Header Ads

Header ADS

Jozef Stalin Geliyor


Önsöz

BU KİTAP, yeryüzünün en büyük ülkelerinden birinde dev değişiklikler yaratan, çağların en büyük insanlarından birini anlatıyor.

Stalin batı dünyasınca pek az anlaşılmış bir kişidir. Ülkemizin milyonlarca insanının yaşamı onun gerçekleştirdiği şeyler tarafından çok yakından etkilendiği halde, onun yaşamı, deneyimleri, inançları ve amaçları ülkemiz insanları için kapalı bir kutudur.

Jack Murphy, Rusya 'mn sorunlarını uzun bir süre inceledi Daha devrimin ilk günlerinde devrim önderlerinden birçoğuyla yakın ilişkisi oldu. Murphy, Stalin 'in yaşamını, onun büyük ölçüde sorumlu olduğu Sovyetler Birliği'ndeki devrimci gelişmelere bağlı olarak inceledi Dolayısıyla, bu eserde sunulan portre, gerek Stalin 'in devrim içindeki rolünün, gerek devrimin gelişme sürecinin okurların gözünde açıklık kazanmasını sağlayacaktır.

Bu kitabın bazı bölümleri doğrudan doğruya yazarın kişisel kanılarını yansıtıyor; bunlara katılabiliriz de katılmayabiliriz de.

Ama kitabın çok büyük bir bölümü tarihî olarak kanıtlanabilecek gerçeklerden oluşuyor. Bu gerçekler, Stalin'in ve Sovyetler Birliği'nin politikasının gelişmesindeki ilgi çekici temel noktaları ortaya koyan ve kolaylıkla okunabilen bir biçimde bir araya getirilmiştir. Koskoca bir tarih, kitabın dar sınırlan içine sıkıştırtıltığı halde, kitap gene de tarihin bu son derece ilginç döneminin eksiksiz bir özetini verebilecek ve bu dönemi daha da derinlemesine araştırmak isteyenlerin hevesini artırabilecek niteliktedir.

Bu dönemi iyi kavramak, Sovyetler Birliği'yle olan ilişkilerimiz açısından canalıcı önem taşımaktadır. Devrimin amacını ve Lenin 'in ölümünden bu yana devrimin sorumluluğunu yüklenen insanın politikasını değerlendiremezsek, Sovyetler Birliği'yle olan dostluk ve işbirliği politikamızı ilerletenleyiz.

Hem kendi geleceğimiz hem de dünyanın geleceği, çok büyük ölçüde bu politikanın başarısına bağlı olacakar. Öyleyse, yaşadığı süre içerisinde dünya politikasının yazgısını olağanüstü bir biçimde etkileyeceği görülen bu insanın yaşamı ve düşünceleri fazlasıyla incelenmeye değer.

Ben, kendi payıma, Wİnston Churchill'in Mareşal Stalin'le Moskova'daki ilk karşılaşmasından sonra belirttiği görüşlerine katılıyorum.Acılı günlerinde, başında böyle güçlü bir yöneticinin bulunması Rusya için büyük bir talihtir. Stalin, içinde yaşadığı karanlık ve fırtınalı günler için biçilmiş kaftan, olağanüstü kişilikle bir İnsandır. Bitmez tükenmez bir cesaret ve iradesi olan, her zaman açık ve dosdoğru konuşan bir insandır. Bütün bunların ötesinde, bütün insanlar ve uluslar için büyük önem taşıyan, hiç yitirmediği bir mizah duyarlılığı vardır. Başbakan Stalin, bende, derin ve serinkanlı bir erdeme sahip ve her türlü hayalcilikten bütünüyle arınmış bir insan izlenimi bıraktı. Sanırım bu kitabı okuyanlar başbakanımızın bu sözlerine katılacaklardır.STAFFORD CRIPPS K, C. Parlamento Üyesi 1945 

Yazarın Notu

JOZEF STALİN, Sovyetler Birliği'nin yönetiminde Lenin 'in yerini devraldığında, kendisini ülkesinin sınırlan dışında pek az insan tanıyordu. Haberleşme yollan öylesine bir önyargı ve cehaletle tıkanmıştı ki, Stalin üzerine doğru dürüst bir fikir edinmeleri son derece zordu. Üstelik fikir edindikleri zaman da, vardıkları sonuçlar genellikle yanlış oluyordu.

Günümüzün ve kuşağımızın hiçbir devlet adamı üzerinde bu kadar çok sayıda insan sahip olduğu kanıyı yeniden gözden geçirmek zorunda kalmamıştır.Stalin'in yaşamı Rusya Devrimiyle öylesine içiçedir ki, birinden sözederken ötekini anlatmamak, Hamiet'i anlatırken Shakespeare'den sözetmemek kadar gülünçtür. Gerçekten de Rusya Devrimi onun yaşamında her şeyden önde gelmiş, yaşamı boyunca devrimi her şeyin üstünde tutmuştur. Bu yüzden, Stalin'in yaşam öyküsü ister istemez politik nitelikte olacaktır. Dolayısıyla, onun en sevdiği yemekleri ya da pijamasının renklerini anlatmadığım için okurlardan özür dilemeyi gereksiz buluyorum.

Stalin 'in yaşam öyküsünü dalkavukluktan ya da kişisel nefretten uzak bir anlayışla dile getirmeye, onu tarihin değerlendireceğini sandığım yönde değerlendirmeye çalıştım. Bunun, Stalin 'in ve onun hizmet ettiği davanın kavranılmasına yardıma olacağını umuyorum.

Son olarak, yazdığı önsöz için Sir Stafford Cripps'e, değer biçilmez yardımlarından ötürü H. Kemp, H. W. Leggett, F. W. Hickinbottom ve Dr. John Lewis'e, tashihleri büyük bir incelik göstererek okuduğu için lan Gibson-Smith'e içten teşekkürlerimi sunarım. J. T. MURPHY 1945
Yayınlayanın Notu

Murphy, olayları, eski takvime göre bilinen tarihlere bir parantez açmadan doğrudan doğruya yeni takvime göre anlatıyor. Böylece, eski takvime göre ad alan Şubat Devrimi'ne "Mart Devrimi", Ekim Devrimi'ne de "Kasım Devrimi" diyor. Biz, okuyucuda bir kavram karışıklığı yaratmaması açısından yazarm izlediği takvime hiç ilişmemekle birlikte, bu devrimleri yalnızca kavram olarak geçtiği yerlerde "Şubat Devrimi" ve "Ekim Devrimi" olarak değiştirmek zorunda kaldık. Kuşkusuz, yeni takvime göre bu devrimler tarih olarak yazarın yazdığı gibi anlaşılmalıdır.


Birinci Bölüm - Jozef Stalin Geliyor

Anasının dünyaya bir erkek çocuk getirmekten duyduğu sevinci yalnızca komşuları paylaşmıştı...

BUGÜN tüm dünyada daha çok Jozef Stalin adıyla bilinen Vissaryon Cugaş vili'nin anasıyla babası üzerine verebileceğimiz pek az bilgi var. Babası Vissaryon, mesleğini ailesinin daha eski kuşaklarından devralmış Gürcü bir kunduracıydı. Anası Ekaterina, güçlü bir kişiliği olan Osetyalı bir kadındı. Küçük bir Gürcü kenti olan Gori'deki evleri, bir mutfak ve beş metrekarelik btr oturma odasından oluşan oldukça mütevazi bir evdi. Oturma odasının bir tek küçük penceresi vardı. Evin zemini tuğladan, duvarları tahtadandı. Odanın ortasındaki masanın üstünde bir gaz lâmbası dururdu her zaman. Bir yanda ot şilteli genişçe bir divan, öbür yanda da üstünde semaverin durduğu bir çekmeceli dolap vardı. Evin içindeki eşya, üç tahta tabure ve bir de sobayla tamamlanıyordu. Kapı eşiksizdi, kirli suların sızdığı kaldırım taşlarıyla döşeli bir yola çıkılıyordu dosdoğru. Yolun öbür yanında, damlarından ve duvarlarından gelişigüzel, karmakarışık bir biçimde çıkan soba borulanyla bir yığın gecekondu uzanıyordu.

Vissaryon'un kazancı ancak böyle bir evde oturmaya el-veriyordu. Jozef in doğmasından kısa bir süre önce, Kaf kasya'yı Batıdan kaplayan yeni sanayileşme dalgası, kendisine atalarından miras kalan eski zanaatını yerle bir etmişti. O zaman işçi olarak fabrikaya girmişti. Tiflis'teki bir kundura fabrikasında günde on, hatta oniki saat boğaz tokluğuna çalışıyordu. Karısı Ekaterina, 21 Aralık 1879 günü dördüncü çocuğunu dünyaya getirdiğinde henüz yirmi yaşındaydı. Dört çocuğundan yaşayan bu biricik oğluna gözünün bebeği gibi bakıyordu. Kara gözlü, ince uzun yüzlü çok güzel bir kadındı. Kutsal şeyler uğruna, bütün zorluklara yılmadan göğüs germeye adamıştı kendini. Dine olan derin inancından gelen bir ağırbaşlılığı vardı. Beşbin nüfuslu Gori dışında, dünyayla ilgili hiçbir bilgisi yoktu. Kaldı ki, Gori'yi de pek iyi bildiği söylenemezdi.

Ama gene de, sanırım oğlunun babasıyla aynı yazgıyı paylaşmaması için tanrıya mutlaka yakarmıştır. Bir dinbilimci ya da politikacı değildi gerçi, ama kilisede umut ve teselli bulan bir hıristiyandı. Oğlu için, rahiplikten daha yüce bir hizmet ya da daha iyi bir yaşam düşünemiyordu. Ona, oğlunun, ulusların önderleri arasında bir dev olacağını söyleyecek hiç kimse yoktu ki! Bu yüzden, onu dünyaya getirmekten duyduğu mutluluğu yalnızca komşularıyla paylaşabildi. Öte yandan herhalde Vissaryon da, oğlunu ataları gibi usta bir kunduracı olarak yetiştireceğine ant içmişti.

Böylece, Ekaterina bir yandan ninniler söylüyor, bir yandan da oğlunun Ortodokskilisesine rahip olacağı günlerin düşünü kuruyordu. Anasınm deyişiyle genç Soso evin çevresindeki avluda ve ara sokaklarda kendi yaşıtlarıyla kaynaşmaya başladığında ninniler kesildi, ama kurduğu düşler kesilmedi. Soso yedi yaşındayken çiçek hastalığına yakalandı. Bunun izlerini hâlâ taşır.

Çocukluğunun ilk yıllan üzerine Stalin kendisi pek bir şey anlatmıyor. Ama bu oluşum yıllarının, çevresini saran acımasızlıkla anasının tutkulu sevgisinin içice olduğu bir ortamda geçtiği açıktır. Ne var ki, sekiz yaşından onse-kiz yaşma dek süren ve daha geniş bir dünyayla bağ kurmaya koyulduğu okul yılları, kişiliğinin biçimlenmesinde daha güçlü bir etkendir.

Sekiz yaşma geldiğinde anası onu Gori'deki kilisenin gündüz okuluna koydu ve Soso altı yıl bu okula gitti. Rusya'daki bütün okullarda olduğu gibi, Gori Kilise Okulunda da dersler Rusça veriliyordu; bu yüzden, Stalin ana dili Gürcüceyi anasından Öğrenmek zorunda kaldı. Belki de bağımlı bir halkın çocuğu olduğunu gösteren başka hiçbir kanıt olmasaydı bile, bu olay onun üzerinde derin bir etki yaratabilirdi. Ama kanıtlar o kadar boldu ki! Tüm çevresi bağımlı bir halkın evladı olduğunu kanıtlayan gerçeklerle doluydu. Büyüklerinin konuşmaları, tepelerinden eksik olmayan Çarlık görevlileri, kız ve oğlan çocukların oyun yerleri olan dağ geçitlerinde ve yamaçlarda sık sık Kazak askerlerinin görünmesi, bütün bunlar ona durmadan bir Gürcü olduğunu hatırlatıyordu.

Gürcistan, Kafkas dağlarının güneyinde, altı bin metreden yüksek dağlarla kaplı küçük bir ülkedir. Ülkenin görkemli vadileri ve bereketli toprakları Karadeniz kıydarına dek uzanır. Başlıca limanları olan Batum ve Tuapse'ye bugün Hazar Denizi kıyısındaki Baku'dan gelen boru hatlarından petrol akmaktadır. Bu yeni petrol zenginliği, Stalin'in çocukluk yıllarında henüz pek görünürde değildi. Gürcistan'da ilk demiryolu, Stalin'in doğuşundan bir yıl önce kurulmuştu. Ama ülke başka bakımlardan da, sözgelimi manganez, bakır, demir, üzüm bağlan ve yarı-tropikal ürünler bakımından da zengindi. Dağ yamaçlarındaki ormanlarda hâlâ vahşi hayvanlar kol geziyordu. Dağ kartalları genç Stalin'in hayal gücünde öylesine yer etmişti ki, yıllar sonra Lenin'in dehasından sözederken sık sık, "O, partimizin dağ kartalıydı" deyimim kullanacaktı.

Gori, eski bir Bizans dağ kalesinin çevresine kurulmuş, geçmişin savaş izlerim taşıyan küçük bir kenttir. Gürcü kabileleriyle Yunanlılar ve Türkler, Moğollar ve Persler, Finlandiyalılar ve Ruslar arasındaki savaşlarla dolu bin yıl boyunca sürekli olarak zaptedilmiş, geri alınmış, yeniden zaptedilmiştir.

Jozef, Gori okuluna gittiği sıralarda ince yapılı bir gençti. Alnını iyice kapayan saçları gür ve kapkaraydı. Onun çocukluk resmine bakan birisi, karşısında, bir bakışta kişiliği yüzünden anlaşılan bir çocuk bulunduğunu kavrayabilirdi. Bakışları cüretkârdı. Kesin hatlı bir ağzı, düz bir burnu, yukarı kalkık bir çenesi vardı. Pek konuşkan olmayan ve doğru bildiği yoldan kolay kolay dönmeyen bir çocuk olacağı daha o zamandan belliydi. İyi bir Öğrenci oldu ve öğretmeninin sevgisini kazandı. Altı yıllık okul yaşamının sonunda, ona Tiflis ilahiyat Okulunun kapılarını açan ve onu yaşamının temel yönünü belirleyen yeni yaşantılara götüren bir burs kazandı.

Gori okulundaki yılların olağan-dışı bir yanı yoktu. Genç Soso, mahallenin öteki çocukları gibi oyunlar oynuyor, okulda Rusça, evde Gürcüce öğreniyor, öbür çocuklarla birlikte dağ geçitlerinde, mağaralarda ve ormanlarda gezip tozuyordu. Onbir yaşındayken babası öldü ve o günden sonra bütün okul yıllan boyunca kendisine, bütün gelirini komşulara çamaşıra ve dikişe giderek kazanan anası baktı.

Elbette bu durum, evin her zamanki sıkıntılı havasını daha da çekilmez kıldı. Böylece Stalin, ülkenin güzelliklerini karartan ve yurdun eşsiz görkeminin üzerine kara bir bulut gibi çöken yoksulluğun nedenlerini kendi kendine sormaya başladı. Her şeyin yanlış olduğunu sezinliyordu; ama öğretmenleri de, rahipler de kafasındaki bu sorulan açıldığa kavuşturmasına yardım etmiyorlardı. Okul arkadaşlarına gelince, onların genç Soso'ya, ana-babalanndan devraldıklan Rus nefreti dışında verebilecekleri pek bir şeyleri yoktu.

Stalin daha din okulundayken, Darwin'in Türlerin Kökeni ve İnsanın Türeyi?* adlı eserlerini okumaya başladı. Yalnızca bu bile, onun ne kadar büyük bir hızla olgunlaştığını göstermeye yeterliydi. Eğer daha ondördüne gelmemiş bir çocuk bu tür kitaplar okuyorsa, yaşamı oldukça ciddiye almaya başladığı ve kafasını kullanmada doğuştan bir yetiye sahip olduğu söylenebilir. Ama Stalin'in durumunda bunun daha da başka bir önemi vardı. Kitapları öğretmeninden ya da okul arkadaşlanndan edinmediği açıktı. Aslında daha geniş bir dünyayla ilişki kurmuştu ve bu dünyada, Batıdan esen rüzgarların büyük önem taşıyan fikirler getirdiği bir kitaplık vardı.

Bu kitapların Soso üzerindeki etkisi çok derindi. Anasından ya da okuldaki derslerden edindiği dinsel fikirleri yerle bir ediyordu bu kitaplar. Yaroslavski, anılannda, genç Stalin'in, "biliyor musun, bizi kandırıyorlar, gerçekte tann diye bir şey yok" dediğini duyunca bir çocukluk arkadışının nasıl büyük bir şaşkınlığa kapıldığını anlatır. "Nasıl böyle konuşursun, Soso?" bağırmış arkadaşı.

Soso da, "sana okuman için bir kitap vereceğim; bu kitap sana, dünyanın ve bütün yaşayan şeylerin hayal ettiğinden çok farklı olduğunu ve tanrı üzerine edilen bütün o sözlerin baştan aşağı saçma olduğunu gösterecek diye yanıtlamış ve ve arkadaşına Darvvin'in eserlerini okumasını öğütlemiş.

Zorba bir yönetim altında yaşayan bir insanda böyle bir temkinliliğin ve gizliliğin bulunması çok tipiktir. Öyle ki, bütün bu sonuçlara varmasına karşın Kilise Okuluna devam edebilmiş ve daha sonra da rahiplik için öğrenci yetiştiren bir ilahiyat okuluna geçebilmiştir. Stalin bu yeni fikirlerinden anasına da sözetmemiştir. Bu fikirlerle anasının huzurunu kaçırmak istememiştir belki, ama belki de kadınların böyle sorunlarda küçümsendiği bir ülkede büyüdüğü için yeni fikirlerini anasına açmak aklına bile gelmemiştir. Gene de tüm yaşamı boyunca anasını sevdiği, yeterince açıktır. Ama ne anası onun zihnî gelişmesine bir katkıda bulunmuş, ne de o anasına kendi fikirlerini kabul ettirmek için bir çaba harcamıştır. Ve daha sonraki yıllarda oğlunu rahip yapma düşleri yıkıldığı zaman bile anası genç Soso'nun aldığı karan tartışmasız kabullenmiş ve onu hâlâ "sevgili evladı" olarak görmeye devam etmişti.

Çarlık Rusyasında her yeni fikrin yıkıcı olarak görüldüğü ve gizli bir biçimde yayılmak zorunda olduğu da unutulmamalıdır. Çarlığın politik ortamında gizli toplantılar ve yeraltı hareketleri son derece doğaldı ve bu, Rusya imparatorluğunun hiçbir yerinde Gürcistan'da olduğu kadar behrgin değildi. Gürcistan yüzyıllardır gizli devrimci derneklerin toplantı yeri olagelmişti. Dilini tutmasını bilmek ve öldürücü vuruşu indirmek için tam anım kollamak, nerdeyse Gürcülerin bir içgüdüsü haline gelmişti. Temkinlilik ve gizlilik niteliklerine sahip olan Stalin, işte bu Gürcü geleneklerine uygun olarak yetişiyordu.

Ondokuzuncu yüzyılda ingiltere'deki büyük bilim rönesansının esinlendirdiği tanntanımazlık, Stalin'in "bizi kandırıyorlar, gerçekte tanrı diye bir şey yok" diye haykırmasına yol açmıştı. Ama vardığı bu sonucun kendisini nereye götüreceği konusunda henüz bir bilince sahip değildi. Sonuçlar aynı zamanda yeni bir şeyin başlangıcıdır da. Rus Kilisesi genç Soso'nun kafasındaki egemenliğini yitirmişti. Anavatanı üzerindeki Rus zulmü, onu Çarlığa karşı bir nefretle doldurmuştu. Çevresindeki sefalet ve yoksulluk onu kaygılandırıyordu, ama bunun nedenleri kafasında henüz belirginleşmemişti.

O gençlik günlerinde ne o, ne de başkaları, dünya sahnesinde imparatorlukların büyük çatışmalarına doğru gidildiğinin ve "Rus Devi"nin daha o zamandan yıkıma sürüklendiğinin farkında değillerdi. Henüz Marx'ın ya da Le-nin'in adını duymamıştı; çok yakında tüm yaşamını ve ruhunu saracak olan modern işçi hareketinden ve sosyalist hareketten de habersizdi. Modern kapitalizm Kafkasya'yı biçmeye henüz yeni başlamış, modern sosyalizmin tohumlarını Gürcü toprağına daha yeni ekmeye koyulmuştu. Ama genç Stalin'in Gori'den ayrılması ve rahip yetiştiren Tiflis ilahiyat Okuluna gitmesi onun yaşamında bir dönüm noktası oldu.

Ondört yaşında olduğu halde, birçok bakımdan onyedi ya da onsekiz yaşındaki bir Batılı gencin olgunluğunday-dı. Daha önce birçok kez Tiflis'e gitmiş, zaten Darvrin'in kitaplarını da Tiflis'teki bir kitaplıktan elde etmişti, ama gene de Tiflis'te yaşamak çok daha farklı, çok daha büyük bir şeydi. O sıralar Tiflis'in nüfusu 160.000'di. Tiflis, Gürcistan'ın başkentiydi (şimdi de öyle); kitaplıkları, müzeleri ve üniversitesiyle ülkenin düşünce dünyasının merkeziydi. Orada da Gürcü ve Ermeni devrimci komiteleri ve öteki Kafkasya ülkelerinden göçmenler toplanıyordu. 100.000'i aşkın Ermeninin Türkler tarafından katledilişi, Jozef in yeni öğrencilik yaşamının ilk yılına rastladı. Dünyayı birbirine katan bu katliam, nerdeyse İngiltere'yle Türkiye arasında savaşa yol açıyordu. Binlerce Ermeni Tiflis'e göç etti. İngiltere bu çığlıklara uzaktan kulak vermekle yetindi. Genç Stalin de tehlikenin göbeğinde yaşıyor, bu tehlikenin taşıdığı kin ve acının havasını soluyordu.

ilâhiyat Okulu, yalnızca rahip yetiştirilen bir yer değildi. Aynı zamanda, dışarıdaki karmakarışık ortamdan okulun içine sızan yıkıcı düşüncelerin de bir merkeziydi. Hiç kuşkusuz, ders programını yürüten ve ondan sorumlu olan rahipler dış dünyaya ilgiduyulmasını teşvik ettikleri için değil! Onlar kilisenin birer aracı, kilise de zorba ve gaddar Rus hükümetinin bir aracıydı. Okulda disiplini bozan öğrencilerin kapatıldığı hücreler vardı. Kurallar, öğrencilerin herhangi bir genel kitaplığa üye olmasını ve dersler dışında herhangi bir amaçla toplantı yapmasını yasaklıyordu. Öğretmenler öğrencileri sürekli gözlüyorlar, dolaplarında yasak kitaplar arıyorlar ve şüpheli durumları okul yöneticisine ihbar ediyorlardı. Bu okulun bir ünü vardı: Stalin'in girişinden hemen önceki yıllarda öğrencilerin Rusya aleyhtarı gösterilerinden dolayı sık sık kapatılmıştı. Gene bu okulda, Gürcülere karşı düşmanlığını çok aşırı bir ölçüye vardıran bir müdür, öğrencilerden biri tarafından öldürülmüştü.

İşte bütün bunlardan dolayı, bu İlahiyatOkulunu, herhangi bir İngiliz ya da Amerikan okuluyla bir tutmak doğru olmaz. Kaldı kî, bu okulda olup bitenleri. 1890'ların Rusyasındaki bütün okullarda görmek mümkündü. Okulların hepsi de birer baskı merkeziydiler ve bu yüzden de başkaldırıya hazır öğrenci topluluklarının yetiştiği yuvalar haline gelmişlerdi. Bu öğrencilerin içinden yetişen birçok namlı devrimci tarihe damgasını vurmuştur. Ama özellikle Tiflis İlahiyat Okulu, öğretmenlerinin öğrettiği düşüncelerle hiç de uyuşmayan çok sayıda öğrenciyle doluydu. Tüm bir çevrede Tiflis'i modern kapitalizmin kozmopolit bir kenti haline getirmekte olan değişiklikler meydana gelirken, Tiflis İlahiyat Okulu da bağrında henüz gözle görülmeyen bir ulusal başkaldırı ruhu taşıyordu.

Jozef bu okula geldiğinde kendini hemen aceleciliğe kaptırmadı. Daha o zaman bile, ileride tüm yaşamına damgasını vuracak olan bir temkinlilik gösterdi. Tanrıtanımaz görüşleriyle çevresine caka satmadı, çünkü böyle bir davranış okuldan hemen kovulması demek olurdu ve kovulmak istemiyordu. Tüm sınırlılıklara karşın, bu okula girişini bilgi edinmek için bir fırsat olarakkabul ediyordu. Buna uygun olarak, bir yandan sessizce Öğrenmeyi sürdürürken, bir yandan da ilahiyat Okulunun kendisine veremeyeceği bilgileri edinmek üzere daha geniş dünyaya erişmeye çalışıyordu. Bir öğrenci olma isteğinin ötesinde henüz açık-seçik bir amaç edinmiş değildi. Anasının daha haberi yoktu, ama genç Soso kendi inançları sonucu rahiplikten çoktan caymıştı. Gelgelelim, kafasında rahipliğin yerine koyacağı kesin bir şey de yoktu. Hiç kuşkusuz, rahip, köylü, kunduracı ye da fabrika işçisi olmak istemiyordu. Daha o sıralarda edebiyata, tarihe, toplumbilime ve öteki bilim dallarına derin ilgi duyuyordu. Şiire yakınlık duyuyordu; eski okul arkadaşları, pazar günleri Goricvari dağının eteklerinde Gürcü ozan Çavçavadza'nm ve öteki ulusal ozanların şiirlerini hep birlikte nasıl okuduklarını anlatırlar.

Ama aslında Stalin o günlerde yalnızca ulusal yazarları okumakla yetinmiyordu. Darvin'in eserlerinin yanısıra, elinedaha birçok çeviri kitap geçiyordu. Lyal'in İnsanın Geçmişi adlı kitabı, Flammarion'un Kopernik ve Galile üzerine olan eserlerive Evrenin Harikaları adb kitabı onda derin bir ilgi uyandırıyordu. Çernişevski, Pisarev, Tolstoy, Çehov ve Gogol gibi Rus yazarları onu Duyuluyordu.Daha sonraki yıllarda yaptığı konuşmalarda bu gençlik etkilenmelerinin izlerine sık sık rastlanır.

ilahiyat Okuluna gireli daha bir yıl olmamıştı ki, müdürünodasına çağrıldı. Jozefin öğretmenleri onun dış dünyayla fazlaca ilgilenişinden duydukları kaygılan müdürebildirmişlerdi. Kendisine öğüt ve ihtar cezası verildi. Çok geçmeden Jozefin hal ve gidişdefterinde şu satırlar görüldü: Cugaşvili'nin ucuz kitaplığa girmek için bir kartı olduğu ve oradan kitaplar aldığı anlaşılmaktadır. Bugün Victor Hugo'nun Deniz Emekçileri'ni ele geçirdim ve kitabın sayfalan arasında da kitaplığın kartını buldum.

Denetmen Yardımcısı S. Murahovski: Baş Denetmen Peder Germogen. Daha öncede Hugo'nun Doksanüç adlı kitabıyla yakalanıp bir ihtar cezası aldığından, Jozef bu kez bir sürehücre hapsiyle cezalandırıldı. Daha sonra, Letourneau'nun Ulusların Edebî Evrimi adlı kitabını yakalattı ve gene hücreye kapatıldı. Böylece, yıkıcı sayılan kitaplar yüzünden onüçüncü kez başı belaya giriyordu.

Eğer öğrencilik yıllarında yalnızca bu türden suçlar işlemekle kalsaydı, İlahiyat Okulundaki öğrenimini herhalde tamamlayabilecekti. Oysa çok daha ciddi şeyler sözkonusuydu. Yeni fikirleri öteki öğrenciler arasında yayıyordu. Oraya geleli daha bir yıl olmadığı halde, Rus marksistleri-nin Tiflis'te kurdukları bir illegal grupla ilişki kurmuş ve onlardan ilk kez Plehanov'u, Marx'ı ve bütün Rus sosyalist yazarlarını öğrenmişti.

Henüz Rus marksistleri, pek yakında Rus poütika alanında belirleyici rol oynayacak şiddetli bölünmelere uğramamışlardı. Modern kapitalizm Rusya'nın ekonomik ve sosyal yaşamına gittikçe daha derinlemesine girerken, Rus marksistleri de Batıdaki işçi hareketinin en devrimci teorilerinin ülkeye her geçen gün daha büyük ölçüde girmesine tanıklık ediyorlardı. Gençtiler. Henüz bir gelenekleri yoktu. Rusya işçi sınıfı kendi kendinin bir sınıf olarak bilincinde değildi. Fabrikalar, imalâthaneler, madenler, petrol kuyuları ve kapitalizmin getirdiği bütün yeni işletmeler için gerekli olan işgücü, daha çok yakın zamanlarda, köylük bölgelerdeki ve köylerdeki köylülerden ve zanatkârlardan sağlanmıştı. Bu yüzden Rus marksizmi, kimin tarafından yönetileceği, nasıl yönetileceği ve ne yönde ilerleyeceği, yükselmekte olan bir hareket tarafından belirlenecek büyük oluşum dönemindeydi. Jozef, Tiflis grubuyla ilk ilişkisini kurduğunda, bu belirleniş henüz çok uzaklardaydı.

Jozef Stalin, gruba üye oluşuyla birlikte, Marx, Engels, Plehanov, Kautsky, Adam Smith, Ricardo, Buckle, Letour-neau, Feuerbach ve daha birçoklarının eserleriyle yüzyüze geldi. Bu eserler onun daha önce geniş ölçüde okuduğu Rus ve Gürcü yazarlarını bütünlediler. Daha sonraları, ama ancak daha sonraları, bu grup aracılığıyla Lenin'den haberdar oldu. Bu yazarların bazı eserlerini edinmek hiç de kolay değildi. Marx'ın Kapital' inin koca Tiflis'te yalnızca tek bir kopyası vardı. Bu kopya büyük güçlükler içinde bölüm bölüm elle yazılıyor, gruptan gruba aktarılıyor ve her grupta üyelere yüksek sesle okunuyordu.

Genç öğrenci, çok geçmeden marksizmin öğrenilmesi için daha başka işçi grupları kurmaya koyuldu ve sonunda ister istemez öyle bir an geldi ki, kendisini İlahiyat Okulunda böyle bir grubun önderi olmaya yeterli hissetti. Sağlam bir amaca sarılmış insanlara özgü o büyük kararlılık ve yoğun tutku, artık her yaptığı işe damgasını vurmaya başladı. Elbette bu, Stalin'in şu ya da bu kimsenin telkini sonucunda birdenbire yeni bir davayı kabullendiği anlamına gelmiyordu. Yeni kurulan dernekler ona çekici gelmişti, her yer*de karşısına dikilen sosyal zıtlıkların anlamını arıyordu. Dernekler onun marksizmle bağ kurmasını sağladılar. Ve marksizm, bir yandan kafasındaki soruların birçoğunu doğrudan doğruya yanıtlarken, bir yandan da dolayü olarak daha birçok sorunun yanıtını gösterdi.

Bütün bu hızlı gelişmeler içerisinde kaçınılmaz son gelip çattı. İlahiyatOkulunun müdürü 29 Eylül 1898'de şöyle bir rapor aldı:

Bir grup öğrenci akşam saat dokuzda yemek salonunda Jozef Cugaşvili'nin çevresinde toplandı. Cugaşvili onlara ilahiyat Okulu yetkililerince onaylanmamış bazı kitaplar okudu. Bu nedenle öğrencinin üzeri arandı.

27 Mayıs 1899'da Peder Dimitri, İlahiyatOkulu Meclisi'ne "Jozef Cugaşvili'nin Politik bakımdan güvenilir olmadığı" gerekçesiyle "okuldan kovulmasını" önerdi ve Jozef Cugaşvili okuldan atıldı.

Bu olayın genç adamın yaşamındaki belirleyici nokta olduğu yolunda çok şey söylenmiştir. Oysa onun yaşamındaki gerçekten belirleyici an, yani onu bugünkü yerine vardıran yolu tuttuğu belirleyici an, Tiflis'teki marksist gruba katıldığı andır. Stalin daha sonraları kendisi üzerine şöyle demiştir:

"Sosyal durumum (babam bir ayakkabı fabrikasında çalışıyordu, anam da işçiydi), anam ve babamla aynı sosyal düzeyde olan içinde yaşadığım çevrenin başkaldırıcı karışıklığı ve son olarak da, bazı yıllarımı geçirdiğim Ortodoks Kilisesi îlâhiyat Okulundaki Cizvit zulmü ve sert hoşgörüsüzlük sayesinde marksist olduğumu söyleyebilirim. Çevrem Çarlık zulmüne karşı çok büyük bir nefretle doluydu, tüm yüreğimle devrimci çalışmanın içine atıldım."

Okuldan kovulduğu zaman onsekiz yaşındaydı, Aşağı-yukarı dört yıldır marksist grupla ilişki içindeydi ve son iki yıldır da Tiflis'te yeni kurulan işçi örgütlerinin ajitasyon çalışmalarına etkin olarak katılıyordu. Okuldan atılmadan birkaç ay önce, 1898'de kurulan Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin Tiflis örgütünün kurucu üyesi olmuştu.
Blogger tarafından desteklenmektedir.