MODERN SÖMÜRGECİLİK TEORİSİ
Kapital, Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili
EKONOMİ POLİTİK, biri üreticinin kendi emeğine, diğeri başkalarının emeğinin kullanılması ilkesine dayanan çok farklı türden iki özel mülkiyet şeklini birbirine karıştırmaktadır. Bunlardan ikincisinin yalnızca doğrudan birincisinin antitezi olmakla kalmayıp, mutlaka onun mezarı üzerinde boy attığını da unutmaktadır. Ekonomi politiğin yurdu Batı Avrupa'da, ilkel birikim süreci, aşağı yukarı tamamlanmış bulunmaktadır. Burada, kapitalist rejim, ya doğrudan bütün ulusal üretim alanını egemenliği altına almıştır, ya da ekonomik koşulların henüz tam gelişmediği yerlerde, eski üretim tarzına bağlı olmakla birlikte, yavaş yavaş çözülmekte olan bu üretim tarzıyla yanyana yaşamaya devam eden toplum katlarını hiç değilse dolaylı olarak denetleyecek durumdadır. Gerçekler, ideolojisinin yüzüne ne kadar yüksek sesle haykırırsa, ekonomi politikçi, bu hazır bulduğu sermaye dünyasına, kapitalizm-öncesi dünyadan devraldiği hukuk ve mülkiyet kavramlarını, o kadar büyük bir çaba ve tatlı dillilikle uygulamaktadır. Sömürgelerde durum başka türlüdür. Orada, her yerde; kapitalist rejim, kendi emek koşullarını, kapitalisti değil, kendisini zengin etmek için kullanan üreticinin direnişiyle çarpışmaktadır. Birbiriyle taban tabana karşıt bu iki ekonomik sistem arasındaki çelişki, pratikte, kendisini bir savaşım ile ortaya koyar. Anayurdun gücüne sırtını dayayan kapitalist, üreticinin kendi bağımsız emeğine dayanan üretim ve mülk edinme tarzlarını yolunun üzerinden zorla temizler. Sermaye dalkavuğu ekonomi politikçiyi, anayurtta, kapitalist üretim tarzı ile bunun karşıtının teorik özdeşliğini öne sürmeye zorlayan aynı çıkar düşüncesi, onu, sömürgelerde, bu karşıtlığı itiraf etmeye, iki üretim tarzının uzlaşmaz karşıtlığını yüksek sesle ilân etmeye zorlar. Bu amaçla, emekçiler mülksüzleştirilmeden ve buna uygun olarak üretim araçları sermayeye dönüştürülmeden, emeğin toplumsal üretme gücünün gelişmesinin, elbirliğinin, işbölümünün, geniş ölçüde makine kullanımının vb. olanaksızlığını tanıtlamaya kalkışır. Sözde ulusal zenğinlik adına ve yararına, halkı sefilleştirecek yapay yolların araştırılması peşindedir. İşin burasında, büründüğü o mazur gösterme zırhı, çürümüş ağaç kabuğu gibi parça parça dağılır. E. G. Wakefield'in büyük meziyeti, sömürgeler[71] konusunda yeni bir şey keşfetmesi değil, ama anayurttaki kapitalist üretim koşullarının gerçeğini buralarda keşfetmiş olmasıdır. Himaye sisteminin, başlangıçta,[72] anayurtta yapay olarak kapitalist imal etme girişiminin olması gibi, İngiltere'de bir süre Parlamento yasaları ile yürütülmeye çalışılan Wakefield'in sömürgecilik teorisi de, sömürgelerde, ücretli-işçi imal etmeye yönelmiş bir girişimdi. O, buna, "sistemli sömürgecilik" adını veriyor.
EKONOMİ POLİTİK, biri üreticinin kendi emeğine, diğeri başkalarının emeğinin kullanılması ilkesine dayanan çok farklı türden iki özel mülkiyet şeklini birbirine karıştırmaktadır. Bunlardan ikincisinin yalnızca doğrudan birincisinin antitezi olmakla kalmayıp, mutlaka onun mezarı üzerinde boy attığını da unutmaktadır. Ekonomi politiğin yurdu Batı Avrupa'da, ilkel birikim süreci, aşağı yukarı tamamlanmış bulunmaktadır. Burada, kapitalist rejim, ya doğrudan bütün ulusal üretim alanını egemenliği altına almıştır, ya da ekonomik koşulların henüz tam gelişmediği yerlerde, eski üretim tarzına bağlı olmakla birlikte, yavaş yavaş çözülmekte olan bu üretim tarzıyla yanyana yaşamaya devam eden toplum katlarını hiç değilse dolaylı olarak denetleyecek durumdadır. Gerçekler, ideolojisinin yüzüne ne kadar yüksek sesle haykırırsa, ekonomi politikçi, bu hazır bulduğu sermaye dünyasına, kapitalizm-öncesi dünyadan devraldiği hukuk ve mülkiyet kavramlarını, o kadar büyük bir çaba ve tatlı dillilikle uygulamaktadır. Sömürgelerde durum başka türlüdür. Orada, her yerde; kapitalist rejim, kendi emek koşullarını, kapitalisti değil, kendisini zengin etmek için kullanan üreticinin direnişiyle çarpışmaktadır. Birbiriyle taban tabana karşıt bu iki ekonomik sistem arasındaki çelişki, pratikte, kendisini bir savaşım ile ortaya koyar. Anayurdun gücüne sırtını dayayan kapitalist, üreticinin kendi bağımsız emeğine dayanan üretim ve mülk edinme tarzlarını yolunun üzerinden zorla temizler. Sermaye dalkavuğu ekonomi politikçiyi, anayurtta, kapitalist üretim tarzı ile bunun karşıtının teorik özdeşliğini öne sürmeye zorlayan aynı çıkar düşüncesi, onu, sömürgelerde, bu karşıtlığı itiraf etmeye, iki üretim tarzının uzlaşmaz karşıtlığını yüksek sesle ilân etmeye zorlar. Bu amaçla, emekçiler mülksüzleştirilmeden ve buna uygun olarak üretim araçları sermayeye dönüştürülmeden, emeğin toplumsal üretme gücünün gelişmesinin, elbirliğinin, işbölümünün, geniş ölçüde makine kullanımının vb. olanaksızlığını tanıtlamaya kalkışır. Sözde ulusal zenğinlik adına ve yararına, halkı sefilleştirecek yapay yolların araştırılması peşindedir. İşin burasında, büründüğü o mazur gösterme zırhı, çürümüş ağaç kabuğu gibi parça parça dağılır. E. G. Wakefield'in büyük meziyeti, sömürgeler[71] konusunda yeni bir şey keşfetmesi değil, ama anayurttaki kapitalist üretim koşullarının gerçeğini buralarda keşfetmiş olmasıdır. Himaye sisteminin, başlangıçta,[72] anayurtta yapay olarak kapitalist imal etme girişiminin olması gibi, İngiltere'de bir süre Parlamento yasaları ile yürütülmeye çalışılan Wakefield'in sömürgecilik teorisi de, sömürgelerde, ücretli-işçi imal etmeye yönelmiş bir girişimdi. O, buna, "sistemli sömürgecilik" adını veriyor.
Her şeyden önce Wakefield, sömürgelerde ücretli işçi, kendi özgür iradesi ile kendisini satmak zorunda bulunan başka bir insan yoksa, para, geçim araçları, makineler ve diğer üretim araçları mülkiyetinin, bir adama, henüz bir kapitalist damgası vurmadığını keşfetti. O, sermayenin bir şey olmayıp, şeylerin aracılığı ile kişiler arasında kurulan toplumsal bir ilişki olduğunu keşfetmişti.Bay Peel'in, 50.000 sterlin değerinde üretim ve geçim aracıyla birlikte, İngiltere'den kalkıp, ta Batı Avustralya'da Swan nehrine gitmesine acır. Bay Peel, ayrıca, beraberinde erkek ve çocuk 3,.000 kişilik bir işçi sınıfı götürecek kadar da ileri görüşlüydü. Gideceği yere varınca, "Bay Peel'in yanında, yatağını yapacak ya da nehirden su taşıyacak bir uşak bile kalmamıştı." Zavallı Bay Peel, her şeyi önceden düşünmüştü de, İngiliz üretim tarzlarını Swan nehrine taşımayı akıl edememişti!
Wakefield'in aşağıdaki keşiflerinin anlaşılması için iki noktayı belirtelim: Üretim ve geçim araçlarının, ilk üreticinin mülkiyetinde kaldığı sürece sermaye olmadıklarını biliyoruz. Bunlar, ancak, aynı zamanda, emekçiyi hem sömürme ve hem de boyunduruk altına alma aracı olarak hizmet ettikleri zaman, sermaye halini alırlar. Ama onlardaki bu kapitalist ruh, ekonomi politikçinin kafasında, maddi özleri ile o kadar sıkı sıkıya kaynaşmıştır ki, o, bunlara, her durumda ve hatta tam tersi oldukları zaman bile sermaye adını verir. Bu, Wakefield'de de böyledir. Üstelik: üretim araçlarının, kendi hesaplarına çalışan pek çok bağımsız emekçinin bireysel mülkiyeti halinde parçalanmasına, sermayenin eşit olarak bölünmesi der. Ekonomi politikçinin, feodal hukukçudan farkı yoktur. Bu hukukçu da, salt parasal ilişkilere, feodal hukuğun sağladığı yaftaları yapıştırdı.
"Eğer" diyor Wakefield, "toplumun bütün üyeleri, sermayenin eşit kısımlarına sahip olsalardı ... hiç kimse kendi elleriyle kullanabileceğinden fazla sermaye biriktirme dürtüsüne sahip olmazdı. Toprak sahibi olma tutkusunun, ücretle tutulabilecek bir emekçi sınıfın varlığını engellediği yeni Amerikan sömürgelerinde durum bir dereceye kadar böyledir." Bu nedenle, emekçi, kendisi için biriktirebildiği sürece —bunu, ancak, üretim araçlarının sahibi olarak kaldığı sürece yapabilir— kapitalist birikim ve kapitalist.üretim tarzı olanaksızdır. Bunlar için mutlaka gerekli olan bir ücretli-emekçiler sınıfı bulunmamaktadır. Bu durumda, öyleyse, eski Avrupa'da emekçinin, kendi emek koşullarından yoksun bırakılması, yani sermaye ile ücretli-emeğin birarada varlığı nasıl mümkün oldu? Oldukça özgün türden bir toplumsal sözleşme ile. "İnsanoğlu, sermaye birikimini hızlandırmak için", kuşkusuz Adem'den beri varlığının tek ve son amacı olarak hayalinde beslediği "basit bir yöntemi benimsedi: bunlar kendilerini, sermaye ve emek sahibi olarak ikiye böldüler. ... Bu bölünme, bir uyum ve birleşmenin sonucuydu." Tek sözcükle: büyük insan kitlesi, "sermaye birikimi" onuruna, kendisini mülksüzleştirdi. Şimdi insan, bu fanatikçe kendini yadsıma içgüdüsünün, böyle bir toplum sözleşmesinin hayal alanından gerçek âleme geçirebileceği insanlarla koşulların ancak varolabileceği sömürgelerde, özellikle etkili olabileceğini düşünebilir. Ama eğer öyleyse, kendiliğinden ve düzenlenmemiş ve sömürgeciliğin yerine, onun tam karşıtı olan "sistemli sömürgecilik" niçin gerekli görülüyor? Ama —ama— Amerikan Birliğinin kuzey devletlerinde, halkın onda-birinin bile, ücretli-emekçiler tanımı içine girebileceği kuşkuludur. ... İngiltere'de ... emekçi sınıf halkın büyük kısmını oluşturur."Ayrıca, sermayenin zaferi için, emekçi insanlıkta kendini mülksüzleştirme dürtüsü o kadar azdır ki, Wakefield'e göre, kölelik, sömürgeci zenginliğin biricik doğal temelidir. Ne var ki, o kölelerle değil; özgür insanlarla iş görmek zorunda olduğu için, onun sistemli sömürgeciliği yalnızca pis aller'dir. "Saint Domingo'ya yerleşen ilk İspanyollar, hiç İspanyol emekçi bulamadılar. Ama, emekçi olmaksızın sermayeleri yokolup giderdi ya da en azından, herbirinin kendi elleriyle kullanabileceği küçük küçük parçalara bölünürdü. İngilizlerin kurdukları son sömürgede —Swan River sömürgesi— bu, fiilen böyle oldu: burada, sermayeyi kullanabilmek için gerekli emekçi yokluğundan, büyük bir sermaye, tohum, araç ve hayvan sürüsü yokoldu ve hiç kimse kendi elleriyle kullanabileceğinden fazla sermayeyi elde tutmadı."
Halk yığınlarının topraktan mülksüzleştirilmesinin, kapitalist üretim tarzının temelini oluşturduğunu görmüş bulunuyoruz. Oysa bunun tersine özgür bir sömürgenin temeli şudur: toprağın büyük kısmı hâlâ kamu mülkiyetidir ve bu nedenle her göçmen, daha sonra geleceklerin aynı şeyi yapmalarını engellemeyecek şekilde, bunun bir kısmını özel mülkü ve kişisel üretim aracı haline getirebilir.Hem sömürgelerdeki gönencin ve hem de kökleşliş düşkünlüğün —sermayenin yerleşmesine karşı çıkışın— sırrı, işte buydu. "Toprağın ucuz, herkesin özgür ve dileyen herkesin kendisi için kolayca bir parça toprak edinebileceği yerde, emekçinin üründeki payı bakımdan emek, yalnız pahalı olmakla kalmaz, ne fiyata olursa olsun toplu emek bulmak da güçleşir."
Sömürgelerde emekçinin, üretim araçlarından ve kökleri olan topraktan ayrılmaları diye bir durumun henüz sözkonusu olmaması, ya da tek-tük veya pek sınırlı ölçülerde görülmesinin yanısıra, ne tarım sanayiden ayrılmış ve ne de köylülüğün kırsal ev sanayii yokedilmiştir. Bu durumda, sermaye için iç pazar nereden sağlanacaktır? "Köleler ile bunların, sermaye ile emeği belli işlerde biraraya getiren patronları dışında, Amerikan nüfusunun hiç bir kesimi, yalnızca tarımla uğraşmaz. Topraklarını işleyen özgür Amerikalılar, daha başka birçok işler yaparlar. Kullandıkları eşyalar ile araçların bir kısmını, çoğu zaman kendileri yaparlar. Kendi evlerini çoğu kez kendileri yaptıkları gibi, emeklerinin ürününü de, ne kadar uzak olursa olsun, pazara kendileri götürürler. İplik eğirir, kumaş dokurlar; sabun ve mum yaptıkları gibi, çoğu zaman kendi kullanacakları ayakkabılar ile elbiseleri de kendileri yaparlar. Amerika'da toprağın işlenmesi, çoğu kez, demircinin, değirmencinin ya da bakkalın ikinci bir işidir."Böylesine garip insanlar içinde, kapitalistler için, "perhiz alanı" nerededir?
Kapitalist üretimin büyük güzelliği şuradıdır: yalnız ücretli işçiyi durmadan ücretli işçi olarak yeniden-üretmekle kalmaz, aynı zamanda, sermaye birikimiyle orantılı olarak daima bir nispi ücretli işçi artı-nüfusunu da üretir. Böylece, emeğin arz ve talep yasası doğru çizgi üzerinde tutulur, ücret salınımları, kapitalist sömürü için doyurucu sınırlar içersine alınır ve ensonu, emekçinin kapitaliste toplumsal bağımlılığı, bu vazgeçilmez koşul güvenceye alınmış olur; anayurtta kurnaz ekonomi politikçinin, alıcıyla satıcı arasında, yani aynı derecede bağımsız iki meta sahibi, meta-sermaye sahibi ile meta-emek sahibi arasında serbest bir sözleşme şeklinde gösterdiği bu ilişki, aslında, tam bir bağımlılık ilişkisidir. Ama sömürgelerde bu güzel hayal yıkılır. Burada mutlak nüfus, anayurda göre çok daha büyük bir hızla artar, çünkü pek çok emekçi, bu âleme, hazır yetişmiş insan olarak adımını atar, ama emek pazarı gene de daima gerektiği kadar dolu değildir. Emeğin arz ve. talep yasası, parçalanmıştır. Bir yandan eski dünya, durmadan, sömürmeye ve "perhiz"e susamış sermaye yatırır, öte yandan, ücretli-emekçinin ücretli-emekçi olarak düzenli yeniden-üretilmesi, çok münasebetsiz ve kısmen de aşılamayan engellerle karşılaşır. Sermaye birikimine oranla sayıca daima fazla ücretli-emekçi üretimine ne olmuştur? Bugünün ücretli-işçisi, yarının kendi hesabına çalışan bağımsız köylüsü ya da zanaatçısıdır. Emek pazarından çekilmiştir, ama işevine de girmemiştir. Ücretli-emekçilerin, sermaye yerine kendi hesabına çalışan, kapitalist beyler yerine kendilerini zenginleştiren bağımsız üreticilere sürekli dönüşümü, kendi bakımından, emek pazarının koşulları üzerinde çok olumsuz etkiler yapar. Yalnız ücretli-emekçinin sömürü derecesi, aşırı ölçüde düşük olmakla kalmaz. Ücretli-emekçi bağımlılık ilişkisi ile birlikte, üstelik, perhizci kapitaliste olan bağımlılık duygusunu da kaybeder. İşte size, bizim E. G. Wakefield'in bu kadar yiğitçe, böylesine dokunaklı ve veciz biçimde çizdiği uygunsuzluklar tablosu.
Ücretli-emek arzı, ne sürekli, ne düzenli, ne de yeterlidir diye yakınıyor. "Emek arzı, daima, sadece küçük değil, güvensiz ve belirsizdir de." "Kapitalist ile emekçi arasında bölüşülen ürün büyük olduğu ölçüde, emekçi de o ölçüde büyük bir pay almakta ve o hızla, o da kapitalist olmaktadır. ... Ömürleri uzun olanlardan bile, çok azı, çok büyük ölçüde servet yığabilir." Emekçiler açık bir şekilde, kapitalistin, emeklerinin büyük bir kısmının (sayfa 789) karşılığını vermekten kaçınmasına gözyummuyorlar. Kendi sermayeleri ile Avrupa'dan kendi ücretli-işçilerini getirme kararsızlığı da bir işe yaramıyor. Çok geçmeden, bunlar, "ücretli-emekçi ... olmaktan çıkıyorlar; bunlar ... emek pazarında eski patronlarının karşısına rakip olarak çıkmasalar bile, bağımsız toprak sahibi oluyorlar". Ne facia! Erdemli kapitalistimiz ta Avrupalardan kendi parasıyla kendi rakiplerini getirmiş oluyor! Dünyanın sonu geldi zaten! Tevekkeli değil, Wakefield, sömürgelerde ücretli-işçilerden yana ne bağımlılık kaldı, ne de bağımlılık duygusu diye boşuna yakınmıyor. Cömezi Merivale, yüksek ücretler nedeniyle, sömürgelerde, "daha ucuz ve daha yumuşakbaşlı emekçilere —kapitalistin onlardan emir almak yerine kendi koşullarını zorla kabul ettirebileceği bir sınıfa büyük gereksinme bulunduğunu" söylüyor. "Eski uygar ülkelerde emekçi özgür olmakla birlikte, doğa yasası ile kapitaliste bağımlı idi; sömürgelerde bu bağımlılığın, yapay yollardan yaratılması gerekir."
Şimdi Wakefield'e göre sömürgelerdeki bu kötü durumun sonuçları nedir? Üreticiler ile ulusal servetin, "barbarca parçalanıp dağılması eğilimi".Üretim araçlarının, kendi hesaplarına çalışan sayısız sahipler arasında dağılması, sermayenin merkezileşmesinin yanısıra, bileşmiş emeğin bütün temellerini de yokeder. Birkaç yıl alabilecek ve sabit bir sermaye yatırımı gerektirecek her büyük girişim, yürütülmesi yönünden engellerle karşılaşır. Avrupa'da sermaye bir an bile duraksamadan yatırım yapar, çünkü işçi sınıfı, onun, daima gereğinden fazla, daima emrinde canlı bir ekini, parçasını oluşturur. Ama sömürgeler! Wakefield son derece acıklı bir öykü anlatır. Kanadalı ve New York eyaletinden bazı kapitalistlerle konuşmuştur; buralarda göçmen dalgası sık sık durgunlaşıyor ve bir "fazla" emekçi tortusu bırakıyordu. Melodramın kişilerinden birisi "Bizim sermayemiz", diyor, "tamamlanması epeyce uzun bir zaman alacak pek çok girişimler için hazırdı, ama çok geçmeden bizi bırakıp gidecek işçilerle bu gibi girişimlere başlayamazdık. Bu göçmenleri, burada, işçi olarak alıkoyabileceğimize güvenseydik, bunu, sevinerek hemen ve hem de yüksek bir fiyatla yapardık: ve hatta bunlar bırakıp gitse bile, gerektiğinde yenilerini bulabileceğimizden emin olsaydık, gene bu işlere girişirdik.".
Wakefield, İngiliz kapitalist tarımını ve onun "birleşik" emeğini, Amerikan köylülerinin dağınık tarımçılığı ile karşılaştırdıkdan sonra, farkında olmadan, madalyonun öteki yüzünü de bize gösterir. Amerikan halk kitlesini, hali-vaktinde, bağımsız, girişken ve daha kültürlü olarak betimler, oysa "İngiliz tarım emekçisi sefil bir yaratık, bir dilencidir. ... Tarımda çalışan serbest emeğin ücreti, Kuzey Amerika ile bazı yeni sömürgeler dışında hangi ülkede, emekçinin yalnızca geçimini sağlamasının ötesine geçmiştir? ... Kuşkusuz, İngiltere'de, çiftlik beygirleri, değerli bir mal olarak, İngiliz köylülerinden daha iyi beslenirler." Ama, never mind!Ulusal zenginlik bir kez daha, niteliği gereği, halkın sefaleti ile özdeştir.
Peki öyleyse, sömürgelerin anti-kapitalist kanseri nasıl iyileştirilecektir? Eğer bir darbede, bütün toprak, kamu mülkiyetinden özel mülkiyete dönüştürülmek istenseydi, elbette kötülüğün kökleri, ama onunla birlikte sömürgeler de yokedilirdi. Ustalık, bir taşla iki kuş vurmaktır. Öyleyse, hükümet, bakir topraklara arz ve talep yasasının dışında, göçmenleri, toprak satınalabilecek kadar para kazanması ve kendisini bağımsız bir köylü haline getirebilmesi için uzun bir süre ücretle çalışmaya zorlayacak şekilde yapay bir fiyat biçmeliydi. Toprağın, ücretli-işçilerin yanaşamayacakları bir fiyatla satılmasından, sağlanan fon, yani kutsal arz ve talep yasasının ayaklar altına alınmasıyla, ücretli-emekten sızdırılan bu para ile, hükümet, bu fonla orantılı olarak Avrupa'dan sömürgelere meteliksiz insanlar getirir ve böylece ücretli-emek pazarını kapitalistler için ağzı ağzına dolu bulundurabilirdi. Bu koşullar altında, tout sera pour le mieux dans le meilleur des mondes possibles. "Sistemli sömürgeciliğin" büyük sırrı buydu. Wakefield, "bu planla" diye zafer çığlığı atıyor, "emek arzı sürekli ve düzenli olmak zorundadır, çünkü önce, hiç bir emekçi para kazanmak için çalışmadığı sürece toprak edinmeyeceğine göre, ücret almak için birlikte çalışan bütün göçmen emekçiler, daha fazla emekçi çalıştırılması için çalışmayı bırakan ve toprak sahibi haline gelen her emekçi, toprak satınalmakla, sömürgeye taze emek getirmek için bir fon sağlamış olacaktır.". Devletin koyacağı, toprak fiyatı, kuşkusuz "yeterli bir fiyat" olmalı — yani "emekçiyi, bir başkası emek pazarında yerini dolduruncaya kadar, bağımsız toprak sahibi haline gelmekten alıkoyacak" kadar yüksek bir fiyat olmalıdır. Bu "yeterli toprak fiyatı", emekçinin, ücretli-emek pazarından toprağına çekilmesi için kapitaliste ödediği fidye olarak kullanılan kibarca bir laftan başka bir şey değildir. Emekçinin, önce, kapitalistin daha fazla emekçiyi sömürmesini sağlayacak "sermaye"yi üretmesi gerekiyor; sonra, emek pazarında kendisinden boşalan yeri doldurmak üzere hükümetin eski patronu kapitalist için okyanus ötesinden getireceği locum tenens'in masrafını karşılayacaktır.
İngiliz hükümetinin, Bay Wakefield'in özellikle sömürgelerde kullanılmak üzere önerdiği bu "ilkel birikim" yöntemini yıllardır kullanmış olması, çok karakteristiktir. Uğranılan başarısızlık, kuşkusuz, Sir Robert Peel'in Banka Yasası kadar tam ve kesindi. Göç akını, yalnızca İngiliz sömürgelerinden Birleşik Devletler'e çevrilmiş oldu. Bu arada, Avrupa'da, kapitalist üretimdeki gelişme, artan hükümet baskısıyla birlikte Wakefield'in önerisini gereksiz duruma getirdi. Bir yandan, yıllar yılı Amerika'yı yöneten büyük ve bitip tükenmez insan seli, Birleşik Devletler'in doğu kesiminde, ardında kalıcı bir tortu bıraktı; Avrupa'dan gelen göç dalgası, buradaki emek pazarına, batıya doğru olan göç akınının alıp götürebileceğinden fazla insan getiriyordu. Öte yandan, Amerikan iç savaşı muazzam bir ulusal borç getirmiş ve onunla birlikte vergi baskısı arttığı gibi, aşağılık bir mali aristokrasi doğmuş, demiryollarının, madenlerin vb. sömürülmesi için spekülatör şirketler büyük parçalar halinde kamu topraklarını yağmalamış, kısacası, çok hızlı bir sermaye merkezileşmesi olmuştur. Böylece, bu büyük cumhuriyet, göçmen işçiler için vaadedilen toprak olmaktan çıkmıştır. Ücretlerin düşürülmesi ve ücretli işçilerin bağımlılığı, normal Avrupa düzeyine indirilmekten uzak olmakla birlikte, kapitalist üretim burada dev adımlarıyla ilerlemektedir. İşlenmemiş sömürge topraklarının, Wakefield'i bile isyan ettiren bir utanmazlıkla, hükümet tarafından, aristokratlara ve kapitalistlere peşkeş çekilmesi, özellikle Avustralya'da gold-diggings'in çektiği insan seli ve en küçük zanaatçılarla bile rekabet eden İngiliz meta ithalâtı ile birlikte bol bir "nispi artı-emekçi nüfus" yaratır ve hemen hemen her posta, "Avustralya emek pazarının dolup taştığı" ve fuhşun yer yer Londra'daki Haymarket kadar şehvetle geliştiği konusunda cansıkıcı haberler getirir.
Her neyse, biz, burada, sömürgelerin durumu ile ilgilenmiyoruz. Bizi ilgilendiren tek şey, eski dünyanın ekonomi politiğinin, yeni dünyada keşfettiği ve damların üzerinden ilân ettikleri sırdır: kapitalist üretim ve birikim tarzının ve dolayısıyla kapitalist özel mülkiyetin, temel koşul olarak, bizzat kazanılmış özel mülkiyetin yokolması, bir başka deyişle, emekçinin mülksüzleştirilmesidir.