Header Ads

Header ADS

Stalin ve SSCB'nin Dış Politikası


Onaltıncı Bölüm - Stalin ve SSCB'nin Dış Politikası

Bu nedenle, Ekim Devriminin uluslararası ni­teliğini unutarak, devrimin tek ülkede zafe­rini yalnızca ve yalnızca ulusal bir olay olarak açıklayan kimselerin yanıldıklarını görüyoruz. Ekim Devriminin uluslararası niteliğini ka­bul etmekle birlikte, onu pasif, dışardan yardım almaya mahkûm bir şey olarak görme eğiliminde olanlar da aynı ölçüde yanılmak­tadırlar. Aslında, Ekim Devriminin öteki ülkelerin desteğine gereksinimi olduğu gibi, öteki ülkelerdeki devrimin de dünya emperyalizmi­nin ebediyen yıkılacağı günü hızlandırmak ve yakınlaştırmak için Ekim Devriminin deste­ğine gereksinimi vardır. J. STALİN, Leninizm, s. 216.

Biz marksistler, devrimin öteki ülkelerde de gerçekleşeceğine inanırız. ... Devrim ihracı saçmalıktır ... bizim başka ülkelerin yaşayı­şına karışarak bu ülkelerde devrim yapmak istediğimizi ileri sürmek, gerçek olmayan ve hiçbir zaman öğütlemediğimiz bir şeyi söy­lemektir. J. STALİN, Bay Howard ile bir görüşme, 1 Mart 1936 

1925 yılının Mayıs ayında, Bolşevik Partisi delegeleri Kremlin'de bir kez daha toplandılar. Devlet adamı ol­ma yolunda ilerleyen kadınlı erkekli sanayi işçileri, köylüler, memurlar, aydınlar ve profesyonel devrimci­ler gelmişti. St. Andrew Salonunun bir köşesine, Marx ve Lenin'in dev portrelerinin önüne kurulmuş olan plat­formda Cumhurbaşkanı Kalinin, Molotov, Litvinov, Buharın, Kamenev, Kaganoviç, Cerjinski ve Sovyetler Birliği'nin dört bucağından gelmiş çok sayıda insanın ya­kından tanıdığı daha birçok önder oturuyordu. Kürsü­de, kara saçları, ciddi yüzü ve hakî gömleğiyie Jozef Stalin, konferansa hitap etmek üzere bekliyordu. Top­luluğu büyük bir heyecan dalgası kaplamıştı. Ayağa kalkıp kendisine sevgi gösterisinde bulunurlarken, Sta­lin notlarım kürsüye yerleştiriyor, sessizce alkışların dinmesini bekliyordu.

Bu, Lenin'in ölümünden buyana yapılan ilk parti konferansıydı. Lenin'in halefi önlerindeydi. Stalin'in, Usta'nın yokluğunda Bolşevik Konferansını toplayışı ilk değildi, ama bu kez Lenin geri dönmeyecekti. Sta­lin'in bulunduğu mevkiye lâyık olduğunu kanıtlama mücadelesi bütün hızıyla sürüyordu. Lenin'in geleneği­ne bağlı kalarak, dünya durumunu ve önlerindeki gö­revleri çözümleyecekti. Söyleyeceği şeylerin ülke içinde olduğu kadar ülke dışında da milyonlarca insan tara­fından okunacağının bilincindeydi. Kendisini eleştiren­lerin ve hasımlarının, ağzından çıkacak her sözü büyü­teçle inceleyeceklerini biliyordu. Ama konuşmasında en küçük bir duraksama, sözlerinde en küçük bir yanılma yoktu. Şöyle dedi:

... ülkemizle kapitalist dünya ülkeleri arasında bir çeşit geçici güç dengesi kurulmuş bulunuyor. ... Kapitalizm, savaşın üretim, ticaret ve maliye alanların­da yolaçtığı keşmekeşten sıyrılıyor, hattâ daha şimdiden bu keşmekeşten yer yer sıyrılmış bulunuyor. ... Genel olarak, Avrupa'daki savaş sonrası ekonomik buhranın sona erdiğini ve üretim ve ticaretin savaş öncesi düzeylerine ulaşmakta olduklarını söyleyebiliriz. ... Savaş sonrası buhran yıllarında göze çarpan devrimci yükselişin yerine, bugün orta ve batı Avrupa'da devrim­ci harekette bir geri çekilme görüyoruz. Bu, iktidarın ele geçirilmesi sorununun, iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi sorununun, batı ve orta Avrupada bugü­nün gündeminden yarının gündemine ertelendiği anla­mına gelir. ...

Stalin, bu noktaları ayrıntılı bir biçimde açıkla­dıktan sonra, partinin uluslararası devrimci harekete ve Sovyetler Birliği'nin dış politikasına ilişkin görevle­rinin ana hatlarını belirtmeye koyuldu. Birincisiyle il­gili olarak şunları söyledi:

Şu çizgileri izlememiz gerekiyor. Her şeyden önce, batıda­ki komünist partilerini güçlendirmek ve bu partilerin emekçi yığınların büyük çoğunluğunu kendi saflarına ka­zanmalarına yardımcı olmak için elimizden geleni yap­malıyız. İkinci olarak, batılı işçilerin sendikal birliği sağ­lama ve Sovyetler Birliği proletaryasıyla kapitalist ülke­lerin proletaryası arasındaki dostluğu güçlendirme mü­cadelelerini yoğunlaştırmalıyız. ... Üçüncü olarak, ülke­miz proletaryasıyla ezilen ülkelerdeki kurtuluş hareket­leri arasında ittifak kurmalı ve bu ittifakı sağlamlaştırmalıyız. ... Dördüncü olarak, kendi ülkemizdeki sosyalist unsurları sağlamlaştırmalıyız. ...

Daha sonra, partinin Sovyet dış politikasına ilişkin görevlerine geçerek, konuşmasını şöyle sürdürdü:

Her şeyden önce, yeni savaşlara karşı mücadeleyi, barışı koruma ve kapitalist ülkelerle sözümona normal ilişkile­rin sürekliliğini sağlama mücadelesini sürdürmeliyiz. .. İkinci olarak, Dış Ticaret Devlet Tekelinin sağlamlaştırılması temeli üzerinde, dış dünyayla ticaretimizi geniş­letmeliyiz. ... Üçüncü olarak, emperyalist savaşta yenilgiye uğramış olan ülkelerle bir yakınlaşma sağlamalıyız... Dördüncü olarak, bağımlı ve sömürge ülkelerle güçleri­mizi birleştirmeliyiz.

Komünist Enternasyonalin işlevleriyle Sovyet dev­letinin işlevleri arasındaki ayrım, burada son derece açık-seçik bir biçimde ortaya konmaktadır Ama gene de her ikisinin de denetimi hâlâ Stalin'in elindeydi. Bir yandan düşman kapitalizmin dünyasını gözlüyor, bir yandan da devrimci hareketin yeniden rayına oturma­sını bekliyordu.

Dünyanın içinde bulunduğu bu karışıklık koşulla­rında durum pek iç açıcı görünmüyordu. Ama Stalin, Sovyet rejiminin müdahale savaşlarının getirdiği kıt­lık ve yıkıntıların arasından doğduğunu biliyor ve onun yapıcı gücüne güveniyordu. Kapitalist hükümetler, Sovyet hükümetini, bir zamanlar Çarların imparator­luğu olan topraklardaki meşru ya da en azından fiili otorite olarak teker teker "tanıyorlardı". Ama bu tanı­mada dostluk diye bir şey yoktu. Sovyet temsilcileri öl­dürülmüştü. Sovyet kuruluşları yağma edilmişti. Kapi­talist basın her yerde yeni rejime sövüp sayıyor, onun­la alay ediyor ve ona karşı duyduğu nefreti her fırsatta kusuyordu.

Bununla birlikte, büyük devletler arasındaki çıkar çatışmaları ve rekabet çok derindi. Milletler Cemiyeti vargücüyle geleceğe ilişkin pasifist ve liberal hayaller yaymaya çalışırken, kendi içindeki muzaffer büyük dev­letler ne yenik ülkelere karşı düşmanlıklarını dizginle­yebiliyorlar, ne de kendi aralarındaki ayrılıkları gizleyebiliyorlardı. Bu çatışma, Stalin'in birleşik bir Sov­yet düşmanı cephenin kurulmasını önleme politikası­nı kolaylaştırıyordu. Galip ülkelerin kabul ettirdikleri koşullardan canı yanan İtalyanlar, Almanlar, Türkler ve Avusturyalılar Sovyetlerle yeni antlaşmalar yapma yolunu tuttular. Bu antlaşmalar Sovyet Rusya'nın batı sınırını ani bir saldırıya karşı güven altına alıyordu, çünkü o noktada başını Almanya çekmedikçe Sovyet Rusya'ya karşı bir savaş mümkün olamazdı. Ama bu antlaşmalar bir yandan da Müttefik devletlerin anti-Sovyet politikalarında yeni bir gelişmeye yolaçıyordu. Bir kez, Almanların yeniden canlanan ticaretlerini galip ülkelerin pazarlarından başka yerlere yöneltmelerine ve bu yerlerden, savaş ve onarım tazminatlarını ödemele­rini mümkün kılacak kârlar sağlamalarına yarayacaktı. Ayrıca bu antlaşmalar, batılı devletlerin Sovyetler Birliği'ne karşı birleşik bir blok kurma yolundaki diploma­tik çabalarına bir temel oluşturacaktı.

Bu arada, Stalin ve Bolşevikler bütün bu gelişme­lere ancak "tek ülkede sosyalizmi hızla ilerleterek, iş­çilerin anti-kapitalist birliğini geliştirerek ve devrimci gelişmeleri, özellikle devrim sancıları çekmeye başlamış bulunan Çin'deki gelişmeyi destekleyerek karşıkoyabilirlerdi. Geniş halk yığınlarının "Moskova Yolu"ndan ilerleyen ikinci büyük hareketi büyük bir olasılıkla Çin' den gelecekti. Dr. Sun Yat-sen önderliğindeki Çin Devrimi 1911'den beri gelişmekteydi. Rusya Devrimi, Çar­ların, sömürgeleştirme politikasını hemen terkederek, Sun Yat-sen hükümetini tanıyarak ve emperyalist devletlerin hâlâ sürdürdükleri kapitülasyon antlaşmala­rını ve ayrıcalıkları reddederek, Çin Devrimini daha şimdiden büyük ölçüde etkilemiş bulunuyordu.

Stalin, Çin Devriminin bir sovyet devrimi yönün­de geliştiğini görüyordu. Devleti tanıma ve karşılıklı yardım yoluyla ulusal devrimin feodalizme ve emperya­lizme karşı mücadelesine yardımcı olacak ve Komü­nist Enternasyonal aracılığıyla da bu devrimin "prole­tarya diktatörlüğü"ne geçişine yardım edecekti. Sta­lin'in, Çin konusundaki tarihî "çizgisi" budur. Bu çiz­ginin uygulanışı, Çin'deki sınıfsal güçlerin ve Çin'in öteki devletlerle ilişkilerine göre değişmiştir.

Stalin 30 Kasım 1926'da Komünist Enternasyona­lin Genişletilmiş Yürütme Kurulu toplantısında şunla­rı söylüyordu:

Çin'in gelecekteki devrimci iktidarının, niteliği bakımın­dan, 1905'te ülkemizde sözü edilmekte olan iktidara, ya­ni proletaryanın ve köylülüğün bir diktatörlüğüne benze­yeceğine, ama bu iktidarın ayırdedici özelliğinin esas-olarak anti-emperyalist bir iktidar olacağına inanıyo­rum. Çin'deki devrimin bu yönde gelişmesi olasıdır. Çin'in iz­leyeceği gelişme yolu şu üç durum tarafından kolaylaş­tırılacaktır: Birincisi, özgürlük uğruna bir ulusal devrim olarak Çin devrimi, emperyalizme ve onun Cindeki ajan­larına yöneltilecektir. İkincisi, Çin'deki büyük burjuvazi zayıftır, hem de ulusal burjuvazinin 1905 yılında Rusya' da olduğundan daha zayıftır, bu durum proletaryanın he­gemonyasını, proletarya partisinin Çin köylülüğüne ön­derliğini kolaylaştırmaktadır. Üçüncüsü, Çin'deki devrim, Sovyetler Birliği'ndeki devrimin deneyimlerinden ve yar­dımından yararlanmasını mümkün kılan koşullarda "geli­şecektir. ...

1925 yılında, feodal savaş ağalarina karşı savaşan Kanton kuvvetlerine fiilen yardım edilmişti. Çin Ko­münist Partisi, Guomindang'a katılmıştı. Artık Çan Kay-şek'in yönetiminde olan Çin Milliyetçi Partisi, M. Borodin'i Guomindang'ın politik danışmanlığına, Ge­neral Galen'i de askerî danışmanlığa kabul etmişti. Ama 1927 yılında Çan Kay-şek komünistlere ve devrim­ci işçilere saldırdı ve onbinlercesini kılıçtan geçirdi. Çan Kay-şek'in "Kızıllar"ı yoketmeyi amaçladığı bir iç savaş dönemi başladı. Sovyet hükümetiyle ilişkiler bo­zuldu. İç savaş ancak, "Kızıllar"ın Çan Kay-şek'i tes­lim almalarıyla ve onu, kuzey Çin'i istila eden ve hemen hiçbir direnmeyle karşılaşmayan Japonlara karşı bir­leşik bir ulusal mücadeleye girişmeye ikna etmeleriyle sona erdi.

Çin Hükümeti Çin Komünist Partisiyle anlaşır an­laşmaz, Sovyet hükümetiyle yeni ilişkiler kuruldu ve Sovyet hükümeti, Japonya'yla olan antlaşmalarına kar­şın, bu mücadelesinde Çin'i silâh ve savaş malzemesi yardımıyla destekledi. Bu tür çelişmeler her yerde vardı. Hem zaten sı­nıfsal, ulusal ve emperyalist çıkarlarla parçalanmış bu­lunan ve bunun sonucunda da bir yığın geçici ve değiş­ken birleşmeye yolaçan bir dünyada böyle çelişmelerin varolması kaçınılmazdı.

Bu durumda, doğal olarak, herbiri kendi özel çı­karları açısından etkilenen her ülkenin kapitalist un­surları, dünyadaki bütün "karışıklıkların" ve "huzur­suzluğun" sorumluluğunu genel olarak Bolşeviklere, özel olarak da Sovyet hükümetine yüklediler. Stalin bu suçlamaları şöyle yanıtladı: "Bu suçlama bize yalnızca şeref verir! ama ne yazık ki henüz, kurtuluş mücadele­lerinde bütün sömürge ülkelere dolaysız yardım yapacak kadar güçlü değiliz..."'

İşçi sınıfı örgütlerine ve sömürge halkların mücadele­lerine yapılan yardımlara karşı koparılan feryatlar bazan çok üst perdelere varıyor ve Sovyet devletiyle öteki devlet­ler arasındaki "normal" ilişkileri tehlikeye sokuyordu. Ama Stalin bu feryatları umursamıyordu. 1926'da Rusya sendikaları, İngiltere'de kendilerine karşı lokavt uygulanan ma­den işçilerine yardım etmek üzere, üyelerinden bir milyon sterlin toplayınca, egemen sınıfların Bolşevikler iktidara geldiği andan başlayarak Sovyet rejimine karşı nefretlerini sürekli olarak dile getirdikleri İngiltere'de bu protestolar panik derecesine vardı. Bu olay, doğal olarak, 1927'de Sovyetler Birliği'yle diplomatik ilişkilerin bozulmasına yol aç­tığı halde, Stalin öteki ülkelerin işçilerine yardım politikasından vazgeçmedi. Aynı biçimde Stalin, Sendikalar Kon­gresi Genel Konseyi genel grev sırasında maden işçilerine ihanet ettiğinde, İngiliz-Sovyet Sendika Komitesinin dağıl­ma olasılığını da göze alarak, Rusya Sendikalarını bu kon­seyin politikasından ayırmakta en ufak bir duraksama gös­termedi.

O sıralar Moskova'da bulunuyordum; tutumunun sertliğinden dolayı kendisini eleştirmiş ve bunun, İngiliz-Sovyet Sendika Kontesinin sonu demek olacağı yolunda uyarmıştım. Benim bu eleştirimi sakin, ama çok kesin bir biçimde yanıtladı: "Sonucun böyle olacağı açık. Ayrıca İn­giliz hükümetinin Sovyet hükümetiyle ilişkilerine son ver­mesini de kolaylaştirabilir. Ne yazık ki, bu da bir gerçek. Ama bütün bunlar, İngiliz işçi sınıfının, maden işçilerinin ihanete uğramasından dolaylı bir biçimde de olsa Rusya Sendikalarmı sorumlu görmesinden iyidir." Ve İngiliz-Sovyet Sendika Komitesi dağıldı. Kısa bir süre sonra, İçişleri Bakanı Bay Joynson Hicks'in kışkırtmaları sonucunda, Arcos basılıp yağmalandı ve iki ülke arasındaki ticarî ve dip­lomatik ilişkiler kesildi. Belki de İngiliz hükümetinin sınıf­sal duyguları, müdahale savaşından bu yana hiçbir zaman mantığına bu kadar ağır basmamıştı. İngiltere'de politika aşırı derecede aptal ve tutucu insanların eline geçmişti; öteki ülkelerin hükümetlerinden yeterince destek sağlaya­bilmiş olsalardı, İngiltere'yi SSCB'ye karşı bir savaşa seve seve sokabilirlerdi.

Bereket, böyle bir işi başaramadılar. Daha başka so­runlarda büyük devletler arasında çok fazla anlaşmazlık vardı ve bunun farkında olan Stalin de hiç istifini bozmu­yordu. Ama çalışma arkadaşlarından bazıları daha heye­canlı ve paniğe kapılmaya yatkın kişilerdi. O sırada Komü­nist Enternasyonalin yöneticisi olan Buharin'in bir konuş­ması üzerine telaşa kapılan Moskova halkı erzak almak için dükkânlara üşüşmüştü. Bu konuşmasında Buharin, savaşın bir an sorunu olduğunu söylemişti. Stalin, bu öngörüye hemen şiddetle karşı çıkarak, paniği önlemişti. Stalin, ne ingiliz, ne de Fransız hükümetinin, Sovyetler Birliği'ne karşı ortak nefretlerine karşın, ilkönce Almanya'yı ya da Sovyet­ler Birliğine komşu olan bazı ülkeleri sıçrama tahtası olarak güven altına almadan tek başlarına ya da birlikte SSCB'ye karşı savaş açmayacaklarını, bu arada ABD'nin de nefretini ancak uzaktan kusacağını çok iyi biliyordu. Gerçi Sovyet hükümetinin bütün kapitalist hükümetlerle olan ilişkileri istikrarsızdı ve bütün kapitalist toplumların istikrarsız ilişkilerine dayanıyordu, ama müdahale savaşlarının sona ermesiyle birlikte başlamış olan "soluk alma molası"nın sürekliliğini sağlayan da işte bu istikrarsızlıktı.

Sovyet Rusya, sanki zıvanadan çıkmış bir dünyayla çevriliydi. Ama coğrafya ve tarih Sovyet Rusya'dan yanay­dı. Uçsuz bucaksız topraklara, bitmez tükenmez kaynakla­ra sahipti. Bu kaynaklan geliştirecek kadar vakit bulabilirse, yenilmez bir ülke haline gelebilirdi. İşte şimdi bu vakti buluyordu. Ülke içindeki politik iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, şimdi sosyalist ekonomik gücünü sağlamlaştırmaya koyulmuştu. Bu nedenle, ülke içinde karşılaşılan güçlükler, çöküşten değil, gelişmeden doğan güçlüklerdi.

SSCB'nin sınırlan dışındaki dünya, sınıf çatışmalarıyla ve ekonomik, ulusal, emperyalist, sınaî, politik her türlü çıkar ayrılıklarıyla paramparça olmuştu. Bu da, bütün ülke­lerdeki insanların ortak özlemlerini, barış, güvenlik, iş, öz­gürlük ve sosyal ilerleme gibi çok büyük ve açık sorunlarda birleştirmişti. Ama hükümetlerin politik programlarında yazılı olmalarına karşın, bunların gerçekleştirilmeleri ola­naksızdı. Gene de bu sorunların her biri, Sovyet hükümeti­nin iç ve dış politikasının aynlmaz birer parçasını oluştu­ruyordu. Sovyet Rusya, dünyayı tahakkümü altına alma emelleri beslemiyordu.

Çarlığın sömürgelerindeki halklar, şimdi Sovyetler Birliği'ndeki bütün kardeşleriyle el birliği halinde, ulusal kalkınmalarını tam olarak gerçekleştirmede tamamen özgür bırakılmışlardı. Dolayısıyla, Stalin'in dış politikası, öteki hükümetlerin dış politikalarıyla karşılaştırılamayacak ölçüde sadeleşmişti.

Sovyet temsilcileri, barış istediklerini söylerken, hiç de öyle yarım ağızla konuşmuyorlardı. Gerçekten barış isti­yorlardı. Çünkü barış ne kadar uzun süreli olursa sosyalist hedeflerine o kadar kolay erişeceklerdi. Barış, çıkarlarına da, özlemlerine de aynı ölçüde hizmet ediyordu. Dış politi­kanın uygulanmasında Stalin'in yakın çalışma arkadaşı olan Litvinov, Uluslararası Silâhsızlanma Konferansında ülkelerin aynı anda silâhsızlanmaları gerektiğini önerdiği zaman, kendisiyle hayalci diye alay edilmişti. Bir silâhsız­lanma konferansında silâhsızlanma önerisinde bulunma­nın neresi yanlıştır, bunu hâlâ anlayamadım! Acaba Stalin ve Litvinov, Milletler Cemiyetinin bu özel toplantısına katı­lan büyük devletlerin, silâhsızlanma önerisini kabul edebi­leceklerini düşünmüş müdürler? Asla! Peki, eğer bütün öteki ülkeler de razı olsaydı, Stalin bu öneriyi kabul edebi­lir miydi? Elbette! O zaman, silâhsızlanmış bir dünya Sov­yetler Birliği'ni tehdit edemeyecek ve Sovyetler Birliği'nin silâh yapımına harcayacağı kaynaklar sosyalizmin kurulu­şuna ayırılabilecekti. Stalin, ancak ekonomisinin ve politik ve sosyal yaşamın örgütlenmesinin doğal bir sonucu ola­rak sosyalist bir dünyanın silâhlanmadan vazgeçebileceği­ni; kapitalist devletlerinse hiçbir zaman silâhsızlanamayacağını çok iyi biliyordu. Ama Silâhsızlanma Konferansının toplanmış olmasını fırsat bilerek, bu gerçeği Litvinov'un ağzından tüm dünyanın gözleri önüne serdi.

Kapitalist dünyanın ticarete ve ekonomik istikrara gereksinimi vardı. Buna Sovyetler Birliği'nin de gereksinimi vardı. Stalin, kapitalisüere ticarî ve barışçı ilişkiler kurulmasını önerdi; ama onun bu önerisinin reddedilmesi, sözkonusu hükümetlerin sınıf önyargılarının ticaret ve barış isteklerinden daha güçlü olduğunu kanıtladı. Kurulan bü­tün ticarî ve barışçı ilişkiler, Sovyetler Birliği'nin ekonomi­sine yarıyor ve onun kendisine karşı ortak bir cephe kurma çabalarına karşı direnişi örgütlemesine yardımcı oluyordu.

Kapitalizmin eşit olmayan gelişmesi tüm açıklığıyla ortadaydı; ama Stalin gene de, kendi aralarındaki ayrılıklara karşın kapitalist devletlerin eninde sonunda Sovyetlere karşı savaşın ortak cephesinde birleşecekleri yolundaki gö­rüşüne sıkı sıkıya bağlı kalmayı sürdürdü. Daha birkaç yıl önce, biribirine düşman olan devletlerin, yeni doğan Bolşe­vik devletini yıkmak için nerdeyse evrensel bir kapitalist cephede silâh arkadaşları haline gelmiş olduklannı unutamıyordu. Uzak Doğu'daki Japon saldırısının ve Alman­ya'da Nazizmin yükselişinin, bütün ülkelerdeki kapitalist yöneticiler tarafından ne kadar hoşnutlukla karşılandığını gözönüne almadan edemiyordu. Birkaçı dışında bütün egemen sınıflar, Sovyet sınırına yapılan Japon saldırılarını, Mançurya'nın istilasını olumlu karşılıyorlar, bunların Sov­yetler Birliği'ne karşı bir açık savaşın ilk adımlan olabileceğini tasarlıyorlardı. Ama Stalin asla telaşa kapılmadı. Bü­yük devletler kendi dertleri ve düşmanlıktan içinde çırpındıkları sürece, o, Sovyetler Birliği'nin gelişmesi için zaman kazanıyordu.

1930 yılında, dönem dönem yaptığı çözümlemeler­den birinde, sosyalist ve kapitalist dünyalann durumunu bir kez daha özetledi. Onaltıncı Parti Kongresinde şöyle di­yordu:

... Bugünkü görünüm nedir?

Bugün: kapitalizmin hemen bütün sanayi ülkelerinde bir ekono­mik buhran. Bugün: hemen bütün tarım ülkelerinde bir tarımsal buhran. "Refah" yerine, yığınların yoksulluğu ve işsizliğin korkunç bir hızla artışı. Tarımda ileri atılım yerine, milyonlarca köylünün yıkımı. Genel olarak kapitalizmin ve özel olarak da ABD kapitaliz­minin her şeye kadir olduğu yolundaki hayallerin yıkılışı. ... Ve SSCB'nin "çöküşünün kaçınılmaz olduğu" yolundaki "evrensel' tantananın yerini, dört bir yanda buhran hüküm sürerken ekono­mik yönden kalkınma cüretini gösteren "bu ülkenin cezalandırıl­ması gerektiği yolundaki "evrensel" homurtular almaktadır. ...

Daha sonra bu gözlemleri daha da geliştiriyor ve duru­mu şu sözlerle özetliyordu:

... kapitalizmin istikrarı son bulmaktadır.... yığınların devrimci ha­reketinin canlanışı yepyeni bir güçle gelişecektir.... Dünyayı kap­layan ekonomik buhran, bazı ülkelerde bir politik buhrana dönüşe­cektir. Ve bu da her şeyden önce, burjuvazinin bu durumdan kur­tulmak için ülkenin iç politikasını daha da faşistleştirmeye ve bu amaçla sosyal-demokrasi de içinde olmak üzere bütün gerici güçlerden yararlanmaya çalışacağı anlamına gelir, ikinci olarak, bu durumdan kurtulmak için burjuvazinin, dış politi­ka alanında yeni bir emperyalist savaşa ve müdahaleye başvuraca­ğı anlamına gelir. Ve son olarak da, bu durumdan proletaryanın, kapitalist sömürüye ve savaş tehlikesine karşı mücadele ederek devrim yoluyla kurtulmaya çalışacağı anlamına gelir.

Bu konuşmada, öteki ülkelerdeki komünistlerin gö­revlerine ilişkin görüşlerin bulunmaması dikkat çekicidir. Buna karşılık, Sovyet dış politikasını birkaç sözcükle şöyle özetlemektedir:

Politikamız, bütün ülkelerle barış ve ticaret ilişkileri kurma politi­kasıdır... bu politikayı bütün gücümüzle ve bütün kaynaklarımızla sürdüreceğiz. Tek bir karış yabancı toprak istemiyoruz. Ama kendi topraklarımızın tek bir karışını da kimseye vermeyiz.

Almanya'da Hitier iktidara gelince, Stalin hem Sovyetler Birliği'nin, hem de Komünist Enternasyonalin dış politikasında kapsamlı bir strateji değişikliği yaptı. Doğrudan devrimin yüreğine yönelen kapitalist saldırı, en sonun­da kapitalizmin içinde bulunduğu kargaşalıktan sıyrılmış­tı. Kaybedilecek zaman yoktu. Bu yeni faşist iktidar ortaya çıktığında, kapitalist dünyada hiçbir hükümetin korkuyla titremediği son derece açıktı. Tüm dünyadaki tutucu basın, bu iktidarı sevinçle karşıladı. Bir yandan, Hitler'le Mussolini'nin "işçi sorunu"nu çözme yöntemlerini hararetle onay­larken; bir yandan da, Bolşevizm düşmanlığının bu yeni şampiyonuyla diplomasisinin karanlık kulislerinde pazar­lık yapılabileceğinden emin olmayan tek bir Tory [İngilte­re'de Muhafazakâr Parti üyesi] yoktu. Hiç kuşkusuz, kapi­talist devletlerden hiçbiri, çok yakında kendilerini ve tüm dünyayı istilaya girişecek bir devletin yükselmekte olduğu­nu göremiyordu.

Ama gene de, Tory önderleri arasındaki hoşnutluk birkaç ay içinde giderek azaldı. Hitler'in iktidarı ele geçir­diği günlerde toplanan Silâhsızlanma Konferansı sessizce dağıldı. Almanya'da zorunlu askerlik yeniden yürürlüğe konuldu. Versailles Antlaşmasının sayfaları birer birer yır­tılıp atıldı. Almanya, Milletler Cemiyetinden ayrıldı. De­mokratik devletler bunak başlarını yeni zalimin önünde eğerken korkudan tir tir titremeye başladılar ve Hitler'in kendi yakalarını bırakarak doğuya yönelmesi için tanrıya yakarmaya koyuldular. Bay Churchill daha önce faşizmi öve öve göklere çıkarmıştı; ama şimdi Muhafazakârlar ara­sında bir tek Churchill, Almanya'daki Nazi iktidarının Bri­tanya İmparatorluğu ve İngiltere'nin dünyadaki yeri için bir tehlike oluşturduğunu görüyordu. Bütün ülkelerdeki sendikal hareketler ve işçi hareketleriyse, daha baştan anti-faşist bir tutum takınmışlardı.

Stalin'in bu yeni durum karşısındaki tutumu son de­rece çarpıcıydı. Milletler Cemiyeti dağılma belirtileri gös­termesine karşın, Sovyetler Birliği'ni hiç duraksamadan Milletler Cemiyetine soktu. Mîlletler Cemiyeti içerisinde büyük devlet olarak yalnızca İngiltereyle Fransa kalmıştı. Stalin'in bu tutumu, yeni saldırgana karşı onlarla işbirliği yapma isteğinin en açık belirtisiydi. Bu, onun, yeni saldır­gana karşı "kollektif güvenlik"i gerçekleştirme kampanya­sının başlangıcıydı. Litvinov, bu politikayı Milletler Cemi­yetinde kararlılıkla savundu ve "barışın bölünmez olduğu­nu" söyleyerek tüm dünyayı uyardı. Komünist enternasyo­nal "Savaşa ve Faşizme KarşıHalk Cephesi" sloganıyla saflardaki yerini aldı.Bu uzun süreli gelişmeden beş yıl sonra, Stalin olayların acıklı akışını yeniden gözden geçirdi. 1939 Martında şunlan söylüyordu:

... Bundan önceki buhran zaten ortalığı birbirine katmış, pazar ve hammadde kaynaklan için mücadeleyi kızıştırmıştı. Mançurya'nın ve Kuzey Çin'in Japonlar tarafından ve Habeşistan'ın da İtalyanlar tarafından istila edilmesi: bütün bunlar, büyük devleüer arasındaki mücadelenin kızıştığını göstermekteydi. Yeni ekonomik buhran is­ter istemez emperyalist mücadeleyi daha da şiddetlendirecektir ve şiddetlendirmektedir de. Arak sorun, pazarlarda rekabet, ticaret savaşı ve damping sorunu olmaktan çıkmıştır. Bu mücadele yön­temlerinin yetersiz olduğu çoktandır anlaşılmış bulunuyor. Artık sorun, dünyanın, nüfuz alanlarının ve sömürgelerin askeri eylem­lerle yeniden bölüşülmesi sorunudur....

... İşte, yeni emperyalist savaşın başlangıcını belirleyen sözkonusu dönemdeki en önemli olayların bir listesi. 1935'te İtalya Habeşis­tan'a saldırdı ve bu ülkeyi ele geçirdi. 1936 yazında Almanya ve İtalya, İspanya'ya karşı bir silâhlı müdahale düzenlediler; Alman­ya, İspanya'nın kuzeyine ve İspanyol Fas'ına, İtalya ise İspanya'nın güneyine ve Balear Adalarına mevzilendi. Japonya, Mançurya'yı ele geçirdikten sonra 1937'de kuzey ve orta Çin'i istilâ etti. Pekin'i, Tienzin'i ve Şanghay'ı ele geçirdi. Yabancı rakiplerini işgal ettiği bölgelerden çıkarmaya başladı. 1938 başlarında Avusturya'yı işgal eden Almanya, 1938 sonbaharında Çekoslovakya'nın Südetler böl­gesini ele geçirdi. Japonya 1936 sonlarında Kantonu, 1939 başla­rında da Haynan adasını işgal etti.

Böylece ulusların üzerine hiç sezdirmeden çöreklenen savaş. 500 milyondan fazla insanı yörüngesi içine almış ve Tienzin, Şanghay ve Kanton'dan Habeşistan'a ve oradan da Cebelitank'a dek uzanan çok geniş bir alana yayılmış bulunuyor.

Birinci emperyalist savaştan sonra galip devletler, öncelikle de İn­giltere, Fransa ve ABD, ülkeler arasında yeni bir ilişkiler sistemi, savaş sonrası barış rejimini kurmuşlardı. Bu rejimin başlıca daya­naktan, Uzak Doğu'daki Dokuzlar Paktı, Avrupa'daki Versailles Antlaşması ve Öteki birkaç antlaşmaydı. Milletler Cemiyeti, bu reji­min çerçevesi içinde kalan ülkeler arasındaki ilişkileri devletlerin bir birleşik cephesi, devletlerin güvenliğinin kollektif savunması temeli üzerinde düzenlemek amacıyla kurulmuştu. Ama üç saldır­gan devlet ve onların başlattıkları yeni emperyalist savaş, bu savaş sonrası barış rejiminin tüm bir sistemini alt üst etti. Japonya Do­kuzlar Paktını, Almanya ve İtalya da Versailles Antlaşmasını yırtıp attılar. Bu üç devlet, kendilerine köstek olmasın diye Milletler Ce­miyetinden çekildiler. Yeni emperyalist savaş artık bir olgudur.

... Henüz genel bir dünya savaşı haline gelmemiş olması, yeni em­peryalist savaşın ayırdedici özelliğidir. Savaş, saldırgan olmayan devletlerin, öncelikle de İngiltere, Fransa ve ABD'nin çıkarlarını her türlü yoldan çiğneyen saldırgan devletler tarafından yürütül­mektedir. Saldırgan olmayan devletlerse geri çekilmekte ve saldır­ganlara ödün üstüne ödün vermektedirler.... İnanılmaz bir durum, ama gerçek.

Yeni emperyalist savaşın bu tek yanlı ve tuhaf niteliğini neye bağ­lamamız gerekir?

... Saldırgan olmayan devletlerin zayıflığına mı? Elbette ki, hayır! Birlikte alınırlarsa, saldırgan olmayan demokratik devletler, hem ekonomik, hem de askerî bakımdan faşist devletlerden kesinlikle daha güçlüdürler. Öyleyse, bu devletlerin saldırganlara sürekli olarak ödün vermele­rini neye bağlayacağız?

... Bunun temel nedeni, saldırgan olmayan ülkelerin çoğunun, özellikle de İngiltere'yle Fransa'nın, kollektif güvenlik politikasını, saldırganlara karşı kollektif direnme politikasını reddetmeleri ve bir müdahale etmeme tutumu, bir "tarafsızlık" tutumu takınmala­rıdır.

Müdahale etmeme politikası ilk bakışta şöyle açıklanabilir: "Her ülke kendisini saldırganlara karşı istediği gibi ve elinden geldiğin­ce savunsun. Bu, bizim sorunumuz değil. Biz, hem saldırganlarla, hem de onların kurbanlarıyla ticaretimize bakarız." Ama aslı oda, müdahale etmeme politikası, saldırıya göz yummak, savaşa yeşil ışık yakmak ve dolayısıyla da savaşı bir dünya savaşına dönüştür­mek demektir. Müdahale etmeme politikası, saldırganların alçakça işlerini engellememe, Japonya'nın sözgelimi Çin'e karşı, hatta da­ha da iyisi Sovyetler Birliği'ne karşı savaşa girmesini engellememe; Almanya'nın Avrupa'nın işlerine karışmasını, Sovyetler Birliği'ne karşı bir savaşa girmesini engellememe; savaşa karışan bütün ülke­lerin savaş batağına iyice batmalarına göz yumma ve onları bu yol­da el altından kışkırtma; ve sonra da bu ülkeler yeterince zayıf düştüklerinde, hiç kuşkusuz "barış adına" sahneye taze kuvvetlerle çı­kıp, savaşta zayıf düşmüş ülkelere kendi koşullarını zorla kabul et­tirme hırsının ve isteğinin bir ifadesidir. Ucuz ve kolay!

Stalin, gerek saldırgan, gerek saldırgan olmayan dev­letlerin duygularına zerrece aldırmaksızın demokratik dev­letlerin tutumunu korkusuzca çözümledikten ve cesarede suçladıktan sonra şöyle sürdürüyordu:

Müdahale etmeme politikası üzerine ders verecek ihanetten, hain­likten vb. sözedecek değilim. Hiçbir insani ahlâk ölçüsü tanıma­yanlara ahlâk öğütlemek budalalık olur. Eski, kaşarlanmış burjuva diplomatlarının dedikleri gibi, politika politikadır. Ama gene de belirtmek gerekir ki, müdahale etmeme politikasının destekleyici­leri tarafından başlatılan bu büyük ve tehlikeli politik oyun, kendi­leri için ciddi bir fiyaskoyla sonuçlanabilir....

Hiç kuşkusuz, SSCB bu uğursuz olayları görmezden gelemezdi. ... Sovyetler Birliği, uluslararası durumunu güçlendirmek amacıyla... 1934 yılında Milletler Cemiyetine girdi. Bütün zayıflığına karşın Milletler Cemiyetinin gene de saldırganların sergilenebileceği bir yer olabileceği, çok zayıf bir olasılık da olsa, savaşın patlak verme­sini önleyebilecek bir barış aracı olabileceği düşünülüyordu. Sov­yetler Birliği, böyle tehlikeli zamanlarda Milletler Cemiyeti kadar zayıf bir örgütün bile başlanmaması gerektiği kanısındadır. 1935 Mayısında, saldırganların olası saldırısına karşı Fransa'yla Sovyet­ler Birliği arasında bir karşılıklı yardım antlaşması imzalandı. Aynı anda Çekoslovakya'yla da aynı türden bir antlaşma imzalandı. Sovyetler Birliği 1936 Martında Moğolistan Halk Cumhuriyeti'yle bir karşılıklı yardım antlaşması, 1937 Ağustosunda da Çin Cumhu­riyeti'yle bir saldırmazlık paktı imzaladı.

Sovyetler Birliği, bu güç uluslararası koşullarda barış davasını sa­vunma biçimindeki dış politikasından şaşmadı. Bunun ardından Stalin, artık Sovyetler Birliği'nin her an kendisine karşı bir genel saldırıya geçebilecek bir düş­manlar dünyasıyla kuşatılmış olduğu gerçeğinden hareket ederek tutum takınacağını, tüm dünyaca bilinen bir açık­lıkla ortaya koydu. Bir yandan, faşist devletlere karşı de­mokratik devletlerle bir ittifakı yeğ tutarken; öte yandan da, Sovyetler Birliği'ne karşı girişilebilecek ortak bir saldırıyı, düşmanı kendi içinde bölerek önlemeye çalışacaktı. Stalin şöyle diyordu:

Sovyetler Birliğin'in dış politikası açık ve berraktır.

(1) Biz, barıştan ve bütün ülkelerle iş ilişkilerinin güçlendirilmesin­den yanayız. Bizim tutumumuz budur ve bu ülkeler Sovyetler Birliği'yle bu ilişkileri sürdürdükleri ve ülkemizin çıkarlarını çiğneme­ye kalkışmadıkları sürece, bu tutuma bağlı kalacağız.

(2) Sovyetler Birliği'yle ortak sınırlan bulunan bütün komşu ülke­lerle barışçı, yakın ve dostça ilişkilerden yanayız. Bizim tutumu­muz budur ve bu ülkeler Sovyetler Birliği'yle bu ilişkileri sürdür­dükleri ve Sovyet Devletinin bütünlüğünü ve dokunulmazlığını dolaylı ya da dolaysız çiğnemeye kalkışmadıktan sürece, bu tutu­ma bağlı kalacağız.

[3] Biz, saldırıya uğrayan ve ülkelerinin bağımsızlığı uğrunda sava­şan ulusların desteklenmesinden yanayız.

(4) Saldırganların tehditlerinden korkmuyoruz; Sovyet sınırlarını çiğnemeye kalkışan savaş kışkırtıcılarının her darbesine iki katıyla karşılık vermeye hazırız. Sovyetler Birliğin'in dış politikası budur.

Daha sonra, bu tutumunun yanlış anlaşılmamasından iyice emin olmak için şöyle sürdürdü: Sovyetler Birliği, dış politikasında:

1. Gittikçe büyüyen ekonomik, politik ve kültürel gücüne;

2. Sovyet toplumunun manevi ve politik birliğine;

3. Ülkemiz uluslarının karşılıklı dostluğuna;

4. Kızıl Ordusuna ve Kızıl Donanmasına;

5. Barış politikasına;

6. Bütün ülkelerin barışın korunmasıyla yakından ilgilenen emek­çi halklarının manevî desteğine;

7. Barışın bozulmasında şu ya da bu biçimde hiçbir çıkarı olma­yan ülkelerin sağduyusuna güvenir.

Dikkatini doğrudan doğruya Bolşeviklere yönelterek, onların görevlerini saptadı:

Partinin dış politika alanındaki görevleri şunlardır:

1. Barış ve bütün ülkelerle iş ilişkilerini güçlendirme politikasını sürdürmek.

2. Temkinli olmak ve ülkemizin, her zaman kendileri için başkala­rını ateş hattına sürme huyunda olan savaş kışkırtıcılarının çıkara­cağı çatışmalara sürüklenmesine izin vermemek.

3. Kızıl Ordumuzun ve Kızıl Donanmamızın gücünü olabildiğin­ce artırmak.

4. Ulusların dostluğuna ve barışa ilgi gösteren bütün ülkelerin emekçi halklarıyla uluslararası dostluk bağlarım sağlamlaştırmak.

O sıralarda Litvinov, Dışişleri Komiserliği görevinden bağışlanmasını istedi. Dış dünya, bu isteği, Litvinov'un Stalin'le anlaşmazlığa düştüğü biçiminde yorumladı. Ama özellikle demokratik devletlere uyanık olmaları yolunda bir uyarı olabileceği hiç düşünülmedi. Stalin'in yardımcıları­nın çoluk-çocuk ya da evet-efendimci politika adamları ol­madıkları; ilkelerde, bakış açısında ve amaçlarda tam bir uyum içinde bulunan önderler oldukları; farklı felsefeleri ve çıkarları savunan kimseler olmadıkları, bir gün bu ülke­lerin kafasına dank edecektir.

Molotov, Başbakanlık görevi­nin yanısıra Dışişleri Komiserliği görevini de üstlendiğin­de, bütün bu ülkelerin hükümetleri bu değişikliğin geçici oluğunu ve tarihte yeni bir sayfanın açıldığını anlamalıydı­lar. Bu değişiklik, Sovyet dışişlerinde ağırlık merkezinin Cenevre'den Moskova'ya kaydığını gösteriyordu.

Hiç kuşkusuz, Molotov, Stalin'in sağ kolu olacaktı. Onun "kollektif güvenlik" konusunda uzun söylevleri yok­tu. Çok yetenekli bir yönetici olan Molotov, Stalin'in St. Petersburg'a geldiği ilk günlerden beri onun yakın dostuydu. Stalin'in uzun uzun aktardığım büyük söylevinden sonra, Sovyetler Birliği hem "saldırganlarda hem de "saldırgan olmayanlar"la, hem "demokratik" hükümetlerle hem de "fa­şist" hükümetlerle görüşmelere oturmaya ve anlaşmaya varmaya hazırdı.

Eğer demokratik devletler, geç de olsa, saldırgan devletlere karşı Sovyetler Birliği'yle birleşirlerse, ne âlâ. Geç ol­ması, hiç olmamasından iyidir. Ama eğer birleşmezlerse, o zaman bir tek yol kalıyordu. Almanya'nın Nazi hükümeti bir yılı aşkın bir zamandır bir saldırmazlık paktı imzalan­masını öneriyordu. Naziler, Bolşeviklere karşı şiddetti bir propaganda yürütmelerine, İtalyan ve Japonya'yla imzala­mış oldukları anti-Komintern Paktına karşın, 1922 Rapallo Anılaşmasını feshetmemişlerdi. Alman kapitalistlerinin önerdikleri kredi koşulları, "demokratik" kapitalistlerin önerdiklerinden daha iyiydi. 1938'de Nazi hükümeti, 100 milyon marklık bir borç ve çok daha elverişli ticarî koşullar önermişti. Faşizmin ve Hitler'in stratejisinin niteliğini iyice anlayan Stalin, bu önerileri geri çevirmiş ve demokratik devletlerle "kollektif güvenliği" yeğ tutmuştu.

Bu, duygusal düşüncelere değil, öncelikle ülkeler arasındaki güç dengesine dayanıyordu. Stalin, hem Mein Kampf ve "Rosenburg Planı"ndaki program açıklamaları, hem de Avrupa'nın ekonomik coğrafyası üzerindeki bilgilerinden, Almanya'nın, Kuzey Fransa, Belçika, Lüksemburg ve Ruhr'dan Çekoslovakya'ya dek uzanan sanayi şeri­dini tamamen denetimi altına almadan Sovyetler Birliği'ni istilaya kalkışmayacağını biliyordu.

Naziler bu kaynakları ele geçirmeden, artık yılda 20 milyon ton çelik üretmekte olan Sovyetler Birliği'nin durmadan büyüyen üretim gücünü hızlı bir biçimde aşamaz­lardı. Eğer "demokratik devletler" Sovyetler Birliği'yle o sı­rada bir ittifak kursalardı, askeri gücün temeli olan çelik üretimindeki ortak güçleri, Almanya'nın çelik potansiyeli­nin en azından iki katı olurdu. Ama "demokratik devlet­lerin başında bulunanların kafalarında başka şeyler vardı.

Ama gene de, Stalin'in söylevinden bir hafta sonra, 18 Mart 1939'da İngiliz elçisi Sovyet hükümetine, Hitler'in Romanya'yı tehdidi karşısındaki tutumlarının ne olduğu­nu sordu. Stalin bu soruya, "daha da artacak olan saldırıya karşı koymanın yollannı ve olanaklarını bulmak" üzere İn­giltere, Fransa, SSCB, Polonya, Türkiye ve Romanya arasın­da bir konferans toplanmasını önererek karşılık verdi. Ama Hitler 1938'de Avusturya'ya girdiğinde olduğu gibi, Sovyet hükümetinin bu önerisi de "vakitsiz" olarak nitelendirildi. Bunun yerine, İngiliz hükümeti saldırıya karşı ortak bir bil­diri yayınlanmasını önerdi. Hâlâ sabırla bir şeyler bekleyen Stalin bu öneriyi kabul etti. Ama Polonya hükümeti, üze­rinde Sovyet hükümetinin bir yöneticisinin imzası bulunan hiçbir belgeyi imzalamayacağını bildirdi.

18 Nisan 1939'da, İngiliz elçisi Sovyet hükümetinden, Polonya ve Romanya'ya tek yanlı güvence verilmesini iste­di. Stalin bu isteği, herhangi bir yerdeki saldırıya karşı İn­giltere, Fransa ve SSCB arasında üçlü bir antlaşma yapıl­ması önerisiyle yanıtladı. 17 Nisandan 9 Mayısa dek bir ya­nıt çıkmadı. En sonunda çıkagelen yanıtta da, Üçlü Antlaş­ma önerisi es geçiliyor, Sovyetler Birliği'nin komşusu olan ülkelere güvence vermesi yolunda bir karşı-öneride bulu­nuluyordu. Üstelik bu antlaşmada savaş çıktığı takdirde İn­giltere ve Fransa'nın ne tür bir yardımda bulunacaklan belirtilmeyecekti. Stalin, üçlü antlaşma önerisini tekrarladı. İngiltere ve Fransa hükümetlerinin, bu konunun tartışılma­sını kabul etmeleri 29 Mayısı buldu.

Bu arada Hitler'in de işi başından aşkındı. Hitler'in 1938'de yaptığı ve Stalin'in geri çevirdiği öneri, Alman hü­kümeti tarafından yılbaşından beri tekrarlanıyordu. 31 Ma­yıs 1939'da Molotov, Yüksek Sovyette, önerilerin yeniden gözden geçirilebileceğini ve İtalya'yla yeni bir Ticaret Ant­laşması imzalanmış olduğunu açıkladı. Bu açıklama bile, "demokratik devletleri" harekete geçirmeye yetmedi. Bu­nun yerine, İngiliz hükümeti, karar alma yetkisine sahip ol­mayan bir dışişleri görevlisini "sorunları görüşmek" üzere Moskova'ya gönderdi.

Ama Stalin, "kollektif güvenlik" doğrultusunda hare­kete geçilmesinde hâlâ diretiyor ve bu konuda en küçük bir umudu bile hesaba katarak, Nazilerle anlaşmayı erteli­yordu. Bolşevik Partisi Politik Bürosunun en yetenekli üyelerinden biri olan Jdanov, Pravda'da, İngiliz ve Fransız hü­kümetlerinin karşılıklı yardım antlaşması yapmaya gerçek­ten istekli olmadıklarını, ama "karşılıklı yardım" sorumlu­luklarının tüm yükünü yalnızca Sovyetler Birliği'ne yık­mak istediklerini açıkça ortaya koyan bir yazı yazdı.

23 Temmuzda, İngiliz ve Fransız hükümetleri, Mosko­va'ya bir askeri kurul göndermeyi kabul ettiler. Kurulun Moskova'ya gidişi, Hitler kuvvetlerinin Danzig kapılarına dayandıkları 5 Ağustosa dek gecikti. Kurul, Moskova'ya vardığında, hiçbir karar yetkisine sahip olmadığını açıkla­dı. Bu arada Polonya hükümeti de. Alman saldırısını Sov­yetler Birliği'nden yardım almadan göğüsleyebileceğini ilân etti!

Buhran doruğuna erişmişti. İşaret verilmişti. Hitler hiç vakit geçirmeden Dışişleri Bakanını ve kurulunu Moskova'­ya gönderdi ve Almanya'yla saldırmazlık paktı imzalandı.

Dünya devriminin önderleri Stalin ve Molotov'un, dünya karşı-devriminin önderi Hitler'in sözcüsü Ribbentrop'la Kremlin'in konferans salonunda buluşmaları, dra­matik bir andı. Ama Stalin son derece sakindi. Olayların akışını ve sözkonusu güçlerin durumunu değerlendirişi, batıdaki çılgın yorumcuların değerlendirmelerine hiç ben­zemiyordu. Doğru ya da yanlış, İngiltere ve Fransa'nın Chamberlain ve Daladier hükümederinin ilkönce Hitler'in silah tüccarları, sonra da silah arkadaşları olacakları Nazi Almanyasıyla bir savaşı hiç değilse bir süre için önlemiş ol­duğuna inanıyordu. Tam bir gönül rahatlığı içindeydi. Bu antlaşmayı Bolşevizm ve Nazizmin nikah töreni olarak gö­renlere yalnızca gülmekle yetiniyor ve onların saldırılarını budalaca gevezelikler olarak tanımlıyordu. Böyle bir ant­laşma yaptığı için neden suçlu olsundu? Bu suçlamalarda bulunanların kendi hükümetleri, Nazizmin ve Faşizmin önderleriyle sürekli politik ve kişisel ilişkiler içinde değiller miydi? Kendileri, Sovyetler Birliği' ne ve hatta üyesi bulun­dukları Millietier Cemiyetine danışmadan onlarla antlaşma yapmamışlar mıydı? Stalin, bütün bu olayları tek bir bütü­nün parçaları olarak görüyordu ve Sovyetler Birliği'nin çıkarlarını savunduğundan emin olduğu için, Ribbentrop'la resim çektirmekten en küçük bir vicdan acısı duymuyordu.

Artık "kesin tarafsızlık dönemi başlamıştı. Artık devletlerin, "saldırganlar" ve "saldırgan olmayanlar" diye sınır­landırıldığı günler geride kalmıştı. Stalin'in "müdahale et­meme" konusundaki iğnelemeleri de geride kalmıştı. Gene "sosyalist dünya" ile "kapitalist dünya"; barış ve sosyalist kuruluş dünyası ile savaş ve parçalanma dünyası biçimin­deki basit sınıflamaya geri dönülmüştü.

Her şey basit, hem de çok basitti. İşte bu noktada Sta­lin, dünya komünist partilerine, 1914'ün tekrarlandığı var­sayımına dayanarak önderlik etmekle hataya düştü. Emper­yalist bir savaşın sözkonusu olduğunu ve işçilerin bu sava­şı bir iç savaşa dönüştürmeleri ve kendi hükümetlerini de­virmeleri gerektiğini belirtti. Çünkü hâlâ savaşın, Sovyetler Birliği'ne karşı genel bir sınıf savaşına dönüşeceğini düşü­nüyordu. Bu yüzden, hemen öteki ülkelerin işçilerine sınıf savaşı politikasında yardım etmek amacıyla yeni koşullar­dan yararlanmaya koyuldu. Kendisi, ülkeyi savaşa hazır bir ­durumda tutar ve Sovyet sanayisinin ve askeri gücünün ilerlemesini hızlandınrken, öteki ülkelerin işçilerine Sov­yetler Birliği'nden bir banş görüşmecisi olarak yararlanma olanağı tanıdı.

Ama bu barış manevrası birkaç hafta geçmeden terkedilmek zorunda kaldı. Nazi ordulanrının hızla Polonya içle­rine ilerlemesi, Avrupa'daki savaşın Sovyetler Birliği'ne karşı bir savaşın başlangıcı olduğunu gösteriyordu. Bu ne­denle, Polonya hükümeti ve genel kurmayının ülkeyi kendi yazgısıyla başbaşa bırakarak çekip gittikleri bir sırada, Sta­lin tüm dünyayı bir kez daha şaşkınlık içinde bırakan bir çabuklukla Kızıl Orduyu "Curzon Hattı"na doğru yürüyüşe geçirdi. Müdahale savaşları sırasında Polonyalılar Sovyet­lerden Beyaz Rusya'nın ve Ukrayna'nın büyük bir parçası­nı alıncaya dek herkesçe Rusya-Polonya sınırı olarak bili­nen bu hatta ilerlemek demek, 12 milyon insanın yaşadığı bir toprakta ilerlemek demekti. Devrim bayrağı yükseltil­mişti; Sovyet Ordusu, bu 12 milyon eski Sovyet yurttaşının yardımına koştu.

Genellikle yorumcular bunun Nazilerle anlaşarak ya­pıldığını ileri sürerler. Elimde bunu doğrulayacak hiçbir kanıt yok. Ama ne denirse densin şurası bir gerçektir: Sta­lin, Polonya'da hükümet diye bir şey kalmayıncaya ve Na­ziler "Curzon Hattı"nın ötesinde istedikleri kadar toprak ele geçirebilecek duruma gelinceye dek, Kızıl Orduyu Po­lonya topraklarına sokmadı. Almanların Kızıl Orduyla ça­tışmaya girmemelerinin nedeni, daha geniş bir stratejik plana sahip olmalan ve daha önce Avrupa'yı istila etmeyi tasarlamalarıdır.

Stalin hemen "kesin tarafsızlık" dönemine ilişkin stra­tejisini saptadı. Bir yandan Almanya'yla yapılan antlaşma hükümlerine dikkatle bağlı kalırken, öte yandan da kuvvet­lerini bu dönem sona erdiğinde hazır olacak biçimde elve­rişli stratejik mevzilere yerleştirmeye başladı.

İlk ağızda, komşu devletier Litvanya, Letonya ve Estonya ile deniz ve kara üsleri konusunda görüşmeler başla­dı. Bu girişimler başarılı oldu. Bu basarı, sözkonusu ülke­lerdeki genel seçimlerle ve bu ülkelerin Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerine dönüştürülmesiyle doruğuna vardı. Fin­landiya'yla da buna benzer görüşmeler başladı, ama başarı sağlanamadı. Stalin, tehlikeli olabilecek bir durumla karşı karşıyaydı. Mannerheim Hattı, Hitler doğuya çullanmadan terkedilmedikçe ya da yokedilmedikçe, Leningrad'a çok ya­kın olduğu için, bu kentin ve Sovyetler Birliği'nin bütün kuzey kesiminin savunulmasında büyük bir tehlike meyda­na getirecekti. Stalin, saldırı olduğu takdirde bu hattan ya­rarlanılacağına mutlak gözüyle bakıyordu. İşte bu nedenle saldırıya geçti ve kuzey cephesinin görüşmeler yoluyla sağlanamayan güvenliği zor yoluyla sağlandı.

Avrupa'da savaşın başlamasından bu yana hiçbir olay kamuoyu, basın ve hükümetler tarafından bu kadar çarpı­tılmamış ve yanlış anlaşılmamıştır. Nerdeyse Nazilerle sa­vaşı bir yana bırakacaklardı. Amanya'ya karşı savaşa yete­rince hazırlanmamış olan İngiliz ve Fransız hükümetleri gene de Finlandiya'nın yardımına koştular. Ama İngiltere'nin Savaş Bakanı o kadar miyoptu ki, hem Almanya'ya, hem de Rusya'ya karşı savaş çağrısında bulundu! Bereket, Kızıl Ordu Mannerheim Hattını yardı ve Finlileri savaşma­dan elde edebilecekleri koşulları kabule zorladı.

Stalin, kuzey cephesini güven altına aldıktan sonra, güneye döndü ve Romanya'yı, Besarabya'yı Sovyetier Birliği'ne geri vermeye zorladı. Fransa'yı işgal ettikten ve batıdaki saldırılarını ta­mamladıktan sonra Hitler'in orduları doğuya yöneldiler ve Sovyet sınırlarına doğru ilerlemek için hazırlığa başladılar. Bundan sonra Stalin'in "kesin tarafsızlığı" o kadar kesin ol­maktan çıkar. Yugoslavya Nazi yanlısı hükümetine karşı ayaklandığında, Stalin bu hareketi yürekten alkışladı. Bul­garistan Nazi Almanyasının isteklerine boyun eğdiğinde, onu tehlikeye karşı uyardı. Japonya saldırmazlık antlaşma­sı imzalanmasını istediğinde, bunu kabul etti. Ne yazık ki, İngiltere Bolşevik gemilerine ve "Bolşevikleşmiş" Baltık ül­kelerinin altınlarına el koymakla öylesine meşguldü ki, Sta­lin'in gittikçe açıklık kazanan Nazi aleyhtarı stratejisini göremiyordu. İngilizlerin sınıf önyargıları öylesine köklüydü ki, Sir Stafford Cripps "ilişkileri düzeltmek için" gönderil­diğinde, Stalin onun elçilik statüsünü sağlama almak için Sovyetler Birliği'ne girişini reddetmek zorunda kalmıştı.

1941 Mayısında Yüksek Sovyet, Stalin'in Sovyetier Birliği Başbakanlığına getirilmesini kararlaştırdı. Böylece Stalin, tüm dünyanın karşısına, SSCB'nin bütün hükümet yetkilerini elinde tutan önder olarak çıktı. Bu ne demekti? Stalin ve arkadaşları, büyük buhran anının gelip çatmış ol­duğunu anlamışlardı. Bundan böyle Sovyet gemisine ki­min kaptanlık ettiği konusunda dost düşman kimsenin ka­fasında en ufak bir kuşku kalmamalıydı.

"1914 Tezi" artık geçerliliğini yitirmişti. Stalin bu te­zin geçerli olduğunu sanmakla yanılmıştı. Kapitalist dün­ya, sosyalist dünyanın üzerine çullanmaya hazır bekleyen birleşik bir dünya değildi. Kapitalist dünya kendi içerisinde bölünmüştü ve rakip güçler birbirleriyle savaşıyorlardı. Bu, kapitalizmin doğduğu günden beri böyle olmuştu ve kapi­talizm var olduğu sürece de böyle olacaktı.

Çatışan sosyal sistemlerin dünya ölçüsündeki dramı, Sovyetler Birliği'ni sahnenin ortasına iterken, ağırbaşlı, kendine güvenli ve çok iyi yetişmiş bir Jozef Stalin, ülkesi­nin başına geçmiş, Alman saldırısını bekliyordu. Şöyle di­yordu: "Hitler bir imha savaşı istiyor. Ona istediğini verece­ğiz."
Blogger tarafından desteklenmektedir.