Header Ads

Header ADS

Devrimin Yeraltı Dünyasının Derinliklerinde

Jack T. Murphy - Stalin

Altıncı Bölüm - Devrimin Yeraltı Dünyasının Derinliklerinde

STALiN'iN hapishane arkadaşı ve politik hasmı Semya Verestçak, Baku cezaevindeki günlerini yazarken şöyle diyor:

Bir gün Bolşevik kampta yeni bir sima belirdi. Bu yoldaşın kim ol­duğunu soruşturdum ve büyük bir gizlilik içinde "Bu Koba'dır (Stalin)" karşılığını aldım. ... Koba çeşitli çevrelerde marksist bir öğrenci olarak göze çarpmıştı. Üstünde geniş açık yakalı, mavi sa­ten bir gömlek vardı; kemeri yoktu. Başı çıplaktı. Omuzlarına bir başlık (gittikçe incelen iki atkısı olan, takılıp çıkarılabilir bir çift kukuleta) atmıştı. Yanında her zaman bir kitap taşırdı. Boyu ortala­madan uzundu, yavaş yavaş ve kedi adımlarıyla yürürdü, ince uzun, anlamlı bir yüzü vardı, teni çiçekbozuğu izleri taşıyordu, düz burunluydu ve hafif çizgili dar bir atından bakan küçük gözleri vardı. Az konuşuyor ve arkadaş aramıyordu. O günlerin Stalin'i cüretkârdı; hiçbir kurala boyun eğmiyordu. Ba­ku'daki siyasi mahkûmlar kendilerini öteki mahkûmlardan olabil­diğince uzak tutmaya çalışıyorlar ve aralarındaki gençler eğer bu yazısız yasaya uymazlarsa cezalandırılıyorlardı. Bu töreyi açıkça çiğneyen Koba her zaman haydutların, dolandırıcıların, hırsızların arasında görülürdü. Hücre arkadaşları olarak, biri bir dolandırıcı, öteki de ünlü bir Bolşevik olan Sakvadelidze kardeşleri seçmişti. Faal insanlar, iş yapan insanlar ona çekici geliyordu... Geceleyin bir idamın infazı beklenirken tüm hapishanenin tedir­gin, uykusuz ve gergin olduğu bir sırada, Stalin sakin bir şekilde uzanır yatardı... Kafkaslarda genellikle bir ikinci Lenin olarak nam salmıştı. Önde gelen marksizm uzmanı olarak görülüyordu. Bun­dan dolayı, Menşevizme karşı duyduğu çok özel nefret...

Karısı bir erkek çocuk dünyaya getirdiği zaman Stalin hâlâ Baku hapishanesindeydi. Çocuğa Yakop adı konuldu, ama bugün herkes tarafından Yaşa olarak tanınıyor. Ço­cukluğunda babasını pek az gördü, çünkü Stalin eve çok az gelebiliyordu ve tüm siyasi mahkûmlar devrim tarafından serbest bırakılıncaya dek çok büyük bir zamanını hapisha­nede ve sürgünde geçirmişti. Baku Hapishanesinde sekiz ay geçirdikten sonra Kuzey Rusya'daki Vologda'ya sürül­dü. 1909 Haziranında sürgünden kaçarak St. Petersburg'a geldi ve oradan da Bolşevik örgütlenmeyle ilgili çalış­masını tamamlamak üzere Baku'ya döndü. Ve her zaman en çok dikkatini çeken, farklı düzeylerden Menşeviklerdi.

Eğer işçilerin güvenini kazanmada onların en tehlikeli rakiplerinin Menşevikler olduğu kavranılmazsa, gerek Stalin'in, gerek genel olarak Bolşeviklerin bu sorunu bir sap­lantı haline getirdikleri sanılabilir. Bolşevikler onları olağa­nüstü bir tehlike olarak görüyorlardı, çünkü Menşevikler yığınları mücadeleden alıkoyan ve belli ölçüde ılımlı bir havaya sokuyorlardı. Bir zamanlar, Menşeviklere "yumu­şaklar", Bolşeviklere de "sertler" denirdi; gerçekten de bu, her iki grubun niteliklerine çok uygun düşen bir sınıflan­dırmaydı. Çünkü işçilerin ve köylülerin içlerinde barındır­dıkları bütün kuşkuları, korkuları ve eksiklikleri anlatan her zaman Menşevikler oluyordu. Onların gözünde, 1905 Devriminin yenilgisi muazzamdı. "İşçiler silâha sarılmamalıydı," diyorlardı. "İşçiler devrime önderlik edemez. Bu bir burjuva devrimidir ve burjuvazinin önderliğinde olmalı­dır." Bolşeviklerse onların bu açıklamalarını umutsuzlu­ğun ifadesi olarak adlandırıyorlardı.

Bolşevikler, devrimin yenilgiye uğradığını kabul et­mekle birlikte, şöyle diyorlardı: "Gelecek sefer daha fazla silâhımız olacak ve daha iyi dövüşeceğiz. Devrime işçiler ön­derlik etmelidir, çünkü müttefikleri olan köylülerle birlikte geleceği elinde tutan onlardır." Bolşeviklerin inançları sınır­sızdı. "Yaklaşmakta olan gelecek devrime hazırlanın," diye sesleniyorlardı." Bolşevikler sizi sosyalizme ulaştıracaktır." Dolayısıyla, Bolşeviklerin Menşeviklere karşı verdiği savaş işçi sınıfının kurtuluşu uğrunda bir savaştı ve Bolşe­vikler böyle bir mücadelede aman vermemek zorundaydılar.

Stalin Baku'ya döner dönmez, gene aynı şevkle kavga­nın içine atıldı. Onun merkezî parti basınında yayınlanan Kafkaslardan Mektuplar'ı çok geçmeden Lenin'in övgüsünü kazandı. Stalin, Troçki'ye karşı mücadelesine işte bu mektuplarda başlamıştı. Devrimin idam mangaları birçok Troçki taraftarı için tartışmaya son verinceye ve ta uzaklarda, Meksika'da vurulan bir darbe Troçki'nin yaşamım sona erdirinceye dek hiç arahksız sürüp gidecek bir mücadeleydi bu. O sıralar her ikisi de illegal bir hareketin üyesiydi. Troçki, sürgüne gönderilmiş öteki Sosyal-Demokratlarla birlikte Avrupa'daydı. 1898'de, Sosyal-Demokrat ajitasyon yürüt­mek üzere giriştiği ilk çabalan sırasında tutuklanmış, bir yıl hapiste kalmış, sonra da Sibirya'ya sürülmüştü. 1901'de oradan kaçıp yurt dışına çıkmış ve St. Petersburg'a ancak 1905'te St. Petersburg Sovyetinin ilk toplantı günü geri dönmüştü. Sovyet temsilcilerinin tutuklanmasını izleyen hapislik günlerinden sonra gene Sibirya'ya gönderilmiş, ora­dan da kaçıp dosdoğru yurt dışına, Avrupa'ya gitmişti. Av­rupa'da parlak bir gazeteci ve konuşmacı olarak ün kazan­mıştı. Ama 1917 öncesi Rusya işçi sınıfı hareketi içindeki deneyimi, özünde bir göçmenin deneyiminden öte değildi.

Ama gene, de, sesiyle ve kalemiyle önemli bir rol oy­nadı. Daha Lenin'le tanıştığı ilk andan başlayarak, genel olarak Bolşeviklerin ve özel olarak Lenin'in bir düşmanı haline geldi. ilk başta, kesin olarak Menşeviklerin safında yer aldı. Sonra Menşeviklerden koparak iki karşı gücün arasında bir tutum takındı ve bir yandan birliğin mümkün olmadığı yerde birlik çağrılarında bulunurken, bir yandan da Lenin'e ve Bolşeviklere karşı en keskin polemikleregi­rişti. 1917 Devriminin dalgası yükseldiğinde, zamanla ustanın yerini almayı hesaplayan sinsice bir umutla, Lenin'in devrimci ustalığına boyun eğdi.

Stalin'in Baku'da örgütsel çalışmalarda bulunduğu dönemde, Troçki Avrupa'da uzlaşmaz tutumları yüzünden Bolşeviklere saldırmakla meşguldü. Ama Stalin çalış­masını uzun zaman sürdüremedi. 23 Mart 1910'da yeniden tutuklandı, Baku hapishanesinde altı ay kaldıkdan sonra bir kez daha soluğu Solviçegodsk'ta aldı. 1911 yazında üçüncü kez sürgünden kaçtı ve parti yönetiminin isteği üzerine, oradaki Bolşevik örgütlenmeyi güçlendirmek üze­re St. Petersburg'a gitti. Ne var ki, daha doğru dürüst bir ça­lışmaya girişmeden Eylül ayında polis tarafından yakalandı ve Vologda'ya döndü. Bu kadar çabuk yeniden ellerine düş­tüğü için ölçüsüz bir öfkeye kapılmıştı. Aylardır yeni Parti Konferansının toplanması, legal bir gazetenin çıkarılması ve Rusya'daki pratik çalışmayı yürütmek üzere illegal bir merkezin kurulması için ajitasyon faaliyetinde bulunmuş­tu. Lenin'in yurt dışındaki önderliğine karşı hiçbir itirazı yoktu. Lenin'e karşı sınırsız bir bağlılık gösteriyor ve onun görüşlerini sonuna dek bağlı bir insanın tüm coşkusuyla savunuyordu. Ama devrimci partinin Rusya'da örgütlen­mesi gerektiğini de biliyordu. Ve şimdi 1912 Ocağında, canalıcı konferansın tam toplanmak üzere olduğu sırada ge­ne ele geçmiş ve eli-kolu bağlanmıştı.

Prag'da toplanan bu konferans, Sosyal-Demokrat işçi Partisi içindeki bölünmenin tarihinde belirleyici bir aşama­yı temsil eder. Lenin, artık parti içinde Menşeviklerle daha fazla oyalanmamak gerektiği sonucuna varmıştı. Lenin, ye­ni bir devrim dalgasının yükseldiği kanısındaydı. Devrimci partinin yüreksiz ve bulanık kafalı bir önderlik tarafından kösteklenmesi ölümcül bir sonuca yol açardı. Ne Yapmalı? adlı kitabını yazdığından bu yana meydana gelen her şey, Lenin'in o sayfalarda dile getirdiği fikirleri doğrulamıştı. Dolayısıyla bundan böyle Menşevikler ve Troçki gibileri yol arkadaşlan olarak değil, parti düşmanları olarak görül­meli ve örgütlü devrimci marksizmin saflarının dışında ka­bul edilmeliydiler. Prag Konferansı bu öneriyi yürürlüğe koydu. Menşevikler partiden atıldı ve Lenin'in talimatı üzerine Sergey Orjonikidze sürgünde bulunan Stalin'i gör­meye ve ona konferansın kararlanm anlatmaya, Rusya için­de çalışan Merkez Komitesi Rusya Bürosunun başına geti­rildiğini bildirmeye gönderildi.

Böylece Stalin Bolşevik Partisinin ikinci Komutam ol­muştu. Bu haberi aldıktan sonra onu Vologda'da tutmak ancak zincire vurmakla mümkün olabilirdi. 1912 Şubatı­nın zorlu kış günlerinde gene kaçmayı başardı ve St. Peters­burg'a geldi. Orada var gücüyle Prag Konferansı kararlanm uygulamaya ve özellikle partinin legal gazetesini çıkar­maya koyuldu.

Stalin sürekli tehlike altındaydı. Polis her zaman izin­deydi ve o bir gece kaldığı yerde bir daha kalmamaya dikkat ediyordu. Parti Merkez Komitesinin bir üyesinin aynı za­manda Ohrana'nın (gizli polis) da üyesi olduğundan ve polisin onu bulabileceği yerler hakkında polis merkezine dur­madan ipucu verdiğinden habersizdi.

Ama bu karanlığın ortasında küçük bir aydınlık vardı. Kafkaslardan tanıdığı bir arkadaşı St. Petersburg'daki bir elektrik santralında ustabaşı olmuştu. Adı Alleluyev'di ve karısı Gürcüydü. Hura ve Nadya adlarında on ve oniki yaş­larında iki kızları vardı. Stalin tüm ailenin büyük dostuydu ve sık sık onlarda kalıyordu. Ve tabii, küçük Nadya'nın da kahramanıydı. Belki de Stalin'in yaşamının aşk öyküsü bu­rada başlıyordu, çünkü yıllar sonra büyüyüp güzel bir kadın olan Nadya, Stalin'in ikinci karısı olacaktı. Baku'daki evlilik yaşamının ilk birkaç ayından sonra birinci karısını çok az görmüştü. Stalin hapiste olduğu için karısı ailesiyle oturma­ya başlamış ve çocukları Yaşa'yı da onların evinde dünyaya getirmişti. Birkaç yıl sonra, kocası hâlâ sürgündeyken, ve­remden Ölmüş ve çocuk da Bolşevik önderler Kremlin'e yerleşinceye dek büyükannesi ve büyükbabası tarafından bü­yütülmüştü.

Bolşeviklerin ilk legal gazetesi Pravda 'nın ("Gerçek") yayınlanması için girişilen büyük hazırlıkların tam ortasın­da, ta uzaklardan, Sibirya'dan gelen tüfek sesleri tüm dün­yada yankılandı ve Rusya'nın yıllardır umutsuz bir suskun­luğa dalmış görünen milyonlarını harekete geçirdi. Lena al­tın madenlerinde Çarlık askerleri grevcilerin üstüne ateş aç­mışlar ve yüzlerce işçi öldürülmüştü. Bu kanlı olayı protesto etmek amacıyla Rusya'mn bütün sanayi kasaba ve kentleri­ni kendiliğinden bir grev dalgası kapladı. İşçiler bir kez da­ha yürüyüşe geçmişlerdi. Lena'daki katliamın etkilerini Sta­lin şöyle anlatıyor:

Yüzeyden bakan bir kimse, devrim gününün tamamen kaybedildi­ğini, Rusya'ya Prusya'nın yolunu izleyen meşruti gelişme dönemi­nin geldiğini sanabilirdi. Ve bu yolda yapılan telkinlere yürekten yakınlık duyan bazı eski Bolşevikler, o sırada safları terkediyorlardı. Kamçının ve karanlığın zaferi tamdı.

Lena günleri bu pis kokulu bataklığın tepesinde bir fırtına gibi patladı ve herkesin gözü önüne yeni bir görünüm getirdi. Stolyipin re­jiminin o kadar sağlam olmadığı anlaşıldı. Duma, yığınlar arasında nefret uyandırmış ve işçiler yeni bir devrim için savaşa atılacak ye­terli gücü biriktirmişlerdi.

Sibirya'nın içlerindeki işçilerin vurulması, tüm Rusya'yı grevlerin kaplamasına ve St. Petersburg proletaryasının sokaklara dökülerek palavracı Bakan Makarov'un "her zaman böyle olmuştur, her za­man da böyle olacaktır" biçimindeki küstah sloganını bir vuruşta yıkmasına yetmiştir. ...

Pravda 22 Nisan 1912'de çıktı. Aynı gün Stalin bir kez daha tutuklandı. Bir kez daha Sibirya'ya, bu kez Narin'e gönderildi. Ama Eylülde sürgünden kaçmış ve Dördüncü Duma seçimlerinde Bolşevikleri yönetmek üzere bir kez da­ha tam zamanında St. Petersburg'a dönmüş bulunuyordu. Altı Bolşevik seçildi. Stalin bunun üzerine Duma içinde iz­leyecekleri politikayı saptadı ve altı Bolşevik milletvekilini, gene Duma'ya seçilmiş bulunan yedi Menşevikle birleşmemeye güçlükle ikna etti. Duma'ya seçilen altı Bolşevik de emekçiydiler ve Menşevik aydınların sahip oldukları üstün­lüklerin oldukça farkındaydılar. Stalin, grubuyla gece gün­düz yaptığı uzun tartışmalardan sonra bir anlaşmaya vardı ve milletvekillerinin Parti Merkez Komitesiyle bir toplantı yapmalarını önerdi. Lenin, Rusya sınırına daha yakın olmak için Krakov'a geçmişti ve milletvekilleriyle yapılacak top­lantı büyük bir güçlükle karşılaşılmadan gerçekleşti.

Ama toplantının sonrası, toplantının kendisinden de önemliydi. Stalin iki ay Krakov ve Viyana'da kaldı. Birkaç hafta Lenin'le birlikte kaldı ve orada iki önder ilk kez önle­rindeki bütün sorunlar üzerinde görüşlerini birbirlerine rahatça anlatmak fırsatını buldular. Onların bu konuşmala­rında en önde gelen ve yurt dışındayken Stalin'in en fazla vaktini alan sorunun ne olduğu, 1913 Şubatında Lenin'in Gorki'ye yazdığı bir mektuptan açıkça anlaşılıyor. Lenin mektubunda şöyle diyordu: "Ulusal sorunu ciddiyetle ele al­ma vaktinin geldiğinde seninle aynı kanıdayım. Burada ya­nımızda, Avusturya'yla ilgili ve öteki bütün malzemeleri toplamış ve bu konuda büyük bir yazı hazırlamaya girişmiş bulunan harika bir Gürcü var." Bu yazı sonra üç bölüm ha­linde, daha sonra da kitap olarak yayınlandı.

Bu yazı ilk bakışta pek önemli değilmiş gibi görünebi­lir. Ama gerçekte, yazının Rusya Devrimi üzerinde çok ge­niş kapsamlı bir etkisi olmuştur ve tüm dünya için de geniş kapsamlı bir önemi olabilir. En sonunda Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu adıyla yayınlanan yazı elbette Lenin'le yapılan tartışmaların bir ürünüydü, ama hiç kuşku­suz tümüyle Stalin tarafından kaleme alınmıştı. Yazının her paragrafı onun kişiliğinin damgasını taşıyordu. Ne ka­dar çabuk taslak haline getirildiğini ve tartışıldığını Lenin de, Stalin de anımsamıyorlardı. Mutlaka ikisi de notlar almışlardır; ama eminim ki, bir araya geldikten birkaç dakika sonra konuya öylesine yoğun bir biçimde dalmışlardır ki, karşılıklı katkılarının ne olduğunu tamamen unutmuşlar­dır. Bu, Lenin'i tanıyan herkes için böyle olmuştur. Benim için de böyle olmuştu, eminim Stalin için de böyle olmuş­tur, çünkü Tiflis'teki ilk yıllardan beri Lenin, Stalin'in kah­ramanı olmuştu. Lenin'le sürekli birlikte bulunmak ve öderlikte onun çalışma arkadaşı olmak, Stalin'in delikanlı­lık düşünü gerçekleştirecekti.

Gerçi Tammerfors ve Londra Konferanslannm Politik Komisyonlarında birlikte çalışmışlardı, ama Lenin devrim­den sonra en büyük pratik politik sorunlardan biri haline gelecek olan bir teorik sorunu çözmek gibi böylesine önemli bir görevin üstesinden gelmek için yanına ilk kez bir arkadaş çağırıyordu. Lenin'in herhangi bir başka sorun­da, herhangi bir başka arkadaşıyla bu yola başvurduğunu hiç duymadım. Ama Stalin'in teorik düşüncelerine ve bir marksist olarak sağlam yargılarına büyük güveni olduğunu iyi biliyorum, çünkü 1921'de yaptığımız konuşmalardan birinde Stalin'den "bizim çetin cevizimiz diye sözetmiş ve şöyle açıklamıştı: "Politik Büro çok araştırılması gereken bir sorunla karşılaştı mıydı, görev Stalin'e verilirdi". O za­man bu zamandır Jozef Stalin'in "Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu"nun başta gelen uzmanı olması, Lenin'in onun ve eseri üzerindeki yargısını doğrulamaktadır.

Bolşevikler ik­tidarı ele geçirir geçirmez, Lenin, yoldaşının Sovyet devle­tinin bu konuyu pratik olarak ele alacak bakanlığına atan­masını sağladı ve ondan sonraki bütün konferaslarda bu konuyla ilgili raporları Stalin yazdı, Merkez Komitesi için bu konuyla ilgili bütün karar taslaklarını Stalin hazırladı ve bu konuda geliştirdiği ilkeleri Sovyet Anayasasına inandı­ncı ve anlaşılır bir biçimde uyguladı.

İki önderin birlikte çözmeye koyuldukları bu sorunlar, devrimci politika alanındaki bütün öteki sorunlardan daha karmaşıktılar. Rus İmparatorluğu içinde farklı gelişme aşamalarında bulunan, ulusal gruplara bölünmüş, ezilen, sö­mürülen, kendi dillerini kullanmaları yasaklanmış ve çoğu zaman hiçbir politik hakkı bulunmayan 60 milyon "yaban­cı" yaşıyordu. Rusya dışında, Avrupa da farklı derecelerde kurtuluşlarım kazanmış bir milliyetler karmaşası halindey­di, ayrıca tüm dünyada büyük devletler sömürge toprakla­rını hemen tümüyle ele geçirmişler ve yüzmiîyonlarca sö­mürge halkını tam bir boyunduruk altına almışlardı. Daha yüzmilyonlarca insan da yalnızca kısmen bağımsız olan büyük toprak parçalarında yaşıyorlardı; artık keşfedilecek yeni topraklar ve koleleştirilecek yeni halklar kalmamıştı, imparatorlukların çatışmasına ve dünyanın yeniden payla­şılması uğrunda bir ölüm-kalım mücadelesine doğru hızla ilerliyorlardı.

Sosyalist düşüncenin gelişmesinde uzun zamandan beri bazı kesin ilkeler saptanmıştı. Sözgelimi yıllar önce Marx, "başka bir ulusu boyunduruk altında tutan bir ulu­sun kendisinin de özgür olamayacağı" ilkesini ortaya koy­muştu. Marksistler "ulusların kendi yazgılarım belirleme hakkı" ilkesini kararlılıkla savunuyorlardı. Avusturyalı sos­yalistler "ulusal sorun" konusunda çok şey yazmışlar ve Polonyalılar ve Yahudilerle birlikte "ulusal özerklik" ve "kültürel özerklik" taşanlarım tekrarlamaktan dillerinde tüy bitmişti. İşçi partilerinin ulusal gruplaşmalara göre ku­rulmasıyla birlikte Rusya'da özel bir sorun doğmuştu. Bu durum, Rusya Sosyal-Demokrat işçi Partisinin Rus imparatorluğu içindeki bütün sosyal-demokratları saflarına ka­zanma çabalarını büyük ölçüde köstekliyordu. İşçi sının örgütleri hâlâ milliyet ayırımı yapmak ve ırksal temeller üzerinde örgütlenmek zorunda bırakılıyordu. Bütün bu karışıklığın ortasında açık-seçik bir rehberliğe duyulan ge­reksinim acil bir hale gelmişti.

Stalin'in bu konudaki çalışmalarının sonucunun, bi­limsel sosyalizmin sayfaları arasında her zaman yüksek bir yeri olacaktır. Stalin'in çözümleme yöntemi son derece berraktı. Araştırmacıya zorluk çıkaracak hiçbir belirsiz nokta bırakmıyordu, işe, "ulus nedir?" diye sorarak başlıyor ve sağlam kanıtlara dayanan bir tanımlama bulmaya çalışıyor­du. Şöyle sürdürüyordu:

Bir ulus her şeyden önce bir topluluktur, belli bir insan topluluğu­dur. Bu topluluk, ırksal ya da kabileyle ilgili değildir.... Modern İtalyan Ulusu Romalılardan, Tötonlardan, Etrüsklerden, Creklerden, Arap­lardan vb. oluşmuştu. Fransız ulusu Galyalılardan. Romalılardan, Bretonlardan, Tötonlardan vb. oluşmuştu. Aynı şey, farklı ırk ve kabilelerden, halklardan ulus haline gelmiş olan İngilizler, Alman­lar vb. için de söylenebilir.

Bundan şöyle bir sonuç çıkarıyor: "Dolayısıyla ulus, ırksal ya da kabileyle ilgili olarak değil, tarihî olarak oluşmuş bir insan topluluğudur." Bu yeterince açıktır. Ama şunu ekli­yor.

Tarih! olarak oluştukları ve farklı kabile ve ırklardan meydana gel­dikleri halde. Sirûs'ün ve İskender'in büyük İmparatorluklarına hiç kuşkusuz ulus denemez. Onlar ulus değildiler: şu ya da bu fatihin zaferlerine ya da yenilgilerine bağlı olarak birbirinden kopan ya da bir araya gelen, birbirlerine rastlantıyla ve gevşek bağlarla bağlan­mış grup kümeleşmeleriydiler.

Böylece başka bir sonuca varıyor. "Bu yüzden" diyor, "ulus rastlantısal ya da geçici bir kümeleşme değil, kalıcı bir insan topluluğudur. " Böylelikle bir adım daha ilerlemiş oluruz, ama yalnızca bir adım. Çünkü hemen ardından şunu ekler: "... her kalıcı topluluk bir ulus oluşturmaz. Avustur­ya ve Rusya da kalıcı topluluklardır, ama hiç kimse onlara ulus demiyor." Stalin, bunların ulusal topluluklar değil, politik topluluklar olduğunu söyler ve daha fazla sormamı­za kalmadan sorunu önümüze koyar: "Ulusal topluluğu po­litik topluluktan ayırdeden nedir?" Bu da yeni bir çözümleme zincirini başlatır. Şöyle der Stalin:

Ayırdedici özelliklerden biri de, bir devletin ille de ortak bir dili ol­ması gerekmezken, ortak dili olmayan bir ulusal topluluğun tasav­vur edilememesidir. Eğer her birinin ortak bir dili olmasaydı, Avusturya'da bir Çek ulusunun, Rusya'da bir Polonya ulusunun varlığı olanaksız olurdu; buna karşılık, sınırlan içerisinde birçok farklı dilin bulunması Rusya'nın ve Avusturya'nın bütünlüğünü etkilememektedir....

Böylece bir başka sonuca ulaşıyoruz: "Dil ortaklığı, bir ulusun belirleyici özelliklerinden biridir." Bu da son derece daha üstün bir çözüm saptıyor. Şöyle diyor:


... ulusların kendi yazgılarını belirleme, ulusal sorunun çözümün­de vazgeçilmez bir unsurdur. Dahası var. Şu ya da bu nedenden ötürü genel yapının içinde kalmayı yeğ tutacak uluslara karşı tavrı­mız ne olmalıdır? ... Tek gerçek çözüm bölgesel özerkliktir, Polon­ya, Litvanya, Ukrayna, Kafkasya vb. gibi bülurlaşmış birimler için özerkliktir. Bölgesel özerkliğin yararı, birinci olarak, topraktan yoksun bir hayali değil de, belli bir toprakta yaşayan belli bir balkı ele almasıdır. İkincisi, halkı ulusa göre bölmez, ulusal ayrılıkları körüklemez; tam tersine, yalnızca bu ayrılıkların yıkılmasına hiz­met eder ve halkı, başka türden bir bölünmeye, sınıf esasına göre bölünmeye yol açacak bir biçimde birleştirir.... Hiç kuşkusuz, bölgelerden hiçbiri bileşik ve bir türden bir ulus oluşturmaz, çünkü her birinin içinde ulusal azınlıklar vardır. Po­lonya'daki Yahudiler, Litvanya'daki Letonyalılar, Kafkasya'deki Ruslar, Ukrayna'daki Polonyalılar vb. böyledir.... Bir ulusal azınlı­ğı kışkırtan nedir? Azınlık, bir ulusal birlik bulunmadığı için değil, kendi dilini kullanma hakkına sahip olmadığı için huzursuzdur. Kendi dilini kullanmasına izin verin, huzursuzluk kendiliğinden ortadan kalkacaktır.... Dolayısıyla, ulusal sorunun çözümünde, her tür ulusal eşitlik (dil, okullar vb.) vazgeçilmez bir unsurdur. ... İşçilerin ulusal esaslara göre bölünmesinin nerelere vardığım bili­yoruz. Birleşik bir işçi sınıfı partisinin dağılması, sendikaların ulu­sal esaslara göre bölünmesi, ulusal sürtüşmenin şiddetlenmesi, ulusal grev kırıcılık, sosyal-demokrat hareketin saflarında tam bir moral bozukluğu — örgütsel federalizmin sonuçlan bunlardır. ... Bunun tek tedavisi, enternasyonalist esaslara göre örgütlenmedir. Hedef, Rusya'daki bütün milliyetlerden işçileri çeşitli yörelerdeki birleşik ve yekpare kollektif örgütlerde birleştirmek, bu kollektif ör­gütleri de tek bir partide birleştirmek olmalıdır.... Dolayısıyla, ulu­sal sorunun çözümünde, isçilerin enternasyonal dayanışması ilkesi vazgeçilmez bir unsurdur....

Dilin kesinliği, belirsiz deyimlerden tamamen arınmış oluşu, ilkeler ile uygulama arasındaki ilişkiyi ifadedeki ber­raklık, bu belgeye, Stalin'in bütün eserleri arasında olağa­nüstü bir nitelik kazandırmaktadır. Ve bu eser, zamanın ve deneyimin sınavından alnının akıyla çıkmıştır.

Stalin bu eserini tamamlar tamamlamaz, St. Petersburg'a geri dönmeye ve Prag Konferansından sonra parti­nin kendisine verdiği daha büyük merkezi yönetim görev­lerini üstlenmeye hazırlandı. Ama oraya henüz varmıştı ki, her zamankinden daha sıkı bir takip altında olduğunu farketti. Merkez Komitesi içindeki polis ajanı Malinovsky, Krakov'da bulunmuştu, bütün yeni gelişmelerden haberliydi ve Sosyal-Demokrat işçi Partisini önderlerinden yoksun bırakmak için polisin bıkıp usanmadan izlediği politi­kaya var gücüyle yardımcı oluyordu. Şimdi de Stalin'in ve Stalin'le birlikte merkezi büroda bulunan Sverdlov'un izin­deydiler. 23 şubat 1913'te St. Petersburg'da Pravda yararı­na düzenlenen bir konserde Stalin gene tutuklandı. Aslın­da bu, Sverdlov'un, Kamanev'in, Spandaryan'ın ve Duma'daki Bolşevik milletvekillerinin en sonunda yakalan­dıkları ve Sibirya'ya sürüldükleri bir dizi baskının başlan­gıcıydı.

Stalin bu kez dört yıl için çok uzak bir köşedeki Turuhansk yöresine gönderildi. ilk başta Kösüne köyünde kalı­yordu, ama 1914 yılı başlarında daha da kuzeye, Sibir­ya'nın Kuzey Kutbu dönencesi içinde kalan Kareyka köyü­ne gönderildi. Çarın adamları bu kez onu ellerinden kaçır­mamakta kararlıydılar ve savaşın ve devrimin etkisi sonucu Çarlık kendisi çatırdayıncaya dek onu bu kar ve buz çölü­nün ortasında çok sıkı bir denetim altında tuttular.

Yakalanmalarını izleyen aylarda Lenin, Stalin'i ve Sverdlov'u kurtarmak için iki kez girişimde bulundu. Ama her kezinde Malinovski polise haber iletti ve muhafızlar ar­tırıldı. Artık Stalin'in, olayların gelişimini bekleme sabrı, daha önce görülmedik bir sınav verecekti. Kuzey Kutbu dö­nencesinin ötesindeki dünyayla zayıf ve sık sık kopan bir bağı sürdürecek, bu bağ yoluyla zaman zaman olayların akışını etkileyebilecek, ama esas görevi beklemek ve elin­den geldiğince izlemek olacaktı. Ve bulunduğu yerden olayların akışını izlerken Stalin'in içini öfkeli bir sıkıntı kapladı.

Ama ansızın Saraybosna'da patlayan bir tabanca, dünyanın barut fıçılarını havaya uçuruverdi. Rusya işçi sı­nıfının barikatları kaldırıldı. Savaş davulları çalmaya, or­dular görevlerinin başına toplanmaya başladılar ve dünya kapitalizminin krallarının, İmparatorlarının ve başkanları­nın bayrakları altında yürüdüler. 1914 güz günlerinin göl­geleri kutup çölünde uzamaya başladıkça, Bolşevik önder­lerin devrimci umutları da sönmeye yüz tuttu. Gerçekten de Avrupa'nın üzerine kara bir bulut çökmüş, uluslararası sosyalist hareketin savaş durumunda işçilerin ne yapması gerektiği konusunda aldığı bütün kararlar havaya gitmişti.

Ve artık tarihin akışı gerçekten de akıl almayacak öl­çüde hızlanmıştı. İnsanlık, sürgündeki erkeklerin ve kadın­ların uğrunda çalıştıkları ve düşünü kurdukları şafağa doğ­ru atılarak yüzyılları yıllara, yılları aylara sığdıracaktı.
Blogger tarafından desteklenmektedir.