Header Ads

Header ADS

Devrim Çırağı

Jack T. Murphy - Stalin

Dördüncü Bölüm - Devrim Çırağı

Ben devrimin yer süpürücüsüydüm. J. STALİN 

DAHA SONRAKİ yıllarda Stalin bu deyimi, gençlik günle­rinde devrimci hareketteki yerinin küçüklüğünü belirtmek için kullandığında, önemsizliğini abartıyordu. Aslında ne gençliğinde, ne de başka bir zaman "yer süpürücüsü" ol­mamıştı. Tiflis'teki marksist gruba katıldığı günden başlayarak devrimci önderlik mesleğinin çırağı olduğunu söyle­mek, gerçeğe daha yakın bir anlatım olur.

Bu çıraklık süresi uzun bir süreydi; 1894'te başlayıp 1905 ayaklanmasında son bulan onbir yıllık bir süre. Aynı zamanda bunun olağandışı bir yanı da vardı, çünkü bu çı­rağın kendini devrime adayışı, bir kimsenin kendisini bir tarikata adayışına benzetilebilirdi; ama onunki olsa olsa in­san zihnini zincire vuran dini reddeden bir tarikata benze­tilebilirdi.

Pratik alanda üç şey zorunluydu. Çırak, toplumun ta­rihini incelemek ve onun gelişmesinin yasalarını öğren­mek; işlerlik halinde olan güçleri berrak bir biçimde gör­mek ve bunların önemini değerlendirmek için toplumda şimdi var olan akımları kavramak ve işçi sınıfını devrimci hedefe yöneltmek için, önemi ne olursa olsun, her türlü du­rumda onun önderliğini gerçekleştirmek zorundaydı.

Kararını vermiş olan Stalin, dünyanın altını üstüne getirse, yeni mesleğini öğrenmek için, o yüzyılın başlangı­cında Kafkaslarda var olan koşullardan daha elverişlisini bulamazdı. Rusya, sanayi devrimi yoluna girmişti. Kozmopolit kapitalizm, despot Çarlık rejiminin kanadı altında hızla yol alıyordu. Büyük ölçüde demiryolları ve fabrikalar inşa ediliyor, büyük bir hızla petrol kuyuları açılıyordu. Ye­ni işletmelere bütün milliyetlerden binlerce işçi akın edi­yordu, îşçiler üretim süreci içerisinde yığınlar halinde bir araya toplanıyorlardı. Eşine rastlanmamış ölçüde kötü ya­şam koşullannda yaşıyorlardı ve bu yaşam koşullarına kar­şı sendikalar kurarak mücadele etmeleri yasaklanmıştı; po­lis tarafından beslenen sendikaları saymazsak tabiî. Yaşam, insanca yaşanılır olmaktan çıkmıştı ve kim bu karanlığı ay­dınlatmaya kalkışırsa, kim bu ezilen ve korkunç bir biçim­de sömürülen yığınların saflarına örgüt ve amaç getirmeye kalkışırsa, birkaç yıl içinde ya manen ya da bedenen çöker­tiliyor; ya da, başarıya ulaşmak için, eninde sonunda büyük adam sayılmasına yol açan olağanüstü niteliklere sahip ol­mak zorunda kalıyordu.

Stalin, bilimsel sosyalizmin temel ilkelerini, Messane Dassi (Sosyal-Demokratlar) adı verilen gizli örgütlenmiş marksist grupla çalıştığı yıllarda kavradı. Sonra bir gün geldi, Tiflis demiryolu atelyelerinde çalışan bir grup işçinin başına geçmesine izin verildi ve yeni öğretiyi öğrenmeye büyük istek gösteren işçileri seçti. Bu insanlarla konuşmak ona hiç de güç gelmedi. Ne de olsa, anasıyla babası da aynı sosyal tabakadandılar ve okul günleri Stalin'i o çevreden asla uzaklaştırmış değildi. O da onlar kadar yoksulluk çek­mişti. Giysileri onlarınkilerden hiç farklı değildi. Stalin'le işçiler arasında yalnızca eğitim bakımından bir fark vardı. O, mantıklı düşünmeyi öğrenmiş ve daha o sıralar sorunla­rı yalın ve duru bir biçimde açıklamada hayli uzmanlaş­mıştı.

İşçileri eğitmek, büyüleyici bir çalışmaydı. Büyük bir zevk alıyordu bu çalışmadan. Yeni bir düşünceyi kavradıklarında öğrencilerinin gözlerinin pırıl pırıl ışıldadığını gör­dükçe, sonsuz bir coşkunluk duyuyordu.

Ama bu çıraklık, akademik eğitimden ve hatta başka­larını yetiştirmekten çok öte şeyleri de gerektiriyordu. Sosyal-Demokratların, ona fabrika işçilerine broşür dağıtılma­sını örgütleme görevini verdikleri gün, dünyalar onun ol­du. Böyle bir görev, milyonlarca broşürün fabrika kapıla­rında fazla bir müdahaleyle karşılaşmadan serbestçe dağı­tıldığı İngiltere'de, bize önemsiz bir iş gibi gelebilir. Ne var ki, o günlerin Rusyasında politik ajitasyon illegaldi, broşür­lerin basımı gizli olarak yapılmak zorundaydı ve basım için gerekli paranın grup üyelerinden ve sempatizanlardan top­lanması gerekiyordu. Bu koşullar altında broşürlerin basıl­ması ve dağıtılması büyük bir ustalık ve dikkat gerektiri­yordu, yoksa broşürleri basanların, dağıtanların ve basımevinin polis tarafından ele geçirilmesi işlen bile değildi.

Daha sonraki çıraklık dönemi daha da zorluydu, çün­kü politik ajitasyonun yapıldığı ve grevlerin ve yığın göste­rilerinin düzenlendiği bir dönemdi. Bu gelişme, Sosyal-De­mokrat saflardaki önemli bir bölünmenin sonucuydu; Le-nin'in St. Petersburg'a geldiği ve İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği'ni kurduğu zaman meydana gelen bölünmeye benzer bir bölünmeydi bu.

İlk bakışta, bu bölünme, özellikle Rus sosyal-demokrat hareketinin gelişme aşamasında bulunduğu bir zaman­da işçi sınıfının iktidar için savaşıp savaşmaması gibi temel bir sorunu pek fazla etkilememiş görünebilir. Ne var kî bu, çok geçmeden Sosyal-Demokratları Bolşevikler ve Menşe­vikler diye adlandırılan iki gruba bölen başlıca sorunlardan biri olarak ortaya çıkacaktı. Lenin, grevlere devrimci bir po­litik yön verilmesi ve bu yönün de Sosyal-Demokrat Parti tarafından saptanması gerektiğini ileri süren Bolşevik görü­şü savunuyordu. Menşevikler olarak bilinenlerse, Sosyal-Demokrat grupların grevlere önderlik etmemesi, eğitim grupları ve propaganda dernekleri olarak kalması gerekti­ğini ileri süren görüşü savunuyorlardı. Bu ikinci görüşün mantıkî gelişmesi en klasik biçimiyle, grevlere önderlik et­meyi bütünüyle sendikalara terkeden ve bütün politik so­runları parlamentoya bırakan ingiliz işçi Partisi'nin ev­riminde görülmüştür. Elbette yirminci yüzyıl başlarında Rusya'da bir parlamento yoktu, ama gene de Menşe­vik görüş eninde sonunda grevlerin politik anlamlarından yoksun bırakılmalarına ve grev silâhının yalnızca ekono­mik sorunlar için bir mücadele aracı olarak görülmesine yol açıyordu.

Sosyal-Demokratlar arasındaki bu ilk keskin bölün­mede genç Stalin, Lenin tarafından saptanan yolu izledi. Neleri göze alan bir seçimdi bu karar! Tiflis demiryolu işçi­lerinin bir grevine katıldığı günden Şubat 1917 Devrimine dek, normal yaşama tarzını tamamen bırakmak zorunda kaldı. Sürekli arananlardan biri oldu, gizli yerlerde yaşa­mak, takma adlar kullanmak ve sokakta yürürken her an te­tikte olmak zorunda kaldı.

1900 yılının 1 Mayısında bir mitingde beşyüz Tiflis iş­çisinin önünde konuştu. "Çok büyük bir iş değil," diyordu, "ama gene de bir başlangıç". Bu onun İlk yığın mitingiydi. 22 Nisan 1901'de ikibin kişilik bir gösteriye önderlik etti. Gene "çok büyük bir iş değildi", ama gösteriye katılanların sayısından çok daha büyük bir önem taşıyordu. Gösteri, Rus polisinin vahşice saldırısına uğramış, ama Stalin sağ kalmayı başarmıştı. Bu olay Tiflis işçileri için yeni türden bir deneyimdi, çünkü gösteri illegal olarak örgütlenmiş ve illegal olarak yapılmıştı. Dolayısıyla hu gösteri büyük bir olaydı ve daha sonra o sırada Sosyal-Demokratlar arasında azınlığı oluşturan Stalin ve arkadaşları, Lenin'in St. Petersburg'daki grubundan gelen V. Kurnatovski, İlahiyat Oku­lundan öğrencilik arkadaşı olan Zoda Ketşoveti ve Tsulukidze gösterinin sonucundan hoşnut olmakta yeterince haklıydılar.

Bu deneyimi daha da etkili bir biçimde tekrarlamak için devrimci bir gazeteye gereksinimleri olduğu kanısına vardılar ve böylece hep birlikle bu sorunu çözmeye koyul­dular. Staiin'în eğitim gruplarından birinin üyesi olan Silvestiya Todriya, bu dönemle ilgili olarak, onun acı alaycılı­ğını dile getiren bir anısını anlatıyor. Jozef, Todriya'ya, ılımlı Sosyal-Demokratların onun da katıldığı legal olarak düzenlenen pazar okullarında neler öğretildiğini sormuş. Genç Todriya da, orada, güneşin nasıl ilerlediğini ve öteki gökbilim olgularını öğrendiğini söylemiş. Bunun üzerine Stalin şöyle demiş ona: "Bak arkadaş, güneş için kaygılan­ma, yörüngesinden çıkmaz. İyisi mi sen devrimci davanın nasıl ilerlemesi gerektiğini öğren. Küçük bir gizli basımevi kurmam için gel bana yardım et."

1901 Eylülünde Stalin ve grubu Baku'da böyle bir ba­sımevi kurdular ve Brdzola ("Mücadele") adlı ilk Gürcü Sosyal-Demokrat gazetesini yayınladılar. Başyazılar Stalin ve Ketşoveti tarafından kaleme alınıyordu. Çırak gelişiyordu. Aynı yılın Kasım ayında Tiflis Sosyal-Demokrat örgütü yirmibeş delegenin katıldığı ilk konferansın yaptı ve Kaf­kaslar yöresindeki Rus Sosyal-Demokratlarının ilk yönetici komitesini seçti. Stalin bu komiteye seçildi ve Batum'da da benzer bir hareket yaratmak üzere hemen oraya gönderildi, örgütlemedeki yeteneği çabucak anlaşılmıştı. Batum'da iş­lerin üstesinden gelmesini bildi. Çok geçmeden Batum po­lisi onun tehlikeli bir kişi olduğunu fark etti. Kayıtlarda şöyle yazıyor:

... RSDİP'nin Tiflis Komitesinin, üyelerinden biri olan Tiflis ilahi­yat Okulu eski altıncı sınıf öğrencisi Jozef Cugaşvili'yi fabrika işçi­leri arasında propaganda yapmak üzere Batum'a gönderdiği 1901 sonbaharından bu yana Sosyal-Demokrat hareket büyük ilerleme kaydetti. Cugaşvili'nin faaliyetleri sayesinde, Batum'daki bütün fabrikalarda ilk başla Tiflis Komitesi tarafından yönetilen Sosyal-Demokrat örgütler ortaya çıkmaya başladı.

Batum, Rothschildlerin, Nobellerin, Mantaşevlerin ve öbürlerinin büyük petrol rafinerileri kurdukları büyük bir işçi sınıfı merkeziydi. Orada, genç Stalin'in dört elle sarıl­dığı olanaklar vardı. İlkönce bütün fabrikalarda işçi eğitim grupları örgütledi, sonra bu çalışmayı hızla broşürler ve gazete izledi. Hiç kuşkusuz, büyük bir coşkuyla çalışıyor­du. Bir yılbaşı eğlencesi perdesi altında düzenlenen bir işçi grubu konferansında yaptığı konuşmayı şu sözlerle bitiri­yordu: "Bakın, şafak söküyor! Az sonra güneş doğacak. Gü­neş bizim için parıldayacak. İnanın sözlerime, yoldaşlar."

Hazırlık çalışmalarının iyi yapılması sonucunda Sos­yal-Demokrat gruplar, grev komiteleri kurmaya ve grevlere önderlik etmeye giriştiler ve 7 Mart 1902'den başlayarak yetkililer izlemeyi bırakıp yığm ölçüsünde tutuklamalara başladılar. Ertesi gün Stalin, Rothschild ve Mantaşev fabrikalarındaki grevcilerin serbest bırakılmasını istemek üzere bir gösteri düzenlediler. Polis, göstericilerden üçyüzünü tutukladı. Stalin tutuklanmaktan kurtuldu ve ertesi günü dok ve demiryolu işçilerini de katılmaya ikna ettiği daha büyük bir gösteri düzenleyerek polis harekâtına karşı çıktı. Başlarında Stalin'in bulunduğu kızıl bayraklar taşıyan gös­tericiler tutukluların serbest bırakılmasını istemek üzere sürgün barakalarına yürüdüler. Polis tüfeklerle ateş açarak karşılık verdi: Onbeş işçi öldü, ellidört işçi de yaralandı. Stalin'in kurşunlardan nasıl kurtulduğunu ne kendisi, ne de başkaları anlatamadı. Gösteri dağıtılmış, ama tutuklula­rın serbest bırakılmasını da sağlamaktan geri kalmamıştı. Olay sırasında Stalin yaralıların kalabalıktan çıkarılmasına yardım etmişti.

Üç gün sonra Stalin, mücadelede öldürülenler için bir cenaze töreni düzenledi. O günlerde Stalin durmadan po­lisle cebelleşmek zorunda kalmasına karşın bir broşür kale­me aldı ve onun gizli bir basımevinde basılmasını, Batum ve çevresinde dağıtılmasını sağladı. Onun hem devrimci coşkusunu, hem de ilk gençlik günlerinin dinî çağrışımla­rını dile getiren broşürün üslûbu ilginçtir:

Doğruluk uğruna canlarını feda edenler, tüm şeref sizin! Tüm şeref sizi emziren anaların! Başlan şehitlik tacıyla süslenenler, ölüm saa­tinde solgun ve titreyen dudaklarından mücadele sözünü düşür­meyenler, tüm şeref sizin! Tüm şeref, üstümüzde dolaşan ve kulak­larımıza 'kanımızın öcünü koymayın!" diye fısıldayan ruhlarınızın!

Ama bir gün gelecek, polis tarafından yakalanacaktı. Birçok kez adresini değiştirmiş, baskı makinasmı ve kâğıt­larım gizlemek için ardı ardına bir sürü yer bulmuştu. Ama 5 Nisan 1902'de önder parti grubunun bir toplantısı sıra­sında tutuklandı ve Batum'daki devrimci harekette baş ön­der ve öğretmen olmaktan hüküm giydi. İlkönce Batum ha­pishanesine, sonra da Kutay'da bir hapishaneye götürüldü. Böylece çıraklığının başka bir dönemine varmış oluyordu.

Rusya'daki hapishaneler asla İngiltere'dekiler kadar yeterli değildi. Bazı bakımlardan çok daha amansız, bazı bakımlardan da daha gevşektiler. Rus hapishanelerinde, Avrupa'dakilerin çoğunda olduğu gibi ve İngiltere'dekile­rin tersine, siyasi mahkûmlar öteki suçlardan hüküm gi­yenlerden ayrılırdı. Bunun, İngiltere'nin politik geriliğini mi, yoksa bizim yöneticilerimizin Avrupa'dakilerden daha kurnaz olduğunu mu gösterdiği tartışmaya açık bir sorun­dur, ingiltere'de hüküm giymiş bir kimse suçu ne olursa ol­sun bir cani olarak kabul edilir ve bir kez mahkûm oldu mu, suçu ister düzene karşı politik muhalefet, ister vicda­nen savaşa karşı çıkma olsun, hırsızların, soyguncuların, cinsî sapıkların, en aşağılık suçluların arasına atılır. Ruslar ise, siyasî mahkûmları ötekilerden ayırıyorlar ve bazan on­lara daha gaddar davranıyorlardı. Ama siyasîler esas olarak tek tek tecrit edilmiyorlardı. Çoğu zaman toplu halde geniş hücrelere dolduruluyorlar ve diledikleri her şeyi tartışabili­yorlardı. Kitap da yasak değildi.

Jozef Stalin bu hapishane ortamına yeni bir şey getir­di. Gerçi o da aynı koşullarda başkalarının yaptıklarının ay­nısını yapıyor, dış dünyayla temasın nasıl korunacağım öğreniyordu. Ama onun farklı katkısı bütün devrimci yaşa­mını belirleyen olağanüstü bir özelliğini yansıtıyordu: Ya­pılması gereken her şeyin örgütlü bir biçimde yapılması gerektiği görüşünü savunuyordu. Bu yüzden hapishaneye geldiğinde, politika heveslilerinin ve özellikle Rus politika heveslilerinin toplantılarında çok sık rastlanan o dedikodu­cu bireysel tartışmalara yanaşmadı. Bunlar sonu gelmeyen tartışmalardır, vakit geçirmenin ve arasıra da katılanların sinirlerini yıpratmanın dışında hiçbir sonuca ulaşmadan ve yeniden başlamak üzere son bulurlar. Stalin'in gözünde bu tartışmalar vakit kaybından başka bir şey değildi. "Tar­tışma mı? Evet, elbette," diye karşılık veriyordu, "ama ör­gütlü bir tartışma olmalı. Konu üzerinde anlaşmaya varıl­malı. Sözcüler saptanmalı. Kararlara varılmasını hedef alan örgütlü bir tartışma olmalı."

Özellikle, Kutay hapishanesinde bir yıl kaldıktan son­ra Sibirya'nın İrkutsk ilindeki Balajants bölgesinin Novaya Uda köyüne sürüldüğü zaman da bu yöntemde diretti. Kaf­kaslardan üç bin mil kadar uzakta bulunan Novaya Uda'da iklim çok daha serttir, ama neyse ki yolculuk yaz aylarına rastladı. Sürgünler yığınlar halinde gönderiliyorlardı. Kıs­men gemiyle, kısmen trenle, çoğunlukla da perişan bir hal­de yaya yapılan uzun, çok uzun bir yolculuktu. Artık yirmidört yaşında olan Stalin, anavatanı Gürcistan'dan ilk kez ayrılıyordu.

Uda köyü, uygarlık merkezlerinden çok uzaklardaki birçok hapishane kampından biriydi. Oldukça güçlü bir polis koruması bulunduğu halde, hapishane yöneticileri, mahkûmların kaçmasını önlemek için daha çok kampın bu uzaklığına güveniyorlardı. Gelgelelim, bu köylerde az da olsa bir sosyal yaşam ve hiç kuşkusuz geniş bir politik tar­tışma ortamı da vardı. Her yer Narodniklerden, Sosyalist-Devrimcilerden ve çeşitli eğilimlerde Sosyal-Demokratlardan sürgüne gönderilmiş siyasî suçlularla doluydu. Bu sür­gün merkezleri, çoğunlukla, birçok devrimcinin Lenin'in izleyicisi haline geldiği "Komünizm Okulları" oldular. Sta­lin, Lenin'den ilk mektubu burada aldı. Mektubu aldığı za­man nasıl büyük sevinç duyduğunu, ama hapishanedeki ispiyonculuk yüzünden onu yok etmek zorunda kaldığı için çok üzüldüğünü anlatır.

Bu mektup, devrim çırağımızın büyük devrim ustasıy­la kişisel tanışıklığını başlatmıştır. O sırada Lenin çok uzaklarda, Londra'da, Rusya'dan gelen delegelerin katıldı­ğı bir konferansta, çok geçmeden Rus tarihinin akışını belirleyecek olan fikirler uğrunda mücadele etmektedir. Gene o sıralarda, Kafkaslarda Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin bir bölge konferansı toplandı. Konferans, Jozef Stalin'i yokluğunda yönetici komiteye seçti.

Stalin, çıkma olanağı bulunduğunu görüp de bir ha­pishane kampında öyle uzun zaman oturup kalacaklardan değildi. 4 Ocak 1904'te hapishaneden kaçtı ve Sibirya'nın karları arasından, Urallar'dan ve Volga'dan geçerek Gürcis­tan'a döndü. Kaçışından altı hafta sonra, Natalya Kistadze'nin Batum'daki bir zamanlar Stalin'in oturduğu evinin kapısı çalındı. Gece yansıydı. "Kim o?" diye seslendi Natal­ya Kistadze. "Benim, aç kapıyı" diye yanıtladı Stalin. Bir­den büyük bir heyecan kapladı evin içini. Hiç kuşkusuz Stalin'i beklemiyorlardı. Arkadaşları, yolculuğu sırasında başından geçenleri öğrenmek istiyorlardı. Stalin ise yoklu­ğunda olup bitenleri öğrenmek istiyordu. Lenin'in mektu­bunu aldığı andan başlayarak, kafası yalnızca faaliyet tasa­rıyla dolu olmuştu. Mektubun gelişinden sonra kendini farklı hissetmişti, öylesine uzak ve kocaman gelen karaltı, şimdi artık çok yakın görünüyordu. Yeni bulduğu önderi­nin, önlerindeki hedeflere ulaşabilmek için hiçbir şeye al­dırış etmeyeceğine inanmıştı; daha fazla eylem için sabır­sızlanıyordu. Çünkü Lenin'in, zamana karşı korkunç bir yarış içinde oldukları konusundaki olağanüstü bilinçliliğini bütünüyle paylaşıyordu.

Stalin'in Sibirya'dan kaçtığı ay, Japonlar Rusya'ya kar­şı, son zamanlarda "Pearl Harbour" stratejisi adım verdik­lerini öğrendiğimiz bir savaş başlattılar. Niyetlerini önce­den hiç açığa vurmadan ve savaş ilân etmeden Port Arthur'u ve limanı kuşattılar, oradaki Rus donanmasını yenil­giye uğrattılar ve Mançurya'ya girdiler. Hiç kuşkusuz, bu olaydan önce "gelişmeler" olmuştu. Gerçekten de, Rus İçiş­leri Bakanı Plehve, General Kropotkin'e, Rusya'nın devri­min eşiğine geldiğim ve bunu durdurmak için yapılacak bi­ricik şeyin "küçük bir savaş zaferi" olduğunu söylemişti. Ja­ponlar onlara bu savaşı sağladılar, ama zaferi değil. Rusya uzun zamandır Uzak Doğu'da ilerliyordu; Mançurya'yı kontrolü altına almıştı. Japonlar da yıllardır Kore'yi kendi­lerine bağımlı kılmak için dolaplar çeviriyorlardı. Eğer Ruslar onların Kore'yi elde etmelerine razı olsalardı, Man­çurya'yı hiç değilse bir dönem için seve seve Ruslara bıra­kacaklardı. Ama Çar Nikola bu öneriyi bir küstahlık olarak nitelendirdi. O sırada Japonlar, tam yetkiye sahip elçileri Ito'yu bir anlaşma sağlaması için Rusya'ya gönderdiler. Ruslar elçiye kaba davrandılar, Japonlar da buna İngilizler­le bir antlaşma yaparak karşılık verdiler. Bu antlaşmaya gö­re, Japonya'ya karşı bir savaşta eğer Fransa ve Almanya Rusya'yı destekleyen bir müdahalede bulunurlarsa, İngilte­re de Japonya'yı destekleyecekti.

Bu güvence sağlandıktan sonra Japonlar hiç vakit kay­betmeden Rusya'ya saldırdılar ve Rusya'yı hazırlıksız yaka­ladılar. Rus politikası tam bir karışıklık içindeydi. Bir yan­dan Çar Nikola "ordusunun tehlikelerini ve yoksunlukları­nı paylaşıp paylaşmama" konusunda kendi vicdanıyla mü­cadele ederken, bir yandan da yöneticilerin ve kuvvetlerin durmadan yerleri değiştiriliyordu. Ve sonunda Çar Nikola bunu paylaşmadı. Rus kuvvetleri yenilgiden yenilgiye, kı­yımdan kıyıma sürüklendiler. Savaş patlak verir vermez Port Arthur'daki Uzak Doğu donanmasını kaybeden Çar, Baltık donanmasının ta oradan dolaşıp gelmesini ve Ami­ral Togo'nun donanmasıyla savaşmasını emretti. Rus ami­rali ve komutanları sarhoş muydular, yoksa Kuzey Denizi­ne vardıklarında karşılarında Japon donanmasının dikildi­ğini mi sandılar; orası belli değil. Ama Rus gemilerinin Dogger Bank'taki İngiliz balıkçı filosuna ateş açmalarına "bir kaza" denildi. Rus gemileri 27 Mayıs 1905'te Japon Denizine ulaştıklarında Tsuşima'da belalarını buldular. Ami­ral Togo'nun donanması kırkbeş dakika içerisinde onüç Rus gemisini batırdı, dört gemiyi tutsak aldı.

Bu arada, Rus ordusunun ana kuvvetleri hiçbir zaman doğuya gönderilmemişti ve Kropotkin'in kuvvetleri tüm bir hat boyunca geri çekiliyordu. Yalnızca Mukden muharebe­sinde 300.000 kişilik Çarlık ordusu ölen, yaralanan ya da tutsak edilen 120.000 askerini kaybetti. Bütün bu olayların ortasında Kafkaslara döndüğünde Jozef Stalin ülkeyi öfkeyle kaynar bir durumda buldu. Böy­le bir savaşın bir ulusu şevke getirmesi beklenemezdi elbet­te. Tam tersine, böyle bir savaş, yönetici güçlerin çürümüş­lüğünü, yetersizliğini, sahtekârlığını, akıl almaz vurgunculuğunu ve halkın refahına karşı olan kesin kayıtsızlığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. "Küçük bir savaş zaferi", devrimci duyguları saptıracağı yerde; istenilmeyen korkunç bir savaş, devrim alevlerini körükledi. "Küçük bir savaş zaferi" deyimini kullanmış olan Plehve, Sazanov adlı bir Sosyalist-Devrimcinin attığı bombayla paramparça ol­du.

Çar, Plehve'nin yerine bir liberali, Prens Svyatopolk-Mirski'yi atadı. Bu atamayı, Zemstvo (yerel meclisler) tem­silcilerinin bir ulusal konferansı izledi. Bu konferans, in­sanların keyfî olarak tutuklanmaması; vicdan, söz, basın, toplantı ve dernek kurma özgürlükleri gibi insan hakları için istemde bulundu. Aynı zamanda, bir ulusal temsilciler meclisinin kurulmasını istedi. Ama konferansa, kendi işine bakması ve politikaya karışmaması bildirildi. Dolayısıyla Lenin ve Stalin, çalışmalarını hızlandırmadıkları takdirde, işçi sınıfının hazır olamayacağını ve kendisini zafere götü­recek önderlikten yoksun bir devrimci ayaklanmanın pat­lak vereceğini tüm açıklığıyla gördüler.

Bu yüzden Stalin'in eyleme geçmek için sabırsızlan­masının nedeni kolayca anlaşılabilirdi. Arkadaşlarıyla bu­luşmak ve aşağı-yukarı iki yıllık mahpusluğu sırasında meydana gelen değişiklikleri öğrenmek amacıyla hızla Tif­lis'in yolunu tuttu. Sosyal-Demokrat hareket tanınmayacak ölçüde gelişmişti, ama gene de Lenin'in Ne Yapmalı? adlı kitabında savunduğu türden bir örgüt olmaktan uzaktı.

Bu dönemdeki Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'nin iç durumunu anlatmanın iki yolu vardı. Partinin kavgalar, doktriner çekişmeler ve kıskançlıklarla parçalandığını da söyleyebiliriz. Henüz olgunlaşmamış bir durumda olduğu­nu, gittikçe artan her türden ağrı çektiğini ve gelişirken el yordamıyla ilerlemeye çalışan bir hareketin bütün terslikle­rini yansıttığım da söyleyebiliriz. Stalin'in değerlendirmesi kesinlikle ikinci görüşe dayanıyordu. Onun gözünde, an­laşmazlıklar, üniversite öğrencilerinin doktriner çatışmala­rı değildi; sözkonusu her sorunun devrimin gelişmesiyle doğrudan bir ilişkisi vardı.

Dönüşünden birkaç ay önce, daha Sibirya'dayken, Sosyal-Demokratlar Londra'da ikinci konferanslarını topla­mışlar ve partinin Bolşevikler ve Menşevikler biçiminde ke­sin bölünmesi meydana gelmişti. Stalin, konferansın çok öncesinde, Bolşeviklerin önderi Lenin'in bayrağı altında saf tutmuştu. Stalin'in arkadaşı Tsulukidze'ye Londra Konferansındaki tartışmaların "bir kaşık suda fırtına kopar­maktan" başka bir şey olmadığını söylediği yolunda bir sü­rü dedikodu çıkarılmıştı. Kaldı ki, böyle bir şey söylemiş olsa bile hiç önemi yok. Asıl önemli olan, bu konferanstan gerek önce, gerek sonra Lenin'in ileri sürdüğü görüşleri so­nuna dek savunmuş ve Menşeviklere karşı canla başla mü­cadele etmiş olmasıdır. Öyle ki Kafkaslarda kimsenin toplamadığı nefreti toplamıştı.

Şimdi, "Bolşevik" ve "Menşevik" terimlerinin ne anla­ma geldiğini açık-seçik ortaya koyalım. Çünkü Londra Konferansından hemen sonra, Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi'ndeki başlıca iki politik akımı tanımlamak için her yerde bu terimler kullanılmaya başlandı. Tek bir hareket içinde iki akım olarak ortaya çıktılar, sonra ayrılarak iki düşman hareket haline geldiler ve en sonunda biri ötekini yok etti. "Bolşevik" sözcüğü çoğunluk anlamına gelen "bol-şinstvo" sözcüğünden, "Menşevik" sözcüğü de azınlık de­mek olan "menşistvo" sözcüğünden türetilmişti. 1903'teki Londra Konferansında, RSDIP'nin nasıl örgütlenmesi ge­rektiği sorununda Lenin'in anlayışını destekleyenler ço­ğunluktaydılar. Plehanov, Akselrod, Martov ve Troçki'nin görüşlerini destekleyenlerse azınlıktaydılar. Bölünmeye yol açan sözkonusu sorun, ilk bakışta bir rastlantı gibi gö­rülebilir ve gerçekten de "bir kaşık suda kopardan fırtına"dan başka bir şey olmadığı sanılabilirdi. Konferansta, parti örgütüne üye olma koşullarıyla ilgili öneriler tartışılı­yordu. Lenin şöyle bir kural önerdi: "Partinin programını benimseyen, onu malî bakımdan destekleyen ve partiyi oluşturan örgütlerden birine bağlı olan bir kimse, parti üyesi olabilir." Buna karşılık Martov ise başka bir öneride bulundu: "Partinin programım benimseyen, onu malî ba­kımdan destekleyen bir kimse, parti üyesi olabilir; mutlaka partiyi oluşturan örgütlerden birine bağlı olması gerek­mez."

Öyleyse, fırtına neden kopuyordu? Lenin, her üyenin bir parti örgütüne bağlı olması ve dolayısıyla onun disipli­ni altına girmesi bir zorunluluk haline getirilmezse, her­hangi bir kimsenin partiye girebileceğini ve partinin o kimse üzerinde hiçbir denetim sağlayamayacağını ileri sürü­yordu. Martov ve yandaşları ise, durum ve niteliklerine pek fazla bakılmaksızın geniş yığınların partiye kabul edilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Yandaşları o sırada bunu farketmişler miydi bilinmez, ama Lenin, partiye alınacak kişinin niteliğine bakılmamasını, partinin ve devrimin geleceği için büyük bir tehlike olarak görüyordu. Giderek ayrılık bü­yüdü. Gerçi hepsi bir araya gelmişler ve parti için marksist bir programı benimsemişlerdi. Ama Martov'un görüşlerini kabul edenlerin, Lenin ve Bolşeviklerin görüşlerini kabul edenlerden hemen bütün sorunlarda farklı düşündükleri çok geçmeden ortaya çıktı.

Stalin'in 1903 Konferansı üzerindeki ilk izlenimleri ne olursa olsun, Tiflis'e döndükten sonraki izlenimlerinin ne olduğu konusunda en küçük bir kuşkuya yer yoktur. Stalin Tiflis'e döndüğünde, Sosyal-Demokratlar Londra Konferansının kararlarını tartışıyorlar ve önde gelen partililerin çevresinde gruplaşıyorlardı. Stalin hiç duraksamadan he­men Lenin'in safında yer aldı ve aylarca Kafkasya'nın kent ve kasabalarını dolaşarak Lenin'in görüşlerini var gücüyle savundu. Korkusuz bir tartışmacıydı ve örgütlü tartışmala­rı her tür konuşmaya yeğ tutuyordu. O sırada yanında bu­lunan arkadaşları, onun bu anlaşmazlıklarla ilgili konuş­malarının ne kadar sakin ve düzgün olduğunu anlatıyorlar: Hasımları heyecanlanırken, o her zaman soğukkanlı ve öl­çülü yanıtlar verirmiş. Bu anlatılanlardan kuşku duymuyo­rum, çünkü daha sonraki yıllarda kendisini ne zaman din­lesem, konuşma tarzını hep bu özelliklerin belirlediğine ta­nık olmuşumdur. Bunlar sonradan edinilmiş özellikler de­ğildi, gelişmesinin doğal özellikleriydi.

Ama oradan oraya dolaşırken durmadan değiştirdiği takma adlarla polis görevlilerim maymun gibi oynattığı halde, zamanını sözlü ve yazılı polemiklerle doldurmuyordu. O sıralarda üstlendiği en önemli iş gizli bir basımevinin kurulmasıydı. Sonraları Alvabar basımevi olarak bilinen basımevi, Rus Devrimi tarihinde yasak kitapların basılması için titizlikle planlanmış belki de en büyük basımeviydi. Rus polisi basımevini iki yıl aramasına karşın bir türlü bu­lamadı. Bu arada basımevinden Rusça, Gürcüce, Ermenice ve Azerice yazılmış bildiriler, duyurular, kitaplar, broşürler ve dergiler fişleniyordu. Bunların birçoğu Stalin tarafından yazılıyordu. Burada, bu basımevinde basılan yayınların uzun bir listesini verebilirdik, ama bakalım 16 Nisan 1906 tarihli Kavkas ("Kafkaslar") gazetesi polisin en sonunda buldukları üzerine ne yazmış:

Gizli Basımevi: 15 Nisan cumartesi günü Alvabar'da, Bulaşıcı Has­talıklar Kent Hastanesine 150-200 adım kadar uzaklıkta D. Rosto-maşvili'ye ait ve içinde kimsenin oturmadığı bir evin bahçesinde, yirmi metre kadar derinde bulunan ve makaralı bir halatla inilen bir kuyu bulunmuştur. Onbeş metre derinlikteki bir koridor başka bir kuyuya açılmaktadır. Bu ikinci kuyuda bulunan onbir metre yüksekliğindeki bir merdivenle, evin kilerinin altındaki bir mahze­ne çıkılmaktadır. Mahzende tam teçhizath bir basımevi bulundu­ğu görülmüştür. Basımevinde Rusça, Gürcüce ve Ermenice yirmi kutu hurufat, binbeşyüz-ikibin ruble değerinde olan ve elle çalıştı­rılan bir baskı makinası, bomba yapımında kullanılan çeşitli asit­ler, yanıcı jelatin ve başka araç ve gereçler, çeşitli askeri birliklere ve devlet kuruluşlarına ait mühürler, çok sayıda gizli yayın ve için­de otuz kilo dinamit bulunan bir saatli bomba ele geçmiştir. Bası­mevi, gaz lambalanyla aydınlatılmış ve elektrikli alarm sistemiyle donatılmıştı. Evin bahçesindeki bir sundurmada patlamaya hazır üç bomba, bomba sandıkları ve benzer maddeler bulunmuştur. El-va (Şimşek) gazetesinin yazı odasında toplantı yapmakta olan yirmidört kişi yakalanmış ve olayla ilgili görülmüşlerdir. Elva gazete­sinin yazı odasında yapılan bir arama sonucunda, çok sayıda ille­gal yazı ve broşür, ayrıca yirmi kadar boş pasaport bulunmuştur. Yazı odası mühürlenmiştir. Gizli basımevinden çeşitli yönlerde çı­kan elektrik tellerine rastlandığından, yeraltında daha başka odalar bulma umuduyla kazılar yapılmaktadır. Basımevinde ele geçirilen­ler beş arabayla taşınabilmiştir. Aynı akşam bu olayla ilgili görülen üç kişi daha tutuklanmıştır. Tutuklananlar hapishaneye götürülür­lerken yol boyunca Marseilaise'i (Fransız burjuva devriminin mar­şı) söylemişlerdir.

Devrimciler, hiç kuşkusuz, basımevinde yazı basma­nın Ötesinde bazı şeyler hazırlamaktaydılar. Ama gazetede çıkan bu haber basımevinin ele geçmesinden önce Rus­ya'yı bir ucundan öbür ucuna dek sarsan büyük olaylardan çok sonra yayınlanmıştı. Eğer polis basımevini 1906'da de­ğil de 1905'te keşfetmiş olsaydı herhalde hurufattan çok si­lâh bulacaktı. 1904 güzünde basımevi bir an durmadan çalışıyordu. Kasım ayında Jozef Stalin Bolşeviklerin Tiflis'teki bir kon­feransına başkanlık ediyor ve "Çarlık istibdadına karşı ke­sin bir saldırı" için Sosyal-Demokratlann bütün kesimleri arasında tam bir eylem ve oybirliği istiyordu. Bir ay sonra Baku'da işçiler büyük ve iyi örgütlenmiş bir grev düzenle­diler. Grevin yönetim kurulu Bolşeviklerden oluşuyor ve Stalin de onlarla birlikte çalışıyordu. Grev, işçilerin büyük zaferiyle sonuçlandı. İşçiler patronlarla bir toplu sözleşme imzalamayı başardılar. Böyle bir şey Rus işçi sınıfı tarihin­de ilk kez oluyordu. Olay, Rusya'nın dört bir yarımda yan­kılandı. Daha yankıları dinmemişti ki, dört işçinin işten atılması üzerine St. Petersburg'daki Putilov Fabrikası işçi­leri greve gittiler ve grev büyük kentin hemen bütün fabri­ka ve imalâthanelerine yayıldı.

Bu grev Baku'dakinden çok daha kendiliğindendi. Üs­telik yönetimi Sosyal Demokratlarda da değildi. St. Peters­burg işçileri, sonradan bir polis ajanı olduğu anlaşılan ve polis denetiminde bir sendika kuran Peder Gapon diye biri­nin tuzağına düşmüşlerdi. Sendikanın adı "Rus Fabrika İş­çileri Meclisi"ydi ve St. Petersburg'un bütün mahallelerin­de kolları vardı. Grev patlak verir vermez Gapon yönetimi ele aldı ve işçilerin bağışlanması için bir dilekçeyle Çann huzuruna dek bir yürüyüş yapılmasını önerdi. Sosyal-De-mokratların en fazla yapabildikleri, işçileri dilekçelerinde bazı değişiklikler yapmaya ve bir kurucu meclisin kurul­masını istemek gibisinden istemlerde bulunmaya razı et­mek oldu. 9 Ocak 1905'te gösterinin başında haç, kilise bayrakları ve dilekçeyle Gapon vardı. 140.000 kadar işçi Kışlık Saraya yürüdü.

Bu gösterinin ruhu, en iyi, Çara verilen dilekçeye bakı­larak değerlendirilebilir. Bundan daha safça ve acınası bir şey olabilir mi!

Biz işçiler, St. Petersburg sakinleri, sana geldik. Bizler bahtsız, hor­lanmış köleleriz. Despotluk ve zorbalık tarafından ezilmişiz. En so­nunda sabnmız tükendiğinde, işi bıraktık ve bize yalnızca yaşamın dayanılmaz olmayacağı kadarını vermeleri için efendilerimize yal-vardık. Biz buradakiler, binlercemiz, tıpkı tüm Rus halkı gibi, bü­tün İnsan haklarından yoksunuz. Sizin memurlarınızın etUkleri yüzünden köleler haline geldik....

... Efendimiz, kullarınıza elinizi uzatmayı reddetmeyiniz! Sizi kul­larınızdan ayıran duvarı yıkınız. Ricalarımızın kabul edileceği ko­nusunda emir veriniz ve yemin ediniz, Rusya'yı mutlu edeceksiniz; yoksa İşte lam burada ölmeye hazırız. Önümüzde yalnızca iki yol var: ya özgürlük ve mutluluk, ya da mezar.

Hiç de cömert bir "Küçük Baba" değildi onları karşıla­yan. Onları karşılayan makinalılar, tüfek ateşi ve bir Kazak saldırısıydı. Her yeri kan götürüyordu. Polis raporlarına göre bin kişi öldürülmüş, iki bin kişi de yaralanmıştı. O gün bugündür bu olaya "Kanlı Pazar" denir.

Eğer Baku grevi artık Rusya üzerinde patlayan fırtına­yı haber veren ilk gök gürültüsüydü ise, "Kanlı Pazar" da bentleri yıkan sel olmuştu. İşçi sınıfı, "Küçük Baba" haya­linden büsbütün kurtulmuştu. "Kahrolsun istibdat!" her iş­çi gösterisinin ve her grevin baş sloganı haline geldi. Lenin ve Bolşeviklerin ajitasyon ve propagandayla yıllardır yap­maya çalıştıkları şeyi, Çarın "Kanlı Pazar"ı bir günde yap­mıştı. Geniş ülkenin her bir yanında grevler ve gösteriler birbirini izliyordu. Çarın amcası ve kayın biraderi Grandük Serj 1905 Şubatında Moskova'da öldürüldü. St. Petersburg'da, Moskova'da, Varşova'da, Riga'da, Baku'da, Lodz'da, Odessa'da grevler yaygınlaştı. İlkbaharda ayaklanma köylülere yayıldı ve illerin yedidebiri bundan etkilendi. Haziranda Lodz'da barikatlar kuruldu, işçiler üç gün boyunca ordu birliklerine karşı savaştılar. İvanovo-Voznesensk'te 70.000 işçi işi bıraktılar ve ikibuçuk ay dayandılar. Başkaldırı ruhu donanmaya da yayıldı ve Potemkin Zırhlısı başı çekti. Gerçi denizciler yenilgiye uğratıldılar, ama o yıl "devrim umacısı" Rusya'nın yöneticilerinin karşısına hiç­bir olayda böylesine dikilmemişti.

Bütün sınıflar harekete geçmişti. Ve ülkeyi uzaktan bir kartal gibi izleyen bir adam şu uyarıcı mesajı yazıyordu: "Proletarya savaşıyor; burjuvazi sinsice iktidara yaklaşı­yor." Gerçekten de öyleydi. Olayların akışı karşısında telaşa kapılan burjuvazi, ödünler vermesi için Çara baskıda bulunuyordu. Hükümet Ağustos ayında toprak ağası temsilcile­rinin ağırlıkta bulunduğu bir danışma meclisi kurmak ni­yetinde olduğunu açıkladı. Bu, sonradan Bulyigin Anaya­sası olarak anılacaktı. Bu açıklama halkı hoşnut etmedi. Tersine halkın daha da şiddetli protestosuna yol açtı. O yıl köylüler 2.000 çitfliği yakıp yıktılar, Artık illerin üçte-biri olayların etkisi altındaydı.

Her yanda tehlikeyi doğrulayan belirtiler vardı. Eylül ayında Moskova'da başlayan basımevi işçileri grevi gelişe­rek yaygın bir politik grev haline geldi. Ekim ayında Moskova-Kazan demiryolunda başlayan demiryolu işçileri gre­vi birkaç gün içinde telgrafhanelere, fabrikalara, imalâtha­nelere ve madenlere dek yayıldı. Buna öğrenciler, avukat­lar, mühendisler de katılınca, tüm Rusya'yı kaplayan bir grev oluştu. Ülkede her şey durdu ve hükümet vurgun ye­miş gibi felce uğradı.

30 Ekim 1905'te, panik içindeki Çar bir manifesto ya­yınlayarak, "insan özgürlüğünün sarsılmaz temellerini, gerçek kişi dokunulmazlığını ve vicdan, söz, toplanma ve dernek kurma Özgürlüğünü" ve bir Yasama Duması (parlamento) vaat etti. Ama işin içinde bir aldatmaca vardı. As­lında bir değil birçok aldatmaca vardı. Manifestoda, parla­mantonun kendi insiyatifiyle yasa çıkarabileceği, ya da devlet görevlilerinin davranışlarına hükmedebileceği vaat edilmiyordu. Gerçekte, Bulyigin Anayasasının yürürlüğe konulması için girişilen hazırlıklara izin veriliyor ve "genel oy hakkı ilkesinin daha da geliştirilmesinin" bu toprak ağa­sı temsilcileri meclisine bırakılması öneriliyordu.

Çarın gerçekte ne düşündüğü, annesine yazdığı mek­tuplarda tüm açıklığıyla görülebilir. Sir Bernard Pares'in Rus Monarşisinin Yıkılışı adlı değerli eserinden, manifesto­nun yayınlanmasından iki gün sonra yazılmış bir mektubu aktaracağım:

Hiç kuşkusuz. Ocak ayında Çarskoye'de birlikte olduğumuz gönle­ri anımsıyorsunuzdur. Ne kadar sıkıntılı günlerdi, değil mi? Ama şimdi olup bitenlerle karşüaştınyorum da, onlar hiçbir şey değilmiş. ... Moskova'da, Durnovo'nun niçin izin verdiğini bilmediğim bir sürü konferans toplandı. ... Üniversitelerde neler oldu, allah bilir. Tüm ayaktakımı sokaklara döküldü, ayaklanma açıkça ilân edildi ve sanki kimse aldırış etmedi.... Haberleri okudukça hasta oluyo­rum! ... Ama bakanlar, hızlı kararlar alacakları gibi bir araya toplanıyorlar ve bakanların ortaklaşa hareket etmesini sağlamaktan sözediyorlar. ... Trepov, yayınladığı bildirilerle, düzeni bozan herhangi bir hareketin amansızca bastırı­lacağını halka oldukça açık bir biçimde bildirdi. ... İnsan, bir yaz fırtınası öncesindeymiş gibi bir duyguya kapılıyor!... Bütün o deh­şet verici günlerde Vitte ûe sürekli buluşuyordum. Çoğu zaman, sa­bahın erken saatlerinde buluşuyor, ancak geceleyin ayrılıyorduk. .... Ortada yalnızca iki yol vardı: Enerjik bir asker bulmak ve ayak­lanmayı şiddet kullanarak ezdirmek.... Bu, çok kan dökülmesi de­mek olacak ve sonunda gene başladığımız yerde olacağız.... Öteki çözüm yoluysa, halka insan haklarını tanımak, söz ve basın özgür­lüğünü vermek ve aynı zamanda bir Devlet Dumasının onaylayaca­ğı bütün yasaları çıkartmaktı; tabii bu da, bir Anayasa demek ola­caktı. Vitte hararetle bunu savunuyor.... Danışma fırsatını buldu­ğum hemen herkes aynı fikirde. Vitte. Bakanlar Konseyi Başkanlı­ğını, ancak kendi programının benimsenmesi ve işlerine karışıl­maması koşuluyla kabul edeceğini bana açıkça söyledi.... Bu soru­nu iki gün boyunca tartıştık ve sonunda tanrının yardımına sığına­rak imzaladım.... Telgrafımda, beni her şeye karşın bilinçli olarak aldığım bu korkunç karara vardıran bütün koşullan açıklayama-dım.... Dürüst Trepov dışında, güvenebileceğim tek bir kimse yok­tu. Tanrının büyüklüğüne sığınıp herkesin istediğini vermekten başka çıkar yol yoktu. ... Bütün bakanlar istifa ediyor, yenilerini bulmamız gerekiyordu, ama bu işi Vitte halletmeli. ... Tamamen dağılmış bir yönetim cihazıyla bir devrimin ortasındayız ve esas tehlike de burada işte.

26 Ekimde St. Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyetinin (ya da Konseyinin) ilk toplantısı yapıldı. Bu, yasal sendika­cılığın bastırılmasının doğrudan bir ürünü olan, illegal, kendiliğinden, yeni bir olaydı. Baskı sonucu, fabrika ve tüm işyerlerindeki ajitasyon yoğunlaşmıştı, işçi temsilcileri buralardan çıktı; Gapon'un sendikasında olduğu gibi, her bin işçiyi bir kişi temsil ediyordu. Sovyet, Bolşeviklerin ön­derliğinde olmadığı gibi, onların insiyatifiyle de kurulmuş değildi. Başkanı Çustalev-Noser adlı bir avukat, ikinci baş­kanı da St. Petersburg'a toplantı günü gelmiş olan Leon Troçki'ydi. Toplantıda yüz fabrikadan 226 temsilci vardı. Oniki yıl sonra meydana gelecek olan ikinci devrimin biçi­mini bağrında taşıyan bu toplantı çok önemliydi. Çoğu Menşevik olan Sosyal-Demokratlann önderliğindeydi. Se­kiz saatlik işgünü, bir Kurucu Meclis ve halkın silâhlanma­sını istiyordu. Ama Sovyet, silâh sağlamak ya da iktidarı ele geçirmek yönünde hiçbir adım atmadı. Halkın silahlandı­rılması için yaptığı çağrı, yerel görevlilerin denetimi altın­da bir halk milisi biçimini alacaktı. Bu aşamada Sovyet, po­litik genel grev için bir araçtan başka bir şey değildi.

Çarın manifestosunun yayınlanması, St. Petersburg'daki grevi zayıflattı. Birkaç gün sonra da grev kaldırıldı. Ancak 13 Kasımda Kronstadt denizcileri arasında ayaklan­ma çıktığı ve Polonya'da sıkıyönetim ilân edildiği haberi alındığında grev yeniden başladı. Yüzbin işçi greve gitti. Grev telgrafhanelere dek yayıldığında hükümet harekete geçti. Önce Sovyetin başkanını, sonra da 18 Aralıkta he­men bütün üyelerini tutukladı. Bunun üzerine Moskova eyleme geçti. 20 Aralıkta Moskova Sovyeti bir politik genel grev çağrısında bulundu. Moskova Sovyeti, Sosyal-Demokrat işçi Partisi'nin Bolşevik kesiminin elindeydi. Bolşevikler bir silâhlı ayaklanma ha­zırlığına başladılar. îki gün sonra sokaklarda barikatlar kurulmuştu. Sekizbin silâhlı işçi Çarın kuvvetlerine karşı do­kuz gün direndi. Askerlerin başkaldıranlara katılmasından korkan hükümet, Moskova Garnizonunu kışlaya hapsetti. Hükümet ayaklanmayı ancak St. Petersburg'daki Semanovski alayını getirerek bastırabildi.

Moskova çarpışması, 1905 Devriminin en yüksek nok­tasını oluşturur. Bu devrim, yüzlerce kent ve kasabaya, köylülüğün büyük bir kesimine, Kara ve Deniz Kuvvetleri­ne ve ezilen milliyetlere dek yayılmıştı. Bu mücadeleler sırasında dörtbin kişinin öldüğü ve onbin kişinin yaralandığı sanılıyor.

Peki, devrimci önderlik çırağı Jozef Stalin bu fırtınalı günlerde neredeydi? Onun olayların içinde olmadığını göstermek amacıyla düşmanları ve daha sonraları onu eleştirenlerce çok şey yazılmıştır. Lenin, Troçki ve ötekilerin "1905" üzerine yazarken dikkatlerini St. Petersburg ve Moskova, Kara ve Deniz Kuvvetleri içinde olup bitenler üzerinde topladıkları doğrudur. Bütün öteki merkezlerden, genel istatistik bilgilere bağlı olarak ikincil bir biçimde sözedilmektedir. 1938'de yayınlanan Sovyetler Birliği Komü­nist Partisi resmî tarihinde bile durum budur. Hiç kuşku yok ki, Rusya'nın en büyük kentleri olan St. Petersburg ve Moskova, olayların en yoğun olarak meydana geldiği yer­lerdi ve elbette, devrim içinde çalışan belli bir kimsenin faaliyetiyle değil de, esas olarak devrimle ilgilenenler en çok bu kentlere önem verecekler ve en çok bu kilit noktalardaki önderlerle ilgileneceklerdi. Ne var ki, ortalıkta dola­şan söylentiler her zaman güvenilir bir gösterge değildir. Çoğu zaman gerçeğin dışına düşer ve gerçek önderleri açı­ğa çıkaramazlar.

Stalin başkentte bulunmuyordu. Kalabalıkları büyük söylevlerle harekete geçiren bir konuşmacı değildi. 1904 ve 1905 yıllarında St. Petersburg'un yoğun ortamından uzak­ta, daha çok Kafkaslarda bulunuyordu. Ama mücadele 1904 Aralığında Kafkaslarda başlamış ve mücaledelenin en uzun sürdüğü ve en büyük başarıları elde ettiği yer Kafkas­lar olmuştu. Jozef Stalin, sürgünden döner dönmez gizlilik koşullarında çalışmak zorunda kalmıştı. St. Petersburg'daki Ekim grevinden çok önce Stalin, Alvabar basımevinde basılmış ve silâhlı bir ayaklanma için hazırlık çağrısında bulunan bildiriler dağıtıyordu. 15 Temmuz 1905 tarihli Proletariatis Brdzola gazetesinde Stalin'in "Silâhlı Mücade­le ve Taktiklerimiz" başlıklı bir yazısı vardı. Stalin bu gaze­tede Kafkaslarda çoğunlukta olan Menşeviklere karşı sü­rekli bir mücadele yürüttü. 1905 Ekiminde Tiflis yakının­daki Nazdaladevi'deki bir toplantıda bulunan birisinin anı­ları, onun artık bir çırak değil, devrimin bir "kalfası" oldu­ğunu kanıtlıyor.

O anda —diyor anlatıcı— Koba Yoldaş (Stalin) kürsüye çıktı ve din­leyicilere seslendi? "Sizi açıkça uyarmam gereken kötü bir alışkan­lığınız var" dedi. "Kürsüye kim çıkarsa çıksın, ne söylerse söylesin, hepsini yürekten bir alkışla karşılıyorsunuz! 'Yaşasın Özgürlük!' deniyor, alkışlıyorsunuz. 'Yaşasın Devrimi' deniyor, alkışlıyorsu­nuz. Bu elbette çok doğru bir şey. Ama birisi çıkıp da 'Kahrolsun silâhlar' dediği zaman gene alkışlıyorsunuz. Acaba silâhsız bir devrimin basan ya ulaşma şansı olabilir mi? 'Kahrolsun Silahlar!' diye bağıran bir kimse acaba nasıl bir devrimcidir? Bunu söyleyen konuşmacı bir devrimci değil, bir Tolstoycu olsa gerek. Ama neci olursa olsun, bir devrim düşmanıdır, halkın özgürlüğünün düşma­nıdır. ... Kazanmak için gerçekten neye gereksinimimiz var? Üç şe­ye. Bunu İyi kavrayalım ve akıldan çıkarmayalım: Birincisi silâh, ikincisi silâh, üçüncüsü gene silâh."

Bu belki öyle büyük bir konuşma değildi, ama en kalın kafalıların bile anlamazlık edemiyeceği açık bir konuşmay­dı. Stalin 1905 Kasımında Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Par­tisi Kafkasya Federasyonunun Bolşevik Konferansını yöne­tiyordu. Baku, İmeretino-Mingrelyan, Tiflis ve Batum Ko­mitelerinden ve Guria'dan gelmiş delegeler vardı. Guria Sovyeti en iyi sovyetlerden biriydi ve en son bastırılanlar­dan biri olacaktı. O bölgedeki yaşamı birkaç hafta boyunca tamamen denetimi altında tutmayı başarmıştı.

Stalin Aralık ayında Bolşeviklerin Tammerfors'taki (Finlandiya) Tüm Rusya Konferansına katıldı. Lenin'le ilk kez orada tanıştı ve konferansın yönetici politik komitesin­de onunla birlikte çalıştı. Komite, delegelerin bir an önce çalışma alanlarına dönebilmeleri için, çalışmalarını çabuk bitirdi. Lenin St. Petersburg'a gitti, Stalin de Kafkaslara döndü. Yalnızca partideki Bolşeviklerden oluşmasına karşın bu konferans, Stalin'in merkezi konseylere yükselişini be­lirler. O günden sonra Lenin'le arasında sağlam bir bağ kuruldu. Ama Stalin, başında Lenin'in bulunduğu Merkez Komitesinin resmî bir üyesi oluncaya dek yıllar geçecek ve parti içindeki iki kesim iki ayrı bağımsız partiye bölünecek­ti. Artık Stalin, Kafkaslardan ayrılmadığı ya da sürgüne git­mediği halde, devrimci ustanın sadık bir yandaşı olacak ve onunla sürekli bağını koruyarak onun emirlerini o büyük yeteneğiyle sonuna dek yerine getirecekti.

Artık bir önder olmuştu; çetin çıraklık dönemi onu yıldıramamıstı. Tam tersine, onu çelikleştirmiş ve sorunları berrak bir biçimde ortaya koyma yeteneğini ve zorlukların üstesinden gelme gücünü geliştirmişti. İlerdeki daha zorlu mücadelede bü­tün bu niteliklere gereksinimi olacaktı.
Blogger tarafından desteklenmektedir.