Header Ads

Header ADS

Stalin ve Troçki: Devrim ve Karşı-devrim

Onüçüncü Bölüm - Stalin ve Troçki: Devrim ve Karşı-devrim

Geçenlerde Washington'da, temizlik hareketini tartışırken, mevki sahibi ve üzgün bir Fransızın bana söylediklerim unutamıyorum. "Evet", demişti, "korkunç bir şey olmalı, sizin dediğiniz gibi, bir çılgınlık olmalı. Ama unutmayın, dostum, on­ların Rusya'da kurşuna dizdikleri Beşinci Kol mensuplarını biz Fransa'da bakanlık koltuğuna oturttuk. Bugün her ikisinin sonucunu da görebi­liyoruz, hem de Kızıl Savaş cephesinde." W. DURANTY 

LENİN'İN ölümünden bir ay önce, 1923 Aralığındaki parti kongresinde, Stalin "troçkizmin yokedilmesi için çağrıda bulunduğunda oradaki bütün gözlemciler Stalin'in Troçki'yle olan bütün sorunları çözmeye, onun etkisine son ver­meye ve savunduğu fikirleri de onunla birlikte yıkmaya ke­sin olarak karar verdiğini açıkça anlamışlardı. Stalin'in kendisiyle Troçki ve yandaşları arasındaki çatışmanın izle­yeceği aşamaları, parti içindeki ilk ideolojik mücadelenin en sonunda Troçki'nin sürgün edilmesine ve idam manga­larının işe koyulmasına dek varacağını önceden hesapladı­ğını hiçbir zaman söyleyemem. Stalin, önce vuran, sonra tartışan bir insan değildi. Aslında, hiçbir ülkenin politika tarihinde politik bir partinin önder üyeleri arasında böyle­sine uzun bir söz savaşının, yalnızca sözlerle yürütülen bir savaşm bulunmadığını söylemek isterim. Ayrıca, Stalin gi­bi böylesine büyük bir iktidara sahip hiçbir önderin hasmı­na karşı bu kadar büyük bir sabır göstermediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Olup bitenleri, her şeye yakından tanık ol­muş bir kimse olarak, 1923 Aralığından Troçki'nin Sovyet­ler Birliği'nden sürgün edildiği 1929 Ocağına dek süren uzun mücadelede sık sık yer almış bir kimse olarak yazıyo­rum.

Stalin bu kongrede, daha önce Lenin'in yaptığı gibi, Troçki'nin görüşlerini bir kez daha "troçkizm" olarak sergilerken, Bolşeviklere, her muhalif güce karşı kullanacakları güçlü bir silâh sağlıyordu. Aynı biçimde Lenin öldüğü za­man onun öğretilerini "leninizm" olarak ölümsüzleştirdiğinde de, ustaca bir politik savaş yürütüyordu.

Lenin'in Vasiyetname'sine dayanılarak Troçki uğruna Stalin'in feda edilip edilmemesi üzerinde tartışmanın hiç­bir yararı yoktur. Bu belgeyle ilgili olarak bir yığın dediko­du yapılmış, birçok temelsiz görüş ileri sürülmüştür, Le­nin'in Vasiyetname'si, o zamana dek kendisinin engel oldu­ğu bir bölünmeyi, Bolşevik partisi içinde bir bölünmeyi ön­leme çabasından başka bir şey değildi. Lenin'in hasta oldu­ğu bir sırada yazılmıştı. O sırada Bolşevik Partisi önderleri­ni niteleyişi herhalde oldukça yerindeydi. Ama gene de da­ha sonraki olaylar, Troçki'yi gereğinden fazla büyüttüğünü ve "Harika Gürcü'yü gereğinden fazla küçümsediğini is­patladı. Ayrıca mektubun iletilmesi de, Lenin'in umduğun­dan farklı koşullarda meydana gelmiş olabilir. Gerçekten de, bu belge karanlığa sıkılmış bir kurşundu ve hedefini bulmamıştı: Belge, Lenin'in haleflerini birleştirmediği gibi, onun o zamana dek kararlılıkla savaştığı ve mahkûm ettiği güçlerin elinde bir silâh haline geldi. Ama bütün bunlara karşın, bu silâhı tersine çevirmek Stalin için güç olmadı. Stalin, Partinin On üçüncü Kongresinde belgeyi okuduktan sonra, "Evet, ben Lenin'in partisini yoketmeye kalkışanlara karşı kabayım" dedi ve böylece sorunu bir kibarlık sorunu olmaktan çıkararak partinin devrime önderlik etme rolü­nün, ilkelerin ve hedeflerin savunulduğu büyük bir savaş alanı haline getirdi. Ama her şeye karşın, Lenin'in kibarlık­la ilgili öğütlerine üzülmüştü.

O günlerden sonra, Bolşevik önderler arasındaki mü­cadelenin kişisel yanlarına duyulan ilgi o kadar yoğunlaş­mıştır ki, sözkonusu sorunlar çoğu zaman özünden saptı­rılmış ve bulandırılmıştır. "Stalin, eski Bolşevikleri, Lenin'in dostlarını yokediyor", "diktatör Stalin, devrimin en iyi evlâtlarını katlediyor", "Stalin, ikiyüzlülüklerle dolu bir evet efendimciler partisi yaratıyor." işte dünya bu sözlerle çalkalanıyordu, ta ki Hitler ordularının Moskova kapıların­dan geri püskürtüldüğü, Sovyetler Birliği'nin o eşsiz birliği, coşkusu ve gücüyle tüm insanlığı şaşkınlık içinde bıraktığı ve tüm dünyayı Sovyetler ve Stalin'in önderliği üzerinde yeniden düşünmeye zorladığı güne dek. İşte o zaman, Sov­yeter Birliği'nin güçsüz olduğu ve içten çöktüğü yolundaki bütün uğursuz kehanetlerin yanlış olduğu anlaşıldı ve tüm dünya Sovyet gücünün büyüklüğü önünde sarsıldı, Sovyetlerin zaferinin görkemi karşısında gözleri kamaştı.

Uzaktan baktığımızda ya da sonradan değerlendirdiğimizde, birçok olayın önemini küçümsemek kolaydır. Stalin'le Troçki arasındaki anlaşmazlıklar 1924 yılına dek gelip geçici ve önemsiz şeyler gibi görünmüştü. Ne Stalin, ne de Troçki birbirlerinin görüşlerini sistemli ve kapsamlı bir biçimde sergilememişlerdi. Birbirlerinin ne özel olarak Rusya Devrimine ilişkin, ne de genel olarak devrime ilişkin görüşlerini sistemli olarak sergilememişlerdi. Her ikisi de Marx'm izleyicileri olduklarını söylemişlerdi, ama marksizmi kendi tarzlarında savunmuşlardı. Aralarındaki çatışma, Marx'in söylediklerinden değil, marksizmin her ikisinin de önder olarak faaliyet gösterdikleri somut koşullara uygu­lanmasından kaynaklanıyordu.

Savaş patlak verdiğinde, Bolşevik Partisi ve Stalin, Rusya Devriminin tüm bir gelişimini belirlemiş olan o bü­yük kararlardan birini vermek zorunda kaldılar. 1917 Ka­sım olaylarından sonra, bütün gözler Avrupa'daki devri­min uzun süredir özlenen yaygınlaştırılmasına çevrilmişti. Ama Macaristan'daki kısa ömürlü Bolşevik rejimin yokedilişine, Alman Devriminin Weimar Anayasasına saptırılıp orada boğulmasına tanık olmuşlardı. 1923 yılında, Komü­nist Enternasyonalin önderleri Zinovyev, Buharin ve Troç­ki Almanya'da proletarya devriminin çok yakın olduğuna inanıyorlardı ve Komintern Radek'i Almanya Komünist Partisi önderlerine danışmanlık etmeye yollamıştı. Radek başarılı olamadı ve ayaklanma bastırıldı. Artık en ateşli olanlar bile Avrupa'da devrimin gerilemekte olduğunu açıkça görüyorlardı ve bu gerileyişin ne kadar süreceğini hiç kimse kestiremiyordu.

Stalin, Komünist Enternasyonali 1919 Martında Lenin'le birlikte kurduğu ve kendisini ilk kez gördüğüm 1920'deki İkinci Kongrede de bulunduğu halde, uluslarara­sı sorunlar üzerinde pek az yazmış, pek az konuşmuştu. Bütün politik yazıları, hatta milliyetler sorunu üzerine kita­bı bile, Rusya İmparatorluğu içindeki mücadeleler üzerin­de yoğunlaşmıştı. Lenin'in 1914-18 savaşına ilişkin enternasyonalist görüşünü paylaştığı halde, bu konuda hemen hiçbir şey yazmamıştı. Onun uluslararası sorunlara girişi esas olarak deneysel bir biçimde oldu. Daha önceleri, 1905'te Finlandiya'ya, 1906'da Stokholm'e, 1907'de Lon­dra'ya, 1912'de Krakov ve Viyana'ya gittiğinde, parti sorun­larından başka bir şeyle ilgilenmemişti. Rusya İmparatorlu­ğunun sınırları dışındaki olaylara ilk gerçek katkıları, Le­nin'in yardımcısı olduktan sonra başlamıştı. Brest-Litovsk görüşmelerine ilişkin buhran patlak verdiğinde, hemen ka­rarlılıkla Lenin'in safında yer aldı ve antlaşmanın hemen imzalanmasını savundu. Çünkü o sıralarda Stalin, Avru­pa'da devrimin eli kulağında olduğu yolundaki hayallere asla kapılmıyordu ve Alman devrimciler 1923'te yenilgiye uğradıklarında, Stalin'in, Rusya proletaryasının Sovyetler Birliği'nde tam hızla sosyalizme ilerlemesi gerektiği yolun­daki inancı doğrulanmış oldu.

Stalin, Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kuruluşuna girişmekle, öteki ülkelerin işçilerinin dostça desteğini kazanacaklarından, ama en azından uzunca bir süre başka bir işçi devletinin yardımından yoksun kalacaklarından emin­di. Stalin'e göre, Rusya Devriminin yazgısı öncelikle şu so­run üzerinde toplanıyordu: Kapitalist dünya Sovyetler Birliği'ne karşı yeniden bir savaşa girişmeden, Sovyetler Birli­ği güçlü bir sosyalist ülke haline gelebilir miydi? Bu soruya kaçamak bir yanıt vermek olanaksızdı. Stalin ve Bolşevik Partisi bu soruyu olumlu yanıtladıkları takdirde, güçlerini sonuna dek seferber etmelerini zorunlu hale koyacak dev bir görevle karşı karşıya geleceklerdi. Olumlu yanıt verdiler ve NEP'in yürürlükte olduğu bir dönemde bu yanıtın veril­mesinde öne geçen Stalin oldu.

Herhalde kapitalist dünya bu dönemi "kapitalizme ge­ri çekiliş" dönemi olarak görmüştür. Reformcular da her­halde bu dönemi, Sovyetler Birliği'nin sürekli artan bir li­beralizme gideceği liberal bir dönemin başlangıcı olarak değerlendinnişlerdir; yani devrimcilerin hıristiyan oldukla­rı, Bolşeviklerin tatsız devrimci yöntemlerden vazgeçtikleri ve sosyalizmin saptırıldığı bir dönem olarak. Stalin ise, bu dönemi, yeni saldırılara geçmeden önce Bolşevik tümenleri yeniden düzenlemek üzere devrimin "hazır mevziler"e geri çekildiği bir "soluklama" dönemi olarak görüyordu.

Hiç kuşkusuz bu, sözkonusu dönemin sınıf mücadele­sinin askerî terimleriyle ifade edilmiş bir değerlendirmesi­dir. Ama Stalin'i olsun, devrim sürecini olsun, herhangi bir başka açıdan değerlendirmeye kalkışmak son derece an­lamsız olur. Bolşeviklerin tarihi yaratış tarzlarını beğenme­yebiliriz. Gerek yönetenlerin, gerek yönetilenlerin daha temkinli davranmış olmaları gerektiğini düşünebiliriz; ama bu bizim gerçekten olup bitenleri kavramamızı sağlamayacaktır. Stalin, Bolşevik bakış açısını savundu, Bolşeviklerin hedefleri doğrultusunda hareket etti ve Bolşevik ilkelerine bağlı kaldı. Bu gerçeği gözden kaçırdık mıydı, tüm bir dev­rim süreci anlamını yitirir ve cinayetler, intiharlar, korku, kişisel kıskançlıklar ve kişisel tutkularla dolu sıradan bir öykü derekesine indirgenmiş olur.

Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin kuruluşunda patlak veren ilk çatışmadan 1938'de Kızıl Ordudaki temiz­lik hareketine dek tüm bir kavga, son çözümlemede, dev­rimle karşı-devrim arasındaki uzun süren bir mücadeleden başka bir şey değildir. Daha ilk başlarda Lenin'le Stalin, devrime hangi sınıfın önderlik edeceği sorununda Troçki ve yandaşlarına karşı çıkmışlardı, iktidarın ele geçirilme­sinden sonra Lenin ve Stalin kararlılıkla Brest-Litovsk Barış Antlaşmasının imzalanmasını savundular. Troçki ise, Sov­yet hükümetinin savaşacak silâhı bulunmadığı bir dönem­de, "ne savaş ne barış" anlayışıyla devrimci savaş anlayışı arasında yalpaladı durdu. Stalin, Kızıl Ordunun Bolşevik Önderler tarafından yönetilmesini savundu. Troçki ise, or­dunun kurmay görevlerini Çarlık ordusundan gelen subay­lara teslim etti. Troçki, sendikaların zorunlu devlet kurum­ları haline getirilmesini ve emeğin askerileştirilmesini önerdi. Lenin ve Stalin ise, sendikaların gönüllü örgütler olmasını savundular ve emeğin askerileştirilmesine karşı çıktalar. Lenin ve Stalin, sosyalizmin tek ülkede kurulabile­ceğini ileri sürdüler. Troçki ise, Rusya devriminin hemen bir Avrupa devrimiyle desteklenmediği takdirde mutlaka başarısızlığa uğrayacağı görüşünde diretti.

Troçki'nin bütün bu sorunlardaki fikirleri ardı ardına sıralandığında, onun pratikteki önerilerinin bozguncu ve teslimiyetçi olduğunu görmemek olanaksızdır. Troçki, Ekim Devriminden üç ay kadar önce, ancak Menşeviklerin kesin olarak yenilgiye uğradıklarından emin olduğu zaman, Menşevik kamptan Bolşevik kampa geçiverdi. Ayrıca devrimden hemen sonra meydana gelen olaylardan açıkça anlaşıldığı gibi, Troçki devrim sorunlarına yaklaşımını te­melde zerrece değiştirmiş değildi. Yalnızca kendisine üs­tünlük sağlayacak alam değiştirmişti.

Parti içindeki büyük temizlikten sonra, NEP dönemi­nin ortalarında, Stalin "troçkizme karşı leninizm" sorunu­nu ortaya koydu. Ama doktrin sorunlarının somut politik biçimlerde nasıl ortaya konulacağını Lenin'den öğrenmiş olan Stalin, bütün teorik tartışmaları "sosyalizmin tek ülke­de kurulması" sorununun incelenmesine yöneltti. "Troçki bu soruna nasıl bakıyor?" diye sordu ve Troçki'nin 1905 Yılı adlı kitabındaki sözleriyle yanıtladı:

Rusya'daki devrimci gelişmenin niteliği üzerine görüşlerin, sonra­ları "sürekli devrim" teorisi diye bilinen görüşlerin yazarın kafasın­da yavaş yavaş billurlaşması, 9 Ocakla Ekim 1905 Genel Grevi arasındaki fasılada oldu. Bu karmaşık gibi görünen deyim aslında oldukça basit bir fikri anlatıyordu: Rusya Devriminin acil hedefleri burjuva nitelikte olmalarına karşın, devrim bu hedeflere ulaştıktan sonra orada durmayacaktı. Devrim, önündeki acil burjuva sorunlarını, proletaryayı iktidara getirmeden çözemezdi. Ve proletarya, ik­tidarı ele geçirdikten sonra, kendisini devrimin burjuva çerçevesiy­le sınırlayamazdı. Tam tersine, proletarya öncüsü, zaferini güven­ce altına alabilmek için, yönetiminin daha ilk aşamalarında yalnız­ca feodal mülkiyete karşı değil, aynı zamanda kapitalist mülkiyete karşı da köklü saldırılara girişmek zorunda kalacaktı. Bunu yapar­ken, proletarya, yalnızca kendisini devrimci mücadelenin ilk aşa­malarında desteklemiş olan burjuva gruplarıyla değil, aynı zaman­da iktidara gelmesinde kendisine yardım etmiş olan geniş köylü yığınlarıyla da düşmanca çatışmalara girecekti. Köylülerin büyük ço­ğunluğu oluşturduğu geri bir ülkedeki işçi hükümetinin içinde bu­lunduğu çelişmeler ancak uluslararası planda, dünya proletarya devrimi planında çözülebilirdi.

Ve "leninizm"in safında yer alan Stalin, bu görüşleri şöyle yanıtladı:

Lenin, proletarya ile emekçi köylü tabakaları arasındaki ittifaktan, proletarya diktatörlüğünün temil olarak sözeder. Oysa Troçki, "proletarya öncüsünün geniş köylü yığinlariyla düşmanca çatı­sması"ndan sözediyor.

Lenin, proletaryanın emekçi ve sömürülen yığınlara önderliğinden sözeder. Oysa Troçki, "köylülerin büyük çoğunluğu oluşturduğu geri bir ülkedeki işçi hükümetinin içinde bulunduğu çelişmeler"den sözediyor.

Lenin'e göre, devrim kendi güçlerini, esas olarak bizzat Rusya'nın işçi ve köylüleri arasından yaratır. Troçki'ye göre ise, gerekli güçler ancak "dünya proletarya devrimi planında" bulunabilir. Peki, dünya devrimi biraz gecikmeyle gerçekleşecek olursa ne ola­cak? Devrimimiz için bir umut ışığı var mıdır? Troçki yoldaş, her­hangi bir umut ışığı olduğunu kabul etmiyor, çünkü "işçi hüküme­tinin içinde bulunduğu çelişmeler... ancak... dünya devrimi planın­da çözülebilir." Bu görüşe göre, devrimimiz için tek bir seçenek kalmaktadır: Dünya devrimini beklerken, kendi çelişmeleri içinde kurumak ve köklerine dek çürüyüp gitmek. Lenin'e göre proletarya diktatörlüğü nedir? Proletarya diktatörlüğü, "sermayenin tamamen yok edilmesi" ve "sosyalizmin nihaî olarak kurulması ve sağlamlaştırılması" için, proletarya ile emekçi köylü yığınlarının ittifakına dayanan iktidar­dır. Troçki'ye göre proletarya diktatörlüğü nedir? Proletarya diktatörlüğü, "geniş emekçi yığınlanyla... düşmanca ça­tışmalara giren" ve "çelişmelerinin" çözümünü yalnızca "dünya devrimi planında" arayan bir iktidardır. Bu "sürekli devrim teorisi" ile Menşevizmin proletarya diktatörlüğü kavramını reddeden o malûm teorisi arasında ne fark vardır? özünde, hiçbir fark yoktur.

Böylece, ideolojik savaş açılmış oldu. Stalin yalnızca güçlü bir tartışmacı değil, aynı zamanda Troçki'den kat kat üstün bir örgütleyici ve taktisyendi de. Daha önce parti içindeki büyük temizlik hareketinde Lenin'e yardımcı olmuştu. Şimdi de, Lenin'in ölümünden sonra, partiye, Lenin'in davasına hizmet etmek isteyen 200.000 yeni üye alı­yordu. O, yeni bir öğreti kurmadı; Lenin'in bayraktarı ve öğrencisi olarak partinin ve yığınların başına geçti. Düş­manları ise, onun partiye aldığı yeni üyeler için "serseri ta­kımının dalkavuklar partisine doldurulması" dediler. Poli­tika alanında, insanlar bizim onaylamadığımız işler yaptık­larında ya da sevmediğimiz birini desteklediklerinde, he­mencecik "serseri takımı", hem de genellikle "azgın serseri takımı" olur çıkarlar! Doğru bulduğumuz işler yaptıkları zaman da, "bilinçlenmiş halkın sesi"nden ya da "en üstün demokrasinin onurlu ifadesi"nden sözetmeye başlarız!

Bu büyük tartışma patlak verdiğinde, Stalin'le birlikte Troçki, Zinovyev, Buharin, Radek, Kamenev ve Rikov da Bolşevik Partisi Politik Bürosu üyesiydiler. Hepsi de yete­nekli kişilerdi. Zinovyev şişman, kısa boylu, temiz yüzlü, dağınık saçlı bir Yahudiydi. Tiz, ama etkileyici bir sesi var­dı ve oldukça yetenekli bir konuşmacıydı. Uzun yıllar Lenin'le birlikte Paris'te, Cenevre'de ve başka yerlerde sür­günde bulunmuştu. 1917 Kasım ayaklanmasını Kamenev'le birlikte "maceracılık" olarak mahkûm etmiş ve o sı­rada bir geri çekilişi savunurken en güçlü söylevlerini ver­mişti. Komünist Enternasyonalin ilk başkanıydı. Daha son­ra bu görevi Buharin devralmıştı. Nikola Buharin, gençliğindeki öğretmenlik günlerin­den sonra profesyonel devrimci saflarda zeki bir teorisyen olmuş ufak-tefek bir adamdı. Yetenekli bir ressam ve yazar­dı; arkadaşları arasında çocuksu davranışları ve tatlı kişili­ğiyle çok sevilirdi. Ne var ki, mizaç bakımından dengesiz­di; aniden coşan ya da histeriye kapılan bir mizacı vardı. Bolşevizmin önderleri arasındaki yerini entellektüel yete­nekleri sayesinde sağlamıştı. Buharin'in yakın arkadaşı Karl Radek parlak bir gaze­teci ve uluslararası sorunları Rusya'da en iyi bilen kişiydi. Aslen bir Polonya Yahudisiydi. Yaradılışı bakımından çok şakacı bir insandı. Sosyalizm sorunlarında çok bilgiliydi. Uzun boyu, kocaman gözlükleri, iyi işlenmiş bir kürk par­çası gibi yanaklarım kaplayan sakalıyla, kalabalıkta her za­man dikkati çekerdi. Radek de Bolşeviklere çok genç yaşta katılmıştı.

Uzun zamandır Bolşevik Partisi üyesi bulunan ve uzun yıllar hapiste ve sürgünde yaşamış olan Kamenev, bende her zaman şöyle bir izlenim bırakmıştır: Her nasılsa kendisini hiçbir zaman rahat hissetmediği politik olaylara karışmış, her zaman bu olaylardan kaçmanın bir yolunu arayan, ama bir türlü de bulamayan küçük işadamı bir Rus. Birkaç yıl başbakanlık görevinde bulunmuş olan Rikov, "pazar giysileriyle" kente inmiş ve sık sık "pazusunu göstermekten" hoşlanan bir köylüye benziyordu. Gerçi ye­tenekli bir insandı, ama Rusya Devriminin hızına ayak uy­duramadı. Sessiz ve sakin bir yaşam sürme olanağı bulsaydı çok mutlu olabilirdi, ama dünyaya gelmek için yanlış bir çağ seçmişti ve koşulların baskısıyla giderek yozlaştı.

Çok geçmeden Stalin'e karşı bir "blok" oluşturacak olan bütün bu insanlar çok önemli mevkilerde bulunuyor­lardı. Rikov, Başbakandı. Troçki, Savaş Komiseriydi. Zi­novyev Komünist Enternasyonal Başkanıydı. Buharin Pravda'nın, Radek de İzvestia'nın yazı işleri yöneticisiydiler. Bunlar, ilkin Troçki'yle birlik değildiler. Aslında Troçki'ye tamamen karşıydılar. Ama Stalin'in leninist politikasının uygulamaları NEP ve sanayileşme dönemlerinde açıkça, be­lirmeye başlayınca, her biri kendine özgü bir yoldan Troçki'nin önderliğindeki muhalefete katıldılar. Aslında her bi­rinin kendine göre tutkuları olduğu doğrudur. Bir yandan Troçki'den, bir yandan da Stalin'den ne kadar korktukları­nı hesap etmek herhalde ruh hekimlerine düşer; ama Ekim Dersleri adlı kitabını yayınlamakla Troçki'nin, Zinovyev'le Kamenev'i Stalin'in yanına ittiği kesinlikle söylenebilir. Bu kitap yayınlandığında Zinovyev de, Kamenev de büyük bir öfkeye kapıldılar. Çünkü Ekim Dersleri' nde Troçki, onların 1917 ayaklanmasına muhalefetlerine değiniyordu. Stalin, onların Troçki'yi yanıtlamalarını bekledi; bunu yaparlar­ken kendi kendilerini ele vereceklerini çok iyi biliyordu.

Bütün muhalif güçlerin Stalin'e ve onun programına hep birlikte karşı çıkmalarına yol açan şey, NEP'ten ve Sta­lin'in sanayileşme atılımından doğan pratik sorunlardı. NEP döneminde ülkenin ekonomik yaşamı beklendiği gibi yeniden canlandı. Yoksa, "Savaş Komünizmi"nin terdekilmesinin haklılığı ispatlanamayacaktı. Ama NEP elbette başlı başına bir amaç değildi. NEP ne kapitalist ekonomiy­di, ne de sosyalist ekonomi; köylü mülkiyetinin, özel ticare­tin ve küçük ölçüde kapitalist sanayinin geri getirildiği ka­pitalist pazar koşullarında, devletleştirilmiş kesimin işlevi­ni yerine getirmek zorunda olduğu, her iki ekononıinin bir uzlaşımıydı. Bunun kalıcı bir durum olamayacağı açıktı. NEP, kapitalizmi geri getirmenin mi, yoksa sosyalizmi iler­letmenin mi bir aracı olacaktı? Bolşevik Partisi bu konuda kararını vermek zorundaydı. Stalin'in bu konuda asla du­raksaması yoktu: Ülkeyi sosyalizme ilerletmekte kararlıydı. Troçki'nin de duraksaması yoktu: Bir Avrupa devrimi ol­madan sosyalizme ilerlemenin mümkün olabileceğine inanmıyordu. Her ikisi de tavırlarında tam bir ilke tutarlılı­ğına sahiptiler. Ama ne kadar devrimci lâflarla süslenmiş olursa olsun, Troçki'nin savunduğu şeyin, kapitalizme geri dönüşten başka bir anlama gelmediği son derece açıktır.

Zinovyev, Kamenev ve ötekilerin tutumundaysa ilke­lere bağlılık diye bir şey yoktu. Bir Stalin'i, bir Troçki'yi destekliyorlar, durmadan yalpalıyorlardı. Zayıf kişilikleri yüzünden giderek sosyalizmin tek ülkede gerçekleştirilme­sinin mümkün olmadığı inancına vardılar. Ve "parti bürok­rasisine" yöneltilen eleştiri korosunda onlar da yerlerini al­dılar. Oysa iktidar tamamen kendi ellerindeyken böyle bir şeyden rahatsız olmamışlardı. Parti disiplininden uzaklaş­maya başladılar ve Troçki'yle birlikte düşman bir parti ör­gütlemeye giriştiler. Gizli toplantılar yaptılar, yeni bir prog­ram hazırladılar ve en sonunda sokak gösterileri düzenle­yerek ortaya çıktılar. Parti içinde bir eleştiri grubu olmak­tan çıkmış, parti düşmanı bir güç haline gelmişlerdi. 1927'de Stalin ve Bolşevik Partisi Merkez Komitesi Beş Yıl­lık Planı sunduklarında, muhalefet bir karşı-planla karşı­lıkta bulundu.

Hiç kuşkusuz, Troçki'nin yanında Zinovyev, Kamenev ve Radek'ten başkaları da vardı. Sözgelimi, bir zamanların İngiltere büyükelçisi Rakovski, Piyatakov ve daha başka ye­tenekli kişiler vardı. Bu önderleri ve onların birçok yandaşını yakından tanıyordum. Onların komisyonlardaki, konferanslardaki, halk karşısındaki ve özel konuşmalardaki tartışmalarını dinlemiştim. Birçok kez, kendilerinin hatalı ve Stalin'in haklı olduğunu söylediklerini kulaklarımla işitmiştim. Stalin, onların yönetici mevkilere yeniden getiril­melerini kabul etmiş ve kendisine ve politikasına yeniden saldırdıklarını gözleriyle görmüştü. Devrimin onuncu yıldönümünde, Radek'in, Kızıl Meydana doğru ilerleyen kala­balığa, nasıl tumturaklı nutuklar çektiğini Bristol Otelinin balkonundan duydum ve gördüm. Troçki de aynı biçimde tantanalı nutuklar atmaya çalıştı. Ama halkın önünde giriş­tikleri bu dört yıllık tartışmadan sonra elde ettikleri tek kay­da değer sonuç, Bolşevizm saflarından kovulmaları oldu. Stalin, bu olaylardan birkaç hafta önce, bu adamların ken­dilerini Bolşevik Partisi üyeliğinden ne kadar koparmış olduklarını tüm dünyaya göstermişti. Devrimin onuncu yıldönümündeki çabalarının tamamen boşa çıkması da, yı­ğınlar üzerindeki etkilerinin ne kadar azaldığını açıkça göstermişti. Ama yakında bir değişiklik olabilirdi.

1928 yılı başlarında Beş Yıllık Planın sunulmasıyla birlikte, yeni sosyalist saldırı başladı. NEP döneminde ül­kedeki sanayi ve tarım, 1913'teki düzeyine erişmişti. Tartış­ma dönemine son verilmişti. Stalin, tüm halka, ülkenin batı ülkelerinin yüz yıl geresinde kaldığını, on yıl içinde onlara yetişip geçmeleri gerektiğini, yoksa "soluk alma" dönemi sona erdiğinde yenik düşeceklerini anlatmıştı. Bolşevikler korkunç hızlı bir tempoyla çalışmaya koyuldular. Çok geç­meden, bu tempoya ayak uyduramayan Rikov, Buharin, Tomski ve ötekiler Troçki'nin kampına geçtiler. Bunun üzerine yeni önderler, yeni tipte önderler yer almaya başla­dı Stalin'in yanında: Kaganoviç, Kuybişev ve Kirov. Bunla­rın hepsi de son derece yetenekli birer örgütleyici ve yöneticiydiler. Hepsi de tek ülkede sosyalizmin mümkün oldu­ğuna büyük bir tutkuyla inanıyorlardı.

Beş Yıllık Plan uygulanmaya başladıktan iki yıl sonra parti kongresinin karşısına çıktığında, Stalin tam formun­daydı, muhalefetten sözederken gülüyordu. Şöyle diyordu: Çehov'un Deri Çantadaki Adam adlı öyküsünü anımsıyor musu­nuz? öykünün kahramanı Belikov, hava ister sıcak ister soğuk ol­sun, her zaman ayağında galoşları, sırtında kalın paltosu ve elinde şemsiyesiyle dolaşır. "Temmuz sıcağında bu galoşlara ve kalın pal­toya ne gerek var?" diye sorarlar Belikov'a durmadan. "Hiç belli ol­maz" diye yanıtlar Belikov da, "Kimbilir! bakarsın, hava birden soğuyuverir, o zaman ne yaparım?" Yeni olan her şeyden, günlük ya­şamın sıradan olaylarının sınırlarım aşan her şeyden vebadan kor­kar gibi korkar. Yeni bir lokanta mı açıldı, Belikov hemen telaşa ka­pılır: "Bir lokantanın açılması iyi bir şey elbette, ama dikkat edin bir şey olmasın." Bir tiyatro grubu kurulur, bir okuma odası açılır, Belikov gene paniğe kapüır: "Tiyatro grubu mu, yeni bir okuma odası mı? Ne için? Dikkat edin, başınıza bir şey gelebilir."

Sağ muhalefetin eski önderleri için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Teknik okulları Halk Ekonomi Komiserliklerine teslim etme işini anımsıyor musunuz? Biz yalnızca iki okulun teslim edilmesini istiyorduk... Çok önemsiz bir sorun gibi görünebilir. Ama sağ muhale­fetin en şiddetli direnişiyle karşılaştık. "İki teknik okulu Halk Eko­nomi Komiserliklerine mi teslim edeceğiz? Niçin? Beklesek daha iyi olmaz mı? Dikkat edin, bu tasarı başımıza bir iş açabilir." Bu­gün bütün teknik okullarımız ekonomi komiserliklerine teslim edilmiş bulunuyor. Ve işler pekâlâ yolunda gidiyor... İşte, sağ mu­halefetin eski önderlerinin partiyle doğru bir biçimde kaynaşmala­rını önleyen, yeni bir şey karşısında duydukları bu korkudur. Yeni sorunlara yeni bir biçimde yaklaşmadaki bu yetersizliktir, "aman, başımıza bir iş gelebilir" korkusudur, deri çantadaki adamın bü­tün bu nitelikleridir. ... Bir yerde bir güçlük ya da aksaklık çıktı mıydı, hemen başımıza bir şey gelir diye telaşa kapılıyorlar. Bir yerde bir hamamböceği kıpırdadı mıydı, daha deliğinden çıkmasına kalmadan, bunlar deh­şet içinde kaçmaya ve felâkete uğranıldığını, Sovyet hükümetinin mahvolduğunu söyleyerek ortalığı velveleye vermeye başlıyorlar... Ve ciltler dolusu yazı yazmaya koyuluyorlar. Buharin sözkonusu sorunla ilgili tezler yazıyor, onları Merkez Komitesine gönderiyor ve Merkez Komitesinin izlediği politikanın ülkeyi felâketin eşiğine getirdiğini, Sovyet hükümetinin hemen olmasa bile üç ay içinde mutlaka yok olacağını ileri sürüyor. Rikov da Buharin'in tezlerini destekliyor, ama bir farkla; Rikov'la Buharin arasında ciddi bir ayrı­lık var; Rikov'a göre Sovyet hükümeti bir ayda değil de, bir ay iki günde yok olacak. Tomski de Buharin'le Rikov'u destekliyor, ama o tezleri yazmadan edemedikleri için, sonradan hesabını vermek zo­runda kalacaktan bir belgeyi yazmadan edemedikleri için öfkeleni­yor: "Size kaç kez söyledim! İstediğinizi yapın, ama arkanızda bel­ge bırakmayın, arkanızda hiçbir iz bırakmayın..."

Tabii tüm kongre kahkahadan kırılıyordu. Ama ülke­deki genel durumda daha büyük bir tehlike belirmişti. Her zaman olduğu gibi, sosyalizm düşman sınıf unsurlarına karşı mücadele ede ede ilerlemek zorundaydı. NEP döne­mi, düşman sınıf unsurları için elverişli bir ortam yaratmış ve onların vurgunculuk yapmalarına, ceplerini doldurma­larına fırsat vermişti. Şimdi artık ortadan çekilip gitmeleri gerekiyordu, ama her zaman olduğu gibi bu şimdi de özel çıkarlar kendiliklerinden çekilip gitmek istemiyorlardı. On­lar kendilerini köhnemiş bir toplumun kalıntıları olarak görmüyorlardı; böylece sınıf savaşı, bu kez ekonomi cep­hesinde yeniden başladı. Bozguncular faaliyetlerini iyice artırınca, devlet ve siyasi polis (GPU) silâhlarını harekete geçirmeye çağrıldı. 1928'deki Schacti Bozguncular Davası, kısa bir süre sonra birbirini izleyecek olayların habercisiy­di. Kimdi bozguncular?

Bozguncular, trenleri demiryolun­dan çıkarmak ve fabrikaları havaya uçurmak gibi sabotajlar düzenleyerek "Bolşeviklerin yetersiz olduğu" izlenimini uyandırmaya ve böylece bir başkaldırı yaratmaya çalışan karşı-devrimcilerdi. 1930 yılında, "Sanayi Partisi" diye bili­nen bir grup profesyonel mühendis, sanayi işletmelerinde sabotaj düzenlemekle suçlanarak yargılandı. 1931 yılında, karşı-devrimci faaliyette bulunmakla suçlanan birçok Menşevik mahkemeye verildi. 1933'te, metronun yapılma­sını engellemek için bir takım baltalama faaliyetlerine karı­şan mühendislerin ünlü duruşması yapıldı. Bu olayların ipleri, ülke dışındaki kapitalist merkezle­re dek uzanıyordu. Bolşevik Partisi içindeki muhalefetin ta­mamen bertaraf edilmesi ve muhalefetin önde gelen unsur­larının partiden atılması, onların parti dışında gizli muha­lefet grupları kurmalarına yol açtı; ama aynı zamanda parti, hükümet ve ordu içindeki yaygın bağlarını da korudular.

1934 yılında bir gün Stalin, Kaganoviç ve Voroşilov birlikte otururlarken, bir sekreter Kaganoviç'i dışarı çağırdı ve kendisine bir telgraf verdi. Telgrafta Politik Büro üyesi, Leningrad parti Örgütü ve sovyetinin Zinovyev'den sonraki önderi Kirov'un vurularak öldürüldüğü bildiriliyordu. Kirov, parti yönetimindeki genç kuşağın en yeteneklilerinden biri ve Stalin'in yakın dostuydu. Kirov'un Nikolaev adlı biri tarafından öldürülmesi, 1918'de Uritski'nin öldürülmesin­den bu yana Sovyet Rusya'da bir parti önderine karşı girişi­len ilk cinayetti.

Kirov'a sıkılan kurşun, çok geniş kapsamlı sonuçlar yarattı. 1921'den beri durdurulmuş olan "Kızıl Terör" yeni­den başlatıldı. Bu kez işleri siyasî polis yürütüyordu ve ça­lışmalar daha geniş bir cephede, daha uzun bir sure yürü­tüldü. Çünkü Kirov'un katledilmesi üzerine girişilen soruş­turmaların sonunda, tarihte eşine çok zor rastlanacak bir komplo ortaya çıkarıldı. Parti üyesi olan Nikolaev yargılan­dı ve kurşuna dizildi. Zinoviev, Kamenev ve daha onbir kişi mahkemeye çıkarıldılar ve Sovyet hükümetinin çalış­malarını baltalamak amacıyla karşı-devrimci bir terörist ör­güt kurmakla suçlandılar. Troçki'yle ve yabancı devletlerle işbirliği yanmaktan suçlu görüldüler ve çeşitli hapis cezala­rına çarptırıldılar. Daha sonra 1936'da, soruşturmalar da­ha da derinleştirildiğinde, Zinoviev, Kamenev ve daha ondört kişi ihanetle ve Troçki'nin önderliğinde örgütlü terör hareketlerine girişmekle suçlandılar. Hepsi de suçlarını iti­raf ettiler ve kurşuna dizildiler. 1937'de aralarında Piyatakov, Radek ve Muralov'un da bulunduğu onyedi önder da­ha ihanetle suçlandı. Suçlarını hep birlikte itiraf etmeleri üzerine çoğu kurşuna dizildi, aralarında Radek ve Rakovski'nin de bulunduğu ötekilerse ağır hapis cezalarına çarptı­rıldılar. 1937 Haziranında Mareşal Tuhaşevski ve yedi Kı­zıl Ordu generali, yabancı düşmanla komplo hazırlamak­tan ve askerî bir hükümet darbesi düzenlemekten suçlana­rak askerî mahkemede yargılandılar. Onlar da suçlarını iti­raf ettiler ve kurşuna dizildiler.

Bu duruşmalar ve idamlar, "temizlik" hareketlerinin ve terörün tüm ülkeyi sardığı bir dönemin yansımalarıydı. Sanayileşme programı hızlandırılıp da sanayi tarım için makiııa yapabilecek duruma geldiğinde, tarımın kollektifleştirilmesi "Kulakların bir sınıf olarak ortadan kaldırılma­sıyla sonuçlandı. (Kulaklar, yoksul köylülere faizle borç para veren ve onları yarı-feodal ilişkiler içinde çalıştıran zengin köylüler olarak tanımlanabilir.) Kulaklar, kolektif­leştirme hareketine şiddetle karşı koydular ve çoğu zaman silâhlı mücadeleye giriştiler. Bu yeni gelişme süreci içeri­sinde binlerce kulak, aileleriyle birlikte Sibirya'ya ve başka yörelere sürüldüler. Bu, amansız bir sınıf savaşıydı. Ve bu savaşın sonunda, kollektif çiftlik sistemi köylü mülkiyeti­ne, devlet ve kooperatif işletmeleri de özel kapitalist işlet­melere üstün geldiler. Sosyalist ekonomi mücadeleden za­ferle çıkmıştı. Bu ekonomik başarının politika alanındaki sonucuysa, "sosyalizmin tek ülkede kuruluşu"na etkin ola­rak karşı çıkan bütün politik unsurların ve sosyal sınıfların "tasfiyesi" oldu.

Bu dönemdeki temizlik hareketinin yürütülme tarzı, duruşmaların yapılışı, terör, bürokrasi, aşırdıklar ve hak­sızlıklar ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, şu gerçek hiçbir zaman gözden kaçırılmamalıdır; Bu dönemdeki bütün mahkemeler, NEP'çilere ve kulaklara karşı girişilen bütün terör hareketleri, düşman hükümetlerle kuşatılmış ve hiç­bir şakaya ya da kibarlığa yer bırakmayacak kadar büyük tehlikelerle karşı karşıya olan bir ülkede devrimle karşı­devrim arasındaki mücadelenin bir yansımasıdırlar. Bu gerçeği gözardı etmek demek, her şeyi çarpıtmak demektir, iç savaş, hoş bir şey değildir. Ve iç savaşı yürütenler de, ge­rek kullandıkları yöntemlerde, gerek kurbanlarını seçişle­rinde her zaman o kadar ince olmayan yığınlardır. Schacti Davası'ndan Kızıl Ordu içindeki kanlı temizliğe dek bütün bir dönem, bir iç savaştır.

Sovyetler Birliğindeki bütün güçleri yenilgiye uğratıl­dığı ve yok edildiği bir sırada Troçki ta uzaklarda Meksi­ka'da hâlâ aynı teraneyi okumaktaydı, ölümünden kısa bir süre önce, 1939 Eylülünde şunları yazıyordu:

Ekim Devrimi bir rastlantı değildi. Çok önceden hesaplanmıştı. Olaylar bu hesabı doğruladı. Yozlaşma bu hesabı çürütmez, çünkü marksistler, Rusya'da tek başına bir işçi devletinin uzun bir süre varlığını koruyabileceğine hiçbir zaman inanmamışlardı... Hitler'in silâhlarını Doğuya çevirdiğini ve Kızıl Ordu tarafından işgal edilen topraklan istila ettiğini düşünelim... O zaman, Dördüncü Enternasyonalin partizanları, bir yandan silâh elde Hitler'e öldürü­cü darbeler indirirlerken, bir yandan da Stalin'e karşı devrimci propaganda yürütecekler ve hemen sonraki, belki de çok yakın bir aşa­mada Stalin'in yıkılışını hazırlayacaklardır...

işte gördüğünüz gibi, Troçki'nin sonsözü önsözünü doğrulamakta ve Bolşevik devleti tarafından yargılananların itiraflarının gerçek özünü ortaya koymaktadır. 1918-21 yıllarında, mücadele geniş yığınları kapsayan boyutlara eriştiğinden, Kızıl Ordu ve Cerjinski tarafından yönetilen Ceka, Sovyet hükümetinin başlıca silâhları haline gelmişti. 1931'den 1938'e dek süren iç savaşta ise, geniş toplumun yalnızca küçük bir kesimi sözkonusuydu ve Sovyet hükü­metinin başlıca silâhları siyasî polis ve sivil ve askeri mah­kemelerdi. Ama gene de sözkonusu olan, bir iç savaştı.

Bu mücadele tüm dünyayı şaşkınlık içinde bıraktı, çünkü herkes sorunu bir iç savaş olarak görmüyor, olayları barış döneminde bir devletin yurttaşlarıyla olan ilişkileri açısından değerlendiriyordu. Gazeteciler çoğunlukla histe­rik bir biçimde çalışıyorlar, duruşmalarda tutuklulara suç­larını itiraf ettirebilmek için uyuşturucu madde vermek, sahte af vaadlerinde bulunmak, şiddetli baskılara ve her türlü tehdide başvurmak gibi en vahşice usullerin kullanıl-dığını ileri sürüyorlar ve mahkemelerin arkasında sürekli olarak, kalemini kana batırıp yeni bir idam hükmünü imza­lamak için uygun zamanı kollayan "sinsi, gaddar ve kur­naz" bir Jozef Stalin hayali görüyorlardı, öte yandan, belirt­mek gerekir ki, duruşmaları daha tarafsız bir gözle izleyen bazı avukatlar, gazeteciler ve elçiler, mahkemelerin işleyişi üzerinde hiçbir yakınmada bulunmuyorlar ve tutukluların itirafları karşısında çok şaşırdıkları halde, bunların doğru­luğuna inanıyorlardı.

SSCB Yüksek Askerî Mahkemesi ve GPU, devlet gü­venliğine ilişkin sorunları incelemekle görevil kuruluşlar­dır. Bunlar, sarhoşluk ve hırsızlık gibi sıradan suçlarla uğ­raşan sivil mahkemelere benzemezler. GPU, Bolşevik Partisinin seçkin unsurlarından oluşan etkin bir politik kuruluştur. Gerek GPU, gerekse Yüksek Askerî Mahkeme, bir kimsenin suçluluğu ispatlanana dek suçsuz olduğu ilkesinden hareket etmezler. Çünkü suçsuz olan bir kimseyi suçsuzluğunu ispatlamak üzere yargıla­mayı gerekli görmezler. Bir kimseyi tutukladıkları zaman, ya suçlu olduğuna ilişkin kanıtlara sahiptirler ya da bu ka­nıtlan elde edeceklerine iyice güvenlidirler. Dolayısıyla, hakkında siyasî dava açılan kişiler önceden suçlu oldukları bilinen kişilerdir ve duruşmalarda güdülen hedef, tutuklu­nun suçsuz olduğunu ispatlamak değil, kanıtların doğrulu­ğunu ve verilecek hükmün haklılığını gözler önüne sermek üzere bütün kanıtlan tutuklunun ve kamuoyunun önüne koymaktır. Bu yüzden de, bu türden duruşmalarda aslındatutukluların itirafta bulunmamaları tuhaf olurdu. Böyle da­valarda yalnızca Rusların itirafta bulunduğu görüşü de yanlıştır. Epey önce yapılan Metro duruşmalarında ingiliz mühendisler bunun tersini ispatladılar. Sonra geçenlerde yapılan Harkov duruşmasında da, Rusların yanısıra Al­manlar da suçlu olduklarım itiraf ettiler. Bu yüzden, itirafları esrarengiz ya da ruhsal nedenler­le açıklama çabalarına artık son verilmelidir. İşlediği suçun kanıtlarıyla, hem de gerçek olduğunu bildiği kanıtlarla karşı karşıya bulunan bir suçlu, özellikle mahkemede ka­muoyu ve basın karşısında tam bir söz özgürlüğüne sahip­se, suçunu itiraf etmekten kolay kolay kaçınamaz. Tutuklu­nun kendini savunma, tanık çağırma, soru sorma, durumu­nu açıkça anlatma ve savunma avukatı tutma özgürlüğüne sahip olması, bazı gözlemcilerin kanıt elde etmek için bas­kıya başvurulduğu, uyuşturucu madde verildiği yolundaki eleştirilerini pek doğrulamamaktadır.

Yalnız şu var ki, bu ünlü duruşmalara çıkanların ve suçlarını itiraf edenlerin büyük bir kısmı, kendilerini aşağı­lamayı çok aşırı ölçülere vardırmışlardır. Bunların çoğu, devletin ve Bolşevik Partisinin yönetici mevkilerinde bu­lunmuş üstün yetenekte kişilerdi. Bu partinin onlar için çok büyük bir anlamı vardı. Bu partiden atılmak, bir tari­kattan atılmaya benzemiyordu. Onların iç dünyalarını çok daha sarsıcı bir biçimde altüst ediyordu. Parti içindeki mü­cadelede uğradıkları yenilgiye ve devrim adına giriştikleri karşı-devrimci eylemlerin tümüyle açığa çıkarılmasına kar­şı duyduktan şiddetli tepkiler bile, tüm yaşamları kendile­rinden daha büyük bir dava uğruna mücadele içinde geç­miş olan bu insanların kafalarındaki iç çatışmanın bir yan­sımasıydı.İtirafların biçimi ve duruşmalarda gösterilen duygusallığın ölçüsü, tutukluların mizacına, kültür düze­yine ve işlenen suçun büyüklüğüne ve niteliğine göre deği­şiyordu. Buharin'in mahkemedeki son sözleri ilginçtir. Onu çok yakından tanırdım; kendisiyle birlikte çalışmıştık; sık sık şakalaşır, eğlenirdik. Çocukluğundan başlayarak tüm yaşamı devrimci mücadelenin ayrılmaz bir parçası ol­muştu. Buharin'in, yargıçların ve tüm dünyanın önünde konuşurken gösterdiği içtenliği, sözlerindeki açıklığı ve çektiği büyük acıyı görmezden gelmek olanaksızdır:

Pişmanlık çoğu zaman uyuşturucu madde ve benzeri gibisinden yanlış ve saçma nedenlere bağlanıyor. Ben kendi payıma, bir yıldır kalmakta olduğum hapishanede çalıştığımı, okuduğumu ve zihni­min açıklığını koruduğumu söyleyebilirim. Bu örnek, bütün uy­durmaları ve gülünç karşı-devrimci masalları çürütmeye yardımcı olabilir. Hipnotizma yapıldığı ileri sürülüyor. Ama ben mahkemede savunmamı yaptım, kendimi oradaki koşullara uydurabildim ve savcıyla tartıştım: Böyle bir hipnotizmanın mümkün olmadığını herhangi bir kimse, tıbbın bu dalından pek az anlayan bir kimse bile rahat­lıkla görebilir. Bu pişmanlık sık sık, Oostoyevski'vari bir kafaya, ruhsal özelliklere bağlandı. Bu, ancak "Budala'daki kişiler için, Alyoşa Karamazov için ve öteki Dostoyevski kahramanları için söylenebilir; onlar her­kesin içinde ayağa kalkıp, "Dövün beni, Ortodoks Hıristiyanlar, ben bir alçağım," diye bağırmaya hazır kişilerdir. Ama burada sorun hiç de öyle değil... Şimdi kendimden, pişmanlık göstermemin nedenlerinden sözedeyim. Hiç kuşkusuz, suçlayıcı kanıtların çok büyük önem taşıdığını kabul etmek gerekir. Üç ay boyunca konuşmayı kesinlikle reddet­tim. Sonra birden tanıklık etmeye başladım. Niçin? Çünkü hapis­hanede, tüm bir geçmişimi yeniden değerlendirdim. Çünkü kendi kendinize, "eğer öleceksen, neyin uğruna ölüyorsun?" diye sordu­ğunuzda, karşınızda birden şaşırtıcı bir berraklıkla kapkara bir boşluk beliriyor. Eğer kişi pişmanlık göstermeden ölmek istiyorsa, uğrunda ölünecek hiçbir şey kalmıyor. Ve tam tersine, Sovyetler Birliği'nde ışıldayan her şey, insanın kafasında yeni boyutlar gerektiriyor, işte bu durum beni en sonunda silâhsız bıraktı ve partinin ve ülkenin karşısında diz çökmeme yol açtı. Ve kendi kendini­ze şunu soruyorsunuz: "Pekâlâ, diyelim örmeyeceksin; diyelim bir mucize olacak ve sağ kalacaksın; ama neyin uğruna? Herkesten kopmuş, bir halk düşmanı olarak, insanlık-dışı bir durumda, yaşa­mın özünü oluşturan her şeyden tamamen kopmuş olarak..." Ve birden gene aynı yanıt dikiliyor karşınıza. Yurttaşlar, yargıçlar, böyle durumlarda, kişisel olan her şey, insanın tüm kişisel kabuğu, tüm nefret, gurur ve daha bir sürü şey yıkılıp gidiyor. Ve bir de, ge­niş enternasyonalin yankıları kulağınıza geldiğinde, işte bütün bunlar hep birlikte etkisini gösteriyor ve diz çöken hasımları karşısında SSCB'nin tam bir ahlaki zaferiyle sonuçlanıyor... Elbette önemli olan, bu pişmanlık değil, ya da özel olarak benim ki­şisel pişmanlığım değil. Mahkeme, bu olmadan da kararını verebi­lir. Suçlanan kişinin itirafta bulunması sorunun özü değildir. Suç­lanan kişinin itirafta bulunması, ortaçağa ilişkin bir hukuk ilkesi­dir. Ama burada aynı zamanda, karşı-devrim güçlerinin içten yıkıl­masıyla da karşı karşıyayız. Ve insanın silâhlarını bırakmaması için, Troçki olması gerekiyor... (s. 777, Mahkeme Tutanakları).

Suçlu olduklarını gösteren kanıtlarla karşılaştıkları zaman itirafta bulunmayı reddedenler de ister istemez çıka­yordu. Dolayısıyla, bunlar açık olarak yargılanmıyor, ama gene de idam ediliyorlardı. Duruşmaların ve temizliklerin yanısıra, iç savaşın bir bölümünü de NEP'çilerin ve kulakların tasfiyesi meydana getiriyordu. Stalin tarafından serbest bırakılan GPU, bin­lerce kulağı toparladı, onları aileleriyle birlikte, yeni kasa­baların ve kentlerin kurulmasında, büyük kanalların açıl­masında ve Sibirya'nın yeni sanayi kuruluşlarıyla kalkındı­rılmasında çalıştırdı. Gerçi mücadele ilkel, kaba, amansız, sert ve şiddetliydi, ama aynı zamanda yapıcıydı. Zorla yer­leri değiştirilen insanların geniş yığınları arasından, yeni insanlar, mühendisler, yapı ustaları, mimarlar, sanayi ön­derleri, yöneticiler, yeni bir uygarlığın yaratıcıları oldukları keşfedilen inançlı Sovyet işçileri yükseldi.

Ama 1938 yazında bir gün Kızıl Orduyu denetlemek­ten dönen Voroşolov'un son derece kaygılı olduğu görül­dü. Voroşilov, Urallardan henüz dönmüş olan Kaganoviç'le konuşurken, ordu içindeki temizlik hareketinin etkilerin­den sözetti: "Disiplinin ve yoldaşlığın temelleri çatırdıyor. İster astı, ister üstü olsun, hiç kimse yanmdakine güvenmi­yor."

O sırada Stalin, Kafkasya'da, çocukluğunu geçirdiği evin yakınlarında bir yerde yaz tatilindeydi. Politik Büro üyesi ve Kafkasya Federasyonu Parti Sekreteri olan Beria, Stalin'i aradı ve kendisine temizlik hareketinin çok ileri git­tiğini anlattı. Tam o sıralarda Kaganoviç ve Voroşilov da Stalin'e bir telgraf çekerek aynı şeyi bildirdiler. Ertesi gün Kaganoviç'le Voroşilov, Stalin'in bulunduğu yere geldiler ve yaptıkları toplantı sonucunda ikinci iç savaşa son veril­di. NEP'çiler kasabalardan ve kentlerden kovulmuştu. Köylük bölgelerdeki kulaklar dev bir süpürgeyle temizlenmişti. "Sosyalizmin tek ülkede" kuruluşunu kösteklemeye çalışan bütün yöneticiler temizlenmiş ve, Kızıl Ordu da içinde, bü­tün örgütler, Nazi Almanyası sürülerinin bir karşı-devrimci darbe için gerekli bunalım koşullarını yarattıkları sırada Stalin rejinıini yıkmaya çalışan bütün vatan hainlerinden arındırılmıştı. Bu çetin görev gerçekleştirilirken ister iste­mez hatalar, aşırılıklar, abartmalar, gereksiz kayıplar da ol­muştu. Stalin bunların hiçbirini inkâr etmiyor.

Sovyetler Birliği dışından epeyce protesto geldi. Bun­ların çoğu ya bir takım iftiralara ya da yanlış anlamalara da­yanıyordu. Ama yerine getirilmekte olan bu yüce göreve pek az yakınlık duyuldu ve gereken değer verilmedi. Gerçi bütün bu olaylar dünya gazetelerinin sütunlarını boydan-boya kaplıyordu, ama karşı-devrimci unsurlar (Troçki'nin yandaşları, NEP'çiler ve kulaklar) Sovyetler Birliği'nin bü­yük nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturuyorlardı. Aynı dönemde halkın büyük çoğunluğu Stalin'in önderliğinde dev kuruluş çabaları içerisindeydi. Ve bugün Mütte­fikülkelerin halkları, bu çabalara derin bir şükran borçlu olduklarını kendi gözleriyle görmektedirler.
Blogger tarafından desteklenmektedir.