Header Ads

Header ADS

KAFKASYALILAR, TASFİYECİLER KONFERANSI

Stalin
MARKSİZM VE ULUSAL SORUN
(1913)

Yukarda, milliyetçilik "salgını"na dayanamamış olan bazı Kafkasyalı sosyal-demokratların dalgalanmalarından sözettik. Sözü geçen sosyal-demokratların, şaşılacak bir tutumu benimseyerek, Bundun izlerinden —garip de olsa— yürümeleri ve kültürel-ulusal özerklikten yana çıkmaları, bu dalgalanmaların ifadesi olmuştur. 

Bütün Kafkasya için bölgesel özerklik ve Kafkasya'daki uluslar için de kültürel-ulusal özerklik — işte bu tutumu benimseyen ve sırası gelmişken söyleyelim, Rus tasfiyecilerine katılan sosyal-demokratlar, isteklerini böyle formüle ediyorlar. 

Tanınmış önderleri ünlü N.'yi[94] dinleyelim. 

"Herkesin bildiği gibi Kafkasya, nüfusunun ırksal bileşimi bakımından olsun, toprağı ve tarımı bakımından olsun, merkez eyaletlerinden derin farkları olan bir yerdir. Böyle bir ülkenin işletmelere açılması ve gelişmesi, bu ülkeden olan bölgesel özellikleri bile, buranın kültürüne ve iklimine alışık olan emekçiler gerektirir. Bu ülkenin iktisadî gelişmesiyle ilgili bütün yasaların, bölgesel olarak hazırlanması ve burdaki insanlar tarafından uygulanması gerekir. Onun için bölgesel sorunlarla ilgili yasaları çıkarmak, Kafkasya yönetim özerkliğinin merkez organlarının yetkisine girecektir. ...

Böylece Kafkasya merkezinin görevi, bölgesel toprakların iktisadî bakımdan işletilmeleri amacını güden, ülkenin maddî gönenci amacını güden yasalar kabul etmek olacaktır."[95 ]

Böylece Kafkasya için bölgesel özerklik istenmektedir. 

Eğer birbiriyle çelişen ve birbiriyle bağlantısı kopuk olan N.'nin gerekçesini gözönünde tutmazsak, varılan sonucun doğru olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ülkenin özellikleri, nüfus bakımından bileşimi ve yaşam koşulları bakımından devletin meşrutî çerçevesi içinde —N. de bunu reddetmiyor—, Kafkasya için bölgesel özerklik gerçekten gereklidir. Bu, Rus sosyal-demokrasisi tarafından da böyle kabul edilmiştir. Sosyal-Demokrat Partinin II. Kongresinde şu görüş kabul edilmişti: 

"Yaşam koşulları ve nüfusun bileşimi bakımından Rusların yaşadıkları bölgelerden değişik olan dış bölgeler için bölgesel yönetim özerkliği." 

Bu konuyu, II. Kongrenin araştırmasına sunan Martov, gerekçe olarak şöyle diyordu: 

"Rusya'nın pek büyük bir ülke oluşu ve merkezî devlet yönetimimizin deneyimi, bizi, Finlandiya, Polonya, Litvanya ve Kafkasya gibi önemli birimler için bölgesel yönetim özerkliğinin gerekli ve yararlı olduğu sonucuna vardırmıştır." 

Ama bölgesel özerk yönetim, bölgesel özerklik anlamına gelmektedir. 

Oysa N., daha ileri gidiyor. Ona göre Kafkasya'nın bölgesel özerkliği, "sorunun yalnız bir yanını" kucaklamaktadır. 

"Şimdiye kadar bölgesel yaşamın ancak maddî gelişmesinden sözettik. Ama bir ülkenin iktisadî gelişmesine katkıda bulunan şeyler yalnızca iktisadî faaliyet değildir. Manevî ve kültürel faaliyettir de. ... Kültür bakımından güçlü olan bir ulus, iktisadî alanda da güçlüdür. ... Ama ulusların kültürel gelişmesi, ancak kendi ulusal dilleriyle mümkündür. ...  Bu bakımdan ana dil ile ilgili bütün sorunlar aynı zamanda kültürel-ulusal sorunlardır. Eğer ülkenin maddî gelişmesi ulusları birleştiriyorsa, eğitim, adliye, kilise, edebiyat, sanatlar, bilimler, tiyatro vb. sorunlar, kültürel-ulusal eylem onların herbirini ayrı bir alana yerleştirdiği için, bu birliği bozuyor. Birinci tür faaliyetin sınırları belirli bir bölgeyle ilgilidir. ... Kültürel-ulusal şeyler için durum bambaşkadır. Bunlar sınırları belli bir toprağa bağlı şeyler değildir, belli bir ulusun varlığına bağlı şeylerdir. Gürcü dilinin yazgısı, nerede yaşarsa yaşasın, Gürcüyü aynı ölçüde ilgilendirir. Gürcü kültürünün ancak Hindistan'da oturan Gürcüleri ilgilendirdiğini söylemek büyük bilisizlik olur. Örnek olarak Ermeni kilisesini ele alalım. Bu kilisenin işlerinin yönetimine ayrı ayrı bölgelerde ve devletlerde oturan Ermeniler katılmaktadırlar. Burada bölgenin hiç bir rolü yoktur. Örneğin: bir Gürcü müzesinin kurulması işiyle, Tiflis'te oturan Gürcü kadar, Bakü’de, Kutays'te ya da Petersburg'da oturan Gürcü de ilgilenir. Bu demektir ki, bütün kültürel-ulusal işlerin yönetimi, ilgili ulusların kendilerine teslim edilmelidir. Biz Kafkasya'daki milliyetlerin kültürel-ulusal özerkliğinden yanayız."[96] 

Kısaca kültür toprak olmadığına göre ve toprak da kültür olmadığına göre, kültürel-ulusal özerklik gereklidir. N.'nin bu konuda söyleyebildiği bu kadar. 

Biz, burada, genel olarak, kültürel-ulusal özerklik konusunu bir kez daha ele almayacağız: yukarda bunun olumsuz niteliğini belirttik. Yalnız şunun üzerinde durmak isteriz ki, genel olarak uygulanması olanaksız olan kültürel-ulusal özerklik, Kafkasya koşulları bakımından daha da anlamsız ve saçmadır. 

Nedeni de şu: 

Kültürel-ulusal özerklik, azçok gelişmiş ulusların, [sayfa 63] kültürleri, edebiyatları gelişmiş ulusların mevcut olduğunu kabul eder. Bu koşullar olmayınca, bu özerklik, varlık nedenini yitirmiş olur. Oysa Kafkasya'da ilkel kültüre sahip, edebiyatı bulunmayan, ilkel bir dil konuşan ve üstelik bir geçiş halinde olan, ve kısmen özümlenen, kısmen de kendileri gelişen bir sürü halk yaşamaktadır. Bunlara kültürel-ulusal özerklik nasıl uygulanabilir? Bu uluslara karşı nasıl davranılacaktır? Kültürel-ulusal özerklik ilkesi gereğince, bunları ayrı ayrı kültürel-ulusal birlikler içinde nasıl örgütlendireceğiz? 

Mingrellere, Abazalara, Acarlara, Svanlara, Lezgilere ve benzerlerine karşı, ayrı ayrı diller konuşan, ama kendilerine özgü edebiyatları olmayan bu halklara karşı nasıl davranılacaktır? Onları hangi ulusun içinde sınıflandıracağız? Onları ulusal birlikler olarak "örgütlendirmek" mümkün mü? Onları hangi "kültürel sorunlar" çevresinde "örgütlendireceğiz"?
 
Kafkas-ötesi'nde oturan ve Gürcüler tarafından özümlenmekte olan (ama henüz özümlenmiş olmaktan uzak bulunan) Osetlere karşı, ve aynı zamanda kısmen Ruslar tarafından özümlenmiş bulunan, ama kısmen de kendi öz edebiyatlarını yaratarak gelişmekte olan Çerkez Osetlere karşı tutumumuz ne olacaktır? Onları tek bir ulusal birlik içinde nasıl "örgütlendireceğiz"? 

Gürcü dilini konuşan, ama Türk kültürüne göre yaşayan ve müslüman olan Acarları hangi ulusal birliğin içine koyacağız? Acarları din bakımından Gürcülerden ayrı olarak "örgütlendirmek", ama öteki kültürel sorunlar bakımından Gürcülerle birlikte örgütlendirmek gerekmez mi? Ya Kobuletzler? Ya İnguşlar? Ya İngiloidler?
 
Bir dizi halkı liste dışında bırakmak — bu özerklik, ne biçim bir özerkliktir? 

Hayır, bu ulusal sorunun bir çözümü değildir. Aylakların fantezisinin bir ürünüdür.

Ama bir an için mümkün olmayanı mümkün sayalım ve bizim N.'nin kültürel-ulusal özerkliğinin gerçekleştiğini varsayalım. Böyle bir sonuç bizi nereye götürür? Örneğin: pek azı okuma-yazma bilen Kafkas-ötesi Tatarlarını, güçlü mollalar tarafından yönetilen okullarıyla, dinin derinliğine girdiği kültürleriyle ele alalım... Bu Tatarları ulusal-kültürel bir birlik içinde örgütlendirmenin, onların başına mollaları geçirmek ve bu halkı gerici mollalara peşkeş çekmek olacağını anlamak zor değildir: böylelikle Tatar yığınlarının baş-düşmanları tarafından köleleştirilmesi için bir yeni kale yaratmış oluruz. 

Ama ne zamandan beri sosyal-demokratlar gericilerin değirmenine su taşımaktadırlar? 

Halk yığınlarını en berbat gericilerin kölesi durumuna getiren bir kültürel-ulusal birlikte Kafkas-ötesi Tatarlarını tecrit etmek! Kaskasyalı tasfiyeciler bundan daha iyi bir çözüm bulamamışlar mı?... 

Hayır, bu, ulusal sorunun bir çözümü değildir. 

Kafkasya'da ulusal sorun ancak geri kalmış ulusların daha yüksek genel bir kültür yoluna yöneltilmeleri koşuluyla çözülebilir. Ancak böyle bir çözüm, bir ilerleme etkeni olabilir ve sosyal-demokrasi tarafından kabul edilebilir. Kafkasya'nın bölgesel özerkliği, geri kalmış ulusları genel kültürel gelişmeye doğru sürüklediği için, onları tecrit eden küçük milliyetler kabuğundan çıkmalarına yardım ettiği için, daha yüksek bir kültürün nimetlerinden yararlanmaya onları ittiği için, bir çözüm olarak kabul edilebilir. Oysa kültürel-ulusal özerklik, tam ters bir yönde etki yapmaktadır, çünkü bu, ulusları eski kabuklarının içine hapsetmekte, onları kültürel gelişmenin alt derecelerinde tutmakta ve kültürün daha yukarı derecelerine tırmanmalarına engel olmaktadır. 

Bu bakımdan ulusal özerklik, bölgesel özerkliğin olumlu yanlarını kötürüm etmekte ve onu sıfıra indirmektedir. 

İşte bunun içindir ki, ulusal-kültürel özerklikle bölgesel özerkliği birbiriyle birleştiren N.'nin karma tipteki özerkliği kabul edilemez. Doğaya karşı olan bu birleştirme, durumu iyileştirmez, daha da kötü yapar; çünkü geri kalmış ulusların gelişmesini dizginlediği gibi, bölgesel özerkliği de ulusal birlikler halinde örgütlenmiş olan ulusların çatışma alanı haline getirir. 

İşte böylece genel olarak kabul edilmesi mümkün olmayan kültürel-ulusal özerklik, Kafkasya'da saçma bir gerici girişim biçimine bürünürdü. 

İşte N.'nin ve Kafkasyalı yandaşlarının kültürel-ulusal özerkliği böyle bir şeydir. 

Kafkasyalı tasfiyeciler "bir adım ileri" atarak, örgüt sorununda da, Bundun izinden yürüyecekler midir? Bunu gelecekte göreceğiz. Sosyal-demokrasi tarihi bize göstermiştir ki, örgütte federalizm, programda, her zaman ulusal özerklikten önce gelmiştir. Daha 1897'de Avusturyalı sosyal-demokratlar örgütlenmede federalizmi uyguluyorlardı. Ve yalnızca iki yıl sonra (1899'da) ulusal özerkliği kabul ettiler. Bundcular ulusal özerklikten ilk kez açık olarak 1901'de sözettiler. Oysa onlar örgütlenmede federalizmi 1897'den beri uygulamaktaydılar.
 
Kafkasyalı tasfiyeciler işe sondan başladılar, ulusal özerklik konusunda eğer Bundun izlerinden yürümeye devam ederlerse, daha 19. yüzyılın son yıllarında enternasyonalizm temelleri üzerinde kurulmuş olan bugünkü örgüt yapısının hepsini önceden yıkmak zorundadırlar.
 
Ama henüz işçilerin gerçek anlamını kavrayamadıkları ulusal özerkliği kabul etmek ne kadar kolay olmuşsa, Kafkasya'nın bütün milliyetlerinden gelme işçilerin yıllar boyunca kurdukları, yükselttikleri ve sevgiyle baktıkları o yapıyı yıkmak aynı ölçüde zor olacaktır: Erostrat'a lâyık böyle bir gidişte atılacak ilk adım, işçilerin gözlerini açmasını ve kültürel-ulusal özerkliğin milliyetçi özünü anlamalarını sağlayacaktır. 

KAFKASYALILARIN ulusal sorunu, sözlü tartışmalar ve edebiyat polemikleri gibi, alışılan yöntemlerle çözmelerine karşılık, Rusya tasfiyecilerinin konferansı tamamen olağanüstü bir yola başvurmuştur. Hem kolay, hem basit bir yol. 

Dinleyiniz: 

"Kültürel-ulusal özerklik isteminin formüllendirilmesi gereği üzerinde ... Kafkasya delegasyonunun görüşünü dinleyen konferans, bu istemin özü hakkında tutumunu bildirmemekle birlikte, programın her milliyete kendi kaderini tayin etme hakkını tanıyan maddesinin bu biçimde yorumlanmasının, programın gerçek anlamı ile bağdaştığı kanısındadır." 

Böylece, bu sorunun "özü hakkında tutumunu bildirmemekle" işe başlanıyor, ve sonra da "kanısını" belirtiyor. Özgün bir yöntem. 

Bu özgün konferans hangi "kanıya" varmıştır? 

Kültürel-ulusal özerklik "istemi", ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri hakkını tanıyan programın "asıl anlamının karşıtı değildir" kanısına. 

Bu tezi inceleyelim: 

Serbestçe tayin etme ile ilgili madde, ulusların haklarından sözeder.[97] Bu maddeye göre, ulusların yalnız özerklik hakkı değil, ayrılma hakkı da vardır. Sözkonusu olan, siyasal bakımdan serbestçe kaderini tayin etmedir. Dünyanın bütün sosyal-demokrasilerinde uzun zamandan beri saptanmış olan ulusların kendi kaderlerini siyasal bakımdan tayin etmeleri hakkını, böyle yanlış biçimde yorumlamaya kalkan tasfiyeciler, acaba kimi aldatmak istiyorlar? 

Yoksa tasfiyeciler şu bilgiçliğin ardına saklanarak mı kendilerini koruyacaklar: görüyorsunuz ya kültürel-ulusal  özerklik ulusların haklarının "karşıtı değildir". Yani eğer bir devletin içindeki bütün uluslar, kültürel-ulusal özerklik temelleri üzerinde örgütlenmek isterlerse, bunlar, —bu ulusların belli toplamı— bu hakka sahiptirler, hiç kimse onlara başka bir siyasal yaşam biçimini zorla kabul ettiremez. Bu, yeni bir şey, ve iyi bir buluş. Buna, genel olarak konuşuyorsak, ulusların kendi anayasalarını ortadan kaldırmaya, yerine keyfî düzen koymaya, eski düzeni ihya etmeye hakları yok mudur? diye bir soru da eklemek mümkündür; çünkü uluslar ve yalnızca ulusların kendileri, kendi öz kaderlerini tayin etme hakkına sahiptir. Yineleyelim: konuyu böyle koyarsak, ne kültürel-ulusal özerklik, ne ulusal-gerici zihniyet, ne de hiç bir şey, ulusların haklarının "karşıtı değildir". 

Saygıdeğer konferansın söylemek istediği bu değil miydi ? 

Hayır, bu değil. Konferans, açıkça diyor ki, kültürel-ulusal özerklik, ulusların haklarının değil, programın "asıl anlamının" "karşıtı değildir". Burada sözkonusu olan programdır, ulusların hakları değil. 

Zaten bunu anlamak da mümkün. Eğer herhangi bir ulus, tasfiyeciler konferansına başvurmuşsa, bu konferans, açıkça ulusun kültürel-ulusal özerklik hakkı olduğunu ifade edebilirdi. Oysa, konferansa başvuran bir ulus değil, Kafkasyalı sosyal-demokratlardan —pek matah sosyal-demokrat değil, ama gene de sosyal-demokrat olan— bir "delegasyon"dur. Ve bunlar, ulusların hakları sorununu kurcalamıyorlar, yalnız kültürel-ulusal özerkliğin sosyal-demokrasinin ilkeleriyle bağdaşmazlık edip etmediğini, sosyal-demokrasinin programının "asıl anlamının" "karşıtı" olup olmadığını soruyorlar. 

Demek ki, ulusların hakları, ve sosyal-demokrasinin programının "asıl anlamı" aynı şeyler değildir. 
Besbelli ki, ulusların haklarıyla çelişmemekle birlikte, öyle istemler var ki, programın "asıl anlamı" ile çelişebilir. 

Örnek: sosyal-demokratların programında, vicdan özgürlüğüyle ilgili bir madde vardır. Bu maddeye göre, [sayfa 68] bireylerden her grubun herhangi bir dine girmeye hakkı vardır: katoliklik gibi, Ortodoksluk gibi vb.. Sosyal-demokrasi, Ortodoksları, katolikleri, Protestanları hedef tutan her türlü dinsel baskıya karşı savaşım verecektir. Bu, katolikliğin, Protestanlığın vb. parti programının "asıl anlamı"na "karşıt" şeyler olmadığı anlamına mı gelmektedir? Hayır. Sosyal-demokrasi, katolikleri, Protestanları hedef tutan baskıya karşı her zaman savaşım verecektir; ulusların, istedikleri dine girmeleri hakkını savunacaktır. Ama, aynı zamanda, proletaryanın çıkarlarını doğru değerlendirerek ve bu değerlendirmeye dayanarak, katolikliğe karşı, Protestanlığa karşı, Ortodoksluğa karşı bilinçlendirici eyleme geçecek ve sosyalist kavramların bunların üstesinden gelmesi için çaba gösterecektir. 

Ve bunu, kuşkusuz, Protestanlığın, katolikliğin, Ortodoksluğun vb., programın "asıl anlamının karşıtı" şeyler olduğu için, yani bu dinlerin, proletaryanın iyice kavranmış çıkarlarıyla bağdaşmadığı için yapacaktır. 

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır; zararlı olsun yararlı olsun, hangisi olursa olsun, kendi ulusal kurumlarını muhafaza etmeye hakları vardır, kimse zorla ulusların yaşamına müdahale edemez (kimsenin buna hakkı yoktur!). Ama bu, sosyal-demokrasi, ulusların zararlı kurumlarına karşı, ulusların usa-uygun olmayan istemlerine karşı savaşmayacak demek değildir. Tam tersine, bunu yapmak, ulusların iradesini, proletaryanın çıkarlarına en uygun biçimde örgütlenmelerini sağlayacak biçimde etkilemek, sosyal-demokrasinin görevidir. Ve işte bunun içindir ki, sosyal-demokrasi, bir yandan ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakları uğruna savaşım verirken, öte yandan, örneğin, Tatarların ayrılmalarına karşı ve Kafkas uluslarının kültürel-ulusal özerkliğine karşı bir tutum benimseyecek ve bu yolda uyarıcı eyleme geçecektir; çünkü bunlardan [sayfa 69] birincisi olsun, ikincisi olsun, bu ulusların hakları ile çelişmemekle birlikte, programın "asıl anlamına", yani Kafkasya proletaryasının çıkarlarına karşıttır.
 
Besbelli ki, "ulusların hakları" ile programın "asıl anlamı" birbirinden tamamen ayrı iki şeydir. Programın "asıl anlamı", proletaryanın programında bilimsel biçimde formüllendirilmiş olan bu sınıfın çıkarlarını dile getirirken, ulusların hakları, güçlerine ve etkilerine göre burjuvaziyi de, aristokrasiyi de, ruhban sınıfını da, ya da herhangi bir başka sınıfın çıkarlarını da ifade edebilir. Birincisinde marksistin görevleri, ikincisinde çeşitli sınıflardan oluşan ulusların hakları. Ulusların hakları ile sosyal-demokrasinin ilkeleri bağdaşabilir de, bağdaşamaz da. Örneğin Keops'un piramidi ile tasfiyecilerin ünlü konferansı. Bu ikisini karşılaştırmak hiç de mümkün değil. 

Ama öyle anlaşılıyor ki, saygıdeğer kongre, tamamen ayrı bu iki şeyi, bağışlanmaz bir biçimde birbirine karıştırmıştır. Çıkan sonuç, ulusal sorunun bir çözümü değil, saçma bir şeydir, ulusların hakları ile sosyal-demokrasinin ilkelerinin birbiriyle bağdaştığı; ve bunun sonucu olarak, ulusların her isteminin proletaryanın çıkarlarıyla bağdaştığı, ve kendi kaderlerini tayin etmek isteyen ulusların hiç bir isteminin programın "asıl anlamına karşıt olmayacağı"! 

Mantığı bu kadar zorlamak olmaz... 

İşte bu saçmalık temeli üzerindedir ki, tasfiyeciler konferansının artık ünlü olan kararı, ulusal-kültürel özerklik isteminin, programın "asıl anlamına karşıt olmadığı" istemi ortaya çıkabilmiştir. 

Ama tasfiyeciler konferansı, yalnızca mantık yasalarına karşı gelmekle kalmıyor. 

Bu konferans, aynı zamanda, kültürel-ulusal özerkliği benimseyerek, Rus sosyal-demokrasisine karşı görevini de ihlâl ediyor. En açık biçimde programın "asıl anlamını" ihlâl ediyor, çünkü bilinmektedir ki, programı kabul etmiş olan [sayfa 70] II. Kongre, kültürel-ulusal özerkliği kesin olarak reddetmiştir. Bu konferansta sözkonusu sorunla ilgili olarak söylenenler şunlardır. 

"Goldblatt [bundcu]: Milliyetlerin kültürel gelişme özgürlüğünü güvence altına alabilecek özel kurumların yaratılmasını gerekli sayıyorum, ve bunun için 8. paragrafa şunun eklenmesini öneriyorum: 'Tam kültürel gelişme özgürlüğünün güvence altına alınması için kurumların kurulması.' [Bilindiği gibi, bundcuların kültürel-ulusal özerklik için kullandıkları formül budur. -J. S..] 

"Martinov, genel kurumların, özel çıkarları sağlayacak biçimde örgütlenmesi gerektiğini ileri sürüyor. Milliyetin kültürel gelişme özgürlüğünü güvence altına alacak özel kurumların kurulmasının olanaksız olduğunu söylüyor. 

"Egorov: Milliyetler sorununda biz ancak olumsuz önerileri kabul edebiliriz, yani biz, milliyetlerin sınırlandırmasına karşıyız. Şu ya da bu ulusun olduğu biçimde gelişip gelişmeyeceği, biz sosyal-demokratları uzunboylu ilgilendirmez. Bu, kendiliğinden oluşan bir süreçtir.
 
"Koltsov: Ne zaman milliyetçilikleri sözkonusu olsa Bund delegeleri kızıyorlar. Oysa Bund delegesinin ileri sürdüğü değişiklik, salt milliyetçi bir nitelik taşımıştır. Bizden, yok olmakta olan ulusların bile desteklenmesi için, saldırı önlemleri istenmektedir. 

"...Ve sonuç olarak, 'Goldblatt'ın değişiklik önerisi üç oya karşı çoğunlukla reddedilir.' 
Böylece açıkça görülmektedir ki, tasfiyeciler konferansı, programın "asıl anlamına karşıt" bir tutumu benimsemiştir. Bu konferans, programı ihlâl etmiştir. 

Şimdi de, tasfiyeciler, sözümona kültürel-ulusal özerkliği onayladığını iddia ettikleri Stokholm Kongresini ileri sürerek kendilerini haklı göstermeye çalışmaktadırlar. Bu konuda Vladimir Kossovski şöyle yazıyor: 

"Bilindiği gibi Stokholm Kongresinde varılan anlaşmaya göre Bundun (partinin genel kongresinde ulusal sorun çözümlenene kadar) ulusal programını muhafaza etmesine izin verilmişti. Bu kongre, ulusal-kültürel özerkliğin her ne olursa olsun partinin genel programıyla çelişmediğini kabul etmiştir."[98] 

Ama tasfiyecilerin çabaları boşunadır. Stokholm Kongresi, Bundun programını onaylamayı aklından bile geçirmemiştir — bu kongre yalnızca geçici olarak sorunu açık bırakmayı kabul etmiştir. Kossovski, bütün gerçeği söylemek için gerekli cesareti gösterememiştir. Ama bizzat olaylar konuşmaktadır. İşte: 

"Galine, şu değişikliği öneriyor: 'Ulusal program sorunu, kongre tarafından incelenmemiş bir konu gibi açık bırakılmıştır.' (Kabul edenler: 50 oy; kabul etmeyenler: 32 oy.) 

"Bir ses: 'Açık ne demektir?' 

"Başkan: 'Ulusal sorun açık kalıyor derken, biz, Bundun gelecek kongreye kadar bu sorun üzerindeki kararlarını muhafaza edebileceğini söylemek istiyoruz."[99] 

Gördüğünüz gibi, kongre, Bundun ulusal programı sorununu "ele almamıştır" bile, onu, yalnızca "açık" bırakmış, ve böylelikle, bizzat Bunda, gelecek genel kongreye kadar programının ne olacağını saptama fırsatını tanımıştır. Bir başka deyişle: Stokholm Kongresi, kültürel-ulusal özerkliği olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirmeden bu sorunu atlamıştır. 

Oysa tasfiyeciler konferansı, en açık biçimde sorunu değerlendiriyor, kültürel-ulusal özerkliği geçerli sayıyor ve bunu parti programı adına onaylıyor. 

Aradaki fark göze batmaktadır. Böylece tasfiyeciler konferansı, türlü taktiklere karşın, ulusal sorunu bir adım bile ileri attırmamıştır. 

Bundun ve Kafkasyalı ulusal tasfiyecilerin karşısında tasfiyeciler konferansı, sözü geveleyip durmaktan başka bir şey yapamadığını göstermiştir.
Blogger tarafından desteklenmektedir.