Header Ads

Header ADS

MOSKOVA KENTİ STALİN-SEÇİM BÖLGESİNİN SEÇMEN TOPLANTISINDA KONUŞMA

9 Şubat 1946
Yoldaşlar! Son Yüksek Sovyet seçimlerinden bu yana sekiz yıl geçti. Bu dönem, tayin edici olaylar açısından zengindi. İlk dört yıl, Üçüncü Beş Yılık Plan’ın gerçekleştirilmesi için Sovyet insanlarının sıkı çalışmasıyla geçti. Bunun ardından gelen dört yıl, Alman ve Japon saldırganlarına karşı savaş olaylarını, İkinci Dünya Savaşı olaylarını kapsar. Kuşkusuz savaş, geçen dönemin ana momentini oluşturuyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın tesadüfen ya da şu veya bu devlet adamının hataları sonucunda—hatalar reddedilmez biçimde olmuş olmasına rağmen—meydana geldiğine inanmak yanlış olurdu. Gerçekte savaş, dünyanın iktisadi ve politik güçlerinin modern tekelci kapitalizm temelinde gelişmelerinin kaçınılmaz sonucuydu. Marksistler, kapitalist dünya ekonomik sisteminin, genel bir kriz ve savaş unsurlarını içinde barındırdığını, bunun sonucu olarak zamanımızda dünya kapitalizminin gelişiminin pürüzsüz ve eşit bir ileriye doğru hareket biçiminde gerçekleşmediği, bilakis krizler ve savaş felaketlerinden geçtiğini tekrar tekrar açıkladılar. Çünkü mesele, kapitalist ülkelerin eşitsiz gelişiminin zamanla normal olarak kapitalizmin dünya sistemindeki dengenin aniden bozulmasına yol açmasıdır, bu arada, hammadde ve pazar açısından kendi durumunu pek iyi görmeyen kapitalist ülkeler grubu normal olarak durumu değiştirme ve “etkinlik alanları”nı kendi yararlarına yeniden paylaşma denemelerine girişir—hem de silah zoruyla. Sonuç, kapitalist dünyanın iki düşman kampa bölünmesi ve aralarında savaştır.


Eğer hammaddeleri ve pazarları, ülkeler arasında, koordine ve barışçı kararlarla, ekonomik ağırlıklarına göre periyodik olarak yeniden paylaşma olanağı bulunsaydı, savaş felaketlerinden belki kaçınılabilinirdi. Ama dünya ekonomisinin mevcut kapitalist gelişme koşulları altında bu gerçekleştirilemez.

Böylece dünya ekonomisinin kapitalist sisteminin birinci krizi sonucunda Birinci Dünya Savaşı
ve ikinci krizi sonucunda İkinci Dünya Savaşı oldu.

Bu elbette ki İkinci Dünya Savaşı’nın birincisinin bir kopyası olduğu anlamına gelmez. Tersine, İkinci Dünya Savaşı karakter olarak birincisinden esas olarak farklıdır. En tayin edici faşist devletlerin—Almanya, Japonya, İtalya—,müttefik devletlere saldırmadan önce, kendi evlerinde burjuva demokratik özgürlüklerin son kalıntılarını yok ettikleri, kendi evlerinde vahşi bir terör rejimi kurdukları, küçük ülkelerin bağımsızlık ve özgür gelişme prensibini ayaklar altına aldıkları, yabancı bölgeleri fethetme politikasını kendi politikaları olarak açıkladıkları,dünya egemenliğini ve faşist rejimin tüm dünyaya yayılmasını amaçladıklarını tüm dünya önünde ilan ettikleri gözönünde tutulmalıdır, Mihver Devletleri Çekoslovakya ve Çin’in merkez bölgelerinin ilhakıyla, tehditlerini gerçekleştirmeye, yani özgürlüksever tüm halkları köleleştirmeye hazır olduklarını gösterdiler. Bunun sonucu olarak, Mihver Devletleri’ne karşı İkinci Dünya Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’ndan farklı olarak başlangıçtan itibaren, görevlerinden biri demokratik özgürlüklerin yeniden kurulması olan bir anti-faşist, bir kurtuluş savaşı karakterini aldı. Mihver Devletleri’ne karşı savaşa Sovyetler Birliği’nin katılması, İkinci Dünya Savaşı’nın anti-faşist ve kurtuluş karakterini yalnızca güçlendirebilirdi ve gerçekten de güçlendirdi.

İşte sonradan Mihver Devletleri’nin silahlı kuvvetlerinin ezilmesinde belirleyici önemde olan, Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Büyük Britanya ve özgürlüksever diğer devletlerin anti-faşist koalisyonu bu temelde oluştu.

İkinci Dünya Savaşı’nın kaynağı ve karakteri sorununda durumu budur.

Şimdi herkes, savaşın gerçekte halkların yaşamında bir rastlantı olmadığını ve olamayacağını, gerçekte halkların bir varolma savaşı haline geldiği ve tam da bu yüzden kısa süreli bir savaş, bir yıldırım savaşı olamayacağını anlamış olması gerekir.

Bizim ülkemize gelince, bu savaş, vatanımızın tarihindeki tüm savaşlardan en korkuncu ve en
ağırıydı.

Ama savaş, yalnızca bir ilenç değildi. O aynı zamanda büyük bir sınav okulu ve tüm halk güçleri için bir deneydi. Savaşı cephe gerisinde ve cephede tüm gerçekleri ve olayları açığa çıkardı, devletlerin, hükümetlerin ve partilerin gerçek yüzlerini gizleyen tüm örtü ve maskeleri çekip aldı vonları maskesiz, makyajsız, tüm kusurları ve üstünlükleriyle sahneye çıkardı. Savaş, Sovyet düzenimiz, devletimiz, hükümetimiz, Komünist Partimiz için bir tür sınav oldu ve bunların çalışmasının sonucunu gösterdi. Sanki bize şöyle demek istiyordu: işte insanlarınız ve örgütleriniz, onların eylemleri ve yaşamları burada—dikkatle bakın ve onları eserlerine göre değerlendirin.

Savaşın olumlu yanlarından biri burada yatar.

Bizler, seçmenler için bu durumun önemi büyüktür, çünkü partinin ve onun insanlarının faaliyetini çabuk ve objektif değerlendirmemize ve doğru sonuçlar çıkarmamıza yardım eder. Başka zamanlarda parti temsilcilerinin raporlarını incelemek, onları tahlil etmek, sözlerini eylemleriyle karşılaştırmak, sonuç çıkarmak ve benzeri şeyler gerekirdi. Bu karmaşık ve zor bir çalışma ister, üstelik hata yapmama güvencesi yoktur. Şimdi savaş, bittiği için, örgütlerimizin ve yöneticilerimizin çalışmasını savaşın kendisi denetlediği ve bu çalışmanın sonucunu çıkardığı için, durum farklıdır. Şimdi yönümüzü saptamak ve doğru sonuçlara varmak bizim için çok daha kolaydır.

O halde savaşın sonuçları nelerdir?

Onun temelinde tüm diğer sonuçların ortaya çıktığı temel bir sonuç vardır. Bu sonuç, savaşın bitiminde düşmanlarımızın yenilgiye uğramasından, bizim ve müttefiklerimizin ise galipler olarak kalmamızdan ibarettir. Savaşı, Düşmanlarımız üzerinde tam zaferle sonuçlandırdık — savaşın temel sonucu budur. Ancak bu, çok genel bir sonuçtur ve burada nokta koyamayız. Elbette, İkinci Dünya Savaşı gibi bir savaşta, insanlık tarihinde hiç görülmemiş bir savaşta düşmanları yenmek, dünya tarihine geçecek bir zafer kazanmak anlamına gelir. Bütün bunlar doğru. Ama bu yalnızca genel sonuçtur, ve bununla yetinemeyiz. Zaferimizin büyük tarihsel önemini kavramak için, bu sorunu daha somut incelemek gerekir.

Yani düşmanlar üzerindeki zaferimiz nasıl anlaşılmalıdır, bu zafer, ülkemizin iç güçlerinin
durumu ve gelişimi açısından ne anlama gelebilir?

Zaferimiz her şeyden önce, Sovyet toplum düzenimizin kazandığı, Sovyet toplum düzeninin savaşın ateş deneyini başarıyla geçtiği ve tam anlamıyla yaşam yeteneğini kanıtladığı anlamına geliyor.

Bilindiği gibi yabancı basında durmadan, Sovyet toplum düzeninin başarısızlığa mahkûm “cesur bir deney” olduğu, Sovyet düzeninin yaşam gücüne sahip bir temeli olmayan, “iskambil kağıdından ev”i teşkil ettiği, halka Çeka’nın organlarıyla zorla kabul ettirildiği ve bu “iskambilden ev”in yıkılması için, dıştan ufak bir darbenin yeteceği iddia edildi.

Şimdi, savaşın, yabancı basının bütün bu iddialarını asılsız çıkardığını söyleyebiliriz. Savaş, Sovyet toplum düzeninin, halkın kucağından yükselip çıkmış ve onun güçlü desteğine sahip gerçek bir halk düzenini temsil ettiğini Sovyet toplum düzeninin tamamen yaşama yeteneğine sahip ve istikrarlı bir toplum düzeni biçimi olduğunu gösterdi.

Daha da ötesi. Şimdi artık Sovyet toplum düzeninin yaşama yeteneğine sahip olup olmadığı sözkonusu edilmiyor, çünkü savaşın verdiği somut derslerden sonra artık hiç bir kuşkucu, Sovyet toplum düzeninin yaşama yeteneğine ilişkin kuşku belirtmeye cesaret edemiyor. Şimdi, kanıtlanmış olduğu gibi Sovyet toplum düzeninin, Sovyet olmayan toplum düzenine göre yaşamaya daha yetenekli ve istikrarlı olduğu, Sovyet toplum düzeninin, Sovyet olmayan her türlü toplum düzeninden daha iyi bir toplum düzeni biçimi olduğundan söz ediliyor.

Zaferimiz ikinci olarak, Sovyetdevlet düzenimizin galip geldiği, Sovyet uluslar devletimizin
savaşın tüm sınavlarını verdiği ve yaşama yeteneğini kanıtladığı anlamına geliyor.

Bilindiği gibi, yabancı basının saygın temsilcileri, Sovyet uluslar devletinin “yapay ve yaşama yeteneği bulunmayan bir oluşum” teşkil ettiğini, herhangi bir karışıklık durumunda Sovyetler Birliği’nin çöküşünün kaçınılmaz olduğunu ve Sovyetler Birliği’nin Avusturya-Macaristan’ın kaderini paylaşacağını tekrar tekrar ifade ettiler.

Şimdi, yabancı basının bu açıklamalarının tümüyle temelsiz olduğunun savaş tarafından kanıtlandığını söyleyebiliriz. Savaş, bir çok ulusu kapsayan Sovyet devlet düzeninin sınavı başarıyla verdiğini, savaşta daha da güçlendiğini ve kendisini yaşama yeteneğine tamamen sahip bir devlet düzeni olarak kanıtladığını gösterdi. Bu baylar, Avusturya-Macaristan’la benzetmenin temelsiz olduğunu kavramadılar, çünkü bizim uluslar devletimiz, ulusal kuşku ve ulusal düşmanlık duygularını uyaran burjuva temelde yükselmiyor, bilakis tersine devletimizin halkları arasında dostluk duygularını ve kardeşçe işbirliğini işleyen Sovyet temelinde yükseliyor.

Ayrıca bu baylar artık, savaşın verdiği derslerden sonra Sovyet devlet düzeninin yaşama yeteneğini reddetmeye cesaret edemiyorlar. Şimdi artık Sovyet devlet düzeninin yaşama yeteneğinden sözedilmiyor, çünkü bu yaşama yeteneğinden kuşku duyulmuyor. Şimdi, Sovyet devlet düzeninin bir uluslar devleti örneği olarak kendisini kanıtladığından, Sovyet devlet düzeninin, ulusal sorun ve ulusların işbirliği sorununun herhangi bir uluslar devletinde olduğundan daha iyi çözüldüğü bir devlet düzeni sistemini temsil ettiğinden söz ediliyor.

Zaferimiz üçüncü olarak, Sovyetler Birliği silahlı kuvvetlerinin kazandığı, Kızıl Ordumuzun kazandığı, Kızıl Ordu’nun, savaşın tüm olumsuzluklarına kahramanca katlandığı, düşmanlarımızı yenilgiye uğrattığı ve savaştan galip olarak çıktığı anlamına geliyor. (Bir ses: “Yoldaş Stalin’in önderliği altında!” Herkes ayağa kalkıyor. Şiddetli, uzun, bitmek bilmeyen, tezahürata dönüşen
alkış.)

Şimdi dost ve düşman herkes, Kızıl Ordu’nun büyük görevlerinin altından kalkabildiğini kabul ediyor. Ama yaklaşık altı yıl önce, savaş öncesi dönemde durum farklıydı. Bilindiği gibi, yabancı basının ünlü temsilcileri ve yurtdışında bir çok saygın askeri uzman, Kızıl Ordu’nun durumunun büyük endişe uyandırdığını, Kızıl Ordu’nun kötü silahlanmış olduğunu ve düzgün bir komuta heyetinin bulunmadığını, morallerinin çok berbat olduğunu, belki savunma için işe yarayabileceğini ama saldırı için işe yaramaz olduğunu, Kızıl Ordu’nun, Alman Birlikleri harekete geçtiğinde “çöpten ayaklar üzerinde duran dev bir kütle” gibi yıkılmak zorunda olduğunu defalarca açıkladılar. Bu tür açıklamalar yalnızca Almanya’da değil, aynı zamanda Fransa, İngiltere ve Amerika’da da yapıldı. Şimdi, bu savaşın bütün bu açıklamaları temelsiz ve gülünç bir şey olarak bir kenara attığını söyleyebiliriz. Savaş, Kızıl Ordu’nun, “çöpten ayaklar üzerinde duran dev bir kütle” olmadığını, bilakis birinci sınıf bir ordu, tümüyle modern silahlara, son derece deneyimli komutanlara, yüksek bir morale ve mükemmel bir mücadele ruhuna sahip çağdaş bir ordu olduğunu gösterdi. Kızıl Ordu’nun, daha dün Avrupa devletlerinin ordularını korkuya düşüren Alman ordusunu yenilgiye uğratan ordu olduğu unutulmamalıdır.

Kızıl Ordu “eleştirmenleri”nin sayısının gittikçe azaldığını belirtmek gerekiyor. Daha da fazlası. Yabancı basında, Kızıl Ordu’nun yüksek niteliklerinin, askerlerinin ve komutanlarının ustaca becerisinin, kusursuz strateji ve taktiklerinin gittikçe daha sık vurgulandığı ifadeler yayınlıyor. Bu anlaşılır bir şeydir. Kızıl Ordu’nun Moskova ve Stalingrad’da, Kursk ve Byelgorod’da, Kiev ve Kirovograd’da, Minsk ve Bobruisk’de, Leningrad ve Tallinn’de, Yassi ve Lvov’da, Vaihsel’de ve Nyemen’de, Tuna’da ve Oder’de, Viyana’da ve Berlin’deki parlak zaferlerden sonra — bütün bunlardan sonra, Kızıl Ordu’nun, ondan bir çok şey öğrenilebilecek birinci sınıf bir ordu olduğu kabul edilmeksizin yapılamaz. (Şiddetli Alkış.)
Ülkemizin düşmanları üzerinde zaferini somut olarak böyle anlıyoruz.
Savaşın sonuçları esas olarak bunlardır.

Tüm ülke aktif savunma için önceden hazırlanmaksızın, böylesine tarihsel bir zaferin kazanılabileceğine inanmak yanlış olurdu. Böylesi bir hazırlığın kısa sürede, üç dört yıl içinde yapılabileceğini sanmak da daha az yanlış olmaz. Zaferi yalnızca birliklerimizin cesareti sayesinde kazandığımızı iddia etmek de bir o kadar yanlış olur. Tabii ki cesaret olmaksızın zafer kazanmak olanaksızdır. Ama sayısal olarak güçlü bir orduya, birinci sınıf silahlara, iyi eğitilmiş subay kadrolarına ve iyi örgütlenmiş ikmale sahip olan bir düşmanı yenmek için tek başına cesaret yeterli değildir. Böyle bir düşmanın darbesini karşılamak, onu savuşturmak ve sonra tam olarak yenilgiye uğratmak için birliklerimizin eşsiz cesareti dışında tümüyle modern silahlar —hem de yeterli miktarda, iyi örgütlenmiş bir ikmal— aynı şekilde yeterli ölçüde gerekliydi. Ancak bunun için — yine yeterli miktarda— şu tür temel şeyler gerekliydi: silahlar, aletler ve fabrika kuruluşu için metal; fabrikaların ve trafiğin çalışmasını sürdürmek için yakıt; giyim imalatı için pamuk;ordunun ikmali içintahıl.

Ülkemizin daha İkinci Dünya Savaşı’na girmeden önce, bu gereksinimleri bir bütün olarak tatmin etmek için gerekli olan minimal zorunlu maddi olanaklara sahip olduğu iddia edilebilir mi? Sanıyorum iddia edilebilir. Bu muazzam girişimin hazırlığı için, ekonominin üç beş-yıllık planının gerçekleştirilmesi gerekliydi. Tam da bu üç beş-yıllık planlar bize bu maddi olanakların yaratılmasına yardımcı oldu. Her halükârda ülkemizin İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, 1940 yılındaki durumu, bu bakımdan, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, 1913 yılında olduğundan çok daha iyiydi.

Ülkemiz İkinci Dünya Savaşı’ndan önce hangi maddi olanaklara sahipti?
Bu meselede yönünüzü saptayabilmenize yardımcı olmak için, burada ülkemizin aktif savunma
hazırlığında Komünist Parti’nin faaliyeti üzerine kısa bir rapor vermek istiyorum.
İkinci Dünya Savaşı’nın arifesi, 1940 için veriler alınıp, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesi
1913’ün verileriyle karşılaştırıldığında, şu tabloyu elde ediyoruz

1913 yılında ülkemizde 4,22 milyon tonhamdemir, 4,23 milyon tonçe l ik, 29 milyon tonkömür,
9 milyon tonpetrol, 21,6 milyon ton pazar tahılı ve 740.000 ton ham pamuk üretildi.
Birinci Dünya Savaşı’na girerken ülkemizin maddi olanakları bunlardır.
Savaş yönetimi için, eski Rusya’nın ekonomik temeli budur.

1940 yılıyla ilgili olarak bu yıl içinde ülkemizde şunlar üretildi: 15 milyon tonhamdemir, yani 1913’e göre dört kat fazla; 18,3 milyon tonçe l ik, yani 1913’e göre dörtbuçuk kat fazla; 166 milyon tonkömür, yani 1913’e göre beşbuçuk kat fazla; 31 milyon tonpetrol, yani 1913’e göre üçbuçuk kat fazla; 38,3 milyon ton pazar tahıl, yani 1913’e göre 17 milyon ton fazla; 2,7 milyon ham pamuk, yani 1913’e göre üçbuçuk kat fazla.

Ülkemizin İkinci Dünya Savaşı’na girdiği maddi olanaklar bunlardı.
Savaş yönetimi için sözkonusu olan, Sovyetler Birliği’nin ekonomik temeli buydu.
Gördüğünüz gibi fark muazzamdır.

Üretimin böylesine eşsiz bir büyümesi, ülkenin gerilikten ilerlemeye doğru, basit ve alışılmış bir gelişmesi olarak değerlendirilemez. Bu, anavatanımızın geri bir ülkeden ileri bir ülkeye, tarım ülkesinden sanayi ülkesi haline geldiği bir atılımdı.

Bu tarihsel dönüşüm, beş yıllık planın birinci yılı 1928’den başlayarak üç beş-yıllık plan sürecinde gerçekleştirildi. O zamana dek, Birinci Dünya Savaşı’nın ve İç Savaş’ın yol açtığı yıkılmış sanayinin yeniden kurulması ve yaraların sarılmasıyla uğraşmak zorundaydık. Burada Birinci Beş Yıllık Plan’ın dört yılda gerçekleştirildiği, Üçüncü Beş Yıllık Plan’ın gerçekleştirilmesinin dördüncü yılında savaşla kesintiye uğratıldığı gözönüne alınırsa, ülkemizin bir tarım ülkesinden sanayi ülkesine dönüştürülmesi için, toplam yaklaşık onüç yıl gerektiği sonucu çıkar.

Böylesine muazzam bir eserin gerçekleşmesi için, onüç yıllık bir sürenin, inanılmaz kısalıkta bir
süre olduğunu kabul etmemek mümkün değildir.

Zamanında bu rakamların yabancı basında yayınlanmasının şiddetli gürültüye yolaçması bununla açıklanabilir. Dostlar, bir “mucize” gerçekleştiğine karar verdiler. Buna karşılık kötü niyetliler, beş yıllık planların “Bolşevik propaganda” ve “Çeka’nın marifetleri” olduğunu açıkladılar. Ama dünyada mucize olmadığı ve Çeka, toplumsal gelişme yasalarını ortadan kaldıracak güçte olmadığı için, yurtdışındaki kamuoyu gerçekleri kabullenmek zorundaydı.

Ülkedeki maddi olanakları bu kadar kısa sürede sağlamlaştırmayı Komünist Parti hangi
politikayla başardı?

Öncelikle, ülkenin sanayileştirilmesi yönündeki Sovyet politikasıyla.

Ülkenin sanayileştirilmesinin Sovyet yöntemi, kapitalist sanayileşme yönteminden radikal biçimde ayrılır. Kapitalist ülkelerde sanayileşme normal olarak hafif sanayiyle başlar. Ağır sanayiyle karşılaştırıldığında hafif sanayide daha az yatırım gerekli olduğu, sermaye daha hızlı dolaştığı ve daha kolay kâr elde edildiği için, hafif sanayi orada sanayileşmenin birinci objesi haline geliyor. Ancak hafif sanayinin kâr biriktirdiği ve bankalarda yoğunlaştırdığı belirli bir zaman sürecinde, ancak bundan sonra ağır sanayiye sıra geliyor ve gelişim koşullarını yaratmak için biriktirilmiş sermayenin ağır sanayiye yavaş yavaş pompalanması başlıyor. Ancak bu, hafif sanayinin inşasını beklemek ve ağır sanayi olmaksızın, perişan bir yaşam sürdürülmek zorunda olunduğu, onlarca yıllık belirli bir zaman gerektiren, uzun süreli bir süreçtir. Komünist Parti’nin bu yolu izleyemeyeceği anlaşılır bir şeydir. Parti, savaşın yaklaştığını, ülkeyi ağır sanayisiz savunmanın mümkün olmadığını, ağır sanayi gelişiminin olabildiğince hızlı ele alınması gerektiğini, burada gecikmenin yitirilmiş oyun anlamına geleceğini biliyordu. Parti, Lenin’in, ülkenin bağımsızlığını ağır sanayisiz korumanın mümkün olmadığı, onsuz Sovyet düzeninin mahvolabileceği sözlerini unutmadı. Bu nedenle ülkemizin Komünist Partisi, sanayileşmenin “alışılmış” yolunu terketti ve ülke sanayileşmesine, ağır sanayinin gelişimiyle başladı. Bu büyük, ama aşılmaz olmayan zorluklar yarattı. Bu çalışma, olanakların hızlı birikimini ve ağır sanayiye pompalanmasını olanaklı kılan, sanayinin ve bankaların ulusallaştırılmasıyla önemli ölçüde teşvik edildi.

Aksi halde, ülkemizin bir sanayi ülkesine dönüştürülmesinin bu kadar kısa sürede başarılmasının
olanaksız olacağından kuşku duyulamaz.

İkincisi, tarımın kollektifleştirilmesiyle.

Tarımsal alanda geriliğimizi sona erdirmek ve ülkeye daha fazla satış için pazar tahılı, pamuk vs. sağlayabilmek için, küçük köylü işletmesinden büyük işletmeye geçmek gerekliydi, çünkü yalnızca büyük işletme, yeni tekniği kullanma, tarım biliminin tüm kazanımlarından yararlanma ve pazar için daha çok ürün sağlama olanağına sahiptir. Ama iki türlü büyük işletme vardır: kapitalist ve kollektif. Komünist Parti, tarımın kapitalist gelişme yolunu izleyemezdi, hem de yalnızca ilkesel üşüncelerden dolayı değil, aynı zamanda bu yol çok zaman gerektirdiği ve köylülerin önceden onların gündelikçilere dönüşmesini ön koştuğu için de. Bu nedenle Komünist Parti, tarımın kollektifleştirilmesi yoluna, köylü çiftliklerinin kollektif çiftliklerde birleştirilerek büyük tarımsal işletmelerin yaratılması yoluna adım attı. Kollektifleştirme yöntemi, yalnızca köylülerin yoksullaştırılmasını gerektirmediği için değil, aynı zamanda özellikle, bir kaç yıl içinde tüm ülkeyi, yeni tekniği kullanacak, tarımın tüm kazanımlarından yararlanabilecek ve ülkeye pazar için daha fazla ürün sağlayacak durumda olan büyük kollektif çiftliklerle kaplama olanağı sunduğu için de, yüksek ölçüde ilerici bir yöntem olarak kendisini kanıtlamıştır.

Kollektifleştirme politikası olmaksızın, tarımımızın yüzlerce yıllık geriliğini bu kadar kısa sürede
sona erdirecek durumda olamayacağımız konusunda hiç kuşku yoktur.

Parti politikasının direnişle karşılaşmadığı söylenemez. Yalnızca yeni olan her şeye kendilerini kapatan geri insanlar değil, bir çok saygın parti üyesi de, Parti’yi sistematik olarak geriye çekmeye çalıştılar ve “alışılmış” kapitalist gelişme yoluna çekmeye tüm olanaklarla uğraştılar. Troçkistlerin ve sağcıların tüm parti düşmanı hileleri, hükümetimizin önlemlerinin sabote edilmesini hedefleyen tüm “çalışmaları” tek hedefe yönelikti: Parti politikasını baltalamak ve sanayileşmeyle kollektifleştirmeyi frenlemek. Ama Parti ne birinin tehditlerine ne de diğerinin sızlanmalarına taviz vermedi, emin ve şaşmaz adımlarla ilerledi. Parti’nin kazanımı, kendisini gerilere göre ayarlamamış olması akıntıya karşı yüzmekten korkmamış olması ve bütün bu süre boyunca öncü pozisyonunu korumasıdır. Bu sabır ve sebat olmaksızın Komünist Parti’nin, ülkenin sanayileşmesi ve tarımın kollektifleştirilmesi politikasını başarıyla savunacak durumda olamayacağı kuşku götürmez. Komünist Parti, bu biçimde yaratılmış maddi olanaklardan, silah sanayiini geliştirmek ve Kızıl Ordu’yu gerekli donanımla ikmal etmek için doğru yararlanmayı bildi mi?

Bildiğine, hem de maksimal başarıyla bildiğine inanıyorum. Sanayinin doğuya tahliyesinin, savaş üretimini kösteklediği, savaşın birinci yılı bir kenara bırakıldığında, Parti, savaşın diğer üç yılında, cepheye yalnızca yeterli ölçüde top, makineli tüfek, tüfek, uçak, tank ve cephane sağlama değil, rezerv de biriktirme olanağı sunan, başarılar elde etmeyi bildi. Bu arada silahlarımızın kalitede Almanlarınkinden yalnızca geri kalmadığı, aynı zamanda genelde üstün geldiği biliniyor.

Tank sanayimizin savaşın son üç yılında, yılda ortalama olarak 30.000’den fazla tank, hücum
topu ve zırhlı araç ürettiği biliniyor. (Şiddetli alkış.)

Ayrıca uçak sanayimizin aynı dönemde yılda yaklaşık 40.000 uçak ürettiği biliniyor.(Şiddetli
alkış.)

Ayrıca top sanayimizin aynı zaman diliminde yılda yaklaşık 120.000 her kalibrede top(şiddetli
alkış), 450.000 civarında hafif ve ağır makineli tüfek (şiddetli alkış), üç milyondan fazla tüfek
(alkış) ve yaklaşık iki milyon makineli tabanca ürettiği biliniyor. (Alkış.)
Nihayet, bomba topu sanayimizin 1942’den 1944 yılına dek yılda ortalama olarak yaklaşık
100.000 bomba topu ürettiği de biliniyor. (Şiddetli alkış.)
Aynı zamanda uygun miktarda top mermisi, çeşitli türde mayın, uçak bombası, tüfek-ve MG-
fişekleri üretildiği de bilinen bir şeydir.
Örneğin, yalnızca 1944’de 240 milyondan fazla mermi, bomba ve mayın(Alkış) ve 7,4 milyar
fişek üretildiği biliniyor. (Şiddetli alkış.)
Kızıl Ordu’nun silah ve cephaneyle ikmalinin genel hatlarla tablosu budur.

Gördüğünüz gibi, bu tablo, cephenin kronik bir top ve gülle sıkıntısı çektiği, ordu tanksız ve uçaksız savaşmak zorunda kaldığı, her üç askerebir tüfek verildiği, ordumuzun Birinci Dünya Savaşı’ndaki ikmal tablosuna benzemiyor.

Kızıl Ordu’nun gıda maddeleri ve giyecekle ikmaline gelince, cephenin bu bakımdan yalnızca
sıkıntı çekmediği, bilakis hatta gerekli yedeklere sahip olduğu herkes tarafından biliniyor.
Ülkemiz Komünist Partisi’nin, savaş başlangıcı döneminde ve savaş sırasında faaliyetinin
durumu böyledir.

Şimdi Komünist Parti’nin yakın gelecek için çalışma planları üzerine bir kaç söz. Bilindiği gibi bu planlar, yakınlarda onaylanması gereken yeni beş yılık planda geliştiriliyor. Yeni beş yıllık planın temel görevleri, ülkemizin harabeye dönmüş bölgelerini yeniden inşa etmek, sanayide ve tarımda savaş öncesi duruma yeniden ulaşmak ve bu durumu az çok önemli ölçüde aşmaktan ibarettir. Yakın zamanda kart sisteminin kaldırılacak olması bir yana (şiddetli, uzun süren alkış), kitle gereksinim maddelerinin üretiminin geliştirilmesinde, tüm malların fiyatlarının sürekli düşürülmesiyle

(şiddetli, uzun süren alkış), emekçilerin yaşam standartının yükseltilmesi üzerinde, aynı zamanda,
bilime kendi güçlerini geliştirme olanağı verebilecek her türden bilimsel araştırma kurumlarının yaratılması üzerinde özel bir özenle çalışılacaktır. (Şiddetli alkış.)

Eğer onlara gerekli desteği verirsek, bilginlerimizin yalnızca ülkemiz dışındaki bilimsel kazanımlara yetişme değil, onları en kısa zamanda geçecek durumda olacaklarından kuşku duymuyorum.
(uzun süren alkış.)

Daha uzun bir zaman dilimi için planlara gelince, Parti, sanayimizin durumunu savaş öncesi dönemle karşılaştırıldığında, diyelim ki üç kat artırma olanağı sağlayacak olan, ekonominin güçlü bir yeni atılımını amaçlıyor. Sanayimizin yılda yaklaşık 50 milyon ton hamdemir (uzun süren alkış), yaklaşık 60 milyon ton çelik (uzun süren alkış), yaklaşık 500 milyon ton kömür (uzun süren alkış) ve yaklaşık 60 milyon ton petrol (uzun süren alkış) üretecek durumda olmasını sağlamak zorundayız. Yalnızca bu koşul altında, anavatanımızın her türlü rastlantı karşısında güvencede olacağı hesaba katılabilir. (şiddetli alkış.) Bunun için belki de —eğer daha fazlası değilse— üç yeni beş yıllık plan gerekecektir. Ama bu yapılabilir ve yapmak zorundayız. (Şiddetli alkış.)

Komünist Partisi’nin yakın geçmişteki faaliyeti üzerine ve gelecekteki çalışma planları üzerine
kısa raporum budur. (Şiddetli, uzun süren alkış.)

Parti’nin ne ölçüde doğru çalışmış olduğu ve çalıştığı üzerine(Alkış ) ve acaba daha iyi çalışıp
çalışamayacağı üzerine karar vermek sizin işinizdir. (Gülüşmeler, alkış.)
Galiplerin yargılanamayacağı (Gülüşmeler, alkış), eleştirilemeyeceği, denetlenemeyeceği söyleniyor. Bu doğru değil. Galipler yargılanabilir, ve yargılanmalıdır (Gülüşmeler, alkış), eleştirilebilir ve denetlenebilir, eleştirilmeli ve denetlenmelidir. bu yalnızca davaya değil, galiplerin kendisi için de yararlıdır (Gülüşmeler, alkış); o zaman daha az kibir ve daha çok alçak gönüllülük olacaktır. (Gülüşmeler, alkış.) seçim kampanyasının, iktidardaki parti olarak Komünist Parti için, seçmenlerin bir mahkemesi olduğu görüşündeyim. seçim sonuçları ise seçmenlerin yargısı olacaktır.


(Gülüşmeler, alkış.) Ülkemiz Komünist Partisi, eğer eleştiri ve denetimden korkarsa, değeri pek
fazla olmayacaktır. Komünist Parti, seçmenin yargısını kabullenmeye hazırdır. (Şiddetli alkış.)


Komünist Parti, seçim mücadelesine tek başına girmiyor. Seçimlere partisizlerle blok halinde katılıyor. Eski zamanlarda komünistler partisizlere ve partisizliğe belirli bir güvensizlikle baktılar. Bu, seçmenlerin önüne maskesiz çıkmanın kendileri için dezavantajlı olan çeşitli burjuva gruplarının, kendilerini sıkça partisizlik bayrağı altına gizlemiş olmalarıyla açıklanabilir. Geçmişte böyleydi. Ama şimdi zaman değişti. Partisizler şimdi, adı Sovyet toplum düzeni olan bir setle burjuvaziden ayrılmıştır. Aynı set, partisizleri komünistlerle, Sovyet insanının ortak bir kollektifinde birleştiriyor. Aynı kollektifte yaşayarak, ülkemiz iktidarının güçlenmesi için ortak mücadele ettiler, birlikte savaştılar ve anavatanımızın özgürlüğü ve büyüklüğü için cephelerde kanlarını akıttılar, ülkemizin düşmanlarına karşı zaferi birlikte oluşturdular ve kazandılar. Aralarındaki tek fark, birilerinin Parti’de olması diğerlerinin olmamasıdır. Ama bu biçimsel bir farktır. Önemli olan, birinin diğeri gibi, bir ve aynı eseri gerçekleştirmesidir. Bu yüzden komünistlerin ve partisizlerin bloku, doğal ve canlı bir meseledir. (Şiddetli, uzun süren alkış.)

Son olarak, Yüksek Sovyet için adaylığımla bana gösterdiğiniz güvenden dolayı teşekkürlerimi ifade etmeme izin verin (uzun süren, bitmek bilmeyen alkış. Bir ses: “Tüm zaferlerin büyük başkomutanına, Yoldaş Stalin’e, bir Hurra!”). Güveninizi haklı çıkarmaya çabalayacağımdan kuşku duymamalısınız. (Herkes ayağa kalkıyor. Şiddetli, uzun bitmek bilmeyen, tezahürata dönüşen alkış. Salonunun çeşitli yerlerinden sesler yükseliyor:“Yaşasın büyük Stalin! Hurra!”,

“Halkların büyük önderine Hurra!”, “Büyük Stalin’e şan olsun!”, “Yaşasın tüm halkın adayı, Yoldaş Stalin!”, “Tüm zaferlerimizin yaratıcısı, Yoldaş Stalin’e şan olsun!”)
Blogger tarafından desteklenmektedir.