Header Ads

Header ADS

III. ENTERNASYONAL BELGELER 1919-1943 Manifesto

III. ENTERNASYONAL BELGELER 1919-1943

KOMÜNİST ENTERNASYONAL İN MANİFESTOSU (1919)

Dünya Komünist Partisinin, proletarya devriminin en büyük ustaları Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından kaleme alınan Manifesto biçimindeki programının ilanından bu yana 72 yıl geçmiş bulunuyor. O zamanlar, henüz müca­dele alanına yeni yeni çıkan komünizm, haklı olarak komü­nizmin kendilerinin can düşmanı olduğunu sezinleyen mülk sahibi sınıfların karaçalmalan, yalanlan, kinleri ve kovuş­turmaları ile kuşatılmıştı. Bu 70 yıl boyunca Komünizm, zor­lu yollardan geçerek gelişti. Yükselme atıhmları da yaşadı, çöküş dönemleri de, zaferler de gördü, ağır yenilgiler de. Esasen, yine de gelişim, temelde, Manifesto'da öngörülen yol doğrultusunda gerçekleşti. Belirleyici son çarpışmanın ge­çeceği çağa, toplumsal devrim havarilerinin beklediğinden ve dilediğinden daha geç girildi. Bizler, Avrupa’nın, Amerika’mn ve Asya’nın çeşitli ülkelerinin devrimci proletaryası­nın temsilcileri, Sovyet-Moskova’sında toplanmış bulunan komünistler, kendimizi, programı 72 yıl önce ilan edilmiş da­vanın izleyicileri ve uygulayıcıları olarak görüyor ve kabul ediyoruz. Görevimiz, işçi sınıfının devrimci tecrübesini to­parlamak, hareketi oportünizmin ve sosyal-yurtseverliğin yı­kıcı müdahalelerinden uzak tutmak, dünya proletaryasının gerçekten devrimci bütün partilerinin gücünü biraraya topla­mak ve böylece komünist devrimin zaferini kolaylaştırmak ve hızlandırmaktır.

Şimdi enkaz yığınları ve duman tüten yıkıntılarla kaplı Avrupa’da en melun kundakçılar savaş suçluları aramakla uğraşıyorlar. Arkalarında burjuvazinin profesörleri, parla­menterleri, gazetecileri, sosyal yurtseverleri ve öteki siya­set pezevenkleri var.

Uzun yıllar boyunca sosyalizm, emperyalist savaşın ka­çınılmazlığım söyleyegelmişti, savaşın iki ana kamptaki ve genel olarak bütün kapitalist ülkelerdeki mülk sahibi sınıf­ların doymak bitmez açgözlülüğünden doğduğunu saptamıştı. Savaşın patlak vermesinden iki yıl önce Basel Kongresi’ne katılan tüm ülkelerin sorumlu sosyalist önderleri emperyaliz­mi, muhtemel bir savaşın baş müsebbibi olarak damgalamış ve proletaryanın burjuvaziyi —militarizm suçuna misilleme olarak— sosyalist devrimle cezalandıracağım söylemişti. Şimdi, 5 yılın deneylerinden sonra, tarih Almanya’nın hay­dutça tutkularını, İttifak devletlerinin ondan hiç de geri kal­mayan canice eylemlerini ortaya çıkarttıktan sonra, İttifak devletlerinin devletçi sosyalistleri devrik Alman İmparato­runun maskesini tekrar tekrar düşürmek için hükümetleriyle yaptıkları işbirliğini sürdürüyorlar. Bunun da ötesinde. Ağus­tos 1914’de Hohenzollern’in diplomatik Beyaz Kitabını halk­ların kutsal kitabı ilan eden Alman sosyal-yurtseverleri, da­ha önce kölece uşaklık ettikleri devrik Alman Monarşisini baş suçlu göstermek konusunda tam bir işgüzarlıkla. Müt­tefik ülkelerin sosyalistleriyle birlikte davranıyorlar. Böyle­likle kendi suçlarını unutturmayı ve galiplerin dostluğunu kazanmayı umuyorlar. Ancak devrik Romanov, Hohenzol- lern ve Habsburg hanedanları ile bu ülkelerin kapitalist klik­lerinin yanıbaşmda, Fransa, İngiltere, İtalya ve ABD’de yö­netimi elinde bulunduranların sonsuz alçaklıkları da ard-

arda gelişen olaylann ve diplomatik açıklamaların ışığında ortaya çıkıyor.

Ingiliz diplomasisi, yüzündeki esrarlı umursamazlık mas­kesinden yararlanarak, savaş kışkırtıcılığını savaşın patla­dığı ana kadar gizledi. City hükümeti, Berlin hükümetinin gözünü korkutarak savaştan caymasına yol açmamak ama­cıyla, savaşa Müttefikler safında katılma niyetini açıkça ilan etmekten kaçınıyordu. Londra savaşı istiyordu. Bu amaç­la öyle bir tutum içersine girildi ki, bir yanda Paris ve Pet- rograd’dakiler İngiltere’nin müdahalesine sıkı sıkıya bel bağ­larken, öte yanda Berlin ve Viyana, İngiltere’nin tarafsız kalacağını umuyorlardı.

Onyıllar boyunca süren bir gelişme sonucu patlamaya hazır duruma gelmiş olan savaş. Büyük Britanya'nın dolay­sız ve bilinçli kışkırtmalarıyla zincirlerinden boşandı. İngiliz hükümeti, Rusya ve Fransa’yı ancak düşmanlarının gücünü kıracak kadar, Almanya’yı da can düşmanlarını felce uğra­tacak kadar desteklemeyi hesaplıyordu. Ama Alman askeri aygıtı fazla güçlü olduğunu ortaya koyacak, İngiltere’nin sa­dece lafta kalan bir müdahalesinin yetmeyeceğini gösterecek ve fiilen savaşa katılmasını gerektirecekti. Eski geleneğinin etkisiyle Büyük Britanya’nın kapmak istediği üçüncü şahıs rolü ABD’ye düştü: bir kenarda gülerek olayı izlemek! İtti­fak devletleri ABD burjuvazisinin zararlarını, «uluslararası hukuklun zedelenmesi karşılığında yağlı kârlar sunarak gi­derince, Washington hükümeti, İngiliz ablukasıyla daha ko­lay başa çıktı; Amerikan borsasının spekülasyonlarını Av­rupa kanıyla yoğuran bir ablukaydı bu. Ancak Almanya’nın muazzam askeri üstünlüğü Washington hükümetini sözde ta­rafsızlık durumunu terk etmeye zorladı. İngiltere’nin daha önceki savaşlarda kıta karşısında oynamış olduğu ve son savaşta da oynamaya kalkıştığı bu rolü ABD üstlendi. Bu. bir kampın yardımıyla öteki kampı zayıf düşürme; askeri operasyonlara, ancak varolan durumun kendisine sağlaya­bileceği bütün çıkarları güvenlik altına alma açısından ka­çınılmaz olduğu ölçüde girişme tavrıydı. Wilson’un oyuna sürdüğü para, Amerikan piyangosunun ölçülerine göre pek büyük değildi, ama oyuna en son katılan oydu, bu nedenle kazanan da o oldu.

Kapitalist düzenin çelişkileri savaşla, insanlık için soğu­ğun ve açlığın hayvanca acılarına ve yaygın bir ahlâk düş-künlüğüne dönüştü. Boylece yoksullaşma teorisi ve kapitaliz­min sosyalizm tarafından kemirilmesi üzerine sürdürülen sosyalizm içi akademik tartışmanın sonucu nihai olarak be­lirlendi. Çelişkilerin yumuşaması teorisinin istatistikçileri ve ince hesapçıları, işçi sınıfının bazı grup ve kategorilerinin refah artışını kanıtlayabilmek için onyıllar boyunca dünya­nın dört bucağından bir dolu olgu ve görüntü öne sürdüler. Yoksullaşma teorisinin, burjuva kürsülerinin harem ağala­rıyla sosyalist oportünizmin rahiplerinin aşağılık ıslıklan arasında mezara gömüldüğü kabul edilmişLi. Bugün yoksul­laşma, yalnız toplumsal olarak değil aynı zamanda psikolojik olarak da, biyolojik olarak da, tüm sarsıcı gerçekliğiyle önü­müzde duruyor.

Emperyalist savaş felaketi, sendikalist ve parlemantarist mücadelenin tüm kazanımlannı yerle bir etti. Ve bu savaş da, kapitalizmin iç eğilimlerinden doğmuştur, tıpkı kan ve pislik içine gömdüğü şu ekonomik anlaşmalar ve parleman­tarist uzlaşmalar gibi.

İnsanlığı savaş uçurumuna sürükleyen mali sermaye, sa­vaş boyunca kendisi için de felaket niteliği taşıyan dönüşüm­lere neden oldu. Kağıt paranın, üretimin maddi temeline ba­ğımlılığı tümüyle bozuldu. Kapitalist meta dolaşımının aracı ve düzenleyicisi olma rolünü giderek yitiren para, savaş ver­gileri biçiminde, bütünüyle bir elkoyma, haydutluk ve mili- tarist-ekonomik zorbalık aracına dönüştü. Kağıt paranın tam anlamıyla yozlaşması, kapitalist meta değişiminin genel öl­dürücü bunalımını yansıtmaktadır. Serbest rekabetin üreti­min ana alanlarındaki, üretim ile dağılımı düzenleyici rolü, tröst ve tekellerin ekonomik sisteminde daha savaştan önce­ki onyıllar içinde geçerliğini yitirmişti; savaş sırasında da ekonomik birliklerin (işadamları dernekleri, işveren sendi­kaları v.b. —ç) düzenleyici rolü, bu güçlerin ellerinden alın­dı ve doğrudan doğruya militarist devlet gücüne teslim edil­di. Hammaddelerin dağılımı. Bakü veya Romanya petrolle­rinin, Don kömür yataklarının, Ukranya tahılının kullanımı, Alman lokomotiflerinin, vagonlarının, otolarının geleceği, aç­lık içindeki Avrupa’ya ekmek ve et sağlanması, dünya eko­nomik hayatının bütün bu temel sorunları, artık serbest reka­bet aracılığıyla, ulusal ve uluslararası tröstlerin oluşturacak­ları kombinezonlar aracılığıyla değil, bunların varlığını ko­ruma amacı güden askeri zorun dolaysız kullanımı ile dü-zenlenecekti, Devlet gücünün tümüyle mali sermayenin em­rine girmesi, insanlığı emperyalizmin mezbahalarına götürdü. Böylece mali sermaye bu kitle katliamı aracıyla sadece dev­leti değil, bizzat kendisini de tümüyle militarize etmiş ve ar­tık temel ekonomik işlevlerini kan ve barutla yürütmekten başka çıkar yolu kalmamıştır.

Dünya Savaşından önce, sosyalizme aşamalı geçiş adı altında işçileri kanaatkâr olmaya çağıran, savaş sırasında da iç barışın korunması ve anavatanın savunulması adına sı­nıf teslimiyeti öneren oportünistler, şimdi de savaşın doğur­duğu korkunç sonuçların üstesinden gelinmesi için, proletar­yanın kendisini inkâr etmesini istiyorlar. Eğer bu vaaz işçi kitlelerinde yankı bulmuş olsaydı, birçok kuşağın kanıyla ca­nıyla beslenen kapitalizm, değişik ve daha yoğun, daha kor­kunç bir biçimde yeniden doğuşunu kutlayacaktı —yeni, ka­çınılmaz bir dünya savaşı düşleyerek... Ney si ki insanlığın şansına, bu artık mümkün değildir.

Ekonomik hayatın devletleştirilmesi, kapitalist liberaliz­min şiddetli muhalefetine rağmen gerçekleşti. Artık değil serbest rekabete, aynı zamanda tröstlerin, kartellerin ve öteki ekonomi canavarlarının egemenliğine de dönmek mümkün değil. Sorun sadece, devletleştirilmiş üretimin gelecekteki sahibinin kim olacağı: Emperyalist devlet mi, yoksa muzaf­fer proletaryanın devleti mi?

Bir başka deyişle: Milletler Cemiyeti adlı «uluslarara­sı» bir ordu ve «uluslararası» bir donanmanın yardımıyla bir yanda yağma seferleri ve katliamlar düzenlerken, öte yanda (insanlığın önüne —ç) bir parça ekmek fırlatan, fakat biricik amacı olan kendi iktidarım koruma kaygısıyla her yerde proletaryayı zincire vuran, zafer tacını başına geçirmiş bir dünya kliğinin köleleşmiş uşakları mı olacak bütün çalışan insanlık? Yoksa Avrupa’nın ve dünyanın başka yerlerinde­ki ileri ülkelerin işçi sınıfı, bozulmuş ve yıkılmış olan ulu­sal ekonomisini sosyalist temel üzerinde yeniden inşa etmek için yönetimi eline mi alacak? Şu anda içinde bulunulan bu­nalım döneminin mümkün en kısa sürede sona erdirilmesi ancak, bakışlarını geçmişe çevirmeyen, ne soydan gelme ay­rıcalıkları ne de mülkiyet haklarını gözönüne alan, açlık çe­ken yığınların kurtarılması zorunluluğundan yola çıkan, bu amaçla tüm araç ve güçlerini seferber eden, genel çalışma yükümlülüğü koyan ve bu yolda birkaç yıl içinde, sadece sa-vaşın açtığı kanayan yaraları kapamakla kalmayıp insanlığı yepyeni, daha önce görülmemiş bir düzeye yükseltmek için disiplinli çalışma rejimini yürürlüğe sokan proletarya dikta­törlüğünün araçlarıyla gerçekleştirilebilir.

Kapitalizmin gelişmesinde muazzam bir itici güç rolü oy­nayan ulusal devlet, bugün üretici güçlerin ileriye doğru ge­lişimini engelleyici bir hale gelmiştir. Avrupa’nın ve dün­yanın öteki büyük güçleri arasında dağılan küçük devletlerin durumu da aynı biçimde dayanaktan yoksundur. Değişik za­manlarda, çeşitli hizmetlerin bedelinin ödenmesinde harca­nacak bozuk para olarak kullanılan, büyük devletlerin birer parçası ve stratejik tampon bölgeler olarak ortaya çıkartılan bu küçük devletlerin de hanedanları, egemen çeteleri, emper­yalist emelleri, diplomatik entrikaları var. Savaş çıkana ka­dar bunların hayali bağımsızlıkları Avrupa dengesiyle aynı dayanağa sahipti: (Bu dayanak —ç) iki emperyalist kamp arasında süregiden çelişkiydi. Savaş bu dengeyi bozdu. Sa­vaş, başlangıçta Almanya'ya muzzam bir güç üstünlüğü sağ­layarak, küçük devletlerin selameti ve kurtuluşu Alman mi­litarizminin yücegönüllülüğünde aramasına da yol açmış ol­du. Almanya yenilgiye uğradıktan sonra küçük devletlerin burjuvazileri, yurtsever «sosyalistleriyle birlikte Müttefik­lerin muzaffer emperyalizmine yöneldi ve Wilson Programı­nın iki yüzlü maddelerinde, bağımsız varlıklarım sürdürme­lerini sağlıyacak güvenceler aramaya başladılar. Aynı za­manda küçük devletlerin sayısı da arttı: Avusturya-Maca- ristan Monarşisinin mülkünden, Çarlık’ın bazı parçalarından yeni devletler meydana geldi. Bunlar, daha gözlerini açar açmaz, devlet sınırları yüzünden birbirlerinin gırtlağına sa­rıldılar. Bu arada Müttefik emperyalistler, yeni ve eski dev­letleri karşılıklı kinin ve genel güçsüzlüğün ortaya çıkarttığı tazminat yükümlülüğü aracılığıyla birbirine bağlamak için, onları da katacakları bazı kombinezonlar hazırlıyorlar.

Müttefik emperyalistler, küçük ve zayıf halkları baskı altına alarak ve iğfal ederek, onları açlığa ve aşağılanmaya terk ederken, tıpkı kısa süre önce Mihver Devletleri emper­yalistlerinin yaptığı gibi Ulusların Kaderlerini Tayin Hak­kını ağızlarından düşürmüyorlar, oysa bu hak şimdi dünya­nın bütün diğer bölgelerinde olduğu gibi Avrupa’da da tü­müyle ayaklar altına alınıp paramparça edilmiş durumda Küçük halklara özgür varoluş imkânım sadece proletar-ya devrimi sağlayabilir. Proletarya devrimi, bütün ülkelerin üretici güçlerini ulusal devletlerin dar sınırlarından kurtara­cak, ulusları genel bir ekonomik plan temelinde ekonomide en sıkı ortak çalışmanın içine sokacak ve en küçük ve en zayıf uluslara bile, kendi kültürel öğelerini özgür ve bağım­sız bir biçimde geliştirmek imkânını —Avrupa’nın ve bütün dünyanın birleşik, merkezi ekonomisine zarar vermeden— sağlayacaktır.

Son savaş, sadece sömürgeler uğruna yapılan bir savaş değil, aynı zamanda sömürgelerin de yardımıyla sürdürülen bir savaş oldu. Sömürge halkları, şimdiye kadar görülmedik genişlikteki bir çerçeve içinde Avrupa savaşının girdabına çekildiler. Hintliler, zenciler, Araplar, MadagaskarlIlar Av­rupa kıtasında savaştılar. Niçin? Ingiltere’nin ve Fransa’nın boyunduruğu altında kalma hakları için. Kapitalist egemen­liğin hayasızlığı kendisini şimdiye kadar hiç bu kadar açık göstermemişti, sömürgeci kölelik sorunu hiç bir zaman bu keskinlikte ortaya çıkmamıştı.

Bundan ötürü, bütün sömürgelerde açık ayaklanmalar ve devrimci mayalanmalar görülüyor. Bizzat Avrupa’da, İrlan­da, boyunduruk altına alınmış bir ülke olduğunu ve kendisi­ni boyunduruk altında hissettiğini kanlı sokak savaşlarıyla hatırlattı. Madagaskar’da, Annam’da ve başka ülkelerde sa­vaş boyunca, burjuva cumhuriyetinin orduları, sömürgelerde­ki kölelerin giriştiği birçok ayaklanmayı bastırmak zorunda kaldı. Hindistan’da devrimci hareket bir an bile durakla­madı ve son olarak Bombay’da Büyük Britanya hükümetinin zırhlı birliklerle karşılık vermesine yol açan grev patlak verdi, Asya’daki en büyük işçi greviydi bu.

Sömürgeler sorunu böyleee, sadece Paris’deki diplomatik kongrelerin yeşil masalarında değil, aynı zamanda bizzat sömürgelerde gündeme gelmiş bulunuyor. Wilson’un progra­mı. en fazla, sömürge köleciliği firmasının tabelasının değiş­mesine yol açabilir. Sömürgelerin kurtuluşu ancak metropol­lerin rişçi sınıfınınj kurtuluşu ile birlikte mümkündür. Sa­dece Annam’m, Cezayir’in, Bengal’in işçi ve köylülerinin de­ğil, aynı zamanda İran’ın, Ermenistan’ın işçi ve köylüleri­nin de bağımsız varoluşu, İngiliz ve Fransız işçilerinin Lloyd George ile Clemenceau’yu devirip iktidarı ele geçirmeleriyle mümkündür.

Daha gelişmiş sömürgelerde mücadele bugün bile, sade-ce ulusal kurtuluş bayrağı altında sürmekle kalmıyor, açık­ça ifade edilen toplumsal bir nitelik kazanıyor. Nasıl kapi­talist Avrupa, dünyanın geri-kalmış bölgelerini kapitalizmin girdabı içine çekmişse, sosyalist Avrupa da, —planlı örgüt­lü sosyalist ekonomiye geçişlerini kolaylaştırmak için— tek­niğiyle, örgütlenmesiyle, manevi etkisiyle kurtarılmış sö­mürgelerin yardımına gelecektir.

Afrika ve Asya’nın sömürge köleleri! Proletarya dikta­törlüğünün Avrupa’daki zafer saati, sizin de kurtuluş anınız olacaktır!

Bütün burjuva dünyası, komünistleri özgürlükleri ve si­yasal demokrasiyi ortadan kaldırmakla itham ediyor. Ne bü­yük haksızlık! İktidara geldiğinde proletarya sadece, burju­va demokrasisi yöntemlerini kullanmanın imkânsızlığını sap­tar ve yeni, daha yüksek bir işçi demokrasisinin koşullarım ve biçimlerini yaratır. Kapitalizmin bütün bir gelişme sü­reci. Özellikle son emperyalist aşamasında, sadece ulusları iki uzlaşmaz sınıfa bölerek değil, çok sayıda küçük-burjuva ve yarı-proleter tabakaları da tıpkı proletaryanın aşağı ta­bakaları gibi ekonomik bakımdan sakat, siyasal bakımdan duyarsız bir duruma mahkûm ederek siyasal demokrasiyi mezara gömmüştür.

Tarihi gelişimin bu imkânı yarattığı ülkelerde işçi sınıfı, siyasal demokrasi rejiminden, sermayeye karşı [mücadele­nin] örgütlenmesinde yararlanmıştır. Aynı şey, henüz bir iş­çi devriminin önkoşullarının olgunlaşmamış olduğu ülkeler­de de yakında gerçekleşecektir. Fakat kentlerdeki gibi, kır­sal alanlardaki geniş ara-tabakalarm tarihi gelişmeleri de kapitalizm tarafından engellenir, bunlar dönemlerce geride kalırlar. Kilise kulesinin tepesinden ötesini göremeyen Ba­den ve Bavyera köylüsünü, büyük kapitalistlerin şarap yol­suzlukları yüzünden çöküntüye uğrayan Fransız küçük şarap üreticisini, bankerler ve milletvekilleri tarafından soyulan ve aldatılan Amerikan küçük çiftçisini, kısacası kapitalizm ta­rafından gelişmenin büyük caddesi dışına itilen bütün bu ta­bakaları, siyasal demokrasi rejimi, devlet yönetimine katıl­maya çağırır. Ama gerçekte halkların kaderlerini belirleyen bütün önemli sorunlarda, parlamenter demokrasi perdesinin ardında, mali oligarşinin kararları geçerlidir. Her şeyden önce savaş sorununda böyleydi bu ve şimdi barış sorununda da aynı oyun oynanıyor.

Mali oligarşi, zorbalıklarını parlamento oylamalarıyla örtbas etmeyi yararlı bulduğunda, sınıf egemenliğiyle ge­çen yüzyıllardan miras kalan ve kapitalist tekniğin mucize­leriyle gitgide çoğalan her türlü araç, istenen amaçlara ula­şabilmesi için burjuva devletinin emrindedir; Yalan, dema­goji, fesat, iftira, rüşvet ve terör.

Kapitalizmle kendisi için bir ölüm kalım anlamı taşıyan son mücadelesinde proletaryadan kuzu gibi, burjuva demok­rasisinin taleplerine uymasını istemek; hayatım, varlığım haydutlara karşı korumaya çalışan bir adamdan, Fransız boksundaki gibi, düşmanın saptadığı ama hiçbir zaman uy­mayacağı yapay, belirlenmiş kurallara uymasını istemek de­mektir, Sadece üretim ve ulaşım araçlarının değil, siyasal demokrasinin kurumlannın da kanlı yıkıntılar haline geldiği çöküş anında, proletarya, işçi sınıfım bütünleştirip bağlayıcı bir işlev görecek ve kendisine insanlığın gelecekteki geliş­mesine devrimci bir müdahale imkânı verecek olan aygıtını yaratmak zorundadır. Bu aygıt işçi konseylerinden ibarettir. Eski partiler, eski sendikalar, önderlerinin şahsında, yeni dö­nemin ortaya çıkardığı görevleri anlamaktan aciz olduklarım gösterdiler; bu görevleri yerine getirmeleri nasıl beklenebi­lir. Proletarya, çalıştığı işkoluna ve siyasal olgunluğuna bak­madan bütün işçüeri kapsayan bir aygıt yarattı; kendini sürekli olarak yenileme, genişleme, hep yeni yeni tabakaları içine alma ve kapılarını kent ve kırın, proletaryaya yakın durumdaki emekçi tabakalarına açma yeteneğine sahip bir aygıt yarattı. İşçi sınıfının bu eşsiz kendini-yönetme, müca­dele ve —gelecekte devlet iktidarını fethettiğinde— iktidar örgütü, çeşitli ülkelerin deneyleriyle sınandı. Bu örgüt, gü­nümüzde proletaryanın en büyük kazanımı ve en güçlü si­lahıdır.

Kitlelerin uyanarak düşünmeye başladıkları bütün ülke­lerde, işçi, asker ve köylü sovyetleri kurulmaktadır. Sovyet- îeri sağlamlaştırmak, otoritelerini pekiştirmek ve onları bur­juvazinin devlet aygıtının karşısına koymak —bugün bütün ülkelerin smıf bilinçli ve dürüst işçilerinin ana görevi işte budur. İşçi sınıfı, savaşın, açlığın cehennem acıları tara­fından, mülk sahiplerinin zorbalıkları tarafından ve bir za­manki önderlerinin ihanetleri tarafından sürüklendiği çöküş­ten kendisini Sovyetler aracıyla kurtaracaktır, Sovyetlerin, emekçi halkın çoğunluğunu kendi çevresinde toplayabildiği bütün ülkelerde, işçi sınıfı, sovyetler aracılığıyla, en güvenli ve en kolay yoldan iktidara gelecektir. İktidara gelen işçi sı­nıfı, şimdi Rusya’da olduğu gibi, sovyetleri aracılığıyla, eko­nominin ve kültürel hayatın bütün alanlarını yönetecektir.

Çarlığından en demokratiğine kadar her biçimiyle emper­yalist devletin çökmesi, emperyalist askeri sistemin çökme­siyle birlikte gerçekleşir. Emperyalizmin harekete geçirdiği milyonluk ordular, proletarya itaatkâr bir halde burjuvazi­nin boyunduruğu altında kaldığı sürece ayakta durabildiler. Ulusal birliğin parçalanması, ordunun da kaçınılmaz bir par­çalanması anlamına gelir. Önce Rusya’da, daha sonra Avus- turya-Macaristan’da ve Almanya’da böyle oldu. Aynı şey, öteki emperyalist devletlerde de olabilir. Köylülerin büyük toprak sahiplerine, işçilerin kapitalistlere, ikisinin birden mo- narşist ya da «demokratik» bürokrasiye karşı ayaklanmaları, kaçınılmaz olarak askerlerin komutanlara karşı ayaklanma­sına ve dahası, ordunun burjuva ve proleter öğeleri arasın­da keskin bir ayrımın başgöstermesine yol açar. Ulusları karşı karşıya getiren emperyalist savaş, sınıfları karşı kar­şıya getiren içsavaşa dönüştü, dönüşüyor.

Burjuva dünyasının, içsavaş ve kızıl terör üzerine kopar­dığı yaygara, siyasal mücadeleler tarihinin şimdiye kadar gördüğü en müthiş ikiyüzlülüktür. İnsanlığı toptan çürüyüp yok olmanın eşiğine getiren sömürücü klikler ,eğer, soygun­culuk imtiyazlarını ayakta tutma ya da yeniden oluşturma amacıyla, çalışan yığınların her türlü ileri atılımına karşı harekete geçmeselerdi, (komplolar ve cinayetler tezgahla- masalar, dışardan silahlı yardım ç-ağırmasalardı) içsavaş diye bir şey olmazdı.
İşçi sınıfını içsavaşa, ezeli düşmanı zorlamaktadır. İşçi sınıfı, eğer kendisini ve aynı zamanda insanlığın geleceği de­mek olan kendi geleceğini feda etmek istemiyorsa, silaha silahla karşılık vermek zorundadır. Komünist partileri, hiç­bir zaman yapay bir içsavaşı kışkırtmayarak, onu mümkün olduğu kadar kısa bir sürede sona erdirmeye, eğer içsavaş kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmişse, verilecek kurban­ların sayısını azaltmaya ve her şeyden önce proletaryanm zaferini kesin güvence altına almaya çabalar. Buradan, burjuvazinin zamanında silahsızlandırılmasını^ işçilerin si­lahlandırılmasının, proletaryanın iktidarını koruyacak ve sosyalist inşanın dokunulmazlığını sağlayacak bir komünist qrdunun oluşturulmasının zorunlu olduğu sonucu çıkar. Sov­yet Rusya’nın, işçi sınıfının kazanımlarını içten ve dıştan gelecek her türlü saldırıya karşı koruyan Kızılordu’su böyle bir ordudur. Sovyet ordusu, sovyet devletinden ayrı düşünü­lemez.

Görevlerinin dünya tarihi içersindeki niteliğinin bilincin­de olan işçiler, Örgütlü sosyalist hareketlerinin daha ilk adı­mını attıkları günden beri, uluslararası bir örgüt oluşturmak için çaba harcamışlardır. Böyle bir örgütün ilk temel taşı, 1864’de Londra’da, Birinci Enternasyonalde yerleştirildi. Hohenzollernlerin Almanya'sının doğuşuna yol açan Alman - Fransız savaşı, Birinci Enternasyonal’i toprağa gömdü, ama aynı zamanda ulusal işçi partilerinin gelişmesini hızlandırdı. Hemen 1889 yılında bu partiler Paris’de toplanarak İkinci Enternasyonal Örgütünü yarattılar. Fakat bu dönemde işçi hareketinin ağırlık noktası, tümüyle ulusal bir zemin üzerin­de, ulusal devletler çerçevesi içinde, ulusal sanayi temelinde, ulusal parlamentarizm alanındaydı. Örgütçü ve reformcu çalışmalarla geçen onyıllar, çoğunluğu toplumsal devrim programını lafta tanıyan, gerçekte ise onu yadsıyan ve refor- mizme ve burjuva devletle uyuşma batağına saplanan bir önderler kuşağı yarattı. İkinci Enternasyonal partilerinin oportünist niteliği sonunda açığa çıktı ve tam da olayların akışının işçi partilerinin devrimci mücadele yöntemlerini be­nimsemesini gerektirdiği bir anda, dünya tarihinin en büyük Çöküşüne yol açtı. Nasıl 1870 savaşı, toplumsal devrim prog­ramının arkasında kitlelerin kararlı gücünün bulunmadığını açığa çıkartarak Birinci Enternasyonali bir darbe indirdiy- se, 1914’deki savaş da kaynaşmış işçi kitlelerinin üzerinde, burjuva devletin tâbi organları durumuna dönüşmüş partile­rin varolduğunu göstererek İkinci Enternasyonal’i Öldürdü,

Burada sadece bugün açıkça burjuvazinin kampında, on­ların ayrıcalıklı ve güvenilir adamları, ve işçi sınıfının _ cel­latları olarak yer alan sosyal-yurtseverleri değil; bugün İkin­ci Enternasyonal’!, yani darkafalılığı, oportünizmi ve yöne­ticilerinin devrimci güç yoksunluğunu yeniden canlandırma çabasında bulunan dağınık, ikireilikli sosyalist Merkez’i de kastediyoruz. Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD), Fransız Sosyalist Partisi’nin bugünkü çoğunluğu, Rusya’daki Menşevikler grubu, İngiliz Bağımsız İşçi Partisi ve öteki benzer gruplar, gerçekte, İkinci Enternasyonalin eski resmi partilerinin savaş öncesinde kapladıkları yeri dol­durmak amacındalar: Eskiden olduğu gibi uzlaşma ve bir­leşme fikirleriyle ortaya çıkacaklar, bu yolla, bütün araçları kullanarak proletaryanın enerjisini azaltacaklar, bunalımı uzatacaklar ve böylelikle Avrupa'nın çektiği sefaleti daha da arttıracaklar. Sosyalist Merkez’e karşı mücadele, emper­yalizme karşı verilecek başarılı bir mücadelenin zorunlu ön­koşuludur.

Zamanını doldurmuş bulunan resmi sosyalist partilerin kararsızlığını, yalancılığını ve çürümüşlüğünü bir kenara atarken, biz. Üçüncü Enternasyonalce birleşen komünistler, devrimci kuşaklardan uzun bir dizi oluşturan şehitlerin Ba- beuf’den Kari Liebknecht’e ve Rosa Luxemburg’a dek uza­nan kişilerin kahramanca çabalarının dolaysız sürdürücüle- ri olduğumuzu hissediyoruz.

Nasıl Birinci Enternasyonal gelecekteki gelişmeyi öngör­müş ve onun yolunu göstermişse, nasıl İkinci Enternasyonal milyonlarca proleteri toplayıp örgütlemişse. Üçüncü Enter­nasyonal de, açık kitle eyleminin, devrimi gerçekleştirme­nin Enternasyonali, eylemin Enternasyonali olacaktır.

Sosyalist eleştiri, burjuva dünya düzenini yeterince teş­hir etti. Uluslararası Komünist partisinin görevi, bu düzeni yıkmak ve yerine sosyalist düzenin yapısını kurmaktır.

Bütün ülkelerin kadın ve erkek işçilerini, gölgesinde ilk büyük zaferin gerçekleştirildiği komünizm bayrağı altında birleşmeye çağırıyoruz.

Bütün ülkelerin işçileri! Emperyalist barbarlığa, Monar­şiye, ayrıcalıklara (burjuva devlete ve) burjuva mülkiyetine, toplumsal veya ulusal baskının her türlüsüne karşı mücade­lede birleşin!

Bütün ülkelerin işçileri iktidarı almak için, proletarya diktatörlüğü için mücadelede, işçi sovyetleri bayrağı altın­da, Üçüncü Entemasyonal’in bayrağı altında birleşin!
Blogger tarafından desteklenmektedir.