Felsefenin Temel İlkeleri - Devlet
Georges Politzer
Georges Politzer'in metni esas alınarak Guy Basse ve Maurice Caveing tarafından geliştirilen ve onun imzası altında yayınlanan Principes fondamentaux de philosophie (Editions Sociales, Paris, 1954)
Çeviren: Muzaffer Erdost
II. DEVLET, UZLAŞMAZ SINIF KARŞITLIKLARININ ÜRÜNÜ
a) Devletin kökeni.[3]
b) Devletin tarihsel rolü.
Georges Politzer'in metni esas alınarak Guy Basse ve Maurice Caveing tarafından geliştirilen ve onun imzası altında yayınlanan Principes fondamentaux de philosophie (Editions Sociales, Paris, 1954)
Çeviren: Muzaffer Erdost
BEŞİNCİ BÖLÜM
MATERYALİST DEVLET VE ULUS TEORİSİ YİRMİ İKİNCİ DERS
I. DEVLET VE "KAMU YARARI"
Burjuva siyaset adamlarının devletle ilgili değişmez öğretisi, tamamıyla burjuva devletin, kamu yararına hizmet ettiği görüşüne dayanır. Bununla birlikte, tarihsel deneyim, bu "teoriyi" sert bir şekilde yalanlar. Yurttaşların, kamu yararının gereklerini, örneğin Nazilerin silahlanmasına karşı protestoda bulunmak ya da yalnızca Bastille'in alınışının yıldönümünü kutlamak gibi şeyleri hükümete anımsatmaya niyet etmeleri yeter, hemen burjuva devletin polis kordonlarıyla burun buruna gelirler. Ve eğer, emekçiler ekmeklerini savunmak isterlerse, ister özel sanayide, ister kamu hizmetlerinde olsun, polis baskısıyla ve burjuva devletinin temsilcilerinin silahlarıyla karşılaşırlar. Demek ki, arkasına sığınılan "kamu yararı", pratikte, proletaryanın ve geniş halk tabakalarının çıkarını içine almaz. Bu "kamu yararı"nın sınıf sınırları vardır! Daha ileri gidelim; hatta devlet "yasaya uygunluğun" ("legalite") bile savunucusu değildir. Diyelim ki, emekçiler, İş Yasasına aykırı bir davranış karşısında greve koyuluyorlar, işçiler ya da genç emekçiler, "eşit emeğe, eşit ücret" yasal ilkesine saygı gösterilmesini istiyorlar ve grev gibi bu anayasal hakkı, patronların yasadışı davranışlarına karşı korumak için güvenlik kuvvetlerinin desteğini diliyorlar, her ne kadar ilke olarak, güvenlik kuvveti, yasanın hizmetinde ise de, polisin kendilerine göstereceği kabulü tahmin etmek güç değildir. Memurlar yönetmeliğinin aynı şekilde uygulanmaması da, devletin, oybirliğiyle kabul edilen bir yasanın üstünde yeraldığını gösterir. Bununla birlikte, bazı tarihsel koşullarda, devletin, kamu yararının hizmetinde olduğu tamamıyla doğrudur. Yani devlet, bazan kamu yararının hizmetindedir, bazan değildir. Demek ki, kamu yararı ölçütünün hiçbir bilimsel yanı olmadığı yargısına varmak zorunludur, gerçekte, bazı kimselerin devletin bilimsel olmayan bir tanımlamasını yapmakta çıkarları olduğu yadsınılmaz bir şeydir. Devletin doğaüstü bir şey olarak sunulduğu zamanlar ve ülkeler olmuştur: öyle bir kudret, öyle bir güç idi ki, onsuz insanlık yaşayamazdı ve bu devlet, insanlara, insanlardan çıkmayan bir şey, kısacası üstün bir bilgelik getiriyordu... Devlete tanrısal kökten gelme bir şey gibi bakılıyordu. Devlet, tanrısal hukukun devletiydi. Tanrının oğlu Mikado'nun Japonyası'nda da durum hâlâ böyledir. Hitler'e gelince, "tanrı bizimledir" diye ilan ediyordu. Truman ve Eisenhower'dan beri bilinir ki, Beyaz Saray, yeryüzünde doğrudan doğruya tanrıyı temsil eder, bu ise, inananların gözünde tanrının saygınlığını daha çok sarsacak nitelikte bir şeydir. Devlet, uzun zaman pek çok kimseler için bir "batıl saygı" konusuydu ve hâlâ da öyledir. Devlet sorunu, çok zaman, din sorunuyla karışmıştır.
Olgucu olarak doğaüstüyü başından atmış olmakla öğünen Auguste Comte bile, toplumda "cismani iktidar"ı "manevi iktidar"a bağımlı kılıyordu. Gerçekte, bir kilise, başvurulacak yetkili yerin, yetkili dinsel hukuk olduğunu öne sürdüğü zaman, bu, örneğin Franco İspanyası'nda olduğu gibi, çoğunlukla devlet karşısında ustaca gizlenmiş bir köleliğin işaretiydi. Müminlerine, devlete karşı dinsel bir saygıyı telkin eden kilisedir. Ve devlet sorununun anlaşılmasında karşılaşılan güçlüklerin kökenleri, dinsel idealizmin inatçı kalıntılarındadır. Örneğin Fransa'da da, dinsel hukuk teorisi, uzun zamandan beri iflas etmiş bulunmaktadır. Bu bakımdan herhangi bir ideolojik yayılmaya karşı güvenlik altında olduğumuzu sanmamıza yetecek kadar laik düşünceli insan vardır. Tıpkı devlet memurlarına göre olduğu gibi bunlara göre de, devlet, kamu yararından doğar. Bu doğuş, gizemli bir nitelik taşır! Devletin, sınıfların, özel çıkarların, partilerin üstünde olduğu söylenir bize; ama eğer devlet, sınıf savaşımının üstündeyse, yani sınıfların uzlaşmasının bir organizmasıysa, besbelli ki, toplumun kendisinden oluşamaz; o halde toplumun daha yukarılarından gelmesi gerekir; eğer bu, tanrı değilse ruhtur! Reformistlerin tezi, ortaçağın dinsel hukuk teorisinin laikleştirilmesinden başka bir şey değildir; bu, dinin üstü örtülü bir biçimi olan kaba idealizmdir. Her cinsten gericiler, burada, bir anlaşma zemini bulmaktadırlar. "Ruh"un üstünlüğü, o bulantı verici devlet idealizmi, -devlet ki, yığınlara karşı en kanlı cinayetler hep onun adına işlenir; adalet ki, savaş suçlularının serbest bırakılması gibi en göze batan biçimde hep onun adına çiğnenir. Gerçekten eğer devlet, "ruh"un bir cisimleşmesi ise, bu ruh, burjuva ruhudur, burjuva ideolojisidir! Birleşik Devletlerin atom planından sözederken Amerika dışişleri bakanı Foster Dulles, "Maddenin içindeki tahrip kudretinin idealizm tarafından denetlenmesini" dilediğini ilan ediyordu. Ama Birleşik Devletler'de, Stockholm Çağrısına imza koyanlar hapisteydiler. Felsefe tarihi boyunca, devlet sorunu, sınıf sömürüsü sorunuyla birlikte karmakarışık edilmiş sorunlardan biri olmuştur. Lenin'in de belirttiği gibi, bu sorun, egemen sınıfın çıkarlarını, bütün başka sorunlardan daha çok etkiler. Yalnız tarihsel materyalizm, bu sorun üzerinde objektif olabilir. Devlet sorunu, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi haline geçtiği çağda, proletarya için özellikle önemli bir kılığa bürünmüştür. Bu çağda, emekçi yığınları, (artık yalnız yurttaş olarak değil) üreticiler olarak, gittikçe güçlü kapitalist gruplaşmalara bağımlı olan devlet tarafından doğrudan doğruya baskı altında tutulmaktadırlar. Savaş ekonomisinde -daha barış zamanında- emperyalist ülkeler, işçiler için bir zindan haline gelirler. Proletarya, ekmek için -ekonomik- savaşımında, devlet sorunuyla, siyasal sorunla yüz-yüze gelir. Karşılık olarak, burjuvazi proletaryanın iktisadi savaşım örgütlerini (1931-1940 olayında olduğu gibi sendikaları) yıkmak için savaş bahanesini, siyasal bahaneyi kullanır. Lenin şöyle yazıyordu:
Olgucu olarak doğaüstüyü başından atmış olmakla öğünen Auguste Comte bile, toplumda "cismani iktidar"ı "manevi iktidar"a bağımlı kılıyordu. Gerçekte, bir kilise, başvurulacak yetkili yerin, yetkili dinsel hukuk olduğunu öne sürdüğü zaman, bu, örneğin Franco İspanyası'nda olduğu gibi, çoğunlukla devlet karşısında ustaca gizlenmiş bir köleliğin işaretiydi. Müminlerine, devlete karşı dinsel bir saygıyı telkin eden kilisedir. Ve devlet sorununun anlaşılmasında karşılaşılan güçlüklerin kökenleri, dinsel idealizmin inatçı kalıntılarındadır. Örneğin Fransa'da da, dinsel hukuk teorisi, uzun zamandan beri iflas etmiş bulunmaktadır. Bu bakımdan herhangi bir ideolojik yayılmaya karşı güvenlik altında olduğumuzu sanmamıza yetecek kadar laik düşünceli insan vardır. Tıpkı devlet memurlarına göre olduğu gibi bunlara göre de, devlet, kamu yararından doğar. Bu doğuş, gizemli bir nitelik taşır! Devletin, sınıfların, özel çıkarların, partilerin üstünde olduğu söylenir bize; ama eğer devlet, sınıf savaşımının üstündeyse, yani sınıfların uzlaşmasının bir organizmasıysa, besbelli ki, toplumun kendisinden oluşamaz; o halde toplumun daha yukarılarından gelmesi gerekir; eğer bu, tanrı değilse ruhtur! Reformistlerin tezi, ortaçağın dinsel hukuk teorisinin laikleştirilmesinden başka bir şey değildir; bu, dinin üstü örtülü bir biçimi olan kaba idealizmdir. Her cinsten gericiler, burada, bir anlaşma zemini bulmaktadırlar. "Ruh"un üstünlüğü, o bulantı verici devlet idealizmi, -devlet ki, yığınlara karşı en kanlı cinayetler hep onun adına işlenir; adalet ki, savaş suçlularının serbest bırakılması gibi en göze batan biçimde hep onun adına çiğnenir. Gerçekten eğer devlet, "ruh"un bir cisimleşmesi ise, bu ruh, burjuva ruhudur, burjuva ideolojisidir! Birleşik Devletlerin atom planından sözederken Amerika dışişleri bakanı Foster Dulles, "Maddenin içindeki tahrip kudretinin idealizm tarafından denetlenmesini" dilediğini ilan ediyordu. Ama Birleşik Devletler'de, Stockholm Çağrısına imza koyanlar hapisteydiler. Felsefe tarihi boyunca, devlet sorunu, sınıf sömürüsü sorunuyla birlikte karmakarışık edilmiş sorunlardan biri olmuştur. Lenin'in de belirttiği gibi, bu sorun, egemen sınıfın çıkarlarını, bütün başka sorunlardan daha çok etkiler. Yalnız tarihsel materyalizm, bu sorun üzerinde objektif olabilir. Devlet sorunu, tekelci kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi haline geçtiği çağda, proletarya için özellikle önemli bir kılığa bürünmüştür. Bu çağda, emekçi yığınları, (artık yalnız yurttaş olarak değil) üreticiler olarak, gittikçe güçlü kapitalist gruplaşmalara bağımlı olan devlet tarafından doğrudan doğruya baskı altında tutulmaktadırlar. Savaş ekonomisinde -daha barış zamanında- emperyalist ülkeler, işçiler için bir zindan haline gelirler. Proletarya, ekmek için -ekonomik- savaşımında, devlet sorunuyla, siyasal sorunla yüz-yüze gelir. Karşılık olarak, burjuvazi proletaryanın iktisadi savaşım örgütlerini (1931-1940 olayında olduğu gibi sendikaları) yıkmak için savaş bahanesini, siyasal bahaneyi kullanır. Lenin şöyle yazıyordu:
"Dünya sosyalist devriminin başladığı zamanda, ve devrimin bazı ülkelerde başarıya ulaştığı bir zamanda, dünya sermayesine karşı savaşın özellikle de sert biçimler aldığı bir zamanda, bu devlet sorunu en büyük önemi kazanmış ve, denilebilir ki, en hararetli bir sorun, bugünkü siyasal sorunların ve siyasal tartışmaların odağı haline gelmiştir."[2]
II. DEVLET, UZLAŞMAZ SINIF KARŞITLIKLARININ ÜRÜNÜ
Materyalizmin incelenmesi, özellikle 12. dersteki inceleme, zaten, devletin toplumun dışından, "ruh"tan, "tanrı"dan gelemeyeceğini bize göstermektedir. Diyalektik yöntem de, öte yandan, devletin, gelişimi içinde ve tarihsel bakımdan incelenmesi gerektiğini bize göstermektedir. Ama bunlar, çok genel sözler olarak kalmaktadır. Olgucu burjuva "toplumbilimciler" de, devlet sorununu bilimsel olarak ele almak iddiasındadırlar: onlara göre, devleti zorunlu kılan şey, toplumsal yaşamın artan karmaşıklığı, ayrı ayrı küçük insan gruplarından, çok daha kalabalık toplumlara geçiş, "toplumsal işlevlerin farklılaşması"dır. Devlet, toplumun sinir sistemi gibidir: organizma karmaşık oldukça, beynin rolü de artar. Devlet, toplumda "örgütleme görevini" yerine getirir. Şimdi bu konuyu göreceğiz.
Dikkate alınması gereken birinci şey, devletin her zaman varolmamış olduğudur. İlkel komünal toplum çağında, insanların, klanlar, kabileler, ataerkil ya da anaerkil aileler halinde yaşadıkları zamanlarda,[4] baskıyı sistemli olarak uygulamak için özel bir aygıt, devlet adı verilen bir aygıt yoktur. Elbette ki, bazı adetler, şefin otoritesi, onun kişiliğine ve iktidarına duyulan saygı, kadınların otoritesine karşı saygı vardı, ama, özel olarak ve yalnızca öteki insanları yönetmekle meşgul olan ve bunun için de sürekli olarak silahlı bir kuvveti emri altında bulunduran insanlar yoktu. Acaba buradan, çalışmada, disiplin ve düzen olmadığı sonucunu mu çıkartmak gerekir? Asla, çünkü alışkanlıkların ve geleneklerin gücü, yaşlıların ya da kadınların otoritesi, doğal saygı, bu işe yetiyordu. Ve bununla birlikte silah vardı. Yeryüzünde aletler olduğu andan itibaren, yani insan ortaya çıkar çıkmaz, elbette ki, aletlerden silah olarak yararlanmak olanağı da olmuştur. Çalışma, insana karşı zor kullanma olanağını da içeren doğaya karşı bir "zor kullanma"dır. Bununla birlikte, bu silahlar, toplum için bir tehlike taşımıyorlardı. Belli bir kabilenin silahlı adamları, silahlarını birbirlerine karşı çevirmiyorlardı. İlkel komünün ideolojisi, toplum yaşamını düzenlemeye yetiyordu, ve kuralların dışına çıkmak isteyen bireyler, silahlı adamların ortak hareketiyle, düzene saygı göstermeye yöneltiliyordu. Hiç kimse, bu görevde uzmanlaşmış değildi: devlet yoktu. O halde neden "toplumbilimcilerimizin" o kadar övdükleri "örgütleme görevi", bugün de, o zamanlarda olduğu gibi, iktisadi eylemi denetleyen bir planlama merkezi aracılığıyla, çalışmanın ve toplum yaşamının disiplinini sağlayan halkın kendiliğinden gelme örgütlenmesiyle sağlananlasın? Acaba antikçağ efsanesinin altın çağı, ilk günah yüzünden mi ortadan kaybolmuştur? Antikçağ tarihinin belli bir anında, saygının, çalışma disiplinini sürdürmeye artık yetmediği görülüyor. Alışkanlık ve gelenek gücü yerine, deneyime dayanan otorite yerine, zor kullanan, korku telkin eden özel, fizik bir güç koymak zorunlu olmuştur. Bir silah tekelini ve silahların, özel bir kata yükselmiş ve öteki insanlardan ayrılmış olan bir grubun yararına kullanımını kurumlaştırmak zorunlu olmuştu. Bu değişiklikler, kendilerini neden kabul ettirmişlerdi? İşte "toplumbilimcilerimizin" yan çizip sıyrılmaya çalıştıkları esas sorun budur. Çünkü, eğer eski doğal otorite saygısı kaybolmuşsa, eğer silahlı halkın kendiliğinden örgütlenmesi tehlikeli ve yasak sayılmışsa, bu, ancak, çalışmada işbirliğinin ve karşılıklı yardımlaşmanın son bulmuş olmasından, ortak mülkiyete dayanan üretim ilişkilerinin yerine özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürüsüne dayanan yeni üretim ilişkilerinin gelmiş olmasındandır. Demek ki, yalnız tarihsel materyalizm, devletin kökeni sorununa bilimsel bir yanıt verebilir. İnsanın insan tarafından sömürüsü başladığı zaman, doğal saygı üzerine kurulu eski otoritenin yerini, korku üzerine kurulu otoriteye bırakarak yıkılmış olması, tamamıyla anlaşılabilir bir şeydir. O zaman silahlı bulunan bütün halkın kendiliğinden örgütlenmesi durakladı, çünkü köle haline gelmiş olan savaş tutsakları silahtan yoksun kaldılar. Yalnız efendiler, yani üretim araçlarını ellerinde bulunduranlar, bundan böyle aynı zamanda silahların da sahibi oldular. İşte bunun gibi, zamanımızda da [1954'lerde], emperyalizme boyun eğmiş ülkelerde, Madagaskar'da, Tunus'ta, Fas'ta, Cezayir'de vb. sömürgeli kölelere karşı silahlanan kolonları görüyoruz.[5] Hiçbir zaman serbest ataerkil ya da anaerkil kabileler kendiliklerinden köleliği kabul etmediler. Hiçbir zaman köleler, pazara götürülmelerine kuzu kuzu boyun eğmediler. Kölelerden beklenen işi elde etmek için, onlara zor kullanmak gerekiyordu. Ayrıca, bu şekilde kurulmuş olan toplumsal düzene bütün üretim için zorunlu olan istikrarı ve sağlamlığı sağlamak istedikleri takdirde, efendilerin, köleleri, böyle bir rejimin doğru ve adil olduğuna ve düzeni temsil ettiğine inandırmaları uygun olurdu; insanların toplumsal ilişkiler içindeki tutumlarını belirleyen bozulmaz kurallar saptamak, deyim doğru ise, yeni üretim ilişkilerini sonsuzlaştırmak gerekiyordu. Böylece, yenenin, yenilen üzerindeki eski hukukundan çıkan efendilerin köleleri üzerindeki mutlak hukuku kavramı doğdu. Kendisini oluşturan bireylerin iradesinden bağımsız olarak ve efendilerin sınıf olarak çıkarlarını temsil etmek üzere, sömürülenlere yükümlülükler yükleyen ve sömürenlere ise, baskı için dokunulmazlığı olan bir temel görevini yerine getiren ve böylece bu baskının kayıtsız şartsız gerçekleşmesini güvence altına alan ve sınıf savaşımının "raslantılarından" ve kuvvetin geçici çalkalanmalarından bağımsız bir uygulamayı güven altına alan haklar tanıyan yasalar hazırlamak zorunlu oldu. Böylece, egemen sınıfın maddi gücündeki anlık gerileme ve gevşemeler, yasa korkusuyla giderilebiliyordu. Üstelik, bu yasaları, salt yasa oldukları için saymak gerekiyordu. Bir antikçağ düşünürü, Critias, diyor ki:
"... İnsanlar, adaleti egemen kılmak için, amaçlarına ancak kısmen ulaşabilen yasalar yaptılar: bu yasalar, herkesin ortasında şiddet kullanılmasını pekala önleyebiliyordu ama, gizli olarak şiddete başvurulmasını önleyemiyordu. İşte o zaman uyanık düşünceli bir bilge, insanlara, her şeyi bilen tanrılardan korkmayı telkin etmek gibi bir fikre sahip oldu. Hatta kimseye duyurulmadan kurulan kötü tasarıların bile tanrıların gözünden kaçmayacağına insanları inandırdığı zaman kanunsuzluk (anomie) [yani kronik bir şekilde yasaya karşı gelişler] durdu."[6]Critias'ın bu sözleri derin bir gerçeği yansıtıyor: sınıfların ortaya çıkışıyla, insan imgeleminin o zamana kadar doğa güçlerini ve kaderin dalgalanmalarını açıklamasına yardımcı olan tanrılar, yeni bir işlev kazandılar: tanrılar, toplumsal düzenin kefilleri, sınıf eşitsizliğinin gizemli güvencesi, ezilenlerin öteki dünyadaki yargıçları olurlar ve bu yargıçlar zorbalarla uyuşma halindedirler. Bu zorbalar, yığınların kafasına tanrı korkusunu iyice sokarlar ve kendilerinin tanrılarla gizemli bir ilişki halinde bulundukları efsanesine, yığınları inandırmaya çalışırlar. Böylece hukuk, kuvveti tamamlar ve onaylar; din de hukuku tamamlar ve kutlu kılar. Onun için köleci üretim tarzı geliştiği, köleci toplum kurulduğu zaman, boş inançlar köleleri itaat altına aldığı ve köleler, kölelik alışkanlığıyla, Rousseau'nun belirttiği gibi, bir köle zihniyetine sahip oldukları zaman, artık silahlı adamlardan kurulu özel müfrezeler, yani kaçan köleleri cezalandırmakla görevli bir polis kuvveti amacı karşıladı ve köle sahiplerinin devamlı olarak silahlı bulunmalarının gereği kalmadı. Bununla birlikte, köle sahipleri, hiçbir zaman, kendi malikaneleri üzerinde silahlı özel kolluk kuvvetlerine sahip olma hakkını yitirmediler. Aynı şekilde zamanımızda da, büyük Amerikan kapitalistlerinin büyük petrol ya da tarım işletmelerinde kendi özel polisleri vardır. Demek ki, tarihsel olayların incelenmesinden çıkan sonuca göre, bütün karşıt sınıflı toplumlarda, devlet, şu duruma gelir: insan toplumundan çıkan ve gitgide ondan ayrılan sömürülenleri yönetme aygıtı. Devlet, yalnızca yönetim işiyle uğraşan ve bu iş için "başkalarının iradesini kuvvet yolu ile baskı altına almaya"[7] özgü bir aygıttan yararlanan özel bir insan grubunun, siyaset adamları grubunun varlığını öngörür; bu aygıt, polisi, hapishaneleri, mahkemeleri kapsar; ideolojik baskı organlarını, eğitimi, basını, radyo yayınını vb. buna eklemek gerekir. Özet olarak: 1. Devlet her zaman varolmamıştır. 2. Devlet aygıtı, ancak, toplumda uzlaşmaz karşıt sınıflara bölünmenin ve sınıf sömürüsünün ortaya çıktığı yerde ve zamanda ortaya çıkar. Engels şöyle yazmıştır:
O halde, devletin kökenini anlamak için üretici güçlerin gelişmesinin belirli bir evresinde özel mülkiyeti, insanın insan tarafından sömürülmesini ve bunun için de bu özel mülkiyeti pekiştirme zorunluluğunu doğuran üretimin nesnel yasalarını dikkate almak gerekir. Demek ki, devlet, toplumun iktisadi gelişmesinin tarihsel bakımdan zorunlu bir ürünüdür; hiçbir şekilde "ilk günah"la, tanrı iradesiyle, "ahlak fikri" ile ya da "örgütleme görevi" ile açıklanamaz. İşte bu, teorik planda, idealizmin tutsağı olan anarşistlerin anlamadıkları bir şeydir. Nasıl burjuva devletin savunucuları, insanın doğuştan gelme kötülüğünü ve kötü yürekliliğini - sınırlandırmak için devletin zorunlu olduğunu anlatıyorlarsa, aynı şekilde, anarşistler de devlette kötücül bir gücün, bir "hükmetme içgüdüsünün" ürününü görürler. Devleti sınıf temelinden ayırırlar ve devleti, egemen olmayı ve onu eline geçirmeyi başaranların çıkarma işleyen özerk bir güç sayarlar. Devletin tarihsel kökenini ve onun belirli bir anda ortaya çıkışının nesnel zorunluluğunu yadsırlar. Pratik planda önemli sonuç: anarşistler, burjuva devlete karşı savaşımı, sınıf savaşımından, yığınların savaşımından ayırırlar. Kendinde-devletin karşısına bireyi çıkarırlar, ve savaşım yöntemi olarak bireysel davranışları ileri sürerler. Bunun siyasal sonucu şudur ki, anarşizm, burjuvazinin işçi sınıfı hareketi içindeki kışkırtıcı ajanları için en kolay özürlerden biri haline gelmiştir. Öte yandan kendinde-devlete karşı anarşist muhalefet, bireyin ve yığınların anarşist muhalefeti, dosdoğru sosyalist iktidara karşı, işçilerin ve köylülerin iktidarına karşı düşmanlığa kadar gider. Siyasal sonucu şudur ki, anarşizm, sovyet karşıtı terörizme bir özür görevi görür. Böylece, görünüşlere karşın, örneğin, 1914 savaşında, "devletin iktidar iradesinin" bir sonucunu gören burjuva tarihçilerin "teorileri" ile Camus'nün sovyet karşıtı, Başkaldıran İnsan adlı kitabındaki ayaklanma övgüsü aynı çizgide birleşir. Gene de şunu belirtelim ki, devleti özerk bir güç, bir "fikir" cisimleşmesi, kısaca idealist bir önyargı yapan yutturmaca, Engels'in yukardaki metinde belirttiği özellikte yatar. Anımsatalım ki, devletin fizik gücü, yalnız kendi başına yeterli değildir. Bütün büyük devrimler bunu göstermiştir; bütün büyük devrimler "silahlı adamların özel müfrezeleri" ile "silahlanan halkın kendiliğinden örgütlenişi" arasındaki ilişkiler sorununu gündeme almışlardır. Devrimler göstermiştir ki, devletin fizik gücü kendi başına kaldığı zaman savaşımın sonucu çabuk alınmakta ve hiç de sömürücü sınıfın lehine olmamaktadır. Eğer, tersine, devlet gücü, halkın bir kısmı tarafından destekleniyorsa, tarih bize uzun ve sonuçları kuşkulu iç savaşlar gösteriyor: Bu demektir ki, eğer sömürülenler, devleti olduğu gibi, yani kendilerini köleleştiren bir araç olarak görebilselerdi, sömürenlerin egemenliği fena halde tehlikeye girerdi. Demek ki, sömürücülerin, yalnızca devlet aygıtının gücüne değil, onu üstün bir öz gibi göstermeye ve ona karşı temelsiz bir korku aşılamaya da gereksinmeleri vardır. Devletin görünürde toplumun üstünde, toplumsal savaşımların üstünde yeralması gerekir. Devletin toplumdan gittikçe daha çok uzaklaşması, gizemle çevrilmesi karşısında, herkesin dize gelmesi gereken bir bulutlar ve şimşekler yarımadası Sina'nın üstünde asılı duran göksel bir güç gibi görünmesi gerekir. Ne zaman devletin bu şekilde sunulması olanaklı olmuşsa, egemen sınıflar, devlet başkanını tanrılaştırmışlardır. Bu olanaklı olmadığı zaman da, "kamu yaran" gibi, ölümlü insanoğullarının çoğunun aklının almayacağı bir şeye başvururlar. İşte idealist devlet teorilerinin dayanakları. Ve yönetici sınıfların, devleti, üstün bir gücün cisimleşmesi gibi göstermekteki bu ısrarları, bir devletin gerçek gücünün kamuoyunun kendisine gösterdiği destekte, yığınlar karşısındaki saygınlığında, sağladığı güvende, kısaca fikirlerde yattığını bildiklerini tanıtlar. Bir kapitalist ve hükümet başkam olan Laniel'i, 1953 Ağustosunda grevcilere hitap ederken dinleyelim:
"Öyleyse devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç değildir; Hegel'in ileri sürdüğü gibi, 'ahlak fikrinin gerçekliği', 'aklın imgesi ve gerçekliği' de değildir. Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama, karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için,[8] görünüşte toplumun üstünde yeralan çatışmayı hafifletmesi, 'düzen' sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yeralan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir."[9]Lenin, devletin kökeni hakkındaki bilimsel anlayışı, kesin bir formül halinde özetlemiştir:
"Devlet, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ürünü ve belirtisidir."[10]"Şimdi size devlet ağzıyla konuşmalıyım. ... Çünkü, demokraside, özel çıkarlar arasındaki çekişmelerde, devlet, yalnız devlet hakemlik yapmalıdır."
İşte böylece kapitalist Laniel'in özel çıkarları, devletin savunduğu çıkarlardır. Devletin "hakemliği"ni öne sürerken, bunu itiraf ediyor. Ama milyonlarca emekçinin yasal istemleri, yalnız özel çıkarları mı ifade eder? Sanki çalışanların çıkarı, kamu çıkarının en resmî, en gerçek ifadesi değilmiş gibi! Sorunun terimlerini böyle tersine çevirerek Laniel, yığınların ya da onların bir bölümünün desteğini sağlamaya bakıyor, onlar olmadan egemen sınıfın iktidarı devam edemeyecektir. Bunun içindir ki, kapitalist devletin, özel kapitalist çıkarları, kamunun çıkarı adına savunması zorunludur. Yığınlar iki şeyi anlamalıdır: 1. yığınlar, sözde "kamu yararının" kapitalistlerin çıkarlarından başka bir şey olmadığım hesaba katsınlar. 2. kapitalistlerin çıkarlarının uzun zamandan beri, artık, tüm ulusun çıkarı ile uyuşmadığını anlasınlar.
b) Devletin tarihsel rolü.
Devletin kökenini incelerken devletin rolünden de sözettik, bu kaçınılmaz bir şeydi. Devlet, kesin olarak, toplum içinde ortaya çıkan bir soruna karşı koymak için, sömürenlerin toplumsal üstünlüğünü, onların ayrıcalıklarını güven altına alan rejimi sağlamlaştırmak için, doğmuş bulunduğuna göre, diyalektik, bunun böyle olmasını ister. Devlet, iktisadi temelin bir yansısıdır, ama edilgin bir yansısı değil, etkin bir yansısıdır. Onun için, onun rolünü kökeninden ayırmamak, ama gene de toplumsal yaşamda fikirlerin incelenişinde olduğu gibi, rol ile kökeni birbirine karıştırmamak yararlıdır. Çünkü, köken bakımından devlet, ekonomiden kaynağını almıştır, oradan gelmektedir; ama rol bakımından devletin öneminin birincil, kesin ve belirleyici olduğu durumlar vardır. Devletin, ekonominin bir yansısı olduğunu söylemek, devletin ekonomi üzerindeki karşı-etkisini küçümsemeye varmamalıdır. Devletin görevi, diyor Engels, "sınıflar arası çatışmayı yumuşatmak", onu "düzen" sınırları içinde tutmaktır. Lenin'in gösterdiği gibi, bu, hiçbir şekilde devletin, sınıfları uzlaştırma örgütü olduğu anlamına gelmez. Bu, tam tersi demektir! Eğer sınıfların "uzlaşması" olanaklı olsaydı, hiçbir zaman devlete, baskı örgütüne gerek olmayacaktı. "Sınıfların çatışmasını yumuşatmak", bu çatışmanın keskinliğini gidermek anlamına gelir, başka bir deyişle sömürülen sınıfların elinden; sömürücülerinden kurtulmalarını sağlayan araçları almak demektir. Demek ki, amaç, sömürülen sınıfların savaşımını sınırlandırmak, önünü almaktır. Nasıl? Özellikle üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin durumuna artık uygun düşmez oldukları zamanlarda, sömürenlere alanı boş bırakarak, baskıyı genişleterek, geliştirerek, güçlendirerek. İşte gerçekte, gerici sınıfların çıkmazı budur: "rahat etmek, dinginlik içinde olmak" için hapishaneleri doldurmak; ve dolu hapishanelerin kendilerine saldığı korkuyu gidermek için hapishaneleri daha çok doldurmak. İşte gerici sınıflara göre "huzur" ve "düzen", baskıyı meşrulaştıran düzen -o baskı ki, düzeni sağlamlaştırmak için yapılır ve aynı zamanda onu sarsar.[12] Sonuç şu oluyor: "Marx'a göre, devlet, bir sınıf egemenliği örgütü, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı örgütüdür."[13] Burada bir sorun ortaya çıkıyor: tarihsel gelişmesinin her döneminde, bu aleti yaratacak, sürdürecek, kullanacak güçte olan sınıf hangi sınıftır? Her sömürücü sınıfın devlete gereksinmesi vardır ama onu her zaman elinde tutamaz. Engels yanıtlıyor:
"Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan, ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir."[14]
Her çağda tarih bilimi, demek ki, somut bir yanıt vermelidir. Örneğin, modern devletin devam etmesi (ordu, polis, memurlar) birtakım giderleri gerektirir. O halde, egemen sınıf, somutlaştırdığı ve korumak istediği üretim ilişkilerinin kendisine izin verdiği ölçüde, bu aleti elinde tutabilir ve ondan yararlanabilir. Bunun içindir ki, genel kural olarak, siyasal bakımdan egemen olan sınıf, iktisadi bakımdan egemen olan sınıftır. Buradan bazı sonuçlar çıkar: 1. Savaşım halinde bulunan iki sınıf, ekonomik bakımdan belirli bir dengeye ulaştıkları zaman, devlet, belirli bir zaman için, bu sınıflara karşı azçok bir bağımsızlık görünüşü kazanabilir. XIV. Louis'nin mutlak hükümdarlığı, serfleri sömüren feodaller ile burjuvalar arasında hakem olabilir görünüyordu; kral "devlet, benim!" diyebiliyordu. Gerçekte, bu, burjuvalar feodal devletin gereksinmelerini sağladıkları ve krala borç para verdikleri için, devlet üzerinde belirli bir etkinlik elde ettikleri, ama karşılık olarak feodal devletin koruyuculuğu olmadan ticareti ve manüfaktürleri geliştiremedikleri anlamına geliyordu. Feodal sisteme verdikleri mali yardım karşılığında burjuvalar, tohum halinde, feodal sistemin sonunu içinde taşıyan ticari ayrıcalıklar elde ediyorlardı! İki sömürücü sınıf arasındaki savaşım, bu sırada, iki sınıftan her birinin ötekine gereksinmesi olması biçiminde kendini gösteriyordu. Yüz yıl sonra, 1789'da, durum bambaşka oldu: iktisadi bakımdan egemen duruma geçen burjuvazi, feodal devlete yardımı kesti ve onu çökertti. Bununla birlikte şunu da unutmayalım ki, soylularla burjuvalar arasındaki geçici anlaşmalar, her zaman, köylülerin, sömürülen sınıfın sırtında düğümleniyordu. 2. Sömürücü bir sınıfın elinde devlet, ezilen sınıfların sömürüsü için bütünleyici, ek bir araçtır. Vergiler, para cezaları, adliye giderleri vb. de, bir o kadar, toplumun genel giderlerine katkı adı altında, ezilenlere yapılan baskının kendilerine ödetilmesinin araçlarıdırlar. Fransa'nın muazzam savaş bütçesinin, Fransız ulusunun, bir savaşın (Vietnam savaşının) ve yalnızca emperyalist burjuvazinin çıkarma girişilen (saldırgan Atlantik Paktı çerçevesi içinde) bir silahlanmanın giderlerini ödediği anlamına geldiği şu günlerde bunun böyle olduğu daha da iyi anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, kamu yararı adına kendilerini coplayan polisin bakım giderlerini ödeyen de, geniş yığınlardır. İşte böylece, devlet, emekçileri, "onların çıkarma" ve gideri onlar tarafından karşılanmak üzere coplamaktadır. Bununla birlikte, bu ek sömürü, ancak sömürücü sınıfın devletinin işi olabilir ve özünde sömürünün kendinde doğar. Blanqui'nin sandığının tersine, sömürü, vergi ödemek değildir, ödenmeyen emeğin özel olarak mülkedinilmesidir. 3. İktidardaki sınıf, kişileştirdiği ve kendisine iktisaden egemen kılan üretim ilişkileri eskimeye başlayınca, yani üretim ilişkileri ile üretici güçlerin niteliği arasındaki uyumsuzluk günışığına çıkar çıkmaz, zorunlu olarak, siyasal üstünlüğünü duyarlılıkla savunur. Bu uyumsuzluk ağırlaştığı zaman devlet sorunu keskin bir biçimde kendini ortaya koyar. Ve işte bu anda, devlet iktidarının egemen sınıfın elinden kaçmasının maddi olanağı ortaya çıkar. Onun için iktisadi bakımdan en güçlü sınıftan sözedildiği zaman, bu ifadeyi şematik olarak anlamamak gerekir. Bir anlamda en "güçlü" sınıf, üretici güçlerin gelişmesini ileri götürebilen sınıf, yeni üretim ilişkilerini somutlaştıran sınıftır. Burjuvazi artık üretici güçleri geliştirecek güçte olmadığı zaman, artık iktisadi bakımdan "güçlü" olduğu söylenemez, nasıl ki, henüz topluma hükmetmekte olan kapitalist ekonominin sağlam, sağlıklı olduğu da söylenemezse. Kapitalist ekonomi, tersine, son bulma halinde bir ekonomidir ve bu, burjuvazinin, siyasal olduğu kadar iktisadi egemenliğinin de sonuna vardığı anlamına gelir. Ama işte o zamandır ki, devletin ekonomi üzerindeki karşı-etkisi apaçık ortaya çıkar, çünkü devlet, kendi temelinin kaderi karşısında edilgin değil, etkindir ve onu canlı bir biçimde savunur. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin niteliği ile uygunluk halinde oldukları zaman, bu üretim ilişkilerini somutlaştıran iktidardaki sınıfın ekonomik siyaseti, üretimin gelişmesine, sanayinin genişlemesine yönelir: örneğin burada, burjuvazinin serbest değişim için savaşımını analım. Ama üretim ilişkileri, artık üretici güçlerin niteliğine uygun düşmediği zaman, sömürücü sınıfların iktisadi siyaseti, zorunlu uygunluk yasasının işleyişini, örneğin üretici güçlerin gelişimini engellemek için önlemler alarak, engellemeye yönelir. Özellikle kapitalizmin son bulma çağında, mali sermaye, kendi aletinden başka bir şey olmayan devleti sıkı bir şekilde denetleyerek, kapitalizmin iktisadi sorunlarına, kendi çıkarlarına uygun, tüm ulusun çıkarları zararına bir çözüm bulmaya yönelir. Tekellere bağımlı bulunan devlet, kapitalizmi "planlamak" olanaklı olduğu için değil de, yalnızca mali oligarşinin çıkarlarını korumak için iktisadi yaşama egemen olmaya çalışır. Mali oligarşi, böylece kendisine çok büyük çıkarlar sağlar: denetimi altında bulundurduğu devlet, mali oligarşiye devlet fonlarının dağıtımı tekelini sağlar, askeri donatım ve cephane siparişlerini ona aktarır, onu vergilerden bağışık tutar, onun yararına perakende ve toptan fiyatları ayarlar, kamulaştırılmış sanayi ürünlerini (elektrik ve kömürü) ona düşük fiyatla satar, rakiplerini uzaklaştırmak için önlemler alır, ona para yardımında bulunur, para işletir, onun hesabına başka ülkelerle görüşmeler yapar, ensonu ücretleri ona uygun gelen şekilde saptar, öyle ki her proleter, ekmek savaşımında, yolu üzerinde kaçınılmaz olarak devletle karşılaşır. Emperyalizm çağında, devletin etkinliğini, kapitalizmi kurtarmak ve özellikle iktisadi bunalım saatini geciktirmek zorunluluğu belirler. Devlet, ülke nüfusunun çoğunluğunun yıkımının ve yoksullaşmasının, sömürge halklarının sistemli olarak soyulmasının ve köleleştirilmesinin, tekelci kapitalistlerin tekelci olamayan kapitalistlere karşı savaşımının, tekelci kapitalist gruplar arasındaki savaşımın başlıca aletidir, ensonu rakip emperyalistler arasındaki savaşımın, savaşların, ulusal ekonominin askerileştirilmesinin aletidir. Bütün bu görevlerin yerine getirilmesi için, devlet, bugün her zamandan daha çok ve her şeyden önce, proletaryayı ve geniş emekçi yığınlarını ezme aracıdır. Böylece devlet, sömürücü sınıfın kalesidir ve devletin rolü, zamanını yaşamış olan üretim tarzının savunulması bakımından kesin bir roldür. İktisadi bakımdan en güçlü sınıfın egemenliğinin aleti olmuş olan devlet, bu iktisadi güç, üretim tarzının çelişkileriyle temelden baltalanmış olduğu halde, bu gücün korunması aleti haline gelmiştir. Üretim tarzı değişikliğinin nesnel koşulları vardır. Ama, zorunlu uygunluk yasasının uygulanmasına karşı çıkan sömürücü sınıfın eylemi, burjuva devletin eylemi, zorunlu değişikliklere karşı birinci engel haline gelir. Bu engel yenilmelidir, ama bunun için öznel koşullar, yani bir sınıf partisi halinde örgütlenmek için, halk yığınlarını örgütlemek için, demokratik özgürlükleri savunmak ve genişletmek için ve ensonu kendi öz devlet iktidarını yaratmak için işçi sınıfının bütün siyasal savaşımı gereklidir. İşçi sınıfı iktidarı, başlangıcında, hiçbir iktisadi özel temele, sosyalist temele sahip değildir: kendi öz temelini yaratmak zorunda kalacaktır. Üstelik, kendi kendini ancak emekçi yığınların bilinçli desteğiyle kurabilir. O halde, işçi sınıfı tarafından ileri sürülen yeni siyasal fikirlerin yığınlar arasında yandaş kazanması, yani ulusun çoğunluğunun burjuva siyasetine güvenmemesi ve onu desteklememesi gerekir. Bunun içindir ki, marksizm, haklı olarak, devlet sorununa, üretim tarzı değişikliğinin öznel koşulları arasında yer verir. Diyalektiğin bize öğrettiği şey şudur: her ne kadar belli bir devlet, belirli bir iktisadi temelin yansısı ise de, devlet sorununun, siyasal sorunun çözülmesi, belirli olaylarda tarihsel bakımdan, yeni devletin özgül temeli olacak olan iktisadi temelin kurulması işinden daha önce gelir. İşte kaba materyalizmin anlayamadığı konu budur: kaba materyalizm, devletin, toplumun iktisadi gelişmesinin bir ürünü olduğu fikrinden hareket ederek, iktisadi çelişkilerin mekanik ve kaçınılmaz olarak üretim tarzı değişiklikleri şeklinde sonuçlanacağı, sosyalizmin, "kapitalizmin çürüyüp dağılmasından" kendiliğinden doğacağı sonucunu çıkarır. İnsanların eyleminin iktisadi yasaların uygulanmasını engelleyebileceğini, burjuvazinin, siyasal eylemiyle ve modern devletin kendisine verdiği muazzam araçlarla iktisadi temelin cançekişmesini uzatabileceğini unutur. İşçi hareketinde ekonomist akım, proletaryanın burjuva devletine karşı siyasal savaşımının zorunluluğunu yadsıyarak aynı sonuca varır ve böylece oportünizmi besler, işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takar. Aynı zamanda işçi sınıfının siyasal iktidarına karşı çıkar. O halde sonuç, siyasal savaşımın buyrultu niteliğindeki zorunluluğudur. Ama öte yandan yukarda gördüğümüz şeyi de unutmamalıyız: ancak, yığınların (aynı zamanda devlet görevlilerinin), devletin sınıfların üstünde olduğu fikrini kabul etmeleri halinde, ancak yığınlar ve devlet görevlileri böyle bir boşinana sahipseler, devlet kendi rolünü oynayabilir. Devletin fizik gücü, kısaca ideolojik bir öğede, yığınların kendi öz güçlerini yeteri kadar değerlendirmemelerinde yatar. Napoleon, kamuoyuna sahip olmak koşuluyla, süngüyle her şeyin yapılabileceğini kabul ediyordu. Burjuva devletin emrindeki baskı araçları ne olursa olsun, tarihsel deneyim göstermiştir ki, bu araçlar, ideolojik bakımdan donatılmış yığınların sağlamlık ve sarsılmazlığına karşı hiçbir şey yapamazlar. Kısacası bir tek şey önemlidir, yığınların, düşmanlarının oyununu açıkça görmeleri, düşmanlarının, halk yığınlarını yanıltamamaları. Bunun içindir ki, marksizm, siyasal kurumları, toplumun manevi yaşamının olayları arasında sıralar; onların gücü, gerçekte, fikirlerin gücünden, fikirlerin yığınları kavraması koşuluyla maddi bir güç haline gelebilen güçten başka bir şey değildir. Sonuç olarak: siyasal savaşım, zorunlu olarak ideolojik savaşımı, sınıf düşmanının siyasetini tutan fikirlere karşı savaşımı, yığınların burjuva devletine karşı siyasal savaşımında birleşmesini önleyen ideolojik engelleri ortadan kaldırmak için savaşımı içerir. Bu tahlil, proletaryanın sınıf savaşımı için, proletaryanın, bağımsız siyasal bir güç halinde örgütlenmiş bir öncü tarafından, işçi sınıfının ve bütün toplumun yaşamsal, en yakın ve uzun vadeli çıkarlarını bilimsel olarak yansıtan ve bir sınıf ideolojisine, bir devrimci savaşım ideolojisine dayanan siyasal bir parti tarafından yönetilmesi zorunluluğunu bir kez daha tanıtlamaktan başka bir şey yapmıyor.