çocukları oldu. Nadya 1929'da öldüğünde, Stalin yaşamının en şiddetli darbesini yedi. Şaşılacak bir yanı da yoktu bunun; 1919 yılında "ev" sözcüğü onun için yeni bir anlam ifade etmeye başlamıştı ve böyle bir mutluluğu tatmaya pek az fırsat bulduğu halde ev yaşamının tadına varmayı bilmişti.
Müdahale savaşı, son Japon askerinin de geri dönmeye yemin ederek Vladivostok'u terkettiği 1922 ydının son aylarına dek sürdü. Ancak 1920'nin sonlarına doğru Rusya'nın Avrupa'daki topraklarının tamamı ve Sibirya'nın bir kısmı yabancı düşmandan temizlenmiş ve karşı-devrim altedilmişti. Bu büyük bir başarıydı, ama bu çatışmayı, Birinci Dünya Savaşında batı cephesinde görülen ya da ikinci Dünya Savaşında doğu cephesinde görülecek olanlarla karşılaştırmak yanlış olur. Ama gene de bu çatışmanın büyüklüğü hiçbir zaman küçümsenemez. Hazırlıksız Kızıl Ordu bocalamaktaydı. Ortada sudan işler, sözü edilmeye değer başarılar yoktu. Ortada olan, kötü donatılmış, iyi beslenmeyen ve kötü giydirilmiş askerlerin zorlu ve amansız savaşlarıydı yalnızca. Gerçekten de, düşmandan ele geçirilenlerden ve Çarlık ordusundan artakalan eski üniformalardan başka doğru dürüst bir üniforma yoktu.
1920'de Moskova ve Leningrad sokaklarında yürüyen askerlerin sırtında, hemen bütün Avrupa ülkelerinin, Fransa, İngiltere, Almanya, Polonya, Rusya ve daha pek çok ülkenin üniformalarını görmek mümkündü. Eğer dünyada "kan, ter ve gözyaşı ile", paçavralar ve çullar içinde, en az yiyecek ve en az malzemeyle savaşan bir ordu varsa, o da 1918-22 arasında savaşan bu devrim ordusudur. Bu ordu bir düşünce uğruna savaşıyordu ve onu bir arada tutan, ona coşkunluk veren düşünce şuydu: Geleceğin sosyalist toplumunun yeni yaşamı. O yıllarda Kızıl Ordunun ancak 600.000 ila 700.000 asker için yeterli tüfeğe, yalnızca 1000 kadar topa ve 3000 kadar makinalı tüfeğe sahip olduğu bile kuşkuludur. Üstelik bunların hepsi aynı yapımdan da değillerdi.
Lenin, bana bir kezinde, Kızıl Ordunun güvenilir birliklerinden bazılarının ilerleyen düşmana nasıl katılıp, yiyecek, giyecek ve malzeme elde edinceye dek düşmanla birlikte ilerlediklerini ve sonra da ele geçirdikleriyle birlikte nasıl Kızıl Ordu saflarına geri döndüklerini anlatmıştı, öte yandan, Rusya'deki karşı-devrirmi desteklemek üzere büyük ölçüde teçhizat ve kuvvet gönderen ondört ülkenin çabaları, onların her iki dünya savaşında gösterdikleri çabalarla da karşılaştırılamazdı. Onlar, Rusya'daki karşı-devrime yardımlarını, kendi halklarının muhalefetine karşın göndermek zorundaydılar. Devrim tüm Avrupa'yı allak-bullak etmişti. Macaristan'da bir süre için bir Bolşevik yönetimi kurulmuş, Almanya'daki devrim dalgasıysa Kayzer'i iktidardan edecek ve tüm ülkede işçi ve asker Sovyetlerinin ortaya çıkmasına yol açacak kadar yükselmişti. Aslında Almanya kendi "Şubat Devrimi"ni 1918 Kasımında yaşamıştı. Fransa ve İngiltere'deki "huzursuzluk", büyük grevlere ve geniş ölçüde anti-kapitalist hareketlere dönüşecek ölçüye varmıştı. Bütün ülkelerin halkları savaştan bıkmış usanmışlar ve hükümetlerinin müdahaleci politikalarına karşı yaygın protesto hareketlerine girişmişlerdi. Müdahaleci kuvvetlerin yenilgisine ve Avrupa'deki hükümetlerin Sovyet hükümetiyle birer birer anlaşmak zorunda kalmalarına yol açan, Rus "Beyaz" ordularının kokuşmuş politikası, Bolşevik propagandasının Müttefik kuvvetleri arasında bile yaratmayı başardığı çözücü etki ve genç Kızıl Ordunun her geçen gün artan savaşma gücüyle birleşen "Rusya'dan Elinizi Çekin" sloganıyla yürütülen bu büyük hareketti.
Müdahaleci devletlerin müdahalede bulunma nedenleri üzerinde çeşitli açıklamalar yapılmıştır. İngilizler "kendileriyle büyük savaş için ittifak kurmuş olan Rusya'daki dostlarına sadık kalıyorlardı"; Amerikalılar Sibirya'daki Japonları gözlüyorlar ve orada ABD'nin çıkarlarına aykırı olarak kalmamalarına dikkat ediyorlardı vb.. Ama hepsi de aynı hatayı yapıyordu. Toprak ağalarının iktidarının geri getirilmesinden ve köylülerin kendi topraklarına sahip olma özgürlüğünden yoksun edilmesinden yana olan güçleri destekliyorlardı. Yalnızca bu bile müdahalenin yıkımla sonuçlanmasına yetti ve ayrıca, mülkiyet sahibi sınıfların milliyet, sınır ve yasa tanımayan bir "mülkiyetseverliğe" sahip olduklarını ileri süren marksist tezi bir kez daha kanıtlamış oldu. Hiçbir hükümet Sovyet Rusya'ya savaş ilan etmedi, ama tam ondört hükümet Sovyet Rusya'yla savaşmak, onun yönetim cihazını parçalamak ve toprak ağalarını yeniden toprak sahibi yapmak, fabrikaları, imalathaneleri, madenleri ve devleti kapitalistlere geri vermek için ordularını gönderdi.
Ama başarısızlığa uğradılar. Gene de arkalarında sınırsız bir zarar ve yıkım bıraktılar. Meydana gelen zararın para olarak ne tuttuğu hesaplanmaya çalışıldı. Ne var ki, bu tür tahminler gerçekte bir değer taşımaz. Çünkü sosyalizmin kuruluşu görevlerinden savaş görevlerine kaydırılan insan gücünün maliyetini hesaplamak olanaksızdır. Her şeye karşın, yıkılan köprüleri, imha edilen ve işlemez hale getirilen lokomotif ve vagonları, altı üstüne getirilen sokakları, yerle bir edilen binaları, havaya uçurulan fabrikaları ve yakılıp yıkılan çtftlikleri hesap edebilir, öldürülen ve yaralananların sayısını tahmin edebiliriz. Ama alabildiğine uzanan topraklar savaşan ordular tarafından çiğnenmeseydi, o topraklardan ne kadar ürün kaldırılırdı? Bunu hesaplayamazsınız! En iyi işçilerin sürekli olarak askere alınmasıyla madenler ve fabrikalardaki verimliliğin düşüşünü hangi ölçüye vurabiliriz? Sovyet hükümetinin, 1918 başlarında Lenin tarafından saptanan ekonomik politikayı Savaş Komünizmi politikasına dönüştürmesinin sosyal bedeli neydi acaba? Bu sorulan yanıtlamak mümkün değildir. Meydana gelen zarar korkunçtu. Ben bunu gözlerimle gördüm. Bütün bunlann ardından, Rusya'da, istilacı devletlerin halklarının asla yaşamamış olduklan bir açlık meydana geldi. Ülkenin geniş toprakları 1920 ve 1921 yıllannda kavurucu güneşin altında çırılçıplak kaldı, açlık kıtlığa dönüştü ve otuz milyondan fazla insanı doğrudan doğruya, tüm ülke halkım da dolaylı olarak etkisi altına alan salgın hastalıklar ortaya çıktı. 1921 ve 1922 yıllannın dondurucu kış günlerinde kıtlıktan ve salgın hastalıklardan kırılanların sayısının beş milyonla on milyon arasında olduğu sanılıyor. Herhalde o günlerde, geniş halk yığınlarının uğradığı yıkımları kılımız kıpırdamadan dinlemeye alıştığımız için, bu rakamlar önemsiz gelebiliyordu. Ama hiç değilse, Sovyet Rusya'da o korkunç yılları yaşayan insanların geçirdikleri deneyimleri ve bunun sorumlularını unutamayışlarına hak vermeliyiz. Ama o yıllarda uygulanan "Savaş Komünizminin Bolşeviklerin gerçek hedefleri olduğunu ve ülkenin çektiği acılardan da Bolşeviklerin sorumlu olduklannı söyleyecek kadar aptal insanlar da çıkmaktadır.
Stalin, kuzeyde açlıktan kırılan halkı besleyebilmek için güneydeki tahıla el koyduğunda, ne kapitalizmin açık pazarını göz önüne almıştı, ne de komünist toplumun gelecekteki meta değişimi ilkesini. O, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist, ister sosyalist devlet olsun, varlığını sürdürmek isteyen herhangi bir iktidarın yapması gereken şeyi yapmıştı. Savaş Komünizminin ekonomisi, varlığını sürdürme ekonomisiydi. Yetkilerin merkezileştirilmesinin aşırı biçimlerinin benimsenmesi, sağda-solda el koyma önlemlerinin alınması, pazarın ekonomik inceliklerini hesaba katmadan el koyma işlemlerine girişilmesi ise geçici şeylerdi.
Bu dönemde Stalin'le Troçki gene karşı karşıya geldiler. Kızıl Ordunun gelişen disiplini karşısında coşkuya kapılan Troçki, Kızıl Ordu alaylarının askerî Emek Taburlarına dönüştürülmesini başlattı. En belirgin özelliğini, yani işçilere güvensizliğini bir kez daha göstererek, sanayideki emeğin askerileştirilmesini ve sendikalann gerekli disiplini sağlayacak hükümet kurumlan haline getirilmesini önerdi. Sendika yöneticilerinin seçimle işbaşına gelmelerine karşı çıktı ve hükümet tarafından atanmalannı istedi. "Eğer askerileştirme, örgütlenme, emirlerin kesin olarak yerine getirilmesi ve tembelliğe karşı mücadele demek değilse, ne demektir?" diye sordu bir konuşmasında. "Miskinlik, Rusya'yı her zaman mahvetmiş olan kıtlığa ve salgın hastalıklara yol açar. Bütün bunlar, işçilerin ve köylülerin iktidara gelmesiyle geçmişte kalmalıydı. Ülkemizi miskinliğin, pisliğin ve yoksulluğun içinden çıkaracağız. Devletimizin temeli, herkesin çalışması kuralıdır. Bu ilkeyi uygulamaya koymanın zamanıdır."
Lenin'le Stalin, Troçkin'in bu önerisine karşı birlikte mücadele ettiler. Sendikaların gönüllü ve demokratik olmasında, kendi yöneticilerini kendilerinin seçmelerinde, arkadaşça ikna yöntemlerinin benimsenmesinde ve asker kafalıların diktatörce uygulamalarından kaçınılmasında direttiler.
Şliapnikov, Medvedyev adlı bir metal işçisi ve Kolantay önderliğindeki bir grup işçi, öteki aşırı uca giderek sendikalist bir politika için mücadele ettiler. Onlar, tüm ulusal ekonominin bir "Tüm Rusya Üreticiler Kongresi"ne teslim edilmesini istediler. Sendikalann işçi sınıfı örgütlenmesinin en yüksek biçimi olduğunu ve gerektiğinde devlete ve partiye muhalefet edeceğini ileri sürdüler. Bu gruba karşı verilen mücadeleye de Lenin'le Stalin önderlik ettiler ve sendikaların rolünün böyle tek yanlı olarak abartılmasının devleti ve partiyi ve hepsinden önemlisi devrimde işçi-köylü ittifakını tehdit ettiğini basa basa belirttiler. Ama Savaş Komünizminin bu yan ürünleri, yığınlardan gelen çok daha güçlü ve önemli bir hareketle ezilip geçildi. Bu hareket bir başkaldırı halini alarak Savaş Komünizmine hepten son verdi. Başkaldırı her ne kadar Kronstadt'taki denizcilerin ayaklanması biçiminde ortaya çıktıysa da, aslında bir köylü ayaklanmasıydı.
Denizcilerin çoğu köylülükten gelmeydi. Kronstadt'daki denizcilerin yapısı, Aurora'nın Kışlık Sarayı bombalamak üzere Neva ırmağından yukarılara doğru ilerlediği günlerden hayli farklıydı. Kuvvetlerinin en seçkinlerini sürekli olarak iç savaşın çeşitli cephelerine göndermişler ve boşalan yerler yeni gelen köylü gençlerle doldurulmuştu. Devrimin en ön saflarına yerleştirilen, yarı-aç bir biçimde yaşadıklarını şiddetle hisseden ve geldikleri köylerde uygulanan el koyma politikasının geniş etkilerinin farkında olan bu genç köylüler, Helsingfors ve Reval'da üstlenmiş olan "Beyazlar" tarafından kışkırtdıyorlardı. Buna ben kendim de tanık oldum. Başkaldırı patlak vermeden haftalar önce Petrograd'a giderken Reval'dan geçtiğim sırada, Estonya ve Finlandiya gazeteleri Kronstadt ve Petrograd'daki ayaklanma haberiyle doluydu. Reval'daki halk da bu düzmece haberlerden heyecana kapılmıştı. Arkadaşlarım yola devam etmememi istediler. Bana, Petrograd'ın Beyazlar tarafından ele geçirildiği, Kışlık Saray'da gene Çarın bayrağının dalgalandığı, iç savaşm şiddetlenmekte olduğu söylendi. Ama birkaç gün sonra kente vardığımda ortalık sakindi. Bir gösteri bile yapıldığı yoktu. Bu yüzden, hiç kuşkusuz var olan huzursuzluğun "Beyazlar" tarafından daha da körüklendiğini ve bir açık savaşa dönüştürülmeye çalışıldığını söylemek hiç de abartma olmaz. Aslında huzursuzluğun, onların uydurmalarından çok daha ciddi bir gerçek temeli vardı. İç savaşın ve müdahale savaşlarının getirdiği baskının gevşemesi, köylülerin el koyma sistemini protesto etmelerine yol açtı ve böylece kentlerde doğan açlık işçiler arasında gerek hükümete, gerek köylülere karşı bir hoşnutsuzluk yarattı.
Gerçi hükümet Kronstadt'daki başkaldırıyı bastırmıştı, ama protestolara silâhtan başka şeylerle de karşılık vermek zorundaydı. "Savaş Komünizmi"ni terkedip, "Yeni Ekonomik Politika"yı (NEP) benimsemek zorunda kaldı. Dünya basını, bu olayı, Bolşevik programının terkedilmesi ve "kapitalizme ve sağduyuya geri dönüş" olarak yorumladı ve sevinç çığlıkları attı. Hâlâ Bolşeviklerin iktidarda kalamayacağını savunan bütün hükümetler, bu politikayı, Sovyetierin devrimci amaçlarından oportünistçe vazgeçmeleri, olarak yorumladılar. Bolşevikleri gene küçümsüyorlardı. Bolşevikler için, geri çekilmek ve tam hızla zafere ve refaha doğru ilerledikleri inancıyla yıllardır durmadan savaşan ve fedakarlık eden yiğit kadın ve erkekleri hayal kırıklığına uğratmak kolay değildi. Ama bu gene de yapılmak zorundaydı. Orduların ayakları altında çiğnenen bütün bölgelerde, Rusya'nın en bereketli topraklarında, her iki tarafın askeri kuvvetleri köylülerin depoladıkları tahıllara el koymuşlar ve köylüler de bunun üzerine üretimi nerdeyse durdurmuşlardı. Binlerce hayvan telef olmuştu. Hastaneler ve tıbbi malzeler yokolmuştu. İhtiyaç maddeleri kıtlığı her yanı sarmıştı. Kağıt rubleler, değerini hemen tamamen kaybetmişti. Kentler ve kasabalar yeniden onarılamayacak bir durumdaydı. 1920'de gördüğüm Petrograd'dan daha iç karartıcı ve bunaltıcı bir yer olamazdı. Bütün dükkanların kepenkleri kapalıydı. Altı üstüne gelmiş caddeler araçların ilerlemesine engel oluyordu. Yapılar makinalı tüfeklerle korkunç bir biçimde delik deşik edilmişlerdi. Demiryolları, tahrip edilmiş vagonlar tarafından tıkanmıştı. Büyük Savaşın başlarında işler durumda olan lokomotiflerin onda-biri bile çalışmıyordu. Binlerce köprü yıkılmıştı. Yıllık kömür üretimi 7.000.000 tona dek düşmüştü. Her alanda tam bir yokluk hüküm sürüyor, kentlerde ve köylerde açlık kol geziyordu. Köylük bölgelerde eşkiyalık almış yürümüştü. Para olarak yapılan ödemelerin yerini ayni ödemeler almıştı. Sanayide çalışanların sayısı savaş öncesindekinin yarışma düşmüştü. Üretim, 1913'teki üretim düzeyinin yüzde onsekizi kadardı. On milyon köylü karasaban kullanıyordu.
Bir akordiyon gibi açılıp kapanan cepheleriyle iç savaş, artan bir üretim dönemi değil, tersine, sanayide gerileyiş dönemidir, iç savaş dönemi, bir ülkenin küçük çiftlik ekonomisinden kollektif çiftlik ekonomisine geçeceği bir dönem değildir. Tam tersine, ekonomi daha da ilkelleşir ve üretici güçler cılızlaşır.
Lenin, "Savaş Komünizminden "NEP" yönünde geri çekilişe önderlik ettiği sırada, Bolşevikler, hazır mevzilere doğru stratejik bir geri çekilmeden de öte bir durumla karşı karşıyaydılar. Yeni sorunlar belirmeye başlamıştı. NEP'e egemen olan strateji bankalar, demiryolları, telgrafhaneler, posta hizmetleri, büyük sanayi işletmeleri, dış ticaret gibi kilit noktaları devlet denetiminde tutarak ve sınai ve tarımsal gereksinim maddelerinin ticareti için serbest piyasa koşullarını sağlayıp küçük ölçüde sanayi alanında özel mülkiyeti yeniden kurarak "Proletarya Diktatörlüğü"nü korumaktan ibaretti. Köylüler el koyma işlemlerinden kurtulmuşlar ve devlete vermek zorunda olduklan ayni vergi miktannın üzerindeki fazla ürünü satmakta serbest bırakılmışlardı.
Durum, Lenin'in 1917 "Nisan Tezlerinde ve 1918'de Sovyet Kongresine sunduğu birinci raporunda kaba hatlarını çizdiği duruma az-çok yakındı, ama yalnızca yakındı. Eğer iç savaş ve müdaheleler olmasaydı, Bolşevikler ne özel mülkiyeti kaldırmaya bu kadar erken girişirler, ne de köylülerin ürünlerine el koyma politikasını benimserlerdi. Şimdi artık ekonominin ulusallaştırılmasını ekonomik nedenlerden dolayı değil, politik nedenlerden dolayı hızlandırmak zorundaydılar. Bu yüzden NEP, sosyalist ekonomiyle kapitalist ekonominin bir karışımından oluşuyordu. Bazıları NEP'i, "kapitalizme geri dönüş" ya da "devlet kapitalizmi" olarak nitelemişlerdir. Oysa bunların hiçbiri doğru değildir. Ekonominin devlet elinde olan kesimi sosyalistti, ama kapitalist piyasa koşullan içinde mücadele etmek, meta üretiminin rekabetçi ilişkilerine girmek ve bu koşulların belirleyici özelliği olan dalgalanmalarla yüz yüze gelmek zorundaydı.
NEP yürürlüğe konulduğunda, devrimci faaliyetin tüm niteliğinin değişmesi gerekti. Artık "iyi bir komünist" olmanın ölçütü, barikatları paramparça etmek değil, yönetme sanatını kavramak ve uygulamak ve üretim tekniğinde ustalaşmaktı. Koşullara uyabilme ve politik önderlik konusunda görülmemiş bir sınavla karşı karşıya gelinmişti. Bolşeviklerin çoğu o zamana dek devrimin Avrupa'yı ve Sovyet işçi sınıfının sanayileşmiş Batının teknik bakımdan daha yetişkin işçileri tarafından destekleneceğini, böylece üretim sorunlarının kolaylaşacağını sanmışlardı. Kabaran devrim dalgası gerçekten de Avrupa'yı boydan boya kaplamıştı. Ama Macaristan'daki kısa süreli devrimci iktidarı saymazsak, devrim hiçbir yerde 7 Kasım [25 Ekim] boyutlarına erişmemişti.
Aynı zamanda Büyük Savaş, iç savaş, müdahaleci orduların ülkeye girmesi ve 1920 yazının kuraklıklarının yol açtığı yoksulluk ve çaresizlik dayanılmaz bir hal almıştı. Kıtlık olanca dehşetiyle yaklaşıyordu. Yakında, 30.000.000 insanı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakacaktı. Bu durumun lafla üstesinden gelmek olanaksızdı. Bolşevikler, üretimi yeniden düzenleyebileceklerini kanıtlamak zorundaydılar. Dolayısıyla NEP dönemi, Bolşevik Partisinin tepeden tırnağa gözden geçirilmesi gereğini de yanısıra getirdi. O güne dek olan savaşlar, partinin militan yeteneklerini, askeri önderlerini, yerleşik değer yargılarına karşı çıkışını ve vurucu güçlerini ön plana çıkarmıştı. Şimdiyse, sanayiyi kuracak kişilere, sosyalizmin kuruluşuna öncülük edebilecek insanlara, muhasebecilere, yöneticilere, eğitmenlere, cahil köylülere sanayi işçisi olmayı öğretecek kişilere, yani sözün kısası, halk yığınlarını içinde bulundukları geri durumdan ve korkunç cehaletten çekip çıkaracak, yirminci yüzyılın sanayi toplumuna ulaştıracak kişilere gereksinim vardı.
Bu gerçekler yeni bir buhran yarattı. Bu buhran yeni bir biçimde giderildi ve Stalin bunda kendisini partinin en güçlü mevkiine vardıran bir rol oynadı. Partinin Menşevikler ve Sosyalist-devrimcilerle mücadele içinde olduğu sıralarda, her yeni çatışma sonunda, partiye katılanlar ve ondan ayrılanlar olmuş, ama 1921 ydına doğru üye sayısı 700.000'e yaklaşmıştı. Ne var ki, rakamlar her şey demek değildir. Yukarıda özetlediğim yeni koşullarda, Merkez Komitesi bir "temizliğe" girişti ve partinin niteliğini geliştirmek amacıyla yaklaşık olarak 170.000 üyeyi partiden çıkardı.
Bu "temizlik"ten genellikle Stalin sorumlu tutulmuştur. Oysa bu hareketi yürüten Stalin değildi. Parti içindeki bu temizlik hareketi Lenin'in önderliğinde yürütülmüştü. Bu, siyasi partilerin tarihinde benzeri olmayan bir olaydı. Ama Bolşevikler bu hareketi yalnızca buhran dönemlerinde uygulanacak olağanüstü bir önlem olarak değil, partinin işleyişinin olağan bir özellliği olarak görürler. Bu, partinin Bolşevik niteliğini güvence altına almanın bir aracıdır. Bu hareketi bazı önderlerin hasımlarından kurtulmak için giriştikleri umutsuzca bir atılım olarak görmek, Bolşevik Partisinin bütün öteki partilerden, hatta Avrupa'daki öteki komünist partilerinden bile ne kadar farklı olduğunu kavramamak demektir. Temizlik hareketi, daha sonraları ünlü duruşmalara çıkacak olan eski Bolşeviklerin tutumu konusunda da önemli bir göstergedir.
O sıradaki temizlik hareketi, partili olmayanların da katılmasına izin verildiği açık toplantılarda yürütüldü. Her grup ya da parti kolu bir toplantı düzenliyor ve hangi kademeden olursa olsun her üye tüm geçmişini yoldaşlarına anlatıyor, sosyal kökenini, içinde yetiştiği koşulları ve politik yaşamını dile getiriyor, parti politikası konusundaki görüşlerini açıklıyor, pratik çalışmalarını anlatıyor, hatalarını kabul ediyor ve açıklıyordu. Daha sonra toplantı bir yargıya varıyor ve tavsiyelerini, üyeliği onaylamakla görevli olan parti denetim komisyonuna iletiyordu. Bu yüzden, "itiraf" Bolşevizm saflarında sıradan bir davranıştı. Böyle bir uygulamanın sosyolojik kökeni, Ortodoks Kilisesinin yüzyıllar boyu Rus köylülerinin yaşamına hükmetmiş olan dini uygulamalarında, her köylünün komşusunun yaptığı işleri yakından bildiği ve açıkça tartıştığı köy topluluklarındaki yaşam koşullarında aranabilir. Ne var ki, marksist "itiraf tarzı, kafası işlediği günahlarla dolu olan ve içini birisine açması gerektiğini hisseden yoksul köylülerin itiraf tarzından çok farklıdır.
Bir Bolşevikten, kendi çalışmalarını objektif olarak gözden geçirmesi ve bunun büyük bir sosyal süreç içerisinde sosyal bir birim olduğunu kavraması istenir.Bütün düşündükleri ve yaptıkları, partiye katılırken gönüllü olarak benimsediği parti ilkeleri ve hedeflerinin ışığında sınanmalıdır. İngiltere'deki herhangi bir partide cesur bir yöneticinin Bolşevik çizgide bir "temizlik" hareketi yürütmeye kalkışması halinde, bunun o partinin safları arasında yaratacağı şaşkınlığı tahmin edebiliyorum!
Lenin, Bolşevik Partisi içindeki ilk büyük "temizliği", tam "Savaş Komünizmi"nden NEP dönemine geçiş başladığı sırada başlattı. Partinin sosyal bileşimi ve birliği sağlamlaştırıldı. 1922 yılında Lenin'in, "Parti kendini şarlatanlardan, bürokratlardan, dürüst olmayan ya da yalpalayan komünistlerden ve yüzlerine yeni bir 'maske' geçirmekle birlikte kalben hâlâ Menşevik olan Menşeviklerden arındırmıştı," dediği günlerde yeni bir kongre toplandı. Stalin, bu kongrede Bolşevik iktidarın kilit noktasma getirildi. Bu kongrede Stalin, bugün hâlâ koruduğu bir mevkiye, Parti Genel Sekreterliğine seçildi.
Parti Genel Sekreterliği onun elinde yalnızca bir yöneticilik görevi olmaktan çıktı ve büyük önem taşıyan politik bir görev haline geldi. Politik Büronun gündemlerini hazırlama sorumluluğunu üstlendi; Politik Büronun, partinin yürütme ve yönetim organlarına giden kararlar onun elinden geçiyordu; bu durum onu örgütün her görevlisiyle çok yakın ilişkiler içine sokuyor ve onların gerek çalışmalarını, gerek fikirlerini inceleyebilmesini sağlıyordu. Partinin ülkedeki her kuruluşun önderliğinin örgütleyicisi rolüne ilişkin Lenin'in öğretilerini, hiç kimse Stalin kadar derinlemesine özümlememişti. Hiç kimse, hatta Lenin'in kendisi bile, bu öğretilerin böylesine etkili bir biçimde uygulamasında Stalin kadar kararlı hareket etmemişti. Hem amansız, hem de sabırlıydı Stalin. Nasıl ilerleneceğini ve nasıl bekleneceğini çok iyi biliyordu. Hiçbir zaman şamatacılığa başvurmadı; ama gerek silâhlı, gerek silâhsız mücadelede üstüne yoktu.
Stalin'in, Milliyetler Komiserliğini yönetişi bütün bu gözlemlerin doğru olduğunu gösteriyor. Milliyetler Komiserliğinde onun birinci sekreteri olan Polonyalı Pestovski şöyle yazıyor:
Sekreterlik konseyinde, Letonyalı, Polonyalı, Litvanyalı, Estonyalı ve başka unsurlar vardı. Bunlar, Sol Bolşevizm fikirlerinin etkisi altındaydılar. Ben kendim de bu hizbin içindeydim.., Eminim ki, eğer Troçki "diktatörlükle suçladığı Slalin'in yerinde olsaydı, kendisine muhalefet eden konseyi üç günde dağıtır ve çevresine kendi izleyicilerini toplardı. Ama Stalin öyle yapmadı. Bizi ağır ağır, ama kararlılıkla eğitmeye karar verdi ve büyük bir disiplin ve irade örneği gösterdi. Konseyin tek tek üyeleriyle arasında ayrılıklar vardı, ama bir tüm olarak konseye bağlı kaldı ve parti disiplininin çiğnendiği durumlar dışında, aynı görüşte olmadığı kararlara bile uydu. Ancak daha sonra Merkez komitesine başvurur ve orada kendi görüşlerini savunurdu.
Stalin, sabırlı ve kollektif çalışmadan yanaydı. Ama Milliyetler Konûserliğinin pontikasını uygularken amansızlığını ve karar verir vermez hemen harekete geçme yeteneğini göstermekten de geri kalmadı. Gençlik günlerinde birlikte çalıştığı Mdiviani'nin yönetimindeki Gürcistan Komitesi, her ulusa tanınmış olan Sovyetler Birliği'nden ayrılma hakkını açtıkları bir kampanyayla kötüye kullanan Sosyalist-Devrimcilerin ve Menşeviklerin kalıntılarıyla baş edememişti. Stalin, Cerjinski ve Orconikidze'yle birlikte, durumu "düzeltmek" üzere Tiflis'e gitti. Orada Gürcü Bolşeviklerin katıldığı bir toplantı düzenlediler ve bu toplantıda Stalin, ayrılmadan yana olanları ve onlarla baş edemeyenleri şiddetle yere çaldı. Toplantıya katılan delegelerin çoğu, Stalin'in eski arkadaşlarıydı. Ama o dostluk ya da düşmanlık ilişkilerine göre hareket etmedi. Üç önder yirmidört saat içinde Bolşevikler arasında yeni bir Gürcistan Komitesi kurdular ve o günden sonra bir daha ayrılıkçı ajitasyonlara rastlanmadı.
Troçki de içinde, bazı biyografi yazarları, Lenin'in, bu konuda Stalin'in izlediği yola şiddetle karşı çıktığını ve Stalin'i yeni genel sekreterlik görevinden uzaklaştırmak amacıyla gelecek parti kongresinde Troçki'yle bir "blok" oluşturmak istediğini yazarlar. Bu masalda bir parça gerçek payı varmış gibi görünse de, söylenenler çelişmelerle doludur. O sıralar (1922 sonbaharının başları) Lenin hastaydı; Merkez Komitesinin ve Politik Büronun toplantılarına katılamıyordu. Stalin'in bu sorunla ilgili olarak kongreye sunduğu rapora Troçki de, Merkez Komitesinin öteki üyeleri de karşı çıkmadılar ve Stalin'in milliyetler sorununa ilişkin parti politikası üzerindeki kararını hepsi de onayladılar, işte Lenin, Stalin'in haşinliğine değinen, ama onun izlediği politikayı tek sözcükle olsun eleştirmeyen ünlü "vasiyetname"sini bu dönemde kaleme aldı. Bu belgenin çevresinde koparılan fırtınalar daha ileride patlak verecekti. O şuada hiç kimse böyle bir belgenin varlığından haberli değildi ve henüz Stalin'i suçlayan yoktu.
Hatta o yılın ikinci yansında görev başına dönen Lenin bile Stalin'i suçlamıyordu. Tersine tam bir uyum içinde görünüyorlardı, çünkü Sovyet Cumhuriyetlerini Sovyet Sosylist Cumhuriyetler Birliği'ne dönüştürme çalışmasını birlikte tamamlamışlardı. Stalin, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin oluşturulmasında büyük bir rol oynamıştı. Bu, Stalin'in o güne dek kazandığı en büyük politik başarıydı. Lenin'le Stalin'in ortak önerileri üzerine 22 Aralık 1922'de toplanan Tüm Sovyetler Birinci Birlik Kongresinde delegeler bu önemli karan onayladılar Stalin'in bu zafer karşısında hissettikleri, kongreye hitaben yaptığı şu konuşmada görülmektedir:
Yoldaşlar, bugün Sovyet hükümetinin tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu, Sovyet Cumhuriyetlerinin ortaklaşa hareket etmekle birlikte gene de her birinin kendi yolunu izlemiş ve esas olarak kendi varlığını sürdürmekle ilgilenmiş olduğu geçmişte kalan eski dönem ile başlamakta olan yeni dönem arasında bir sınır taşıdır. Bu yeni dönemde, Sovyet Cumhuriyetlerinden her birinin ötekilerden bağımsız varlığına son verilmekte, ekonomik güçlüklerin başarıyla üstesinden gelebilmek için cumhuriyetler tek bir federal devlette birleştirilmekte ve Sovyet hükümeti yalnızca varlığını korumakla değil, aynı zamanda uluslararası durumu etkileyebilecek ve bunu emekçilerin çıkarları doğrultusunda yönlendirebilecek önemli bir dünya devleti haline gelmekle de ilgilenmektedir. Bu başarının insanlık tarihindeki önemi inkâr edilemez.
Yüzyıllardır birbirini boğazlamış, birbirine karşı katliamlara girişmiş ve birbirini köleleştirmiş ırkları; büyük bir çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen, batıl inançlara saplanmış, koyu bir cehalete gömülmüş ırkları birleştiren çok milliyetli bir devlet kurmaya kalkışmak, doğrusu cesaret isteyen bir işti. Her ulus kendi dilini konuşma, kendi okullarında okuma, kendi hükümetini kurma ve açıkça belirtilen federasyona katılma ya da federasyondan çekilme hakkını kullanma özgürlüğüne sahip oldu. Ama mimarları SSCB'yi kurarlarken aynı zamanda birliklerinin uluslararası nitelikte olan ekonomik ve politik temellerini de attılar. Yeni federasyonun savunulması, onun savunma araçlarının geliştirilmesi, dış politika, bankalar, demiryolları ve haberleşme araçlarıyla ilgili olarak, Birlik Hükümetinin planlama konseyi bütün sınırların üzerindedir ve temel üretim güçlerini birleştirir.
Cumhuriyetlerin sınırları, ne yalnızca gümrük sınırlarıdır, ne de yalnızca askeri sınırlar. Askerî sınır, Birliğin sınırıdır. Gümrük sınırları da, Birliğin sınırlarıdır. Cumhuriyetlerin ve öteki özerk bölgelerin sınırları, esas olarak ulusal sorunlara ilişkin yetkileri kapsayan sınır çizgileridir. Gene, Bolşevik Partisi uluslararası bir partidir, Birliğin tek partisidir, yoksa ulusal partilerin bir toplamı değil. Böylece ulusal kültür, uluslararası ekonomik ve politik birliğin var olduğu ve sınıf sömürüsünün ortadan kaldırıldığı bir toprakta filizlenir. Ve sınıf baskısıyla birlikte ulusal baskı da ortadan kalkar. Her ulus Birlikten ayrılma "hakkına sahiptir, ama ekonomik ve sosyal varlığı ve ulusal özgürlüğü birliğe sıkı sıkıya bağlı olunca hiçbiri böyle bir "hak"kı kullanma isteği göstermez.
Bolşeviklerin ulusal bağımsızlık ile sınıf sömürüsü arasındaki ilişkiye karşı tavırları genellikle yanlış anlaşılmıştır. Bolşevikler, her zaman, sınıf sömürüsünün olduğu yerde ulusal özgürlüğün olamayacağını savunmuşlar ve bu yüzden de, ulusal özgürlük uğruna mücadelede "emek sorununu" ön plana çıkarmışlardır. Devrimden önce durum böyleydi, devrimden sonra da böyledir. Devrimden önce Bolşevikler, her ulusun bayrağı altında ayrı ayrı işçi sınıfı partilerinin ve sendikaların kurulmasına karşı çıkmışlar ve Çarlığa karşı ortak mücadelede bütün ulusların işçilerini birleştiren tek bir partiyi kararlılıkla savunmuşlardı. Devrimden sonra da, işçi sınıfı birliği temeli üzerinde ulusal özgürlüğü savundular.
Gürcistan'daki mücadelenin tarihi, Gürcistan'ın kendi yazgısını belirleme bayrağı altında Sovyet Cumhuriyetlerini parçalama çabasının klasik bir örneğidir. Gürcü Menşevikler, bağımsız burjuva bir Gürcistan amaçlıyorlardı. Onların bu konudaki müttefikleri ise, müdahaleci İngiliz ve Fransız kuvvetleriydi. Eğer savaştan onlar galip çıksalardı, gerçekte Gürcülerin bağımsızlığa kavuşmasıyla değil, esas olarak Gürcistan'daki petrolle ilgilenen İngiliz-Fransız sermayesinin egemenliği altında sözümona özgür bir cumhuriyet kurulacaktı. Bolşevikler, Gürcistan'ın bağımsızlığı sorununu hiç duraksamadan sınıf sorununun çözümü temeli üzerinde ele aldılar. Kızıl Orduyu Gürcistan proletaryasının yardımına gönderdiler, menşevikleri bir yana attılar ve sözün kısası, sorunları o biçimde çözmeye çalıştılar ki, bugün Gürcistan'ın bağımsızlığı onun Sovyetler Birliği'ndeki sınıf temellerinin sağlamlığına dayanmaktadır.
Lenin'le Stalin'in sorumlu oldukları ve büyük bir kısmı Stalin tarafından hazırlanan 1922 Anayasası, Birliğin son biçimi değildir. Ondört yıl sonra Stalin yeni ve daha büyük bir tasarı hazırlayacaktı. Ama kıtlığın hüküm sürdüğü ve öncü partiyi yaratan yüce önderin ölümünün yaklaştığı günlerde hazırlanan 1922 Anayasasında bile, milliyetçilik ve enternasyonalizmin, Halkların Dünya Sosyalist Topluluğunun gelecekte alacağı biçimlerin ana hatları farkedilebiliyordu.
1922'de Lenin hastalanmıştı. Bedeni gittikçe zayıf düşüyordu. O yılın son aylarında bir parça toparlandı, ama birliği kuran Sovyet Kongresiyle hemen hemen aynı sıralarda toplanan Komünist Enternasyonalin Dördüncü Kongresinde yaptığı konuşmada, hepimiz Lenin'in sesinin derinlerden geldiğine tanık olduk. Onunla kongre salonunda karşılaşıp konuştuğum zaman, o sırada onu gören herkesin hissettiği şeyleri hissettim: Onun bir daha iyileşmeyecağı olasılığına inanmak istemeyen umuda korku karışımı bir duygu. Ama umut bir işe yaramıyordu. Yorucu çalışmalarla dolu yıllara 1918'de aldığı yaralar da eklenince, bedeni güçsüz düşmüştü. Kısa bir süre sonra Lenin politik faaliyetten tamamen çekildi, önderliğin tüm yükü öncelikle Stalin'in omuzlarına çöktü. Stalin, çok kısa bir zaman önce, yaratacı dehasının ve en karmaşık durumlarda bile ilerideki hedefi görme yeteneğinin çarpıcı bir örneğini ortaya koymuştu. Açlık iç savaş ve birçok cephede aynı anda mücadele döneminde, uğraşması gereken bir yığın günlük işin arasında, "Rusya'nın elektriğe kavuşturulması" için bir plan üzerinde çalışıyordu. 1921 Martında Stalin, Lenin'e bu planla ilgili olarak şunları yazmıştı:
Ustalıkla hazırlanmış ekonomik, gerçekten yapıcı bir plan, sözcüğün tam anlamıyla gerçek bir "devlet" planı, Rusya'nın üstyapısını var olan koşullarda mümkün olabilecek biricik biçimde ekonomik bakımdan temeline, "gerçekten doğru" bir sınai teknik temele oturtmak için, zamanımızın gerçekten marksist tek girişimi.... Benim öğütlerim mi? ... Birincisi: Bu plan üzerinde gevezelik ederek bir dakika bile kaybetmemek, ikincisi: Tasarıyı hiç vakit geçirmeden pratik bir biçimde uygulamaya başlamak. Üçüncüsü: Eldeki işgücünün en azından üçte-birini bu yeni çalışmanın tamamlanmasına ayırmak... Dördüncüsü: Bu planın gerçekleştirilmesine katılacak olanlar, tüm iyi niteliklerine karşın, gene de pratik deneyimden yoksun olduklarına göre, "Plan Komisyonu"nu gözönüne almalıdırlar. Beşincisi: Pravda, İzvestia ve özellikle Ekonomiçeskaya Jizn gazeteleri Elektriğe Kavuşturma Planını halka tanıtmalı, herkesin ilgisini bu plana çekmeli ve bu planla ilgili bütün somut ayrıntıları anlatmalıdırlar...
Batılı üstatlar Lenin'in çılgınlık ettiğini ileri sürdüler, ama tasarı hiç vakit geçirilmeden uygulamaya konuldu ve çok geçmeden Rusya'nın elektriğe kavuşturulması için tasarlanan planlama cihazı Devlet Ekonomik Planlama Komisyonu haline geldi. Böylelikle, NEP'in doğuş döneminin çelişmeleri ve karışıklıkları arasından, en sonunda Sovyetler Birliği ekonomisinin tüm bir gelişme akışına egemen olacak berrak bir program oluşuyordu. Ama bu dönem yanısıra kendi sorunlarını da getirdi ve Lenin'in hastalığı sırasında Bolşevik Partisi içindeki çeşitli gruplar arasındaki mücadele yeniden şiddetlendi. Buharin, Troçki ve öbürleri, yeni döneme ilişkin kuşkularını ve korkularını bir kez daha ortaya koydular. Buharin, dış ticaret üzerindeki devlet tekelinin kaldırılmasını ve tüketim ve sanayi malları gereksiniminin batı kapitalizmi tarafından daha serbestçe karşılanmasına izin verilmesini istiyordu. Troçki, köylülere karşı bir ekonomik atılıma girişilerek sanayi ve tarım ürünleri fiyatları arasındaki durmadan büyüyen uçurumun ortadan kaldırılmasını savunuyordu. Troçki aynı zamanda "parti bürokrasisine karşı da bir saldırı başlattı.
Yeniden ortaya çıkan bu anlaşmazlık karşısında Stalin, Lenin'in politikasını savunma görevini yüklendi. Ama bu anlaşmazlığı önleyecek Lenin artık yoktu. Güçler arasındaki açık çatışma çok geçmeden daha büyük boyutlara ulaştı. Lenin, hasta yatağından, Buharin'in dış ticaret üzerindeki devlet denetiminin gevşetilmesi politikasına karşı olduğunu yazmıştı. Ama Troçki'nin tuttuğu "Yeni Yol" ile mücadele edemeyecek kadar hastaydı. Bununla mücadele etmek de Stalin'e düştü. Stalin, Troçki'nin, proletaryanın köylülüğe karşı sınıf mücadelesine girişmesi önerisini reddetti ve 1923 Aralığındaki parti kongresinde "troçkiznie karşı mücadele çağrısında bulundu.
Bu, Lenin'in artık yanlarında olmayacağı düşüncesinden mi ileri geliyordu? Belki de. Şurası bir gerçektir ki, kişisel duyguların rolü yok sayılamazdı. Ama Stalin'le Troçki arasındaki temel anlaşmazlığın özünde politik bir anlaşmazlık olduğu da bir gerçekti. Kişisel duygular tatlılıkla giderilebilirdi, ama birbirine taban tabana karşıt politikalar zorunlu olarak eylemi gerektiriyordu. Stalin'in bir cepheden öbürüne koşarak Troçki'ye karşı amansız bir saldırıya girişmesi karşısında, Lenin'in parti yönetimi içindeki bu mücadeleden kaygılandığı, ilk hastalığı sırasında kaleme aldığı Vasiyetname'sinde açıkça görülmektedir. Öte yandan Lenin'in, Troçki'ye karşı giriştiği şiddetli polemiklere karşın, onun bazı yeteneklerine hayranlık duyduğu da, Vasiyetname'de farkedilmektedir. Gene açıktır ki, bu belgenin tüm amacı, eğer mümkünse "parti içinde bir bölünme"yi önlemekti. Şöyle diyordu bu Vasiyetname'de:
Denge sağlamayı, yakın gelecekteki bir bölünmeye karşı bir güvence olarak düşünüyorum; burada, tamamen kişisel olan bazı fikirleri belirtmek niyetindeyim. Denge sorunundaki temel etkenlerin —bu bakış açısından— Merkez Komitesinin Stalin ve Troçki gibi üyeleri olduğu kanısındayım. Kanımca, bölünme tehlikesinin büyük bir bölümünü bunlar arasındaki ilişki oluşturmaktadır. Bu önlenebilir ve sanırım, önlenme şansı, Merkez Komitesindeki üye sayısı elliye ya da yüze çıkarılarak artırılabilir.
Stalin yoldaş, genel sekreter olduktan sonra, muazzam bir iktidara sahip oldu; onun bu iktidarı her zaman yeterli bir temkinlilikle kullanabildiğinden emin değilim. Öte yandan, ulaştırma ve haberleşme halk komiserliği sorunuyla ilgili olarak Merkez Komitesine karşı yürüttüğü mücadelede de görüldüğü gibi, Troçki yoldaş, yalnızca olağanüstü yetenek sahibi bir insan —kişisel olarak hiç kuşkusuz mevcut Merkez Komitesindeki en yetenekli kişidir— olarak değil, aynı zamanda kendine aşırı güvenen ve sorunların yalnızca idari yanıyla aşırı derecede ilgilenen bir insan olarak kendini göstermektedir. Mevcut Merkez Komitesinin bu en yetenekli iki önderinin sahip oldukları nitelikler, onlar istemeseler de, bir bölünmeye yol açabilir. Eğer partimiz bunu önlemek üzere önlem almazsa, umulmadık bir bölünme meydana gelebilir. ... Stalin çok kabadır ve biz komünistler arasındaki İlişkilerde tamamen göz yumulabilir olan bu hata, genel sekreterlik görevinde göz yumulamaz olmaktadır. Bu yüzden, yoldaşlara, Stalin'i bu görevden almanın ve onun yerine, bütün bu bakımlardan Stalin'den farklı birini, yani daha sabırlı, daha sadık, daha kibar, yoldaşlara karşı daha nazik ve daha az kaprisli birini atamanın bir yolunu bulmalarını öneririm.
Bu durum önemsiz bir şey gibi görünebilir, ama öyle sanıyorum ki Stalin'le Troçki arasındaki yukarıda sözünü ettiğim ilişki açısından hiç de önemsiz bir sorun değildir ya da önemle ele alınması gereken bir önemsiz sorundur.
Bu belgede, Stalin'in izlediği politikaya ilişkin hiçbir eleştiri yok. Yalnızca, kişisel niteliklerin olağünüstü koşullar altında çizilmiş bir portresi var. Böyle bir belgenin, Lenin'in ölümünden sonra, hatta yazıldığından oniki ayı aşkın bir süre sonra ortaya çıkarılmış olması tuhaf görünmektedir. Ama gene de Lenin'in, Stalin'in davranışının düzeltilmesinin, temel politik ayrılıkların giderilmesine bu kadar büyük bir katkıda bulunabileceğini düşünmesi zayıf bir umuttu. Hiç kuşku yok ki, eğer Lenin ölmeseydi, ekibi bir arada tutabilirdi. Çünkü her iki taraf da onun önderliğini ve otoritesini kabul edecekti. Ama onun yokluğu çok şey farkettirdi. Stalin, Lenin'in politikasını ne kadar eksiksiz bir biçimde izlese, Troçki sırf başında Stalin bulunduğu için bu politikayı benimsemeyecekti. İşte, Lenin'in yakında ölümüyle sonuçlanacak olan hastalığı sırasında, gelecek yıllarda devrimin ve Stalin'in yazgısını belirleyecek bir çatışma yavaş yavaş beliriyordu.
Stalin'in, Lenin'in kişisel eleştirisini yüreğinde duyduğu kesindir. Yirmi yıldan fazla bir zamandır Lenin onun öğretmeni, o da Lenin'in sadık bir öğrencisi olmuştu. Ama o bunu özümleyebilecek bir insandı. Aynı zamanda bir öğretmenin niteliklerine de sahipti. Hiçbir zaman dalkavuk olmamıştı. Sağlam bir inanca, büyük bir irade gücüne ve kararlılığa ve, eğer Lenin görecek kadar yaşasıydı, zaman zaman bitmek tükenmek bilmeyen boyutlara ulaşan bir sabırlılığa sahipti.
1924 Ocağında Lenin öldü. Rusya'daki ve öteki ülkelerdeki milyonlarca insanın yüreğine derin bir hüzün çöktü, işçi sınıfı hareketi tarihinde hiçbir önder Lenin kadar sevilmemişti. Parti saflarındaki tartışmalara hemen son verildi. Geniş halk yığınları sıfırın altında kırk derecede Moskova'daki büyük Sendikalar Salonunda Lenin'in cenazesi önünden ağır ağır geçtiler. Troçki dışında, Stalin ve öteki önderler Lenin'in başucunda saatlerce nöbet tuttular. Lenin'in ölüsü mumyalandı ve Kızıl Meydandaki bir mozoleye yerleştirildi. Kızıl Ordu askerleri bugün hâlâ mezarının başında nöbet tutmaktadırlar. 26 Ocakta, Tüm Sovyetler İkinci Birlik Kongresince düzenlenen Lenin'i anma toplantısında, Stalin şunları söyledi:
Biz komünistler, özel bir mayadan yoğrulmuş insanlarız. Biz özel bir kumaştan dokunmuşuz. Bizler, proletaryanın büyük strateji uzmanının, Lenin yoldaşın ordusunu meydana getirenleriz. Bu ordunun neferi olmaktan daha şerefli bir şey olamaz. Lenin yoldaşın kurucusu ve önderi olduğu partinin üyesi olmaktan daha yüce bir şey olamaz... Lenin yoldaş, aramızdan ayrılırken, bizden proletarya diktatörlüğünü korumamızı ve sağlamlaştırmamızı istedi. Sana yemin ederiz, yoldaş, bu emri şerefle yerine getirmek için hiçbir çabayı esirgemeyeceğiz!...
Lenin yoldaş, aramızdan ayrılırken, bizden Cumhuriyetler Birliğini sağlamlaştırmamızı ve geliştirmemizi istedi. Sana yemin ederiz, Lenin yoldaş, bu emri de şerefle yerine getireceğiz! Lenin yoldaş bize birçok kez, Kızıl Ordunun güçlendirilmesi ve koşullarının geliştirilmesinin, partimizin en önemli görevlerinden biri olduğunu belirtmişti... öyleyse yoldaşlar, Kızıl Ordumuzu ve Kızıl Donanmamızı güçlendirmek için hiçbir çabayı esirgemeyeceğimize yemin edelim...
Lenin ölmüştü. Ama leninizm doğmuştu ve leninizmin bayraktarı Stalin'di.
Onüçüncü Bölüm - Stalin ve Troçki: Devrim ve Karşı-devrim
Geçenlerde Washington'da, temizlik hareketini tartışırken, mevki sahibi ve üzgün bir Fransızın bana söylediklerim unutamıyorum. "Evet", demişti, "korkunç bir şey olmalı, sizin dediğiniz gibi, bir çılgınlık olmalı. Ama unutmayın, dostum, onların Rusya'da kurşuna dizdikleri Beşinci Kol mensuplarını biz Fransa'da bakanlık koltuğuna oturttuk. Bugün her ikisinin sonucunu da görebiliyoruz, hem de Kızıl Savaş cephesinde." W. DURANTY
Geçenlerde Washington'da, temizlik hareketini tartışırken, mevki sahibi ve üzgün bir Fransızın bana söylediklerim unutamıyorum. "Evet", demişti, "korkunç bir şey olmalı, sizin dediğiniz gibi, bir çılgınlık olmalı. Ama unutmayın, dostum, onların Rusya'da kurşuna dizdikleri Beşinci Kol mensuplarını biz Fransa'da bakanlık koltuğuna oturttuk. Bugün her ikisinin sonucunu da görebiliyoruz, hem de Kızıl Savaş cephesinde." W. DURANTY
LENİN'İN ölümünden bir ay önce, 1923 Aralığındaki parti kongresinde, Stalin "troçkizmin yokedilmesi için çağrıda bulunduğunda oradaki bütün gözlemciler Stalin'in Troçki'yle olan bütün sorunları çözmeye, onun etkisine son vermeye ve savunduğu fikirleri de onunla birlikte yıkmaya kesin olarak karar verdiğini açıkça anlamışlardı. Stalin'in kendisiyle Troçki ve yandaşları arasındaki çatışmanın izleyeceği aşamaları, parti içindeki ilk ideolojik mücadelenin en sonunda Troçki'nin sürgün edilmesine ve idam mangalarının işe koyulmasına dek varacağını önceden hesapladığını hiçbir zaman söyleyemem. Stalin, önce vuran, sonra tartışan bir insan değildi. Aslında, hiçbir ülkenin politika tarihinde politik bir partinin önder üyeleri arasında böylesine uzun bir söz savaşının, yalnızca sözlerle yürütülen bir savaşm bulunmadığını söylemek isterim. Ayrıca, Stalin gibi böylesine büyük bir iktidara sahip hiçbir önderin hasmına karşı bu kadar büyük bir sabır göstermediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Olup bitenleri, her şeye yakından tanık olmuş bir kimse olarak, 1923 Aralığından Troçki'nin Sovyetler Birliği'nden sürgün edildiği 1929 Ocağına dek süren uzun mücadelede sık sık yer almış bir kimse olarak yazıyorum.
Stalin bu kongrede, daha önce Lenin'in yaptığı gibi, Troçki'nin görüşlerini bir kez daha "troçkizm" olarak sergilerken, Bolşeviklere, her muhalif güce karşı kullanacakları güçlü bir silâh sağlıyordu. Aynı biçimde Lenin öldüğü zaman onun öğretilerini "leninizm" olarak ölümsüzleştirdiğinde de, ustaca bir politik savaş yürütüyordu.
Lenin'in Vasiyetname'sine dayanılarak Troçki uğruna Stalin'in feda edilip edilmemesi üzerinde tartışmanın hiçbir yararı yoktur. Bu belgeyle ilgili olarak bir yığın dedikodu yapılmış, birçok temelsiz görüş ileri sürülmüştür, Lenin'in Vasiyetname'si, o zamana dek kendisinin engel olduğu bir bölünmeyi, Bolşevik partisi içinde bir bölünmeyi önleme çabasından başka bir şey değildi. Lenin'in hasta olduğu bir sırada yazılmıştı. O sırada Bolşevik Partisi önderlerini niteleyişi herhalde oldukça yerindeydi. Ama gene de daha sonraki olaylar, Troçki'yi gereğinden fazla büyüttüğünü ve "Harika Gürcü'yü gereğinden fazla küçümsediğini ispatladı. Ayrıca mektubun iletilmesi de, Lenin'in umduğundan farklı koşullarda meydana gelmiş olabilir. Gerçekten de, bu belge karanlığa sıkılmış bir kurşundu ve hedefini bulmamıştı: Belge, Lenin'in haleflerini birleştirmediği gibi, onun o zamana dek kararlılıkla savaştığı ve mahkûm ettiği güçlerin elinde bir silâh haline geldi. Ama bütün bunlara karşın, bu silâhı tersine çevirmek Stalin için güç olmadı. Stalin, Partinin On üçüncü Kongresinde belgeyi okuduktan sonra, "Evet, ben Lenin'in partisini yoketmeye kalkışanlara karşı kabayım" dedi ve böylece sorunu bir kibarlık sorunu olmaktan çıkararak partinin devrime önderlik etme rolünün, ilkelerin ve hedeflerin savunulduğu büyük bir savaş alanı haline getirdi. Ama her şeye karşın, Lenin'in kibarlıkla ilgili öğütlerine üzülmüştü.
O günlerden sonra, Bolşevik önderler arasındaki mücadelenin kişisel yanlarına duyulan ilgi o kadar yoğunlaşmıştır ki, sözkonusu sorunlar çoğu zaman özünden saptırılmış ve bulandırılmıştır. "Stalin, eski Bolşevikleri, Lenin'in dostlarını yokediyor", "diktatör Stalin, devrimin en iyi evlâtlarını katlediyor", "Stalin, ikiyüzlülüklerle dolu bir evet efendimciler partisi yaratıyor." işte dünya bu sözlerle çalkalanıyordu, ta ki Hitler ordularının Moskova kapılarından geri püskürtüldüğü, Sovyetler Birliği'nin o eşsiz birliği, coşkusu ve gücüyle tüm insanlığı şaşkınlık içinde bıraktığı ve tüm dünyayı Sovyetler ve Stalin'in önderliği üzerinde yeniden düşünmeye zorladığı güne dek. İşte o zaman, Sovyeter Birliği'nin güçsüz olduğu ve içten çöktüğü yolundaki bütün uğursuz kehanetlerin yanlış olduğu anlaşıldı ve tüm dünya Sovyet gücünün büyüklüğü önünde sarsıldı, Sovyetlerin zaferinin görkemi karşısında gözleri kamaştı.
Uzaktan baktığımızda ya da sonradan değerlendirdiğimizde, birçok olayın önemini küçümsemek kolaydır. Stalin'le Troçki arasındaki anlaşmazlıklar 1924 yılına dek gelip geçici ve önemsiz şeyler gibi görünmüştü. Ne Stalin, ne de Troçki birbirlerinin görüşlerini sistemli ve kapsamlı bir biçimde sergilememişlerdi. Birbirlerinin ne özel olarak Rusya Devrimine ilişkin, ne de genel olarak devrime ilişkin görüşlerini sistemli olarak sergilememişlerdi. Her ikisi de Marx'm izleyicileri olduklarını söylemişlerdi, ama marksizmi kendi tarzlarında savunmuşlardı. Aralarındaki çatışma, Marx'in söylediklerinden değil, marksizmin her ikisinin de önder olarak faaliyet gösterdikleri somut koşullara uygulanmasından kaynaklanıyordu.
Savaş patlak verdiğinde, Bolşevik Partisi ve Stalin, Rusya Devriminin tüm bir gelişimini belirlemiş olan o büyük kararlardan birini vermek zorunda kaldılar. 1917 Kasım olaylarından sonra, bütün gözler Avrupa'daki devrimin uzun süredir özlenen yaygınlaştırılmasına çevrilmişti. Ama Macaristan'daki kısa ömürlü Bolşevik rejimin yokedilişine, Alman Devriminin Weimar Anayasasına saptırılıp orada boğulmasına tanık olmuşlardı. 1923 yılında, Komünist Enternasyonalin önderleri Zinovyev, Buharin ve Troçki Almanya'da proletarya devriminin çok yakın olduğuna inanıyorlardı ve Komintern Radek'i Almanya Komünist Partisi önderlerine danışmanlık etmeye yollamıştı. Radek başarılı olamadı ve ayaklanma bastırıldı. Artık en ateşli olanlar bile Avrupa'da devrimin gerilemekte olduğunu açıkça görüyorlardı ve bu gerileyişin ne kadar süreceğini hiç kimse kestiremiyordu.
Stalin, Komünist Enternasyonali 1919 Martında Lenin'le birlikte kurduğu ve kendisini ilk kez gördüğüm 1920'deki İkinci Kongrede de bulunduğu halde, uluslararası sorunlar üzerinde pek az yazmış, pek az konuşmuştu. Bütün politik yazıları, hatta milliyetler sorunu üzerine kitabı bile, Rusya İmparatorluğu içindeki mücadeleler üzerinde yoğunlaşmıştı. Lenin'in 1914-18 savaşına ilişkin enternasyonalist görüşünü paylaştığı halde, bu konuda hemen hiçbir şey yazmamıştı. Onun uluslararası sorunlara girişi esas olarak deneysel bir biçimde oldu. Daha önceleri, 1905'te Finlandiya'ya, 1906'da Stokholm'e, 1907'de Londra'ya, 1912'de Krakov ve Viyana'ya gittiğinde, parti sorunlarından başka bir şeyle ilgilenmemişti. Rusya İmparatorluğunun sınırları dışındaki olaylara ilk gerçek katkıları, Lenin'in yardımcısı olduktan sonra başlamıştı. Brest-Litovsk görüşmelerine ilişkin buhran patlak verdiğinde, hemen kararlılıkla Lenin'in safında yer aldı ve antlaşmanın hemen imzalanmasını savundu. Çünkü o sıralarda Stalin, Avrupa'da devrimin eli kulağında olduğu yolundaki hayallere asla kapılmıyordu ve Alman devrimciler 1923'te yenilgiye uğradıklarında, Stalin'in, Rusya proletaryasının Sovyetler Birliği'nde tam hızla sosyalizme ilerlemesi gerektiği yolundaki inancı doğrulanmış oldu.
Stalin, Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kuruluşuna girişmekle, öteki ülkelerin işçilerinin dostça desteğini kazanacaklarından, ama en azından uzunca bir süre başka bir işçi devletinin yardımından yoksun kalacaklarından emindi. Stalin'e göre, Rusya Devriminin yazgısı öncelikle şu sorun üzerinde toplanıyordu: Kapitalist dünya Sovyetler Birliği'ne karşı yeniden bir savaşa girişmeden, Sovyetler Birliği güçlü bir sosyalist ülke haline gelebilir miydi? Bu soruya kaçamak bir yanıt vermek olanaksızdı. Stalin ve Bolşevik Partisi bu soruyu olumlu yanıtladıkları takdirde, güçlerini sonuna dek seferber etmelerini zorunlu hale koyacak dev bir görevle karşı karşıya geleceklerdi. Olumlu yanıt verdiler ve NEP'in yürürlükte olduğu bir dönemde bu yanıtın verilmesinde öne geçen Stalin oldu.
Herhalde kapitalist dünya bu dönemi "kapitalizme geri çekiliş" dönemi olarak görmüştür. Reformcular da herhalde bu dönemi, Sovyetler Birliği'nin sürekli artan bir liberalizme gideceği liberal bir dönemin başlangıcı olarak değerlendinnişlerdir; yani devrimcilerin hıristiyan oldukları, Bolşeviklerin tatsız devrimci yöntemlerden vazgeçtikleri ve sosyalizmin saptırıldığı bir dönem olarak. Stalin ise, bu dönemi, yeni saldırılara geçmeden önce Bolşevik tümenleri yeniden düzenlemek üzere devrimin "hazır mevziler"e geri çekildiği bir "soluklama" dönemi olarak görüyordu.
Hiç kuşkusuz bu, sözkonusu dönemin sınıf mücadelesinin askerî terimleriyle ifade edilmiş bir değerlendirmesidir. Ama Stalin'i olsun, devrim sürecini olsun, herhangi bir başka açıdan değerlendirmeye kalkışmak son derece anlamsız olur. Bolşeviklerin tarihi yaratış tarzlarını beğenmeyebiliriz. Gerek yönetenlerin, gerek yönetilenlerin daha temkinli davranmış olmaları gerektiğini düşünebiliriz; ama bu bizim gerçekten olup bitenleri kavramamızı sağlamayacaktır. Stalin, Bolşevik bakış açısını savundu, Bolşeviklerin hedefleri doğrultusunda hareket etti ve Bolşevik ilkelerine bağlı kaldı. Bu gerçeği gözden kaçırdık mıydı, tüm bir devrim süreci anlamını yitirir ve cinayetler, intiharlar, korku, kişisel kıskançlıklar ve kişisel tutkularla dolu sıradan bir öykü derekesine indirgenmiş olur.
Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin kuruluşunda patlak veren ilk çatışmadan 1938'de Kızıl Ordudaki temizlik hareketine dek tüm bir kavga, son çözümlemede, devrimle karşı-devrim arasındaki uzun süren bir mücadeleden başka bir şey değildir. Daha ilk başlarda Lenin'le Stalin, devrime hangi sınıfın önderlik edeceği sorununda Troçki ve yandaşlarına karşı çıkmışlardı, iktidarın ele geçirilmesinden sonra Lenin ve Stalin kararlılıkla Brest-Litovsk Barış Antlaşmasının imzalanmasını savundular. Troçki ise, Sovyet hükümetinin savaşacak silâhı bulunmadığı bir dönemde, "ne savaş ne barış" anlayışıyla devrimci savaş anlayışı arasında yalpaladı durdu. Stalin, Kızıl Ordunun Bolşevik Önderler tarafından yönetilmesini savundu. Troçki ise, ordunun kurmay görevlerini Çarlık ordusundan gelen subaylara teslim etti. Troçki, sendikaların zorunlu devlet kurumları haline getirilmesini ve emeğin askerileştirilmesini önerdi. Lenin ve Stalin ise, sendikaların gönüllü örgütler olmasını savundular ve emeğin askerileştirilmesine karşı çıktalar. Lenin ve Stalin, sosyalizmin tek ülkede kurulabileceğini ileri sürdüler. Troçki ise, Rusya devriminin hemen bir Avrupa devrimiyle desteklenmediği takdirde mutlaka başarısızlığa uğrayacağı görüşünde diretti.
Troçki'nin bütün bu sorunlardaki fikirleri ardı ardına sıralandığında, onun pratikteki önerilerinin bozguncu ve teslimiyetçi olduğunu görmemek olanaksızdır. Troçki, Ekim Devriminden üç ay kadar önce, ancak Menşeviklerin kesin olarak yenilgiye uğradıklarından emin olduğu zaman, Menşevik kamptan Bolşevik kampa geçiverdi. Ayrıca devrimden hemen sonra meydana gelen olaylardan açıkça anlaşıldığı gibi, Troçki devrim sorunlarına yaklaşımını temelde zerrece değiştirmiş değildi. Yalnızca kendisine üstünlük sağlayacak alam değiştirmişti.
Parti içindeki büyük temizlikten sonra, NEP döneminin ortalarında, Stalin "troçkizme karşı leninizm" sorununu ortaya koydu. Ama doktrin sorunlarının somut politik biçimlerde nasıl ortaya konulacağını Lenin'den öğrenmiş olan Stalin, bütün teorik tartışmaları "sosyalizmin tek ülkede kurulması" sorununun incelenmesine yöneltti. "Troçki bu soruna nasıl bakıyor?" diye sordu ve Troçki'nin 1905 Yılı adlı kitabındaki sözleriyle yanıtladı:
Rusya'daki devrimci gelişmenin niteliği üzerine görüşlerin, sonraları "sürekli devrim" teorisi diye bilinen görüşlerin yazarın kafasında yavaş yavaş billurlaşması, 9 Ocakla Ekim 1905 Genel Grevi arasındaki fasılada oldu. Bu karmaşık gibi görünen deyim aslında oldukça basit bir fikri anlatıyordu: Rusya Devriminin acil hedefleri burjuva nitelikte olmalarına karşın, devrim bu hedeflere ulaştıktan sonra orada durmayacaktı. Devrim, önündeki acil burjuva sorunlarını, proletaryayı iktidara getirmeden çözemezdi. Ve proletarya, iktidarı ele geçirdikten sonra, kendisini devrimin burjuva çerçevesiyle sınırlayamazdı. Tam tersine, proletarya öncüsü, zaferini güvence altına alabilmek için, yönetiminin daha ilk aşamalarında yalnızca feodal mülkiyete karşı değil, aynı zamanda kapitalist mülkiyete karşı da köklü saldırılara girişmek zorunda kalacaktı. Bunu yaparken, proletarya, yalnızca kendisini devrimci mücadelenin ilk aşamalarında desteklemiş olan burjuva gruplarıyla değil, aynı zamanda iktidara gelmesinde kendisine yardım etmiş olan geniş köylü yığınlarıyla da düşmanca çatışmalara girecekti. Köylülerin büyük çoğunluğu oluşturduğu geri bir ülkedeki işçi hükümetinin içinde bulunduğu çelişmeler ancak uluslararası planda, dünya proletarya devrimi planında çözülebilirdi.
Ve "leninizm"in safında yer alan Stalin, bu görüşleri şöyle yanıtladı:
Lenin, proletarya ile emekçi köylü tabakaları arasındaki ittifaktan, proletarya diktatörlüğünün temil olarak sözeder. Oysa Troçki, "proletarya öncüsünün geniş köylü yığinlariyla düşmanca çatısması"ndan sözediyor.
Lenin, proletaryanın emekçi ve sömürülen yığınlara önderliğinden sözeder. Oysa Troçki, "köylülerin büyük çoğunluğu oluşturduğu geri bir ülkedeki işçi hükümetinin içinde bulunduğu çelişmeler"den sözediyor.
Lenin'e göre, devrim kendi güçlerini, esas olarak bizzat Rusya'nın işçi ve köylüleri arasından yaratır. Troçki'ye göre ise, gerekli güçler ancak "dünya proletarya devrimi planında" bulunabilir. Peki, dünya devrimi biraz gecikmeyle gerçekleşecek olursa ne olacak? Devrimimiz için bir umut ışığı var mıdır? Troçki yoldaş, herhangi bir umut ışığı olduğunu kabul etmiyor, çünkü "işçi hükümetinin içinde bulunduğu çelişmeler... ancak... dünya devrimi planında çözülebilir." Bu görüşe göre, devrimimiz için tek bir seçenek kalmaktadır: Dünya devrimini beklerken, kendi çelişmeleri içinde kurumak ve köklerine dek çürüyüp gitmek. Lenin'e göre proletarya diktatörlüğü nedir? Proletarya diktatörlüğü, "sermayenin tamamen yok edilmesi" ve "sosyalizmin nihaî olarak kurulması ve sağlamlaştırılması" için, proletarya ile emekçi köylü yığınlarının ittifakına dayanan iktidardır. Troçki'ye göre proletarya diktatörlüğü nedir? Proletarya diktatörlüğü, "geniş emekçi yığınlanyla... düşmanca çatışmalara giren" ve "çelişmelerinin" çözümünü yalnızca "dünya devrimi planında" arayan bir iktidardır. Bu "sürekli devrim teorisi" ile Menşevizmin proletarya diktatörlüğü kavramını reddeden o malûm teorisi arasında ne fark vardır? özünde, hiçbir fark yoktur.
Böylece, ideolojik savaş açılmış oldu. Stalin yalnızca güçlü bir tartışmacı değil, aynı zamanda Troçki'den kat kat üstün bir örgütleyici ve taktisyendi de. Daha önce parti içindeki büyük temizlik hareketinde Lenin'e yardımcı olmuştu. Şimdi de, Lenin'in ölümünden sonra, partiye, Lenin'in davasına hizmet etmek isteyen 200.000 yeni üye alıyordu. O, yeni bir öğreti kurmadı; Lenin'in bayraktarı ve öğrencisi olarak partinin ve yığınların başına geçti. Düşmanları ise, onun partiye aldığı yeni üyeler için "serseri takımının dalkavuklar partisine doldurulması" dediler. Politika alanında, insanlar bizim onaylamadığımız işler yaptıklarında ya da sevmediğimiz birini desteklediklerinde, hemencecik "serseri takımı", hem de genellikle "azgın serseri takımı" olur çıkarlar! Doğru bulduğumuz işler yaptıkları zaman da, "bilinçlenmiş halkın sesi"nden ya da "en üstün demokrasinin onurlu ifadesi"nden sözetmeye başlarız!
Bu büyük tartışma patlak verdiğinde, Stalin'le birlikte Troçki, Zinovyev, Buharin, Radek, Kamenev ve Rikov da Bolşevik Partisi Politik Bürosu üyesiydiler. Hepsi de yetenekli kişilerdi. Zinovyev şişman, kısa boylu, temiz yüzlü, dağınık saçlı bir Yahudiydi. Tiz, ama etkileyici bir sesi vardı ve oldukça yetenekli bir konuşmacıydı. Uzun yıllar Lenin'le birlikte Paris'te, Cenevre'de ve başka yerlerde sürgünde bulunmuştu. 1917 Kasım ayaklanmasını Kamenev'le birlikte "maceracılık" olarak mahkûm etmiş ve o sırada bir geri çekilişi savunurken en güçlü söylevlerini vermişti. Komünist Enternasyonalin ilk başkanıydı. Daha sonra bu görevi Buharin devralmıştı. Nikola Buharin, gençliğindeki öğretmenlik günlerinden sonra profesyonel devrimci saflarda zeki bir teorisyen olmuş ufak-tefek bir adamdı. Yetenekli bir ressam ve yazardı; arkadaşları arasında çocuksu davranışları ve tatlı kişiliğiyle çok sevilirdi. Ne var ki, mizaç bakımından dengesizdi; aniden coşan ya da histeriye kapılan bir mizacı vardı. Bolşevizmin önderleri arasındaki yerini entellektüel yetenekleri sayesinde sağlamıştı. Buharin'in yakın arkadaşı Karl Radek parlak bir gazeteci ve uluslararası sorunları Rusya'da en iyi bilen kişiydi. Aslen bir Polonya Yahudisiydi. Yaradılışı bakımından çok şakacı bir insandı. Sosyalizm sorunlarında çok bilgiliydi. Uzun boyu, kocaman gözlükleri, iyi işlenmiş bir kürk parçası gibi yanaklarım kaplayan sakalıyla, kalabalıkta her zaman dikkati çekerdi. Radek de Bolşeviklere çok genç yaşta katılmıştı.
Uzun zamandır Bolşevik Partisi üyesi bulunan ve uzun yıllar hapiste ve sürgünde yaşamış olan Kamenev, bende her zaman şöyle bir izlenim bırakmıştır: Her nasılsa kendisini hiçbir zaman rahat hissetmediği politik olaylara karışmış, her zaman bu olaylardan kaçmanın bir yolunu arayan, ama bir türlü de bulamayan küçük işadamı bir Rus. Birkaç yıl başbakanlık görevinde bulunmuş olan Rikov, "pazar giysileriyle" kente inmiş ve sık sık "pazusunu göstermekten" hoşlanan bir köylüye benziyordu. Gerçi yetenekli bir insandı, ama Rusya Devriminin hızına ayak uyduramadı. Sessiz ve sakin bir yaşam sürme olanağı bulsaydı çok mutlu olabilirdi, ama dünyaya gelmek için yanlış bir çağ seçmişti ve koşulların baskısıyla giderek yozlaştı.
Çok geçmeden Stalin'e karşı bir "blok" oluşturacak olan bütün bu insanlar çok önemli mevkilerde bulunuyorlardı. Rikov, Başbakandı. Troçki, Savaş Komiseriydi. Zinovyev Komünist Enternasyonal Başkanıydı. Buharin Pravda'nın, Radek de İzvestia'nın yazı işleri yöneticisiydiler. Bunlar, ilkin Troçki'yle birlik değildiler. Aslında Troçki'ye tamamen karşıydılar. Ama Stalin'in leninist politikasının uygulamaları NEP ve sanayileşme dönemlerinde açıkça, belirmeye başlayınca, her biri kendine özgü bir yoldan Troçki'nin önderliğindeki muhalefete katıldılar. Aslında her birinin kendine göre tutkuları olduğu doğrudur. Bir yandan Troçki'den, bir yandan da Stalin'den ne kadar korktuklarını hesap etmek herhalde ruh hekimlerine düşer; ama Ekim Dersleri adlı kitabını yayınlamakla Troçki'nin, Zinovyev'le Kamenev'i Stalin'in yanına ittiği kesinlikle söylenebilir. Bu kitap yayınlandığında Zinovyev de, Kamenev de büyük bir öfkeye kapıldılar. Çünkü Ekim Dersleri' nde Troçki, onların 1917 ayaklanmasına muhalefetlerine değiniyordu. Stalin, onların Troçki'yi yanıtlamalarını bekledi; bunu yaparlarken kendi kendilerini ele vereceklerini çok iyi biliyordu.
Bütün muhalif güçlerin Stalin'e ve onun programına hep birlikte karşı çıkmalarına yol açan şey, NEP'ten ve Stalin'in sanayileşme atılımından doğan pratik sorunlardı. NEP döneminde ülkenin ekonomik yaşamı beklendiği gibi yeniden canlandı. Yoksa, "Savaş Komünizmi"nin terdekilmesinin haklılığı ispatlanamayacaktı. Ama NEP elbette başlı başına bir amaç değildi. NEP ne kapitalist ekonomiydi, ne de sosyalist ekonomi; köylü mülkiyetinin, özel ticaretin ve küçük ölçüde kapitalist sanayinin geri getirildiği kapitalist pazar koşullarında, devletleştirilmiş kesimin işlevini yerine getirmek zorunda olduğu, her iki ekononıinin bir uzlaşımıydı. Bunun kalıcı bir durum olamayacağı açıktı. NEP, kapitalizmi geri getirmenin mi, yoksa sosyalizmi ilerletmenin mi bir aracı olacaktı? Bolşevik Partisi bu konuda kararını vermek zorundaydı. Stalin'in bu konuda asla duraksaması yoktu: Ülkeyi sosyalizme ilerletmekte kararlıydı. Troçki'nin de duraksaması yoktu: Bir Avrupa devrimi olmadan sosyalizme ilerlemenin mümkün olabileceğine inanmıyordu. Her ikisi de tavırlarında tam bir ilke tutarlılığına sahiptiler. Ama ne kadar devrimci lâflarla süslenmiş olursa olsun, Troçki'nin savunduğu şeyin, kapitalizme geri dönüşten başka bir anlama gelmediği son derece açıktır.
Zinovyev, Kamenev ve ötekilerin tutumundaysa ilkelere bağlılık diye bir şey yoktu. Bir Stalin'i, bir Troçki'yi destekliyorlar, durmadan yalpalıyorlardı. Zayıf kişilikleri yüzünden giderek sosyalizmin tek ülkede gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı inancına vardılar. Ve "parti bürokrasisine" yöneltilen eleştiri korosunda onlar da yerlerini aldılar. Oysa iktidar tamamen kendi ellerindeyken böyle bir şeyden rahatsız olmamışlardı. Parti disiplininden uzaklaşmaya başladılar ve Troçki'yle birlikte düşman bir parti örgütlemeye giriştiler. Gizli toplantılar yaptılar, yeni bir program hazırladılar ve en sonunda sokak gösterileri düzenleyerek ortaya çıktılar. Parti içinde bir eleştiri grubu olmaktan çıkmış, parti düşmanı bir güç haline gelmişlerdi. 1927'de Stalin ve Bolşevik Partisi Merkez Komitesi Beş Yıllık Planı sunduklarında, muhalefet bir karşı-planla karşılıkta bulundu.
Hiç kuşkusuz, Troçki'nin yanında Zinovyev, Kamenev ve Radek'ten başkaları da vardı. Sözgelimi, bir zamanların İngiltere büyükelçisi Rakovski, Piyatakov ve daha başka yetenekli kişiler vardı. Bu önderleri ve onların birçok yandaşını yakından tanıyordum. Onların komisyonlardaki, konferanslardaki, halk karşısındaki ve özel konuşmalardaki tartışmalarını dinlemiştim. Birçok kez, kendilerinin hatalı ve Stalin'in haklı olduğunu söylediklerini kulaklarımla işitmiştim. Stalin, onların yönetici mevkilere yeniden getirilmelerini kabul etmiş ve kendisine ve politikasına yeniden saldırdıklarını gözleriyle görmüştü. Devrimin onuncu yıldönümünde, Radek'in, Kızıl Meydana doğru ilerleyen kalabalığa, nasıl tumturaklı nutuklar çektiğini Bristol Otelinin balkonundan duydum ve gördüm. Troçki de aynı biçimde tantanalı nutuklar atmaya çalıştı. Ama halkın önünde giriştikleri bu dört yıllık tartışmadan sonra elde ettikleri tek kayda değer sonuç, Bolşevizm saflarından kovulmaları oldu. Stalin, bu olaylardan birkaç hafta önce, bu adamların kendilerini Bolşevik Partisi üyeliğinden ne kadar koparmış olduklarını tüm dünyaya göstermişti. Devrimin onuncu yıldönümündeki çabalarının tamamen boşa çıkması da, yığınlar üzerindeki etkilerinin ne kadar azaldığını açıkça göstermişti. Ama yakında bir değişiklik olabilirdi.
1928 yılı başlarında Beş Yıllık Planın sunulmasıyla birlikte, yeni sosyalist saldırı başladı. NEP döneminde ülkedeki sanayi ve tarım, 1913'teki düzeyine erişmişti. Tartışma dönemine son verilmişti. Stalin, tüm halka, ülkenin batı ülkelerinin yüz yıl geresinde kaldığını, on yıl içinde onlara yetişip geçmeleri gerektiğini, yoksa "soluk alma" dönemi sona erdiğinde yenik düşeceklerini anlatmıştı. Bolşevikler korkunç hızlı bir tempoyla çalışmaya koyuldular. Çok geçmeden, bu tempoya ayak uyduramayan Rikov, Buharin, Tomski ve ötekiler Troçki'nin kampına geçtiler. Bunun üzerine yeni önderler, yeni tipte önderler yer almaya başladı Stalin'in yanında: Kaganoviç, Kuybişev ve Kirov. Bunların hepsi de son derece yetenekli birer örgütleyici ve yöneticiydiler. Hepsi de tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğuna büyük bir tutkuyla inanıyorlardı.
Beş Yıllık Plan uygulanmaya başladıktan iki yıl sonra parti kongresinin karşısına çıktığında, Stalin tam formundaydı, muhalefetten sözederken gülüyordu. Şöyle diyordu: Çehov'un Deri Çantadaki Adam adlı öyküsünü anımsıyor musunuz? öykünün kahramanı Belikov, hava ister sıcak ister soğuk olsun, her zaman ayağında galoşları, sırtında kalın paltosu ve elinde şemsiyesiyle dolaşır. "Temmuz sıcağında bu galoşlara ve kalın paltoya ne gerek var?" diye sorarlar Belikov'a durmadan. "Hiç belli olmaz" diye yanıtlar Belikov da, "Kimbilir! bakarsın, hava birden soğuyuverir, o zaman ne yaparım?" Yeni olan her şeyden, günlük yaşamın sıradan olaylarının sınırlarım aşan her şeyden vebadan korkar gibi korkar. Yeni bir lokanta mı açıldı, Belikov hemen telaşa kapılır: "Bir lokantanın açılması iyi bir şey elbette, ama dikkat edin bir şey olmasın." Bir tiyatro grubu kurulur, bir okuma odası açılır, Belikov gene paniğe kapüır: "Tiyatro grubu mu, yeni bir okuma odası mı? Ne için? Dikkat edin, başınıza bir şey gelebilir."
Sağ muhalefetin eski önderleri için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Teknik okulları Halk Ekonomi Komiserliklerine teslim etme işini anımsıyor musunuz? Biz yalnızca iki okulun teslim edilmesini istiyorduk... Çok önemsiz bir sorun gibi görünebilir. Ama sağ muhalefetin en şiddetli direnişiyle karşılaştık. "İki teknik okulu Halk Ekonomi Komiserliklerine mi teslim edeceğiz? Niçin? Beklesek daha iyi olmaz mı? Dikkat edin, bu tasarı başımıza bir iş açabilir." Bugün bütün teknik okullarımız ekonomi komiserliklerine teslim edilmiş bulunuyor. Ve işler pekâlâ yolunda gidiyor... İşte, sağ muhalefetin eski önderlerinin partiyle doğru bir biçimde kaynaşmalarını önleyen, yeni bir şey karşısında duydukları bu korkudur. Yeni sorunlara yeni bir biçimde yaklaşmadaki bu yetersizliktir, "aman, başımıza bir iş gelebilir" korkusudur, deri çantadaki adamın bütün bu nitelikleridir. ... Bir yerde bir güçlük ya da aksaklık çıktı mıydı, hemen başımıza bir şey gelir diye telaşa kapılıyorlar. Bir yerde bir hamamböceği kıpırdadı mıydı, daha deliğinden çıkmasına kalmadan, bunlar dehşet içinde kaçmaya ve felâkete uğranıldığını, Sovyet hükümetinin mahvolduğunu söyleyerek ortalığı velveleye vermeye başlıyorlar... Ve ciltler dolusu yazı yazmaya koyuluyorlar. Buharin sözkonusu sorunla ilgili tezler yazıyor, onları Merkez Komitesine gönderiyor ve Merkez Komitesinin izlediği politikanın ülkeyi felâketin eşiğine getirdiğini, Sovyet hükümetinin hemen olmasa bile üç ay içinde mutlaka yok olacağını ileri sürüyor. Rikov da Buharin'in tezlerini destekliyor, ama bir farkla; Rikov'la Buharin arasında ciddi bir ayrılık var; Rikov'a göre Sovyet hükümeti bir ayda değil de, bir ay iki günde yok olacak. Tomski de Buharin'le Rikov'u destekliyor, ama o tezleri yazmadan edemedikleri için, sonradan hesabını vermek zorunda kalacaktan bir belgeyi yazmadan edemedikleri için öfkeleniyor: "Size kaç kez söyledim! İstediğinizi yapın, ama arkanızda belge bırakmayın, arkanızda hiçbir iz bırakmayın..."
Tabii tüm kongre kahkahadan kırılıyordu. Ama ülkedeki genel durumda daha büyük bir tehlike belirmişti. Her zaman olduğu gibi, sosyalizm düşman sınıf unsurlarına karşı mücadele ede ede ilerlemek zorundaydı. NEP dönemi, düşman sınıf unsurları için elverişli bir ortam yaratmış ve onların vurgunculuk yapmalarına, ceplerini doldurmalarına fırsat vermişti. Şimdi artık ortadan çekilip gitmeleri gerekiyordu, ama her zaman olduğu gibi bu şimdi de özel çıkarlar kendiliklerinden çekilip gitmek istemiyorlardı. Onlar kendilerini köhnemiş bir toplumun kalıntıları olarak görmüyorlardı; böylece sınıf savaşı, bu kez ekonomi cephesinde yeniden başladı. Bozguncular faaliyetlerini iyice artırınca, devlet ve siyasi polis (GPU) silâhlarını harekete geçirmeye çağrıldı. 1928'deki Schacti Bozguncular Davası, kısa bir süre sonra birbirini izleyecek olayların habercisiydi. Kimdi bozguncular?
Bozguncular, trenleri demiryolundan çıkarmak ve fabrikaları havaya uçurmak gibi sabotajlar düzenleyerek "Bolşeviklerin yetersiz olduğu" izlenimini uyandırmaya ve böylece bir başkaldırı yaratmaya çalışan karşı-devrimcilerdi. 1930 yılında, "Sanayi Partisi" diye bilinen bir grup profesyonel mühendis, sanayi işletmelerinde sabotaj düzenlemekle suçlanarak yargılandı. 1931 yılında, karşı-devrimci faaliyette bulunmakla suçlanan birçok Menşevik mahkemeye verildi. 1933'te, metronun yapılmasını engellemek için bir takım baltalama faaliyetlerine karışan mühendislerin ünlü duruşması yapıldı. Bu olayların ipleri, ülke dışındaki kapitalist merkezlere dek uzanıyordu. Bolşevik Partisi içindeki muhalefetin tamamen bertaraf edilmesi ve muhalefetin önde gelen unsurlarının partiden atılması, onların parti dışında gizli muhalefet grupları kurmalarına yol açtı; ama aynı zamanda parti, hükümet ve ordu içindeki yaygın bağlarını da korudular.
1934 yılında bir gün Stalin, Kaganoviç ve Voroşilov birlikte otururlarken, bir sekreter Kaganoviç'i dışarı çağırdı ve kendisine bir telgraf verdi. Telgrafta Politik Büro üyesi, Leningrad parti Örgütü ve sovyetinin Zinovyev'den sonraki önderi Kirov'un vurularak öldürüldüğü bildiriliyordu. Kirov, parti yönetimindeki genç kuşağın en yeteneklilerinden biri ve Stalin'in yakın dostuydu. Kirov'un Nikolaev adlı biri tarafından öldürülmesi, 1918'de Uritski'nin öldürülmesinden bu yana Sovyet Rusya'da bir parti önderine karşı girişilen ilk cinayetti.
Kirov'a sıkılan kurşun, çok geniş kapsamlı sonuçlar yarattı. 1921'den beri durdurulmuş olan "Kızıl Terör" yeniden başlatıldı. Bu kez işleri siyasî polis yürütüyordu ve çalışmalar daha geniş bir cephede, daha uzun bir sure yürütüldü. Çünkü Kirov'un katledilmesi üzerine girişilen soruşturmaların sonunda, tarihte eşine çok zor rastlanacak bir komplo ortaya çıkarıldı. Parti üyesi olan Nikolaev yargılandı ve kurşuna dizildi. Zinoviev, Kamenev ve daha onbir kişi mahkemeye çıkarıldılar ve Sovyet hükümetinin çalışmalarını baltalamak amacıyla karşı-devrimci bir terörist örgüt kurmakla suçlandılar. Troçki'yle ve yabancı devletlerle işbirliği yanmaktan suçlu görüldüler ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar. Daha sonra 1936'da, soruşturmalar daha da derinleştirildiğinde, Zinoviev, Kamenev ve daha ondört kişi ihanetle ve Troçki'nin önderliğinde örgütlü terör hareketlerine girişmekle suçlandılar. Hepsi de suçlarını itiraf ettiler ve kurşuna dizildiler. 1937'de aralarında Piyatakov, Radek ve Muralov'un da bulunduğu onyedi önder daha ihanetle suçlandı. Suçlarını hep birlikte itiraf etmeleri üzerine çoğu kurşuna dizildi, aralarında Radek ve Rakovski'nin de bulunduğu ötekilerse ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. 1937 Haziranında Mareşal Tuhaşevski ve yedi Kızıl Ordu generali, yabancı düşmanla komplo hazırlamaktan ve askerî bir hükümet darbesi düzenlemekten suçlanarak askerî mahkemede yargılandılar. Onlar da suçlarını itiraf ettiler ve kurşuna dizildiler.
Bu duruşmalar ve idamlar, "temizlik" hareketlerinin ve terörün tüm ülkeyi sardığı bir dönemin yansımalarıydı. Sanayileşme programı hızlandırılıp da sanayi tarım için makiııa yapabilecek duruma geldiğinde, tarımın kollektifleştirilmesi "Kulakların bir sınıf olarak ortadan kaldırılmasıyla sonuçlandı. (Kulaklar, yoksul köylülere faizle borç para veren ve onları yarı-feodal ilişkiler içinde çalıştıran zengin köylüler olarak tanımlanabilir.) Kulaklar, kolektifleştirme hareketine şiddetle karşı koydular ve çoğu zaman silâhlı mücadeleye giriştiler. Bu yeni gelişme süreci içerisinde binlerce kulak, aileleriyle birlikte Sibirya'ya ve başka yörelere sürüldüler. Bu, amansız bir sınıf savaşıydı. Ve bu savaşın sonunda, kollektif çiftlik sistemi köylü mülkiyetine, devlet ve kooperatif işletmeleri de özel kapitalist işletmelere üstün geldiler. Sosyalist ekonomi mücadeleden zaferle çıkmıştı. Bu ekonomik başarının politika alanındaki sonucuysa, "sosyalizmin tek ülkede kuruluşu"na etkin olarak karşı çıkan bütün politik unsurların ve sosyal sınıfların "tasfiyesi" oldu.
Bu dönemdeki temizlik hareketinin yürütülme tarzı, duruşmaların yapılışı, terör, bürokrasi, aşırdıklar ve haksızlıklar ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, şu gerçek hiçbir zaman gözden kaçırılmamalıdır; Bu dönemdeki bütün mahkemeler, NEP'çilere ve kulaklara karşı girişilen bütün terör hareketleri, düşman hükümetlerle kuşatılmış ve hiçbir şakaya ya da kibarlığa yer bırakmayacak kadar büyük tehlikelerle karşı karşıya olan bir ülkede devrimle karşıdevrim arasındaki mücadelenin bir yansımasıdırlar. Bu gerçeği gözardı etmek demek, her şeyi çarpıtmak demektir, iç savaş, hoş bir şey değildir. Ve iç savaşı yürütenler de, gerek kullandıkları yöntemlerde, gerek kurbanlarını seçişlerinde her zaman o kadar ince olmayan yığınlardır. Schacti Davası'ndan Kızıl Ordu içindeki kanlı temizliğe dek bütün bir dönem, bir iç savaştır.
Sovyetler Birliğindeki bütün güçleri yenilgiye uğratıldığı ve yok edildiği bir sırada Troçki ta uzaklarda Meksika'da hâlâ aynı teraneyi okumaktaydı, ölümünden kısa bir süre önce, 1939 Eylülünde şunları yazıyordu:
Ekim Devrimi bir rastlantı değildi. Çok önceden hesaplanmıştı. Olaylar bu hesabı doğruladı. Yozlaşma bu hesabı çürütmez, çünkü marksistler, Rusya'da tek başına bir işçi devletinin uzun bir süre varlığını koruyabileceğine hiçbir zaman inanmamışlardı... Hitler'in silâhlarını Doğuya çevirdiğini ve Kızıl Ordu tarafından işgal edilen topraklan istila ettiğini düşünelim... O zaman, Dördüncü Enternasyonalin partizanları, bir yandan silâh elde Hitler'e öldürücü darbeler indirirlerken, bir yandan da Stalin'e karşı devrimci propaganda yürütecekler ve hemen sonraki, belki de çok yakın bir aşamada Stalin'in yıkılışını hazırlayacaklardır...
işte gördüğünüz gibi, Troçki'nin sonsözü önsözünü doğrulamakta ve Bolşevik devleti tarafından yargılananların itiraflarının gerçek özünü ortaya koymaktadır. 1918-21 yıllarında, mücadele geniş yığınları kapsayan boyutlara eriştiğinden, Kızıl Ordu ve Cerjinski tarafından yönetilen Ceka, Sovyet hükümetinin başlıca silâhları haline gelmişti. 1931'den 1938'e dek süren iç savaşta ise, geniş toplumun yalnızca küçük bir kesimi sözkonusuydu ve Sovyet hükümetinin başlıca silâhları siyasî polis ve sivil ve askeri mahkemelerdi. Ama gene de sözkonusu olan, bir iç savaştı.
Bu mücadele tüm dünyayı şaşkınlık içinde bıraktı, çünkü herkes sorunu bir iç savaş olarak görmüyor, olayları barış döneminde bir devletin yurttaşlarıyla olan ilişkileri açısından değerlendiriyordu. Gazeteciler çoğunlukla histerik bir biçimde çalışıyorlar, duruşmalarda tutuklulara suçlarını itiraf ettirebilmek için uyuşturucu madde vermek, sahte af vaadlerinde bulunmak, şiddetli baskılara ve her türlü tehdide başvurmak gibi en vahşice usullerin kullanıl-dığını ileri sürüyorlar ve mahkemelerin arkasında sürekli olarak, kalemini kana batırıp yeni bir idam hükmünü imzalamak için uygun zamanı kollayan "sinsi, gaddar ve kurnaz" bir Jozef Stalin hayali görüyorlardı, öte yandan, belirtmek gerekir ki, duruşmaları daha tarafsız bir gözle izleyen bazı avukatlar, gazeteciler ve elçiler, mahkemelerin işleyişi üzerinde hiçbir yakınmada bulunmuyorlar ve tutukluların itirafları karşısında çok şaşırdıkları halde, bunların doğruluğuna inanıyorlardı.
SSCB Yüksek Askerî Mahkemesi ve GPU, devlet güvenliğine ilişkin sorunları incelemekle görevil kuruluşlardır. Bunlar, sarhoşluk ve hırsızlık gibi sıradan suçlarla uğraşan sivil mahkemelere benzemezler. GPU, Bolşevik Partisinin seçkin unsurlarından oluşan etkin bir politik kuruluştur. Gerek GPU, gerekse Yüksek Askerî Mahkeme, bir kimsenin suçluluğu ispatlanana dek suçsuz olduğu ilkesinden hareket etmezler. Çünkü suçsuz olan bir kimseyi suçsuzluğunu ispatlamak üzere yargılamayı gerekli görmezler. Bir kimseyi tutukladıkları zaman, ya suçlu olduğuna ilişkin kanıtlara sahiptirler ya da bu kanıtlan elde edeceklerine iyice güvenlidirler. Dolayısıyla, hakkında siyasî dava açılan kişiler önceden suçlu oldukları bilinen kişilerdir ve duruşmalarda güdülen hedef, tutuklunun suçsuz olduğunu ispatlamak değil, kanıtların doğruluğunu ve verilecek hükmün haklılığını gözler önüne sermek üzere bütün kanıtlan tutuklunun ve kamuoyunun önüne koymaktır. Bu yüzden de, bu türden duruşmalarda aslındatutukluların itirafta bulunmamaları tuhaf olurdu. Böyle davalarda yalnızca Rusların itirafta bulunduğu görüşü de yanlıştır. Epey önce yapılan Metro duruşmalarında ingiliz mühendisler bunun tersini ispatladılar. Sonra geçenlerde yapılan Harkov duruşmasında da, Rusların yanısıra Almanlar da suçlu olduklarım itiraf ettiler. Bu yüzden, itirafları esrarengiz ya da ruhsal nedenlerle açıklama çabalarına artık son verilmelidir. İşlediği suçun kanıtlarıyla, hem de gerçek olduğunu bildiği kanıtlarla karşı karşıya bulunan bir suçlu, özellikle mahkemede kamuoyu ve basın karşısında tam bir söz özgürlüğüne sahipse, suçunu itiraf etmekten kolay kolay kaçınamaz. Tutuklunun kendini savunma, tanık çağırma, soru sorma, durumunu açıkça anlatma ve savunma avukatı tutma özgürlüğüne sahip olması, bazı gözlemcilerin kanıt elde etmek için baskıya başvurulduğu, uyuşturucu madde verildiği yolundaki eleştirilerini pek doğrulamamaktadır.
Yalnız şu var ki, bu ünlü duruşmalara çıkanların ve suçlarını itiraf edenlerin büyük bir kısmı, kendilerini aşağılamayı çok aşırı ölçülere vardırmışlardır. Bunların çoğu, devletin ve Bolşevik Partisinin yönetici mevkilerinde bulunmuş üstün yetenekte kişilerdi. Bu partinin onlar için çok büyük bir anlamı vardı. Bu partiden atılmak, bir tarikattan atılmaya benzemiyordu. Onların iç dünyalarını çok daha sarsıcı bir biçimde altüst ediyordu. Parti içindeki mücadelede uğradıkları yenilgiye ve devrim adına giriştikleri karşı-devrimci eylemlerin tümüyle açığa çıkarılmasına karşı duyduktan şiddetli tepkiler bile, tüm yaşamları kendilerinden daha büyük bir dava uğruna mücadele içinde geçmiş olan bu insanların kafalarındaki iç çatışmanın bir yansımasıydı.İtirafların biçimi ve duruşmalarda gösterilen duygusallığın ölçüsü, tutukluların mizacına, kültür düzeyine ve işlenen suçun büyüklüğüne ve niteliğine göre değişiyordu. Buharin'in mahkemedeki son sözleri ilginçtir. Onu çok yakından tanırdım; kendisiyle birlikte çalışmıştık; sık sık şakalaşır, eğlenirdik. Çocukluğundan başlayarak tüm yaşamı devrimci mücadelenin ayrılmaz bir parçası olmuştu. Buharin'in, yargıçların ve tüm dünyanın önünde konuşurken gösterdiği içtenliği, sözlerindeki açıklığı ve çektiği büyük acıyı görmezden gelmek olanaksızdır:
Pişmanlık çoğu zaman uyuşturucu madde ve benzeri gibisinden yanlış ve saçma nedenlere bağlanıyor. Ben kendi payıma, bir yıldır kalmakta olduğum hapishanede çalıştığımı, okuduğumu ve zihnimin açıklığını koruduğumu söyleyebilirim. Bu örnek, bütün uydurmaları ve gülünç karşı-devrimci masalları çürütmeye yardımcı olabilir. Hipnotizma yapıldığı ileri sürülüyor. Ama ben mahkemede savunmamı yaptım, kendimi oradaki koşullara uydurabildim ve savcıyla tartıştım: Böyle bir hipnotizmanın mümkün olmadığını herhangi bir kimse, tıbbın bu dalından pek az anlayan bir kimse bile rahatlıkla görebilir. Bu pişmanlık sık sık, Oostoyevski'vari bir kafaya, ruhsal özelliklere bağlandı. Bu, ancak "Budala'daki kişiler için, Alyoşa Karamazov için ve öteki Dostoyevski kahramanları için söylenebilir; onlar herkesin içinde ayağa kalkıp, "Dövün beni, Ortodoks Hıristiyanlar, ben bir alçağım," diye bağırmaya hazır kişilerdir. Ama burada sorun hiç de öyle değil... Şimdi kendimden, pişmanlık göstermemin nedenlerinden sözedeyim. Hiç kuşkusuz, suçlayıcı kanıtların çok büyük önem taşıdığını kabul etmek gerekir. Üç ay boyunca konuşmayı kesinlikle reddettim. Sonra birden tanıklık etmeye başladım. Niçin? Çünkü hapishanede, tüm bir geçmişimi yeniden değerlendirdim. Çünkü kendi kendinize, "eğer öleceksen, neyin uğruna ölüyorsun?" diye sorduğunuzda, karşınızda birden şaşırtıcı bir berraklıkla kapkara bir boşluk beliriyor. Eğer kişi pişmanlık göstermeden ölmek istiyorsa, uğrunda ölünecek hiçbir şey kalmıyor. Ve tam tersine, Sovyetler Birliği'nde ışıldayan her şey, insanın kafasında yeni boyutlar gerektiriyor, işte bu durum beni en sonunda silâhsız bıraktı ve partinin ve ülkenin karşısında diz çökmeme yol açtı. Ve kendi kendinize şunu soruyorsunuz: "Pekâlâ, diyelim örmeyeceksin; diyelim bir mucize olacak ve sağ kalacaksın; ama neyin uğruna? Herkesten kopmuş, bir halk düşmanı olarak, insanlık-dışı bir durumda, yaşamın özünü oluşturan her şeyden tamamen kopmuş olarak..." Ve birden gene aynı yanıt dikiliyor karşınıza. Yurttaşlar, yargıçlar, böyle durumlarda, kişisel olan her şey, insanın tüm kişisel kabuğu, tüm nefret, gurur ve daha bir sürü şey yıkılıp gidiyor. Ve bir de, geniş enternasyonalin yankıları kulağınıza geldiğinde, işte bütün bunlar hep birlikte etkisini gösteriyor ve diz çöken hasımları karşısında SSCB'nin tam bir ahlaki zaferiyle sonuçlanıyor... Elbette önemli olan, bu pişmanlık değil, ya da özel olarak benim kişisel pişmanlığım değil. Mahkeme, bu olmadan da kararını verebilir. Suçlanan kişinin itirafta bulunması sorunun özü değildir. Suçlanan kişinin itirafta bulunması, ortaçağa ilişkin bir hukuk ilkesidir. Ama burada aynı zamanda, karşı-devrim güçlerinin içten yıkılmasıyla da karşı karşıyayız. Ve insanın silâhlarını bırakmaması için, Troçki olması gerekiyor... (s. 777, Mahkeme Tutanakları).
Suçlu olduklarını gösteren kanıtlarla karşılaştıkları zaman itirafta bulunmayı reddedenler de ister istemez çıkayordu. Dolayısıyla, bunlar açık olarak yargılanmıyor, ama gene de idam ediliyorlardı. Duruşmaların ve temizliklerin yanısıra, iç savaşın bir bölümünü de NEP'çilerin ve kulakların tasfiyesi meydana getiriyordu. Stalin tarafından serbest bırakılan GPU, binlerce kulağı toparladı, onları aileleriyle birlikte, yeni kasabaların ve kentlerin kurulmasında, büyük kanalların açılmasında ve Sibirya'nın yeni sanayi kuruluşlarıyla kalkındırılmasında çalıştırdı. Gerçi mücadele ilkel, kaba, amansız, sert ve şiddetliydi, ama aynı zamanda yapıcıydı. Zorla yerleri değiştirilen insanların geniş yığınları arasından, yeni insanlar, mühendisler, yapı ustaları, mimarlar, sanayi önderleri, yöneticiler, yeni bir uygarlığın yaratıcıları oldukları keşfedilen inançlı Sovyet işçileri yükseldi.
Ama 1938 yazında bir gün Kızıl Orduyu denetlemekten dönen Voroşolov'un son derece kaygılı olduğu görüldü. Voroşilov, Urallardan henüz dönmüş olan Kaganoviç'le konuşurken, ordu içindeki temizlik hareketinin etkilerinden sözetti: "Disiplinin ve yoldaşlığın temelleri çatırdıyor. İster astı, ister üstü olsun, hiç kimse yanmdakine güvenmiyor."
O sırada Stalin, Kafkasya'da, çocukluğunu geçirdiği evin yakınlarında bir yerde yaz tatilindeydi. Politik Büro üyesi ve Kafkasya Federasyonu Parti Sekreteri olan Beria, Stalin'i aradı ve kendisine temizlik hareketinin çok ileri gittiğini anlattı. Tam o sıralarda Kaganoviç ve Voroşilov da Stalin'e bir telgraf çekerek aynı şeyi bildirdiler. Ertesi gün Kaganoviç'le Voroşilov, Stalin'in bulunduğu yere geldiler ve yaptıkları toplantı sonucunda ikinci iç savaşa son verildi. NEP'çiler kasabalardan ve kentlerden kovulmuştu. Köylük bölgelerdeki kulaklar dev bir süpürgeyle temizlenmişti. "Sosyalizmin tek ülkede" kuruluşunu kösteklemeye çalışan bütün yöneticiler temizlenmiş ve, Kızıl Ordu da içinde, bütün örgütler, Nazi Almanyası sürülerinin bir karşı-devrimci darbe için gerekli bunalım koşullarını yarattıkları sırada Stalin rejinıini yıkmaya çalışan bütün vatan hainlerinden arındırılmıştı. Bu çetin görev gerçekleştirilirken ister istemez hatalar, aşırılıklar, abartmalar, gereksiz kayıplar da olmuştu. Stalin bunların hiçbirini inkâr etmiyor.
Sovyetler Birliği dışından epeyce protesto geldi. Bunların çoğu ya bir takım iftiralara ya da yanlış anlamalara dayanıyordu. Ama yerine getirilmekte olan bu yüce göreve pek az yakınlık duyuldu ve gereken değer verilmedi. Gerçi bütün bu olaylar dünya gazetelerinin sütunlarını boydan-boya kaplıyordu, ama karşı-devrimci unsurlar (Troçki'nin yandaşları, NEP'çiler ve kulaklar) Sovyetler Birliği'nin büyük nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturuyorlardı. Aynı dönemde halkın büyük çoğunluğu Stalin'in önderliğinde dev kuruluş çabaları içerisindeydi. Ve bugün Müttefikülkelerin halkları, bu çabalara derin bir şükran borçlu olduklarını kendi gözleriyle görmektedirler.