SANAYİ PROLETARYASI
PROLETARYANIN farklı kesimleri hakkındaki incelememizde sıralama, doğal olarak onun doğuşu öncesinin tarihini izler. İlk proleterler imalatla bağlantılıdırlar; onun tarafından yaratılmışlardır; dolayısıyla imalatta hammaddelerin işlenmesinde çalıştırılanlar, dikkatimizi ilk çekenlerdir. İmalat için hammadde ve yakıt üretimi, yalnızca sınai değişim sonucu olarak önem kazanmış ve yeni bir proletaryayı, kömür ve metal madencilerini yaratmıştır. İmalat, üçüncü olarak tarımı ve dördüncü olarak da İrlanda'yı etkilemiştir; bunların her birine mensup olan proletarya kesimleri, yerlerini buna uygun olarak alırlar. Biz de bir olasılıkla İrlandalılar dışında, çeşitli işçilerin zeka derecelerinin, imalatla ilişkileriyle doğrudan orantılı olduğunu görürüz; görürüz ki, fabrikalarda çalışanlar, kendi çıkarları konusunda en çok aydınlanmış olanlardır, madencilerde bu biraz daha azdır, tarım emekçilerinde hemen hemen hiç yoktur. Ayrıca aynı sırayı sanayi işçileri arasında da buluruz ve sanayi devriminin en yaşlı çocukları olan fabrika işçilerinin, başından bugüne, işçi hareketinin çekirdeğini nasıl oluşturduklarını ve ötekilerin, kendi el sanatları gelişen makinelerce[61*] istila edildiği ölçüde, bu harekete nasıl katıldıklarını görürüz. Böylece İngiltere'nin sunduğu örnekten, işçi hareketinin sınai gelişme hareketine ayak uyduruşundan, manüfaktürün tarihsel önemini kavrarız.
Ne var ki, şimdilerde sanayi proletaryasının hemen tümü harekette yeraldığı için ve farklı kesimlerin durumu, hepsi sınai olduğundan, birçok yönden ortak olduğu için önce sanayi proletaryasının durumunu bir bütün olarak ele alacağız ki daha sonra her ayrı bölümün kendi özelliklerine eğitebilelim.
Manüfaktürün mülkiyeti bir avuç insanın elinde merkezileştirdiği daha önce belirtilmişti. Manüfaktür, büyük sermaye gereksinir; o sermayeyle, küçük iş yapan burjuvaziyi yıkan dev işletmeler kurar; doğanın güçlerini emrine alır ve böylece kol gücüyle çalışan serbest emekçiyi pazarın dışına sürer. İşbölümü, su gücünün ve özellikle buhar gücünün sanayiye uygulanması, ve bir de makineler, geçen yüzyılın ortasından bu yana, dünyayı yerinden oynatan manüfaktürün üç büyük kaldıracı oldu. Küçük ölçekli imalat orta-sınıfı, geniş ölçekli imalat işçi sınıfını yarattı ve orta-sınıfın seçkinle-i ini tahta oturttu, ama yalnızca zamanı gelince daha bir kesinlikle devirmek için. Bu arada, yadsınmaz ve açıklanması kolay bir gerçek, o "eski altın çağlar"ın sayısız küçük ortası sınıf mensubunu imalatın ortadan kaldırdığı gerçeğidir; kimi zengin kapitaliste dönüşmüştür, kimi yoksul işçiye.[62*]
Ne var ki, manüfaktürün merkezileştirici eğilimi bununla kalmıyor. Sermaye gibi nüfus da merkezileşiyor; bu da çok doğal; çünkü imalatta insan, işçi, kullanılması karşılığında fabrikatörün ücret adı altında faiz ödediği bir sermaye parçası olarak görülüyor. Bir imalatçı işletme;[63*] tek bir yapıda çalıştırılan, birbirine yakın yerlerde yaşayan ve makul boyutta bir fabrikanın varolması durumunda kendilerine özgü bir köy oluşturan birçok işçiye gerek duyar. Bu işçilerin bazı gereksinimleri vardır; onların karşılanması için başka insanlar gereklidir; el zanaatı ustaları, kunduracılar, terziler, fırıncılar, marangozlar, taş ustaları çevrede yerleşirler. Köyde yaşayanlar, özellikle daha genç kuşak, fabrika işine alışır, orada nitelikli işçi haline gelir ve ne zaman ki,[64*] ilk fabrika onların hepsini çalıştıramaz olur, o zaman ücretler düşer; bunun sonucu yeni imalatçıların oraya göçüdür. Böylece köy küçük bir kasaba olur ve küçük kasaba geniş bir kente dönüşür. Kent ne kadar büyükse sağladığı yararlar da o kadar büyüktür. Yolları, demiryolları, kanalları olur; nitelikli işçi seçme olanağı sürekli artar; kerestenin, makinelerin, inşaatçıların, makinistlerin götürülmesi gereken kırsal kesimdeki uzak yörelere göre, buralarda, el altında bulunan inşaatçılar ve makinistler arası rekabet nedeniyle yeni işletmeler daha ucuza kurulabilir; kent, alıcıların doluştuğu bir pazar[65*] ve ayrıca hammadde sağlayan ya da mamul mal isteyen pazarlarla iletişim olanağı sunar. İşte büyük imalatçı kentlerin hayret verici hızlı büyüyüşü. Öte yandan kırsal kesimin avantajı, ücretlerin genelde kenttekinden düşük olmasıdır ve bu yüzden kentle kırsal alan sürekli rekabet halindedir; ve avantaj bugün kentte ise, kırsal kesimde yarın ücretler öylesine düşer ki, yeni yatırımlar en kârlı biçimde orada yapılabilir. Ama manüfaktürün merkezileştirici eğilimi bütün gücüyle sürmektedir ve kırsal alanda kurulan her fabrika içinde imalatçı bir kentin tohumunu taşır. Eğer manüfaktürün bu çılgın koşuşturması, bu hızla bir yüzyıl daha sürmesi olanaklı olsaydı, İngiltere’nin her imalatçı yöresi, büyük bir imalatçı kent haline gelir, Manchester'la Liverpool, Warrington'da ya da Newton'da birleşirdi. Nüfusun merkezileşmesi ticarette de aynı biçimde işlediğinden, Hull ve Liverpool, Bristol ve Londra gibi bir ya da iki büyük liman, Büyük Britanya'nın tüm deniz ticaretini kendi tekeline alır.
Ticaret ve manüfaktür en tam gelişmiş biçimlerine bu büyük kentlerde ulaştıkları için, proletarya üzerindeki etkileri de en açık biçimde buralarda gözlenir. Mülkiyetin merkezileşmesi, buralarda en yüksek noktasına ulaşmıştır; eski güzel günlerin ahlakı ve gelenekleri buralarda bütünüyle silinip yokolmuştur; şu Eski Şen İngiltere[66*] sözü buralarda hiçbir anlam ifade etmez hale gelmiştir, çünkü Eski İngiltere'nin kendisine ve atalarımızın öykülerine, belleğimiz artık yabancıdır. İşte bu yüzden, buralarda artık yalnızca bir zengin ve bir yoksul sınıf vardır; çünkü her geçen gün alt orta-sınıf giderek yokolmaktadır. Bu nedenledir ki, eskiden en durgun olan sınıf, artık en hareketli sınıf haline gelmiştir. Bu sınıf bugün, geçmiş zamanların birkaç kalıntısından ve köşeyi dönme heveslisi bir miktar insandan, sanayinin Micawber'larından,[67*] aralarından biri servet biriktirebilse de doksandokuzu iflas etmiş ve yarısı sürekli başarısızlığa uğrayan spekülatörlerden oluşmaktadır.
Bu kentlerde proleterler sonsuz çoğunluğu oluşturur; nasıl geçinirler, büyük kent onlar üzerinde ne tür etkiler yapar, şimdi de onları görelim.
BÜYÜK KENTLER
SONUN başlangıcına ulaşmaksızın ve kentin bitmek kırın başlamak üzere olduğu izlenimini verebilecek bir noktaya erişmeksizin içinde saatlerce dolaşabileceğiniz Londra gibi bir kent, garip bir şeydir. Bu dev merkezileşme, bu iki-buçuk milyon insanın bir noktada yığılması, bu iki-buçuk milyonun gücünü yüz kat artırmıştır; Londra'yı dünyanın ticari başkenti yapmıştır; dev doklar yaratmış ve Thames nehrinin üzerini sürekli olarak örten binlerce tekneyi biraraya getirmiştir. Denizden Londra Köprüsüne doğru çıkarken görülen Thames manzarasından daha etkileyici bir şey bilmiyorum. Yapı yığınları, özellikle Woolwich'ten yukarı doğru her iki yakadaki rıhtımlar, her iki kıyıda, ortada yalnızca dar bir su yolu bırakıncaya dek giderek daha dar aralıklarla demir atmış sayısız gemi, o dar su yolundan birbiri ardınca fırlayıp geçen yüzlerce gemi, bütün bunlar öylesine engin, öylesine etkileyici ki, insan aklını başına toplayamaz, İngiliz toprağına ayak basmadan önce İngiltere'nin yüceliğinin harikaları içinde yiter gider.[68*]
Bütün bunların malolduğu fedakarlıklar ise sonradan görülecektir. Kentin sokaklarında bir-iki gün avarelik ettikten, insan kalabalığı ve sonu gelmez taşıt kuyrukları arasında güçlükle kendimize yol açtıktan, metropolün teneke mahallelerini dolaştıktan sonra, insan ilk kez görür ki, bu Londralılar, kendi kentlerine yığılan uygarlık harikalarını yaratabilmek için en iyi insani özelliklerini feda etmeye zorlanmışlardır; insan görür ki, içlerinde rehavete dalan yüzlerce yetenek, yalnızca birkaçı tam işe yarasın ve başkalarınınkiyle birleşerek çoğalsın diye hareketsiz bırakılmış, bastırılmıştır. Sokaklardaki kargaşada, insanın midesini bulandırıcı, insan doğasını isyan ettirici bir şey var. Her sınıftan, her rütbeden birbirini geçip giden yüzbinlerce kişi, aynı özellikte, aynı yetenekte, mutlulukta aynı çıkarı olan insanlar değil mi? Ve hepsi, eninde sonunda, aynı yolda, aynı şeylerde mutluluğu aramıyor mu? Yine de sanki ortak hiçbir yanları yokmuş gibi, birbirleriyle hiç ilgileri yokmuş gibi birbirlerinin önünden geçiyorlar; sözsüz tek anlaşmaları, karşı karşıya yürüyen kalabalık akıntılarının birbirinin yolunu kesmemesi için, herkesin kaldırımda kendi yakasında kalmasıdır[69*]; bu arada hiç kimse ötekine şöyle bir göz atma onurunu bahşetmeyi düşünmez. Yaban bir kayıtsızlık, herkesin özel çıkarı içinde kendisini duygusuzca yalıtması, bu insanlar sınırlı bir alanda üst üste yığıldığı ölçüde tiksindirici ve rahatsız edici hale geliyor. Bireyin bu yalıtlanmışlığının, bu kendini düşünmeci sığlığın, bugün her yerde toplumumuzun temel ilkesi olduğunun ne ölçüde bilincinde olursak olalım, bu, hiçbir yerde, burada, büyük kentte olduğu kadar utanmazca gerçek yüzünü ortaya koymuş, bu kadar kendi ayrımında olmuş değildir. İnsanlığın atomlarına ayrılışı, her biri kendi ilkesine[70*] sahip bir atomlar dünyası, burada aşırının en aşırısına varmış görünüyor.
Toplumsal savaş, herkesin herkese karşı savaşımı da bu yüzden, burada açıkça ortaya dökülmüş bulunuyor. Stirner'in son kitabındaki[71*] gibi, insanlar birbirlerini yalnızca yararlı nesneler gibi görüyorlar; her biri ötekini sömürüyor ve sonuç şu ki, güçlü, güçsüzü ayağının altında eziyor, ve güçlü bir avuç kişi, kapitalistler, her şeye kendileri için el koyuyorlar, zayıf çoğunluğa, yoksullara, varlığını sürdürmesi için pek az şey kalıyor.
Londra için geçerli olan, Manchester, Birmingham, Leeds için bütün büyük kentler için geçerli. Her yerde bir yandan barbarca bir kayıtsızlık, katı bir bencillik, öte yandan adı konmamış bir sefalet, her yerde toplumsal bir savaş; herkesin evi bir çembere alınmışlık içinde; her yerde yasa koruması altında karşılıklı yağmalama; ve bütün bunlar öylesine utanmazca, öylesine açıktan ki, kendisini burada apaçık ortaya koyan toplumsal durumun sonuçlarından insan ürküyor ve bu çılgın dokunun hâlâ birarada durabilmesinden hayrete düşüyor.
Sermaye, geçim ve üretim araçlarının doğrudan ve dolaylı denetimi — bu toplumsal savaşımın yürütüldüğü silah olduğuna göre, böyle bir durumun bütün dezavantajlarının yoksulun sırtına bineceği apaçıktır. O, kimsenin umurunda değil. Girdabın içine itilmiş, elinden geldiğince çabalıyor. İş bulma mutluluğuna erişmişse, yani burjuvazi onun sırtından zengin olma lütfunu ona bahşetmişse, kendisini bekleyen ücret, ruhuyla bedenini birarada tutmasına ucu ucuna yetecek bir ücret. İş bulamazsa, polisten korkmadıkça çalabilir, ya da aç kalır ki, o zaman polis, bunu rahatsızlık vermeyecek[72*] bir biçimde yapmasına özen gösterir. Benim İngiltere'de kaldığım süre içinde, en azından yirmi-otuz kişi, en isyan ettirici koşullar altında, açlıktan öldü ve olaydaki açık gerçeği gözler önüne serecek biçimde açıkça konuşma cesaretini gösterebilecek bir jüri pek çıkmadı. Tanıkların ifadesi ne kadar açık ve kesin olursa olsun, jüriyi oluşturan burjuvazi, korkunç yargıdan, açlık nedeniyle ölmüştür yargısından kaçabilmek için, her zaman bir arka kapı buldu. Burjuvazi bu olaylarda gerçeği konuşmaya cesaret edemez, çünkü kendini suçlamış olur. Oysa doğrudan olmaktan çok, dolaylı biçimde, birçok kişi, açlık sonucu ölmüştür; çünkü, uzunca bir süre doğru-dürüst gıda alamamak öyle bir güçsüzlük yaratmıştır ki, başka türlü olsa açığa çıkmayacak olan nedenler, öldürücü ciddi bir hastalık getirmiştir.[73*] İngiliz emekçiler buna "toplumsal cinayet" diyorlar ve tüm toplumumuzu bu suçu sürgit işlemekle suçluyorlar. Haksızlar mı?
Doğru, açlıktan ölümler yalnızca tek-tük, ama yarın sıranın kendisine gelmeyeceği konusunda, emekçinin ne güvencesi var? Ona kim çalışma güvencesi veriyor; şu ya da bu nedenle patronu ya da ustası yarın onu işten çıkarırsa, onun eline bakanlarla birlikte, birileri "kendisine ekmek verinceye" kadar yuvarlanıp gidebileceğine kim kefil oluyor? Çalışmaya istekli olmanın iş bulmaya yeteceğini, dürüstlüğün, çalışkanlığın, verimliliğin ve burjuvazinin salık verdiği öteki erdemlerin gerçekten mutluluğa giden yol olduğunu kim temin ediyor? Hiç kimse. O biliyor ki, yalnızca bugün elinde bir şey var; elinde avucunda yarın bir şey olup olmayacağı kendisine bağlı değildir. O biliyor ki, her esinti, patronun her kaprisi, işlerdeki her kötü gidiş, kendisini, yalnızca geçici olarak kurtardığı girdaba onu yeniden fırlatıp atabilir ve orada başını suyun üstünde tutmak güçtür, hatta çoğu zaman olanaksızdır. O biliyor ki, bugün geçinecek birkaç kuruşu olsa da yarın olacak mı olmayacak mı belli değildir.
Şimdi, toplumsal savaşımın, mülksüz sınıfı getirip oturttuğu konumu, biraz daha ayrıntılı olarak inceleyelim. Toplumun yaptığı iş karşılığında emekçiye konut, giyim-kuşam, gıda olarak ne ödediğini, toplumun ayakta durmasına en çok katkıda bulunanlara ne tür bir geçim olanağı bahşettiğini görelim; ve ilk olarak konutu ele alalım.
Her büyük kentte, işçi sınıfının üstüste yığıldığı bir ya da daha çok kenar mahalle var. Doğrudur, yoksulluk çoğu zaman zenginlerin saraylarına yakın arka sokaklarda oturur; ama genelde, ona ayrı bir toprak parçası ayrılmıştır; orada o, mutlu sınıfların gözünden uzakta, yapabildiği ölçüde ayakta kalmaya çabalar durur. Bu kenar mahalleler ise İngiltere'nin büyük kentlerinde birbirine oldukça denk biçimde düzenlenmiştir — kentlerin en kötü mahallelerindeki en kötü evler; genelde uzun bir sıra üzerine dizilmiş, tek ya da iki katlı, kiminin konut olarak kullanılan bodrumu da bulunan, çoğunca kural-dışı yapılmış kulübelerdir.[74*] Üç-dört oda bir mutfak olan bu evler, Londra'nın bazı kesimleri hariç, tüm İngiltere'de bir baştan öteki uca işçi sınıfı evidir. Sokaklarda genelde kaldırım yoktur, inişli-yokuşlu, pis, çöp ve hayvan pisliği doludur; kanalizasyon ya da atık su kanalı yoktur; tam tersine yollar durgun, pis su birikintileriyle kaplıdır. Ayrıca kötü, karmakarışık yapılanma nedeniyle semtin hava akımı engellenmiştir; ve buralarda küçük bir alanda birçok insan birarada yaşadığı için, bu emekçi mahallelerinin nasıl bir havası olduğu kolaylıkla tahmin edilebilir. Dahası, sokaklar iyi havalarda çamaşır kurutmak için kullanılır; evden eve ip gerilir ve ıslak çamaşırlar asılır.
Şimdi bu kenar mahallelerin bazılarını sırayla inceleyelim. Önce Londra[75*] ve Londra'da da St. Giles'in, en sonunda artık içinden bir çift geniş caddenin geçirileceği[76*] ünlü kenar mahallesi [rookery].[77*] St. Giles, kentin en yoğun nüfuslu kesiminin tam göbeğindedir; Londra'nın zevk düşkünleri dünyasının aylaklık ettiği geniş, ışıklı bulvarlarla çevrilidir; Oxford caddesinin, Regent caddesinin, Trafalgar alanının ve Strand'in hemen yanı başındadır. Yüksek üç-dört katlı yapıların çarpık bir yığınıdır; dar, eğri-büğrü, kirli sokakları vardır; geniş caddelerdeki canlılık kadar canlılık o sokaklarda da görülür; bir farkla ki, o sokaklarda yalnızca işçi sınıfı insanları dolaşır. Sokaklarda pazar kurulur; içi doğal olarak çürümüş ve kullanılamayacak kadar kötü sebze ve meyvelerle dolu küfeler, kaldırımları daha da geçilmez hale getirir; bunlardan da, balıkçıların tablalarından da iğrenç bir koku yayılır. Evler bodrum katından tavanarasına kadar işgal edilmiştir; içi-dışı pistir; görünüşleri öyledir ki, hiçbir insan onların içinde yaşamayı isteyebilemez. Ama bunlar gene de iyi. Bir de sokaklar arasındaki daracık geçitlerin ya da evler arasındaki üstü örtülü pasajların açıldığı ev bloklarının baktığı avlulardaki pislik ve zar-zor ayakta duran harabeler her türlü tanımın ötesindedir. Camı olan bir pencere bulmak kolay değildir; duvarlar dökülmektedir; kapı-pencere çerçeveleri sağlam değildir, kırıktır; tahtaları eski olan kapılar birbirine çivilenmiştir, ya da bu hırsızlar semtinde, çalacak bir şey olmadığı için kapıya gerek olmayan bu semtte, tamamen kaldırılıp atılmıştır. Her yanda çöp ve kül yığınları vardır; kapıların önüne dökülen sıvı atıklar, çok kötü kokular yayan birikintiler halinde durur. Buralarda yoksulun da yoksulu, en düşük ücret alan işçiler hırsızlarla ve fahişeliğin mağdurlarıyla,[78*] ayrım gözetmeksizin karmakarışık yaşarlar; çoğunluk İrlandalı ya da İrlanda kökenlidir ve kendilerini çevreleyen ahlak çöküntüsünün girdabına henüz düşmemiş, ama her gün biraz daha gerileyen, yoksulluğun, pisliğin ve kötü çevrenin ahlak bozucu etkisine direnme gücünü her gün biraz daha yitirenlerdir.
Ama Londra'nın tek kenar mahallesi St. Giles değildir. O engin sokak ağı içinde, insana yaraşır bir konut için hâlâ ödeyebileceği parası olanların yaşayamayacağı evlerin sıralandığı yüzlerce ve binlerce ara sokak ve blok evlerle çevrili avlu vardır. Zenginlerin o şahane evlerine çok yakın yerlerde böylesi bir rezilce yoksulluğun gizlendiği mahalleler rahatlıkla bulunabilir. Örneğin, geçenlerde, kuşkulu bir ölüm olayıyla ilgili olarak soruşturma memurunun yaptığı inceleme sırasında, çok saygın yerlerden biri olan Portman Square'in olduğu yörede, "yoksulluk ve pisliğin demoralize ettiği birçok İrlandalının" oturduğu ortaya çıktı. Long Acre vb. gibi, sosyetik olmasa da gene de "saygın" caddelerde de, bodrum katlarından sıska çocuklarla, çullar içinde yarı-aç kadınlar gün ışığına çıkarılabilir. Londra'nın ikinci tiyatrosu olan Drury Lane tiyatrosunun hemen yanı başında, metropolün en kötü sokakları olan Charles, King ve Park sokaklarındaki evler bodrumdan tavan arasına kadar yoksul ailelerce işgal edilmiştir. Journal of the Statistical Society'nin bir yazısına göre, 1840'ta, St. John ve St. Margaret kiliseleri mıntıkasında[79*] 5.294 "konutta" (eğer konut denebilirse bunlara!) yaş ve cinsiyet ayırmaksızm tıka-basa doldurulmuş kadın, erkek, çocuk tam 5.366 işçi ailesi, 26.830 kişi oturuyordu; bu ailelerin dörtte-üçünün yalnızca birer odası vardı. Aristokrat St. George kilisesi mıntıkasında, Hanover Square'de aynı kaynağa göre, 1.465 işçi ailesi, yaklaşık 6.000 kişi, benzer koşullar altında yaşıyordu; orada da ailelerin üçte-ikisi, her bir aile, yalnızca bir odada yaşıyordu. Hırsızların bile çalacak bir şeylerini bulamadığı bu talihsizlerin yoksulluğunu peki mülksahibi sınıf, yasal yollardan nasıl sömürüyor? Drury Lane'de biraz önce sözü edilen o iğrenç konutlarda iki bodrum katı haftada 3 şilin,[80*] giriş katında bir oda 4 şilin, ikinci katta 4 şilin 6 peni, üçüncü katta 4 şilin, tavan arası 3 şilin bedelle kiraya veriliyordu. Böylece Charles sokağının aç kiracıları, konut sahibine yılda 2.000 sterlin[81*] ve Westminster'de, biraz önce anılan 5.366 aile yılda 40.000 sterlin ödüyor.[10]
En geniş işçi sınıfı mahallesi Tower'ın doğusunda Whitechapel ve Bethnal Green'dedir; Londra'daki işçilerin büyük bölümü buralarda yaşar. Bethnal Green'de kendi kilise mıntıkasındaki insanların hangi koşullar altında yaşadığını St. Philip's kilisesi vaizi bay G. Alston'dan dinleyelim:
"Yörede 1.400 ev var; 2.795 aile yaşıyor. Toplam 12.000 nüfus. Bu kadar büyük nüfusun yaşadığı alan 400 yard kareden (1.200 fit) daha az; dört-beş çocuklu bir karı-kocanın bazan büyükbaba ve büyükanneyle birlikte, on-oniki ayak karelik bir odada yaşıyor olması hiç de ayrıksın bir durum değil. Aynı odayı hem yemek için, hem çalışma için de kullanıyorlar. Londra piskoposu, Bethnal Green'in durumuna kamunun dikkatini çekinceye dek, West End[82*], Güney Denizindeki adalar ya da Avustralya'nın yaban yöreleri hakkında ne kadar bilgiye sahip idiyse, kentin bu en yoksul yöresi hakkında da o kadar bilgiye sahip olduğuna inanıyorum. En yoksul olanı ve ödüllendirilmesi gerekeni gerçekten bilmek istiyorsak, kapılarının mandalını çevirip içeri girmeli ve onları o kıt yemeklerini yerken görmeliyiz; onları hastayken ve işsizken görmeliyiz; bunu Bethnal Green gibi yanı başımızdaki bir mahallede her gün yaparsak, bizim gibi bir ulusun izin vermekten utanç duyması gereken yoksulluk ve sefaletin nasıl bir şey olduğunu yakından anlayacağız. En ciddi üretim bunalımı sırasında üç yıl boyunca Huddersfield yakınlarındaki bir kilisenin rahibiydim; Bethnal Green'deki yoksulun tepeden tırnağa tükenmişliğini oralarda o zamanbile görmedim. Tüm mahallede on aileden birinin babasının bile, iş giysisi dışında bir giysisi yoktur; o da lime limedir; gece uyurken üstüne örttüğü tek örtü de odur; üzerinde yattığı da bir torba saman ya da talaştan daha iyi değildir."[11]
Bu tanımlama, konutların iç görünümü hakkında bir fikir veriyor. Bir de ara sıra yolu, bu işçi evlerine düşen İngiliz resmî görevlilerini izleyelim.
Surrey soruşturma memuru bay Carter'ın, bir ölüm olayıyla ilgili olarak 14 Kasım 1843 tarihinde 45 yaşındaki Ann Galway'in cesedi üzerinde yaptığı incelemeyle ilgili olarak gazeteler şu bilgileri veriyor.[12] Kadın, eşi ve ondokuz yaşındaki oğluyla birlikte Londra'da Bermondsey sokağı 3 numaradaki White Lion Court'ta küçük bir odada kalıyordu. Odada ne karyola vardı ne de başka bir eşya. Kadın, oğlunun yanıbaşında bir tüy yığınının üstünde, yarı çıplak bir biçimde ölü yatıyordu; üstüne tüyler serpiştirilmişti; ne bir yatak örtüsü ne bir çarşaf vardı; tüyler kadının vücuduna öylesine yapışmıştı ki adli tabip, tüyler ayıklanmadan, cesedi incele-yemedi; incelediği zaman da açlıktan öldüğünü ve vücudunun fare ısırıklarıyla dolu olduğunu gördü. Odanın bir köşesindeki taban tahtası kırılıp koparılmıştı ve aile o kırık yerdeki deliği hela olarak kullanıyordu.
15 Ocak 1844 Pazartesi günü iki erkek çocuk, açlıktan ölmek üzere oldukları için bir dükkandan yarı pişmiş dana bacağını çalıp hemen yedikleri için yargıç[83*] önüne çıkarıldılar. Yargıç sorunu biraz daha derinlemesine araştırma gereğini duymuş ve polis memurundan şu ayrıntılı bilgileri almıştı: İki çocuğun annesi daha sonra polislik yapan eski bir askerin dul eşiydi; kocasının ölümünden sonra dokuz çocuğuna bakmakta çok güçlük çeker olmuştu. Kadın, Pool's Place, Quaker Court, Spitalfields'deki 2 nolu evde müthiş bir yoksulluk içinde yaşıyordu. Polis memuru eve gittiği zaman kadını çocuklarından altısıyla, küçük bir arka odada, sözün gerçek anlamıyla hepsi birbirine sokulmuş durumda bulmuştu; odada oturulacak yeri olmayan eski iki hasır iskemle, iki bacağı kırık küçük bir masa, kırık bir bardak ve küçük bir tabaktan başka hiçbir şey yoktu. Ocakta ateşe benzer bir şey görünmüyordu; bir köşede de bir kadının önlüğünü dolduracak kadar eski-püskü kumaş parçaları vardı; tüm ailenin yatağı buydu. Yatak kılığı olarak, pejmürde gündelik kılıklarından başka bir şeyleri yoktu. Zavallı kadın, önceki yıl, yiyecek alabilmek için karyolasını satmak zorunda kaldığını söyledi. Yiyecek sağlamak için yatak takımını bir lokantacıya rehin etmişti. Kısacası her şey, yiyecek bulmak için gitmişti. Yargıç, yoksullar fonundan kadına önemlice miktarda bir para ödenmesini emretti.
Şubat 1844'te, 26 yaşındaki hasta kızıyla birlikte oturan, 60'hk dul Theresa Bishop'a, yardım için Marlborough sokağındaki mahkemeye başvurması salık verildi. Kadın Grosvenor Square Browk sokağı 5 numaralı evde, bir heladan daha büyük olmayan bir arka odada yaşıyordu; odada hiçbir eşya yoktu. Bir köşede, ana-kızın üstünde uyudukları paçavralar yığılıydı; bir sandık, hem masa, hem iskemle olarak kullanılıyordu. Anne, gündelikçiliğe giderek birkaç kuruş kazanıyordu. Ev sahibi, ana-kızın Mayıs 1843'ten beri böyle yaşadıklarını, sahip oldukları her şeyi yavaş yavaş ya sattıklarını ya rehin ettiklerini, ve şimdiye dek hiç kira ödemediklerini söyledi. Yargıç, yoksullar fonundan 1 sterlin ödenmesine karar verdi.[13] >
Londra'daki tüm emekçilerin, yukardan beri anlattığım üç aile gibi yaşadıklarını savlıyor değilim. Çok iyi biliyorum ki, bir kişinin toplumun ayakları altında çiğnendiği yerde, on kişi, şöyle ya da böyle daha iyi yaşıyor; ama, binlerce çalışkan ve —Londra'nın tüm zenginlerinden daha değerli ve daha saygıdeğer— değerli insanın, kendilerini insana yakışmayan koşullar içinde bulduklarını vurgulamak ve her proleterin, ayrımsız her insanın, hiçbir suçu olmaksızın her tür çabayı göstermesine karşın, aynı yazgının kurbanı olabileceğini vurgulamak istiyorum.
Ama tüm bunlara karşın, bir tür başını sokacak yer bulabilenler, bütün bütün evsiz-barksız olanlarla karşılaştırıldığında talihli sayılırlar. Londra'da her sabah ellibin kişi, akşam başını nereye yaslayacağını bilmeksizin uyanıyor. Bunların içinde en şanslı olanlar da her büyük kentte bol bol bulunan pansiyonlardan [lodging-house] birinde bir yatak kiralayabilmesine elverecek bir ya da iki peniyi akşama kadar elinde tutabilenlerdir. Ama yatak da ne yatak! Bu evler, bodrumdan tavan arasına kadar her odada dört, beş, altı yatakla dolup taşar; içine ne kadar yığılırsa o kadar iyidir. Her yatağa dört, beş, altı kişi, ne kadar olabilirse o kadar, tıkıştırılır; hasta ya da sağlıklı, genç ya da yaşlı, sarhoş ya da ayık, kadın ya da erkek, geliş sırasına göre, ayrım yapmaksızın yataklara tıkıştırılırlar. Sonra itiş-kakış, yumruklaşma, yaralama ve eğer bu yatak arkadaşları uyuşursa çok daha kötüsü sökün eder; hırsızlığın bini bir paradır ve dilimiz eylemimizden daha insancıl hale geldiği için yazmaya elimizin varmadığı daha birçok şey... Ya bir de böyle bir sığınma yeri için ödeyecek parası olmayanlar? Onlar nerede kıvrılacak bir köşe bulurlarsa orada, yeraltı geçitlerinde, kemeraltlarında, köşelerde, polisin ve mülksahiplerinin kendilerine dokunmadığı yerlerde kalırlar. Bir avuç insan özel hayırsever derneklerinin işlettiği sığınma evlerinde, kimileri de kraliçe Victoria'nın pencerelerinin altına yakın parklardaki banklarda uyurlar. Londra'nın Times gazetesine kulak verelim:
"Marlborough sokağı sulh mahkemesindeki duruşmaya ilişkin olarak dün sütunlarımıza yansıyan haberden anlaşılıyor ki, her gece parklarda ağaç altında ya da nehir kıyısındaki setin kovuklarında ortalama 50 kişi birbirine sokulup uyuyor. Bunların çoğu genç kızlardır; taşradaki askerler tarafından baştan çıkarılmış ve dostsuz bir yoksulluğun perişanlığı ve erken yaştaki her türlü pisliğin ve fuhuşun içinde dünyaya salıverilmişlerdir.
"Bu gerçekten korkunç! Her yerde yoksul var! Yoksulluk her tarafa sızacak ve o korkunç haliyle büyük ve lüks bir kentin göbeğine gelip oturacak. Çok nüfuslu bir metropolün binlerce dar, yan sokağında, korkarız, gözebatandan daha çok, günışığına çıkandan daha çok sefalet her zaman olacaktır.
"Ama zenginliğin, zevkin ve modanın çevresinde, St. James'in hükümdarca büyüklüğünün yakınında, Bayswater'ın görkemli güzelliğinin burnu dibinde, eski ve yeni aristokrat mahallelerin sınırları içinde, modern dizaynın ihtiyatlı inceliğiyle, tek bir yoksul evi yaratmaktan sakındığı bir mahallede, zenginliğin yalnızca keyfini çıkarmasına adanmış bir mahallede ihtiyaçlar ve açlık ve hastalık ve fuhuş, kendisiyle akraba olan her türlü dehşet verici yönleriyle orada insanı ve ruhunu tüketerek kol geziyor!
"Gerçekten çok canavarca bir durum! Dört-dörtlük bir keyif, bedenin huzuru, entelektüel heyecan, ya da insanın özlemini karşılayacak daha masum hazlar, tükenmek bilmez bir sefaletle orada yakından temasa geliyor. Zenginlik, şatafatlı salonlardan yoksunluğun bilinmeyen yaralarına kahkahalarla gülüyor — küstahça bir kahkaha! Haz kabaca ama bilinçsizce aşağıdan yükselen inleyişlerle alay ediyor! Birbirine karşıt her şey birbiriyle alay ediyor — kışkırtan ve kışkırtılan kötülük dışında, birbirine karşıt her şey!
"Ama tüm insanlar şunu anımsamalı ki, tanrının yeryüzündeki cennetinin bu en zengin kentinin en şahane mahallelerinde, her gece, her kış, açlıktan, pislikten ve hastalıktan çürüyen —genç ama— günahta ve acı çekmede yaşlı, toplumdan dışlanmış kadınlar bulunabilir. İnsanlar bunu anımsamalı ve oturduğu yerde ahkam kesmek yerine harekete geçmeyi öğrenmelidir. Tanrı bilir ya, şimdilerde yapacak çok şey var."[84*]
Evsizlerin barındığı sığınma evlerinden sözetmiştim. Bu evlerin ne kadar aşırı ölçüde kalabalık olduğunu iki örnek gösterebilir. Yukarı Ogle sokağında yeni yapılan, her gece 300 kişiyi barındırabilecek kapasitede bir sığınma evine,[85*] açıldığı tarih olan 27 Ocak 1844'ten 17 Mart 1844'e kadar olan süre içinde, bir gece ya da daha fazla kalmak üzere 2.740 kişi geldi. Mevsim giderek düzeldiği halde, gerek bu sığınma evine, gerek Whitecross sokağı ile Wapping'deki sığınma evlerine başvurular hızla artıyordu; öyle ki, büyük bir evsizler yığını da yer olmadığı için geri çevriliyordu. Playhouse Yard'daki bir başka sığınma evinde, Merkez Sığınma Evinde, her gece için ortalama 460 yatak bulunduğu halde, 1844'ün ilk üç ayı boyunca orada 6.681 kişi kaldı ve 96.141 parça ekmek dağıtıldı. Yine de müdürler kurulu, Doğu Sığınma Evinin de açıldığı bir sırada[14] yoksullardan gelen istemi, sınırlı ölçüde de olsa karşılamaya başladığını ilan etti.
Londra'dan ayrılalım ve üç krallığın öteki büyük kentlerini sırayla inceleyelim. Önce, Londra'nın denizden yaklaşırkenki görünümü ne kadar etkileyici ise, denizden bakınca görünüşü o kadar sevimli olan Dublin'i alalım. Dublin Körfezi, Britanya Adalar Krallığının tümündeki en güzel körfezdir; hatta İrlandalılar onu Napoli Körfeziyle bir tutarlar. Kentin kendisi de çok çekicidir; aristokrat mahalleler de herhangi bir Britanya kentindekinden çok daha iyi ve zevkli düzenlenmiştir. Ama sanki bunu dengelemek içinmişçesine, Dublin'in yoksul mahalleleri dünyadaki en berbat, en itici mahallelerdir. Doğru, bazı belli koşullarda, kendini ancak pislik içinde rahat hisseden İrlandalı karakterinin de bunda payı vardır; ama İngiltere'yle İskoçya'daki her büyük kentte de binlerce İrlandalı olduğuna ve her yoksul nüfus adım adım aynı kirliliğe batmak durumunda olduğuna göre, Dublin'in sefilliğinin, Dublin'e özgü olması sözkonusu değildir; tüm büyük kentlerin ortak yönüdür. Dublin'in yoksul mahalleleri çok, ama çok geniştir; pislik ve evlerin oturulabilir türden olmayışı ve sokakların ihmal edilmişliği hiçbir tanımlamanın anlatamayacağı ölçüdedir. Düşkünler Yurdu müfettişinin[86*] raporuna göre, 1817 yılında Barrack sokağında toplam oda sayısı 390 olan 52 evde 1.318 kişinin, ona yakın olan Church sokağında ve çevresinde toplam oda sayısı 393 olan 71 evde 1.997 kişinin yaşamış olması, yoksulların buralara nasıl tıkıştırıldığı konusunda bir fikir verebilir; ve bir de şu satırları okuyun:
"Bu sokakla çevredeki öteki sokakların arasında pis dar sokaklar, iç bahçeler, avlular yeralmaktadır. ... Birçok bodrumun kapıdan başka ışık alacak yeri yoktur. Bu bodrumların bazısında, her ne kadar bunların çoğunda karyola varsa da insanlar toprak tabanda yatar. ... Nicholson apartmanında ... 28 küçük dairede 151 kişi kalır ... durumları çok sefilcedir, tüm apartmanda yalnızca iki karyola ile iki battaniye bulunmaktadır."
Dublin'de yoksulluk öylesine yaygın ki, biricik yardım kurumu olan Mendicity Association[87*] günde 2.500 kişiye, yani nüfusun yüzde l'ine yardım yapıyor; gün boyunca onları kabul ediyor, karınlarını doyuruyor ve akşam vakti gönderiyor.
Dr. Alison benzer bir durumu anlatıyor; modern Atina sanını kazandıran şatafatlı görünümlü Edinburgh'da New Town'daki tantanalı aristokrat semtle Old Town'daki pisliğin, sefilliğin ve yoksulluğun birbirine ters düştüğünü belirtiyor. Alison bu geniş mahallenin, Dublin'in en kötü mahalleleri kadar pis ve dehşet verici olduğunu yazıyor; orada da Mendicity Association'ın yardım için, İrlanda başkentindeki kadar yüksek oranda yoksul bulacağını söylüyor. Alison, İskoçya'daki ve özellikle Edinburgh'la Glasgow'daki yoksulların, Britanya İmparatorluğunun başka yöreleri içinde en kötü durumda bulunanlar olduklarını ve en yoksul olanların İrlandalılar değil, İskoçyalılar olduğunu savlıyor. Edinburgh'daki Old Church adlı kilisenin vaizi Dr. Lee, Din Eğitimi Komisyonununde 1836'da yaptığı tanıklıkta şunları söylüyor':
"Evinde hiçbir eşyası, hiçbir şeyi bulunmayan insanların yaşadığı bu kilise mıntıkasındaki sefalet yoğunluğunu şimdiye dek hiçbir yerde görmedim. Sık sık, aynı odayı iki evli çiftin paylaştığına tanık oldum. Bir günde yedi evi dolaştım; hiçbirinde yatak yoktu, bazılarında hasır bile yoktu. 80 yaşındaki insanların tahta döşeme üzerinde yattığını gördüm. Birçok kişi, gündüz giydiği giysisiyle uyuyordu. Geleli henüz birkaç ay olmuş, bodrumda yaşayan iki İskoç aileyi örnek gösterebilirim. Geldiklerinden bu yana iki çocukları öldü; görünen o ki, üçüncüsü de ölmek üzere. Ailelerden birinin, bir köşede bir parça kirli hasırı vardı, bir başka köşede öteki aileninki. Oturdukları yerde, öğle saatinde, lamba olmaksızın insan yüzünü seçmek olanaksızdı. Bir köşede bir katır duruyordu. Böyle bir ülkede böyle bir sefalet yığınağını görmek, en katı yüreklinin bile kalbini sızlatır."
Edinburgh Medical and Surgical Journal'da[88*] Dr. Hennen de benzer durumları rapor ediyor. Bir parlamento raporundan[89*] açıkça anlaşılıyor ki, Edinburghlu yoksulların konutlarında bu koşullarda beklendiği üzere temizlikten eser yoktu. Karyolaların başlığında geceleri tavuklar tünüyor, insanlar konutlarını köpekler ve atlarla paylaşıyorlar; doğal sonuç, insanı serseme çeviren bir kötü koku, pislik ve fare sürüleri. Edinburgh'un imar planı, bu çirkin koşulları, olabildiğince teşvik ediyor. Old Town, bir tepenin iki yamacına kurulu; tepenin en üst noktası boyunca kentin ana yolu uzanıyor. Bu ana yolun iki yanında aşağılara doğru birçok dar, ve pek fazla dönemeçli olduğu için wynd[90*] denen dolambaçlı sokaklar uzanıyor ve bu wyndler kentin proleter mahallesini oluşturuyor. İngiltere'de, olabildiği ölçüde, her ailenin ayrı bir evi varken,[91*] İskoç kentlerinde evler, genelde Paris'teki gibi beş-altı katlı yapılar. Bu yüzden de insanlar sınırlı bir alan içinde daha da sıkış-tıkış oturuyorlar.
Bir İngiliz dergisinde,[92*] kentlerdeki emekçilerin sağlık koşulları hakkındaki bir makalede "evler" deniyor, "çoğu zaman birbirine o kadar yakın ki, insanlar, bir evin penceresinden, karşıkinin penceresine geçebilirler; evler, kat üstüne kat, o kadar yüksek ki, ışık, aşağıdaki avluya güçlükle ulaşabilir. Kentin bu mahallesinde ne lağım vardır, ne evlerin özel helaları; o yüzden de en azından ellibin kişinin dışkısı ve öteki çöpler gece boyunca yollardaki yağmur suyu kanallarına atılır ve (çöpçülerin günlük çabalarına karşın) bir yandan bir pislik yığını olarak, bir yandan yaydığı pis kokuyla, hem sağlığa karşı aşırı ölçüde tehdit oluşturur, hem koku ve görünümüyle rahatsızlık vericidir. Böyle yerlerde sağlığın, ahlakın, karşılıklı nezaketin yeri olmayışına şaşmak gerekir mi? Hayır. Buralarda oturanların özel koşullarını bilen herkes ciddi hastalıklarının, yaygın sefaletlerinin ve ahlak çöküntülerinin tanığıdır. Bu mahallelerde toplum, tanımlanamaz ölçüde adiliğe ve sefilliğe gömülmüştür. ... Yoksul sınıfların evleri genelde çok pistir; anlaşılan herhangi bir temizlik yüzü görmemiştir; ev dediğimiz, çoğu zaman tek odadan ibarettir; havalandırması kötüdür, ama kasasına iyi oturmayan kırık pencereler yüzünden gene de soğuktur; bazan rutubetlidir ve bir kesimi yer düzeyinin altındadır; içinde genel olarak pek az eşya bulunur, çoğu da rahat değildir; hasır yığını yatak işlevini görür; tüm aile, erkek, kadın, yaşlı, genç, isyan ettirici bir karışıklık içinde birbirine sokularak yatar. Su, yalnızca sokak çeşmesinden sağlanır ve o suyu almanın güçlüğü, insanları her türlü rezilliğe zorlar."
Öteki büyük liman kentlerindeki görünüm de daha iyi değildir. Tüm ticaretine, zenginliğine ve görkemine karşın Liverpool, işçilerine aynı barbarlığı reva görür. Nüfusun beşte-biri, yani 45.000'i aşkın insan dar, karanlık, rutubetli, havasız bodrumlarda yaşar; kentte böyle 7.862 bodrum var. Bunların yanısıra bir avlu çevresinde dört bir yandan yükselen 2.270 yapı var; bunlar küçük yerleşim yerleridir, giriş kapısı tektir — dar, üstü kemerli[93*] pasajdır; tamamı sıradan, çok kirli ve özel olarak proleterlerin oturduğu yerler. Manchester'a vardığımızda bu tür yapılar hakkında daha çok şey söyleyeceğiz. Bristol'da bir vesileyle, 2.800 aile ziyaret edilmiştir;[15] bu ailelerin yüzde 46'sına, aile başına yalnızca tek oda düşmekteydi.
Fabrika kentlerinde de durum aynı. Nottingham'da toplam 11.000 ev var; bunlardan 7.000 ya da 8.000 kadarı, sırt sırta yapılmış evler; arada tek duvar var, o yüzden gerçek bir havalandırma olanaklı değil; çoğunlukla birçok eve tek hela düşer. Kısa süre önce yapılan bir araştırma, bu ev dizilerinden birçoğunun çok alçak lağım kanalları üzerine kurulduğunu ve kanalları yalnızca giriş katı taban tahtalarının kapattığını ortaya çıkardı. Leicester'de, Derby'de ve Sheffield'da durum daha iyi değil. Artisan dergisinden yukarıya alman makale Birmingham hakkında da şöyle diyor:
"Kentin daha eski mahallerinde birçok kötü sokak ve yapı var; bunlar kirlidir, ihmal edilmiştir, su birikintileriyle ve çöp yığınlarıyla doludur. Birmingham'da ev blokları çoktur, her yöne doğru yayılmıştır; sayıları 2.000'i geçer; emekçi sınıfların geniş bir kesiminin evi bu bloklardadır. Çoğu dardır, pistir, havalandırması kötüdür, lağım tesisatı berbattır; her bir blok sekizle yirmi arasında evi içerir; evler bir başka eve karşı kurulmuştur ve blokun sonunda genelde külhan vb. bulunur; külhanın pisliği tanımlanabilir gibi değildir. Ama daha modern zamanlarda ev bloklarının daha rasyonel bir biçimde yapıldığını ve özenli tutulduğunu söylemek de hakkaniyet gereğidir; ve kulübe türünden küçük evler, hatta eski ev bloklarında bile, Manchester ve Liverpool'dakilerden daha az kalabalıktır; bunun sonucu, yalnızca birkaç mil ötedeki Wolyerhampton'a, Dudley'e ve Bilston'a bakışla buralarda oturanları, salgın hastalık dönemlerinde ölüm daha az ziyaret etmektedir. Birmingham'da bodrum katları da bilinmez; pek azı, yersiz biçimde atelye olarak kullanılmıştır, sıradan pansiyon evler epey çoktur (şöyle böyle 400'den fazla); çoğu kent merkezi yakınındaki ev blokları içindedir; hemen her zaman insanın içini kaldıracak kadar pis ve basıktırlar; dilenciler, serseriler,[94*] hırsızlar ve orospular buralarda barınır; hiçbir incelik taşımayan ya da karşısındakini dikkate almayan bir tutumla bu insanlar burada, ayaktakımının ve sarhoşların dışında kimsenin tahammül edemeyeceği bir hava içinde yerler, içerler ve uyurlar."
Glasgow, aynı wynd sokakları, aynı yüksek evleriyle birçok yönden Edinburgh'a benzer. Artisan, bu kent için şu gözlemleri yapıyor:
"Burada nüfusun (yaklaşık 300.000 kişi) yüzde 78 kadarı işçi sınıfındandır ve kentin sefillikte, St. Giles'in ya da Whitechapel'in en kötü dış mahallelerini, Dublin'in dış mahallelerini ya da Edinburgh'un wyndlerini geride bırakan mahallelerinde yaşıyor. Bu mahalleler en çok, kentin göbeğindedir — Trongate'in güneyinde ve Tuzpazarınm batısında, aynı zamanda kentin ana caddesinden hemen sonra Calton'da vb.'dir. Daracık sokakların ya da wyndlerin sonu gelmez dar sokak labirentlerinde hemen her adımda eski, havalandırması kötü, kule gibi yükselen konut bloklarıyla karşılaşılır; evler neredeyse un-ufak dökülmektedir; suyu yoktur; her katında üç-dört aile (yaklaşık 20 kişi) oturur; bazan her daire pansiyon olarak kiraya verilir ki o zaman her odaya 15-20 kişi tıkıştırılır — yerleştirilir demeye cesaret edemiyoruz. Bu mahallelerde nüfusun en yoksul, en yoksun ve en değersiz kesimi oturur ve bu insanlar, yıkıcı etkilerini Glasgow'un tümüne oralardan yayan bulaşıcı hastalıkların verimli kaynağı sayılabilir."
Şimdi de el dokumacılarının durumunu araştıran hükümet komiseri J. C. Symons'ın, kentin bu kesimini tanımlayan ifadelerine kulak verelim:[95*]
"İnsanın, en kötüsünden alçalışını hem İngiltere'de, hem yurtdışında daha önce görmüştüm, ama Glasgow'un wyndlerini ziyaret edinceye dek, uygar bir ülkede böylesine pislik, suçluluk, sefalet ve hastalık olabileceğine inanmamıştım. Düşük nitelikli pansiyon-evlerde her iki cinsten ve her yaştan on, oniki, bazan yirmi kişi, şu ya da bu ölçüde çıplak biçimde, yerde karmakarışık uyuyorlar. Pisliği, rutubeti ve haraplığı açısından düşünülünce, buralar genel olarak insanların atlarını bile bağlamayacakları yerlerdir."[16]
Ve bir başka yerde:
"Glasgow'un wyndleri, 15.000'le 30.000 arasında dalgalanan bir nüfusu barındırır. Bu kesim birçok dar sokaktan ve dört köşe konut bloklarından oluşur; her blokun orta yerinde bir dışkı dağı vardır. Gerçi bu blokların dış görünümü insanın içini kaldıracak türdendir, ama, gene de içerde onca pisliği ve sefaleti bulacağımı düşünememiştim. Gece ziyaret ettiğimiz bu yatak odalarından bazısında biz [yani polis müfettişi Miller ve Symons] tahta döşemeye yayılmış bir insan yığını bulduk. Çoğu zaman 15'le 20 arasında insan, kadın ve erkek, bazıları giyinik, bazıları çıplak, karmakarışık uyuyorlardı. Yatakları, paçavrayla karışık küflü hasır yığınıydı. Odalarda hemen hemen hiçbir eşya yoktu. Bu kovuklara, bir konut görünümü veren tek şey ocaktaki ateşti. Bu insanların esas gelir kaynağı hırsızlık ve fahişelik. İmparatorluğun ikinci kentindeki bu Augean ahırlarını,[96*] bu kötü ruhların toplanma yerini, bu suç, pislik ve salgın hastalık yumağını temizleme zahmetine kimse katlanmıyor. Öteki kentlerin en sefil mahallelerinde yapılan en ayrıntılı incelemeler bile, Glasgow'un bu mahallelerinde yoğunlaşan en berbat ahlaksal kötülüğün, fiziksel çöküşün ve aşırı kalabalığın yarısı kadar olsun kötü sayılabilecek bir bulgu ortaya çıkarmadı... Glasgow'un bu kesimindeki evlerin çoğunu Esnaf Mahkemesi harap ve oturulamaz buldu — ama ağzına kadar insan taşan evler de işte bunlar, çünkü yasa gereği bu evlerden kira talep edilemiyor."
Britanya Adalarının merkezindeki büyük imalat yöresi, yoğun nüfusla Batı Yorkshire ve Güney Lancashire, birçok fabrika kentiyle, sanki öteki büyük imalat merkezlerine hiçbir şey bırakmamış gibidir. Yorkshire'da West Riding yün yöresi gözalıcı bir bölgedir; güzel yeşil tepeler beldesidir; tepe dizileri batıya doğru yükseldikçe daha engebeli hale gelir; en yüksek dizi Blackstone'dur; İrlanda Deniziyle Alman Okyanusu arasındaki havzayı oluşturur. Leeds ve Calder topraklarının yanısıra Manchester-Leeds demiryolunun içinden geçtiği Aire vadileri, İngiltere'nin en albenisi olan topraklarıdır; her yanına-yöresine fabrikalar, köyler, kasabalar serpilidir. Lancashire'ın kararmış tuğla yapılarına bakışla, buralardaki yüzeyi düzeltilmemiş gri taşlardan yapılan evler çok zarif, zevkli ve temiz görünür; onlara bakmak bir zevktir. Ama kentlerin içine girince keyiflenecek çok az şey bulursunuz. Artisan'ın[97*] tanımladığı ve benim de kendi incelemem sırasında doğruluğunu gördüğüm gibi Leeds "kentin içinde bir-buçuk mil[98*] kadar kıvrıla kıvrıla geçen ve karlar eridiğinde ya da yoğun yağışlarda taşan Aire nehrine inen bir yamaçta uzanır. Yüksek ya da batı kesimleri, böylesine büyük bir kent için temiz sayılmalıdır; ama nehre ya da nehre dökülen derelere ve çaylara yakın olan aşağı mahalleler pistir, kapalıdır ve kendi içlerinde sakinlerinin, özellikle küçük çocukların yaşamlarını kısaltıcı yerlerdir. Bunlara bir de aşağı mahallelerin Kirkgate, Marchlane, Cross sokağı ve Richmond yolu gibi, kaldırmışız, süzgeçsiz, çarpık yapılanmış, bol konut bloku olan ve çıkmaz sokakh, temizliği özendirecek en basit araçlardan yoksun sokaklarını ekleyin, işte o zaman, bu talihsiz pislik ve sefalet yuvalarındaki ölüm fazlalığının nedenleri yeter açıklığıyla ortaya çıkar. ... (Ayrıca eklemeli ki, sanayinin emrindeki bütün öteki nehirler gibi kentin bir ucundan temiz ve duru giren, öteki ucundan koyu, kara, pis ve her türlü atık kokarak çıkan) Aire nehrinin su taşkınları nedeniyle, konutlar ve bodrumlar pek de seyrek olmayan aralıklarla öylesine su altında kalır ki, sel suyu el pompalarıyla sokağa pompalanır; kanalizasyon olan yerlerde bile böyle zamanlarda sel suları lağım kanalları yoluyla bodrumlara[99*] doluşur; kükürtlü hidrojen ve mikrop yüklü bir hava yaratır; geride insan sağlığı için aşırı tehlike yaratan iğrenç bir pislik birikintisi bırakır. Gerçekten de 1839 baharındaki sel mevsiminde lağım akımının yarattığı etkiler öylesine öldürücüydü ki, kuzey bölgesi nüfus memurluğu, o yörede üç ölüm olayına karşılık iki doğum olayı bildirildiğini açıkladı; oysa tüm öteki yörelerde iki ölüm olayına karşılık üç doğum olayı bildirilmişti." Nüfusu fazla öteki yörelerde hiçbir lağım kanalı yok ya da bir üstünlük sağlamaya yetmeyecek ölçüde yetersiz. "Bazı sıra-evlerde, bodrumlar nadiren rutubetsiz;" bazı mahallelerde birçok sokak bir fut derinliğinde cıvık çamurla kaplı. "Oralarda oturanlar zaman zaman kürek kürek kül dökerek bu sokakları boş yere onarmaya çalışırlar; ama gene de gübre, atık-su, vb. rüzgar ya da güneş tarafından kurutuluncaya kadar çukurlarda kalır...[100*] Leeds'de sıradan bir kulübenin oturumu beş yard kareyi aşmaz; genelde bir mahzen, bir oturma odası ve bir yatak odasından oluşur. Bu küçücük evlerin gece-gündüz insan kalabalığıyla ağzına kadar dolu oluşu, oralarda oturanların ahlakı kadar sağlığı için de bir başka tehlikedir."
Bu kulübelerin ne kadar kalabalık olduğuna, yukarda alıntıladığımız[101*], emekçi sınıfların sağlığı hakkındaki rapor tanıklık ediyor:
"Leeds'de erkek ve kız kardeşler, her iki cinsten pansiyon kiracıları, evin ana-babasıyla birlikte aynı yatak odasını paylaşırlar ve düşünmesi bile insanı ürperten sonuçlar ortaya çıkar."
Leeds'den yalnızca yedi mil ötede, birçok vadinin kesiştiği bir noktada bulunan Bradford da küçük, kömür karası, kötü kokulu bir akarsuyun iki yakasına kurulmuştur. Hafta içinde kasabayı, kömür dumanının gri bulutu sarar-sarmalar; ama bir pazar gününün açık havasında çevre tepelerden bakıldığında kasabanın görünümü muhteşemdir. Kasabanın içinde ise Leeds'deki aynı pislik ve rahatsızlık hüküm sürer. Kasabanın daha eski olan mahalleleri dik bir yamaca kurulmuştur, dardır ve düzensizdir. Sokaklarda, ara sokaklarda ve konut bloklarında pislik ve debris[102*] tepecikleri görülür; evler haraptır, pistir, acınacak durumdadır; nehrin hemen yakınında ve aşağıda vadinin tabanında, giriş katı yamacın içine yarı yarıya gömülmüş, terkedilmiş birçok ev gördüm. Zaten genel olarak, üstüne emekçilerin yüksek fabrikalar arasında kulübelerinin yerleştiği vadi tabanı kesimleri tüm kasabanın en kötü yapılmış, en pis mahalleleri arasında yeralıyor. Başka her fabrika kentinde olduğu gibi bu kentin de daha yeni mahallelerinde kulübeler sıralar halinde daha düzgün yapılıyor; ama alışılan işçi evi bulma yöntemlerinin sonucu olan ve Manchester'ı konuşurken özellikle değineceğimiz berbatlıklar ve kötülükleri bu daha yeni mahallelerdeki evler de paylaşıyor. Aynı şeyler West Riding'in geri kalan kasabaları için, özellikle de Barnsley, Halifax ve Huddersfield için de doğru. Yorkshire ve Lancashire'daki fabrika kentleri arasında, gözalıcı konumu ve modern mimarisi nedeniyle en güzeli olduğu halde, Huddersfield de kendi kötü mahallesine sahip. Bir hemşehriler toplantısında kasabayı incelemek üzere seçilen bir komitenin 5 Ağustos 1844'te verdiği rapora göre:
"Huddersfield kasabasının içinde kaldırım taşı döşenmemiş, kanalizasyonu ve süzgeci olmayan yollar, yan yollar ve alanlar bulunması herkesin diline düşmüş bir gerçek; her türden çöp ve pislik, kokuşması ve çürümesi için yola bırakılıyor; neredeyse her yerde durgun su birikintileri var; birbirine bitişik evler daha kötü ve hatta daha pis bir görünüm içinde; böylece' buralarda hastalık üretiliyor ve tüm kasabanın sağlığını tehdit ediyor."[17]
Blackstone Edge'i katedersek ya da trenle geçersek, İngiliz manüfaktürünün başyapıtını gerçekleştirdiği, tüm işçi hareketinin ve özellikle, ana kenti Manchester olan Güney Lancashire işçi hareketinin yükseldiği bu klasik topraklara gireriz. Bir kez daha karşımızda, havzadan batıya, İrlanda Denizine doğru tatlı bir eğimle inen, Ribble, Irwell ve Mersey nehirlerinin ve onlara ulaşan suların sevimli vadileriyle güzelim bir yayla var. Yüz yıl önce, az nüfuslu ve bataklık olan bu topraklar şimdi köyler ve kasabalarla kaplanmış; artık İngiltere'nin en yoğun nüfuslu şeridi. İngiliz manüfaktürünün başlangıç noktası ve merkezi Lancashire ve özellikle Manchester'dır. Manchester Borsası ticaretteki tüm dalgalanmaların ısı-ölçeridir. Modern manüfaktür sanatı Manchester'da yetkinliğe erişmiştir. Güney Lancashire'ın pamuklu sanayisinde, doğa güçlerinin sanayiye uygulanması, el emeğinin yerini makinelerin (özellikle mekanik dokuma tezgahı ve otomatik mekik) alması ve işbölümü en üst noktasındadır; bu üç öğeyi modern manüfaktürün karakteristikleri olarak kabul edersek, itiraf etmeliyiz ki, pamuklu sanayisi, başından bugüne kadar bütün öteki sanayilerin önünde olmuştur. Modern manüfaktürün işçi sınıfı üzerindeki etkileri de zorunlu olarak en katışıksız ve yetkin biçimde burada gelişmek durumundadır ve manüfaktür proletaryası da kendini tam klasik yetkinliğinde, burada göstermek durumundadır. Buhar enerjisinin sanayiye uygulanmasının, makineleşmenin ve işbölümünün emekçiyi içine düşürdüğü aşağılanma ve proletaryanın bu aşağılanma durumundan çıkma çabaları da aynı biçimde, burada en üst noktasına çıkmak ve en açık bir biçimde bilince çıkarılmak durumundadır. Manchester, modern imalatçı kentin klasik biçimi olduğuna göre, ve ben birçok Manchesterhya göre bu kenti kendi doğduğum kentten çok daha iyi bildiğim için, burada biraz daha uzun bir süre kalacağız.
Manchester'ı çevreleyen kasabalar, emekçi mahalleleri açısından, kent merkezinden pek az farklılık gösterir; tek fark bazı yerlerde, işçi sınıfının, kasaba nüfusunun daha geniş bir kesimini oluşturmasıdır. Bu kasabalar, tümden sanayi kasabalarıdır ve bütün ticari işlerini Manchester aracılığıyla yürütürler; buralar, her bakımdan Manchester'a bağımlıdırlar ve bu yüzden yalnızca işçilerle küçük tüccarların[103*] yerleşim yeridir; Manchester nüfusunun önemlice bir kesimi ise tüccardan, özellikle şirket temsilcilerinden ve "saygın" perakende ticaret erbabından oluşur. Bu çerçevede Bolton, Preston, Wigan, Bury, Rochdale, Middleton, Heywood, Oldham, Ashton, Stalybridge, Stockport, vb., her ne kadar hemen hepsi otuz, elli, yetmiş, doksan bin nüfuslu kasabalarsa da neredeyse bütünüyle yalnızca fabrikalar, iki yakasında dükkanlar bulunan birkaç ana cadde ve boylu boyunca fabrikatörlerin villa türü evleriyle bahçelerinin uzandığı birkaç yolla ayrılan büyük emekçi mahalleleridir. Kasabalar ise çirkin konut bloklarıyla, yollarıyla, arka sokaklarıyla kötü ve düzensiz kurulmuştur; kömür dumanı kokar; buraların yaygın yapı malzemesi olan bir zamanlar parlak kırmızı olan tuğlalar zamanla siyahlaşmış, donuk bir renge dönüşmüştür. Bodrum-evler buralarda yaygındır; her nerede olabilirse orada, toprak düzeyinin altındaki bu inler yapılmıştır ve nüfusun önemli bir bölümü oralarda yaşar.
Bu kasabaların Prestonla Oldham'dan sonraki en kötüsü, Manchester'ın onbir mil kuzeybatısındaki Bolton'dur. Birbirini izleyen ziyaretlerimde gözleyebildiğim kadarıyla, kasabanın tek bir, o da çok pis bir ana caddesi vardır: Deansgate. Cadde pazar yeri olarak da hizmet görür; fabrikalar hariç, iki yanında tek ya da iki katlı alçak yapılar olduğu halde, en iyi havada bile karanlık, çekiciliği olmayan bir çukurdur. Her yerde olduğu gibi burada da kasabanın daha eski olan mahallesi özellikle harabedir ve sefil bir görünümü vardır. Kasabanın içinde, insanı, acaba bir dere mi yoksa uzun bir durgun su birikintisi mi kuşkusuna düşürecek koyu renkli bir dere akar ve onsuz da zaten temiz olmayan havanın kirlenmesine kendince katkıda bulunur.
Bir de Stockport var; Mersey nehrinin Cheshire yakasındadır, ama gene de Manchester'ın manüfaktür bölgesine bağlıdır. Stockport, Mersey boyunca uzanan dar bir vadi içindedir; o yüzden sokaklar bir yandan hayli dik bir yamaçtan aşağı doğru uzanır ve öte yandan aynı ölçüde dik bir yamaçtan yukarı tırmanır. Bu arada Manchester-Birmingham demiryolu kasabanın ve tüm vadinin üstünde yüksek bir viyadükten geçer. Stockport tüm yörede en karanlık, en dumanlı yer olarak bilinir; gerçekten de özellikle viyadükten bakıldığı zaman son derece kasvetlidir. Ama daha da kasvetli olanı işçi sınıfının kulübeleriyle bodrum-evleridir; bu evler, uzun diziler halinde, kentin her yanında, vadinin tabanından tepenin doruğuna kadar uzanır. Bu yörenin başka herhangi bir kasabasında, bu kadar çok sayıda bodrumun ev olarak kullanıldığını gördüğümü anımsamıyorum.
Stockport'un birkaç mil kuzeydoğusunda, bölgedeki en yeni fabrika kasabalarından biri olan Ashton-under-Lyne vardır. Kasaba, alt başından bir kanal ve Tame nehri geçen bir tepenin yamacındadır ve genelinde, daha yeni, daha düzenli bir plana göre kurulmuştur. Yamaç boyunca birbirine koşut beş ya da altı sokak uzanır; bunları, daha başka sokaklar dik olarak kesip vadiye doğru iner. Nehir ve kanalın yakın oluşu, fabrikaların hepsini, bacalarından kara duman püskürterek yoğun olarak doluştukları vadiye çekmiş olmasaydı bile, bu yöntemle, fabrikalar asıl kasabanın dışında tutulmuş olacaklardı. Bu düzenleme nedeniyle Ashton, birçok başka fabrika kasabasına göre çok daha sevimli bir görünüme sahiptir; sokaklar daha geniş ve daha temizdir; kulübeler yeni, parlak kırmızı ve rahat görünmektedir. Ama köy-tipi işçi evlerinin yapımındaki modern sistemin de kendine göre dezavantajları var; her sokağın gizli bir arka aralığı var; dar patikalarla geçilen o arka aralık pek pis oluyor. Kasabanın girişindeki birkaç evin dışında, gerçi 50 yıldan daha eski olabilecek herhangi bir ev görmedim ama, Ashton sokaklarında bile kulübeler bozulmaya başlamış; evlerin köşesindeki tuğlalar yerinden oynuyor, duvarlarda çatlaklar var, evlerin içindeki badana tutmuyor; pis, duman-kirlisi görünümlü sokaklar, yöredeki öteki kasabalardan hiç farklı değil; yalnızca bir fark var, bu durumun Ashton'da kural değil istisna olması.
Doğuya doğru bir mil ötede, gene Tame nehri üzerinde Stalybridge kasabası var. Ashton tarafından gelen bir gezgin, tepeyi aştığı zaman, yukarıda sağlı-sollu, ortalarında villa benzeri evler olan çok hoş, geniş bahçelerle karşılaşır. Evler genelde Elizabeth üslubunda yapılmıştır; Anglikan kilisesi, Papalık Roma Katolik Kilisesine göre ne ise Elizabeth üslubu da gotik üsluba göre odur. Yüz adım daha atın, Stalybridge vadide kendini gösterir; o güzel evlerle taban tabana zıttır, hatta Ashton'un mütevazı kulübeleriyle bile taban tabana zıttır! Stalybridge, Stockport vadisinden bile dar, kıvrım-kıvrım bir koyak içinde uzanır. Koyağın iki yakasını düzensiz kulübeler, öteki evler ve fabrikalar işgal etmiştir. Daha kasabaya girer girmez gördüğünüz ilk kulübeler dardır, duman yüzünden kirlidir, eski ve yıkıktır; öteki evler de öyledir, tüm kasaba da öyledir. Dar vadi tabanında birkaç sokak vardır; çoğu çaprazlamasına, karmakarışık, tepe yukarı, yokuş aşağı uzanır; hemen hemen tüm evlerde, yamaç nedeniyle, giriş katı yarıya kadar toprağa gömülüdür; bu karmakarışık yapı tarzının ne kadar çok sayıda konut blokuna, arka yola, kuytu köşeye yolaçtığı, yürüyerek dolaşırken kasabayı tepeden kuş bakışı görünce anlaşılır. Bütün bunlara insanı sarsacak pisliği ekleyin, çevresinin hoş görünümüne karşın Stalybridge'in itici etkisi kafanızda hemen biçimlenecektir.
Küçük kasabalar hakkında bu kadarı yeter. Her birinin kendine göre özellikleri var, ama genelde, emekçi halk o kasabalarda, Manchester'daki gibi yaşar. Şimdiye dek bu kasabaların özellikle ve yalnızca kendine özgü yapılanmalarını ortaya koydum; gördüm ki, Manchester'daki emekçi nüfusun içinde bulunduğu koşullara ilişkin daha genel gözlemler, bu çevre kasabalar için de geçerlidir.[104*]
Manchester, en uçtaki doruğu[105*] Oldham olan ve oradan bu tarafa doğru Kersallmoor'a, bir zamanlar yarış alanı ve bu kentin Mons Sacer'i[18] olan sıradağların güney yamacında kurulmuştur. Asıl Manchester, Irwell nehrinin sol yakasında, bu nehirle daha küçük iki akarsu Irk ve Medlock arasında, bunların Irwell'e karıştıkları yerde kurulmuştur. Irwell'in sağ yakasında, nehrin keskin bir dönüş yaptığı yerde Salford, biraz daha ilerde batıya doğru Pendleton vardır; Irwell'den kuzeye doğru Yukarı ve Aşağı Broughton uzanır; Irk'den kuzeye doğru Cheetham Hill, Medlock'un güneyinde Hulme, daha doğuda Chorlton on Medlock, daha da ilerde Manchester'ın epey doğusunda Ardwick vardır. Tümü yaygın olarak Manchester diye bilinir, nüfusu yaklaşık 400 bindir, fazlası var eksiği yok. Kent, öyle garip kurulmuştur ki, kişi kendini işi ve eğlence gezintileriyle sınırlarsa, bu kentte yıllarca yaşasa da, her gün sokağa çıksa da emekçi mahalleleriyle hatta işçilerle bile karşı karşıya gelmeyebilir. Bunun başlıca nedeni, dile getirilmemiş bilinçsiz bir uzlaşmayla olduğu kadar, söze dökülmüş bilinçli bir kararlılıkla da emekçi halkın mahalleleri, orta sınıf için ayrılan kent mahallelerinden bıçakla keser gibi ayrılmıştır, bunun olmadığı yerlerde de yardımseverliğin örtüsü ile gizlenmiştir. Manchester'ın tam orta yeri herhalde yarım mil uzunlukta bir o kadar genişlikte, oldukça büyük hir ticaret merkezidir; bürolar ve depolar buradadır. Bu merkezin hemen hemen tümündeki yapılar konut olarak kullanılmaz, o nedenle de geceleri ıssızdır; dar sokaklarında geceleri yalnızca gecebekçileriyle polis memurları dolaşır, ellerinde koyu renk fenerleriyle. Kent merkezini, bir uçtan ötekine, birkaç ana yol keser; bu yollarda yoğun trafik vardır ve yapıların giriş katlarında parlak mağazalar sıralanır. Bu ana caddelerdeki yapıların üst katlarında oturulmaktadır ve gece geç vakitlere kadar buralarda hayat vardır. Bu ticaret bölgesi dışında, tüm asıl Manchester, tüm Salford ve Hulme, Pendleton ve Chorlton'un büyük bir kısmı, Ardwick'in üçte-ikisi ve Cheetham Hill'in ve Broughton'un tek ev dizileri, hepsi, karışıksız emekçi halk mahalleleridir; ticaret merkezinin çevresinde ortalama bir-buçuk mil boyunca uzanan bir kuşak gibidir. Dışarda, bu kuşağın ötesinde üst ve orta-burjuvazi yaşar; orta-burjuvazi emekçi mahallelerin hemen yakınında düzenli biçimde yapılmış caddelerde, özellikle Chorlton'da ve Cheetham Hill'in alt mahallelerinde oturur; üst burjuvazi Chorlton'da ve Ardwick'de ya da Cheetham Hill'in rüzgarlı tepelerinde, Broughton'da ve Pendleton'da yani daha uzak yerlerde, bahçeli, villa tipi rahat ve hoş evlerde, kır havasını içlerine çekerek özgürce yaşarlar; yoldan her çeyrek ya da yarım saatte bir, kent merkezine giden otobüsler geçer. Ve düzenlemenin en incelikli yanı odur ki, bu para aristokrasisinin mensupları, kendi işyerlerine, bütün o emekçi mahallelerinin ortasındaki kısa yoldan, sağda-solda gizlenmiş iç karartıcı sefaletin ortasında olduklarını görmeksizin geçerek gidebilirler. Çünkü borsadan başlayarak tüm yönlere doğru kent dışına uzanan ana yolların iki yakasında da hemen hemen hiç kesintisiz mağazalar vardır; bunlar, kendi çıkarı için bu mağazaları nezih ve temiz tutan ve buna özen gösterebilecek olan orta ve alt-burjuvazinin elindedir. Doğru, bu mağazaların, hemen arkalarındaki mahallelerle bir ilişkisi vardır; ticaret ve rezidans merkezlerindekiler iç karartıcı işçi konutlarını gözden saklayan bu mağazalardan daha zarif ve hoşturlar; ama bunlar gene de midesi güçlü, sinirleri zayıf olan zengin erkek ve kadınların gözünden, onların zenginliğini[106*] oluşturan sefaleti ve kiri gizlemeye yeter. Böylece örneğin Eski kiliseden doğruca güneye uzanan Deansgate caddesinin iki yanında önce imalathaneler ve depolar, ondan sonra ikinci sınıf mağazalar ve birahaneler vardır; biraz daha güneye doğru, ticaret merkezinin dışına çıkınca mağazalar daha az çekici hale gelir, daha derbederdirler ve birahanelerle meyhaneler daha sıklaşır; yolun güney ucuna doğru daha da ilerledikçe dükkanların görünüşü, müşterilerinin yalnızca işçiler olabileceğine hiç kuşku bırakmaz. Borsadan güneydoğuya uzanan Market sokağı da böyledir; ilkin en iyisinden tantanalı mağazalar, üst katlarda saymanlık büroları ve depolar; devamında, muhteşem otelleri ve depolarıyla Piccadilly; daha da ilerleyin, Medlock nehri yakınında fabrikalarıyla, birahaneleriyle ve daha mütevazı burjuvazi ve emekçi nüfus için mağazalarıyla London Road;[107*] ve o noktadan itibaren daha zengin tüccarların ve imalatçıların geniş bahçeli villaları. Manchester'ı bilen herhangi bir kişi, böylece, ana yolun görünümüne bakarak yakındaki mahallenin nasıl bir şey olduğunu kestirebilir, ama sokağa bakarak gerçek emekçi mahalleleri hakkında bir ipucu yakalamak çok seyrek olanaklı olur. Çok iyi biliyorum ki bu ikiyüzlü plan, aşağıyukarı bütün büyük kentlerde ortaktır; gene biliyorum ki, perakende, satış yapan mağazalar, işlerinin doğası gereği, büyük yolları seçmek zorundadırlar; biliyorum ki, her yerde bu tür yollarda kötülerden fazla iyi yapılar vardır ve bu yollara yakın toprağın değeri, uzak yörelerdekine oranla daha yüksektir; ama bütün bunlara karşın, işçi sınıfının Manchester'daki gibi, anayollardan böylesine sistemli bir biçimde uzak tutulduğunu, burjuvazinin gözünü ve sinirlerini rahatsız edecek her şeyin böylesine nazik bir biçimde saklandığını hiç görmedim. Ama gene de, başka açılardan, Manchester, başka herhangi bir kente göre, resmî[108*] kurallar çerçevesindeki plana göre [sayfa 97] kurulmaktan çok, raslansal kurulmuştur; ve işçi sınıfının keyfinin yerinde olduğu yolunda orta-sınıfın verdiği heyecanlı güvenceleri bu çerçevede değerlendirdiğim zaman, liberal imalatçıların, Manchester'ın "Big Wig"lerinin[109*] bu utanç verici kentleşme sistemi konusunda pek de masum olmadıklarını düşünmeden edemiyorum.
Bu noktada, emekçi mahallelerini anlatmaya başlamadan önce hemen fabrikaların nerdeyse hepsinin nehirlere ya da kentin içinde dal-budak saran kanallara yakın olduğunu söyleyebilirim. Her şeyden önce Manchester'ın Old Tovra'ı var; ticaret merkezinin kuzey sınırıyla Irk akarsuyu arasındadır. Burada sokaklar, iyileri bile dar ve dolambaçlıdır; Todd sokağı, Long Millgate, Withy Grove ve Shude Hill böyledir; evler pistir, eskidir, çöküktür ve yan sokakların düzenlenişi korkunçtur. Eski kiliseden Long Millgate'e giderken sağda tek bir ön cephe duvarı sağlam kalmamış bir dizi eski tarz ev görürsünüz; bunlar sanayi öncesi Manchester'ın kalıntılarıdır; oralarda oturanlar, kendi soylarından gelen aile fertleriyle birlikte, daha iyi inşa edilmiş mahallelere taşınmışlar, kendileri için yeterli olmayan bu evleri, İrlanda kanıyla karışmış bir nüfusa bırakmışlardır. Burada hiç gizlenmemiş bir işçi mahallesindesinizdir; çünkü dükkanlar ve birahaneler dahi bir damlacık temizlik endişesi gösterme zahmetine bile katlanmamışlardır. Ama gerideki konut blokları ve sokaklarla karşılaştırıldığı zaman bunlar gene de hiç kalır; konut bloklarına ve arka yollara ancak üstü kemerli pasajlardan geçilerek ulaşılır; bu pasajlardan aynı anda iki kişi yanyana geçemez. Konutların, her türlü rasyonel plana meydan okuyan düzensiz yığınağıyla, bunların neredeyse birbirinin üstüne arap saçı gibi karmakarışık yapılmasıyla ilgili olarak ne söylense, tam bir fikir vermesi olanaksızdır. Ve bunun suçlusu da Manchester'ın eski zamanlarından bugüne kadar gelip ayakta kalabilmiş yapılar değildir; eski yapı anlayışından kalan her tcürak parçası düzeltilip birbirine eklenerek, artık işgal edilecek bir santim toprak kalmayıncaya kadar kullanıldıktan sonra bugünkü karışıklık doruğa çıkmıştır.
Anlattıklarımı doğrulamak üzere buraya Manchester kent planının küçük bir bölümünü çizdim — bu en kötü kısmı değildir ve Old Tovra'ın onda-birini bile tutmaz.[110*]
Bu çizim, tüm bu kesimin özellikle de Irk akarsuyuna yakın bölümün inşa ediliş tarzının mantıksızlığını karakterize etmeye yetecektir. Irk'ün güney yakası bu noktada hayli diktir; yüksekliği onbeş-otuz fit arasında değişir. Bu eğimli yamaca üç dizi ev dikilmiştir; en alttaki dizi doğrudan doğruya nehirden başlar, en yukardaki dizinin ön duvarları ise Long Millgate'teki tepenin doruğuna oturur. Bunların arasında, nehir kıyısında imalathaneler vardır; sözün kısası, Long Millgate'in alt başında olduğu gibi burada da yapı tarzı, çok sıkışık ve düzensizdir. Şurada-burada birçok kemerli geçit, ana yoldan konut bloklarına uzanır ve kim ki oraya, özellikle aşağıya Irk'e doğru olan ve şimdiye dek gördüğüm en korkunç evlerden oluşan bloklara yönelir, bir çöp ve pislik yığınının içine düşer. Bu blok evlerin birinde girişin tam karşısında kemerli geçitin ucunda kapısız bir hela durur; öylesine pistir ki, orada oturanlar konut blokuna girer ve çıkarken, pis kokulu durgun idrar birikintileri ve dışkı yığınları arasından geçerler. Bu blok, —biri bakmak isterse diye söylüyorum— Ducie köprüsünün üstünde, Irk'deki ilk bloktur. Bunun altında, [sayfa 99] nehirde birçok tabakhane vardır; tüm çevreyi hayvan leşi kokusuna boğarlar. Ducie köprüsünün altında, evlerin çoğu için tek giriş pis, dar merdivenlerden, çöplük ve pislik üzerindendir. Ducie köprüsünün altındaki ilk konut bloku olan Ailen bloku kolera salgını sırasında öyle bir durumdaydı ki, sağlık polisi yapının boşaltılmasını, temizlenmesini ve kalsiyum kloridle dezenfekte edilmesini emretmişti. Dr. Kay bu blokun o tarihteki korkunç durumunun bir betimlemesini yapar.[111*] O zamandan beri blok kısmen yıkılmış ve yeniden yapılmış görünüyor; en azından Ducie köprüsünden bakınca, birçok harap duvar ve yeni evlerin yanısıra bir debris tepeciği görülür. Bu köprünün manzarası —küçük faniyi insan yüksekliğinde örülmüş siperden nazikçe gi~ler— aslında tüm bölge için karakteristiktir. Aşağıda kömür-karası, kötü kokulu, içi, getirip sağdaki sığ kıyıya yığacağı çöp ya da debris dolu, dar bir akarsu, Irk nehri akar, daha doğrusu durur. Kuru havada, çok tiksinti verici, karamsı yeşil balçık birikintilerinin oluşturduğu uzun bir zincir nehrin sağ yakasında öylece kalır; o birikintilerin dibinden sürekli olarak mikroplu gaz kabarcıkları yükselir ve nehir yüzeyinden otuz-kırk fit yukardaki köprünün üstündeyken bile dayanılması olanaksız bir koku yayar. Ama bunun dışında, birkaç adımda bir dikilmiş yüksek setler de nehrin akışını engeller; o setlerin gerisinde balçık ve çöp birikir ve kalın yığınlar halinde toplanarak çürür. Köprü düzeyinin üstünde tabakhaneler,[112*] boya fabrikaları, havagazı tesisleri vardır; bunların tümünün atıkları, zaten tüm yörenin lağımının da içine aktığı Irk nehrine karışır. Nehrin ne tür bir çökelti bıraktığı, bunlardan kolayca anlaşılabilir. Köprünün altında debris, çöp, pislik ve nehrin dik sol yakasındaki konut bloklarından atılmış süprüntü yığınları görürsünüz; o yakadaki evlerin her biri ötekinin hemen gerisinde durur ve her birinden bir parça görünür; hepsi kara, [sayfa 100] duman rengi, dökülen, eski, pencere camları ve çerçeveleri kırık evlerdir. Geri planda eski, baraka benzeri fabrika yapıları vardır. Daha alt sağ kanatta uzun bir evler dizisi ve imalathaneler görülür; ikinci ev, çatısı olmayan bir yıkıntıdır, üstüne debris yığılmıştır; üçüncüsü öyle alçaktır ki, en alt kat oturulabilir gibi değildir; o nedenle de kapısı-penceresi yoktur. Burada da geri planda yoksul mezarlığı, Liverpool ve Leeds demiryolunun istasyonu vardır; onun gerisinde ise, tepeden aşağıdaki emekçi halk mahallesine tehdit edercesine bakan, yüksek duvarları ve en üstteki korkuluklarıyla bir kaleyi andıran Manchester'ın "Yoksullar Yasası Bastille'i", Çalışma Yurdu durur.
Ducie köprüsü düzeyinin üstünde sol yaka giderek düzleşir, sağ yaka ise daha da dikleşir; ama her iki yakadaki evlerin durumu, iyileşmek yerine kötüleşir. Bu noktada ana yoldan, Long Millgate'ten sola dönen kaybolur; bir konut blokundan ötekine dolanır durur; birkaç dakika içinde yönünü yitirinceye dek sayısız köşe döner, dar ve pis ara sokaklardan ve kuytu köşelerden geçer ve ne yöne döneceğini bilemez hale gelir. Her yanda tümden ya da yarı yarıya yıkılmış yapılar vardır; bazılarında insan oturmaz, ki bu, burada çok şey ifade eder; odaların tabanı nadiren tahta ya da taştır ve mutlaka kırıktır; kapılar ve pencereler kasasına doğru dürüst oturmamıştır ve tam bir çöp curcunası vardır. Debris, çöp ve süprüntü her yere yayılmıştır; her yerde durgun su birikintileri vardır ve leş gibi bir koku. Yalnızca o koku bile, bir ölçüde uygarlaşmış bir insanın böyle bir yerde yaşamasını olanaksız hale getirir. Leeds demiryolunun, burada Irk nehrinin üstünden geçen yeni bölümü, bu konut bloklanyla ara sokaklarından bir kısmını silip süpürdü ve geri kalanları da tümüyle gözler önüne serdi. Şimdi hemen demiryolu köprüsünün altında pisliği ve korkunçluğu, ötekileri fersah fersah geçen, bugüne dek kapalı ve gözlerden ırak kaldığı için epe sıkıntıya girmeden yolu-izi bulunamayan bir konut bloku yer alıyor. Ben bu yöreyi bütünüyle bildiğimi düşündüğüm halde, demiryolunun yaptığı temizlik olmasaydı, bu kesimi kendi başıma hiçbir zaman [sayfa 101] keşfedemezdim. Tek katlı, çoğunun tabanı yapılmamış tek odalı bu kulübeler kaosuna, inişli-yokuşlu, düzgün olmayan yamacı, arasına çamaşır ipi gerilmiş kazıkları geçerek ulaşırsınız. Kulübenin o tek odası hem mutfaktır, hem oturma odasıdır, hem yatak odasıdır. Olsa olsa beş fit eni, altı fit boyu olan böyle bir deliği, ocak ve merdivenle birlikte tamamen dolduran iki yatak —ama ne yatak, ne karyola— gördüm. Kapılan açık olan ve sakinlerinin duvarına dayanmış durdukları birçok başkasında kesinlikle hiçbir eşya yoktu. Kapıların önünde pislik ve süprüntü vardı; öyle ki, ayağınızın altında bir kaldırım var mı yok mu göremezdiniz, yalnızca zaman zaman ayağınızla hissedebilirdiniz. İnsanlar için yapılan bu sığır ahırları yığınını iki yandan evler ve bir fabrika, üçüncü yandan nehir çevreliyordu ve bir de yamacı tırmanan dar bir merdiven vardı; yalnızca dar bir geçit, aynı ölçüde kötü yapılmış ve kötü korunmuş bir konutlar labirentine açılıyordu.
Yeter! Irk'ün kıyısı tümüyle böyle kurulmuştu; plansız, aşağıyukarı oturulamazlığın eşiğinde olan, içlerinin pisliği dış çevrelerinin kirliliğine bütün bütün uygun düşen karmakarışık evler kaosu olarak kurulmuştu. En doğal ve sıradan gereksinimleri karşılama fırsatı olmayınca oradaki insanlar nasıl temiz olabilirdi? Helalar o kadar az ki ya her gün ağzına kadar dolu, ya da mahallelinin çoğu için çok uzak. Elde yalnızca Irk'ün pis suları varolduğuna ve pompalarla su boruları ancak kentin nezih yerlerinde olduğuna göre insanlar nasıl yıkanacak? Gerçekte, eğer evleri zaman zaman o evlerin yanı başında bulunan domuz ahırlarından daha temiz değilse bunun suçu, modern toplumun bu kölelerine yüklenemez. Ev sahipleri, İskoçya köprüsünün hemen altındaki rıhtımda bulunan altı ya da yedi bodrumu, tabanı, o bodrumlara altı ayaktan fazla uzak olmayan Irk'ün en alçak su düzeyinin en az iki fit altında bulunan bu bodrumları kiraya vermekten utanç duymuyorlar; ya da karşı kıyıda, köprünün toprak düzeyinin hemen üst başında bulunan köşe evinin, giriş katı kesinlikle oturulabilir gibi olmayan, kapısı penceresi bulunmayan o köşe evinin üst katını kiraya vermekten [sayfa 102] utanç duymuyorlar; başka hela olmadığı için bu tür açık giriş katlarının tüm komşular tarafından hela olarak kullanılması da bu yörede az görülen bir şey değil.
Eğer Irk'ten ayrılır ve Long Millgate'in tersi yönde emekçilerin evlerine doğru ilerlersek, St. Michael kilisesinden Withy Grove'a ve Shude Hill'e uzanan, bir ölçüde yeni bir mahalleye ulaşırız. Burası, bir ölçüde daha düzenlidir. Yapılar kaosu yerine, hiç değilse uzun düz yollar, sokaklar ve plana göre yapılmış, genelde kare biçiminde konut blokları vardır. Ama nasıl daha önce anlattığım mahallede her ev estiği gibi yapıldıysa, burada da yollar ve bloklar, bir sonrakinin durumunu hiç dikkate almaksızın yapılmıştır. Ara sokaklar bir şu yönde, bir bu yönde uzanır, öyle ki her iki dakikada bir ya bir çıkmaz sokağa dalarsınız, ya da bir köşeyi döndüğünüz zaman başladığınız noktaya döndüğünüzü görürsünüz; kuşku yok ki, insan bu labirentte uzun süre yaşamadıkça yolunu kolay kolay bulamaz.
Bu bölgeden sözederken, hava akımından sözetmek olanaklıysa eğer, bu sokakların ve blok konutların hava akımı, bu belirttiğim karmaşa nedeniyle, Irk bölgesiyle aynı ölçüde yetersizdir; ve eğer bu mahallenin Irk'dekine göre gene de bazı üstünlükleri olduğu, evlerin daha yeni ve bazı sokakların atık su kanalları olduğu söylenebilirse de öte yandan belirtmeli ki, hemen hemen her evin konut olarak kullanılan bir bodrum katı vardır; oysa Irk'de evler daha yaşlı olduğu ve daha özensiz yapıldığı için bodrum pek seyrek görülür. Öteki noktalara gelince çöp, debris, süprüntü yığınları, sokaklardaki su birikintileri her iki mahallenin ortak yanıdır ve şimdi anlattığımız bölgenin, ora halkının temizliği açısından en zararlı özelliği, çok sayıda domuzun sokaklarda dolaşması, pislik yığınları üzerinde yerleşmesi ya da küçük ağıllara hapsedilmesidir. Manchester'ın işçi mahallelerinin çoğu gibi burada da domuz besicileri konut bloklarını kiralayarak içinde domuz ağılı yapmaktadırlar. Hemen hemen her blokta böyle bir ya da birkaç domuz ağılı bulabilirsiniz; oralarda yaşayan insanlar çöpü, pisliği bu ağıllara atarlar ve domuzlar onları [sayfa 103] yiyerek büyür; dört yanı kapalı olan o çevrede, hava çürüyüp kokuşan hayvansal ve bitkisel özlerin yaydığı kokuyla çok fenadır. Bu mahallenin içinden geniş ve bir ölçüde nezih bir cadde, Miller caddesi geçer; bu caddenin geri planı, gözlerden çok maharetle gizlenmiştir. Ama merak edip de konut bloklarının içine giren sayısız geçitlerin birinden geçerseniz, her yirmi adımda bir bu domuz ahırlarından birini görürsünüz.
Manchester'ın Old Town kesimi işte böyle. Ama buraya kadar yazdıklarımı yeniden okuyunca itiraf etmeliyim ki, abartı şöyle dursun, bu satırlar hiç değilse yirmi-otuzbin kişinin oturduğu bu yörenin pisliği, yıkıldığı, oturulamazlığı ve sağlık, havalandırma, temizlik gibi gereklere meydan okuyuşu konusunda gerçek bir izlenim verecek yeterlikte kara bir tablo değildir. Ve böyle bir bölge, İngiltere'nin ikinci kentinin, dünyanın ilk imalatçı kentinin orta yerindedir. Eğer bir insanın ne kadar küçük bir alanda hareket edebildiğini, ne kadar az hava —ve ne hava— soluyabildiğim, uygarlıktan ne kadar az pay alabildiğini ve gene de yaşayabildiğini görmek isteyen olursa buraya yolculuk etmesi yeter. Doğru, burası Old Toıvn'dır [Eski Kenttir] ve kim bu yeryüzü cehenneminin iğrenç koşullarından sözetse, Manchester halkı, hemen bu eskilik gerçeğini vurgular; ama bu neyi kanıtlıyor? Burada dehşet ve öfkeye neden olan her şey yakın zaman kökenlidir, sanayi çağına aittir. Eski Manchester'a ait olan ikiyüz kadar ev, uzun zaman var ki, içinde oturanlarca terkedilmişti; yalnızca sanayi çağı onların içine işçi sürülerini tepiştirdi; yalnızca sanayi çağı tarımsal yörelerden ve İrlanda'dan buraya büyüleyip çektiği kitlelerin başının üstüne bir dam koymak için, bu eski evlerin arasındaki her noktaya bir yapı dikti; yalnızca sanayi çağı, bu hayvan ahırlarının sahiplerine,,onları insanlara yüksek bir fiyattan kiralayabilmelerine, işçilerin yoksulluğunun yağmalanmasına, binlerce kişinin sağlığının tehlikeye atılmasına, yalnızca onlar zengin olsun diye olanak sağladı. Feodal kölelikten güç bela kurtarılan işçinin sıradan bir malzeme, bir şey gibi kullanılması yalnızca sanayi çağında olanaklı oldu; herkes için çok kötü olan bir konuta [sayfa 104] tıkıştırılmaya izin vermesi, zor kazandığı ücretiyle de bütün bütün tahrip olmaya bırakma hakkını kazanması yalnızca sanayi çağında olanaklı oldu. Bunu yalnızca, bu işçiler olmaksızın, bu işçilerin yoksulluğu ve köleliği olmaksızın yaşayamayacak olan sanayi yaptı. Doğru, bu mahalle ilk kuruluşunda da kötüydü; çok az iyileştirilebilirdi; ama yapı sahipleri ya da belediye, yeniden yapı kurulurken, burayı iyileştirmek için herhangi bir şey yaptı mı? Tam tersine, nerede bir kuytu yer, nerede bir köşe varsa, oraya bir ev dikildi; nerede fazladan bir geçit varsa oraya hemen bir şey konduruldu; imalatın gelişmesiyle birlikte toprağın değeri arttı ve toprağın değeri arttıkça da, içinde oturacakların sağlığını ya da rahatını düşünmeksizin yapı çalışması çılgınlaştı; hiçbir yer kötü değildir, yeter ki, daha iyisine gücü yetmediği için orayı kiralayacak zavallı bir yaratık bulunsun ilkesi uyarınca tek gözetilen, elde edilebilecek azami kârdı. Her ne ise, orası Old Town'dır [Eski Kenttir]; bu düşünce burjuvaziyi rahatlattı. Peki öyleyse New Toıvn'un [Yeni Kentin] ne kadar iyi olduğunu görelim. İrlanda Kenti diye de anılan New Toıvn, Old Town'ın ötesinde Irk nehriyle St. George yolu arasındaki bir kil tepesine yayılır. Burada, bir kentin bütün özellikleri yitirilmiştir. Şurda-burda, çıplak küçük köylerdeki gibi, tek ev dizileri ya da sokak grupları vardır; killi toprağında ot bile bitmez; evler, daha doğrusu kulübeler çok bakımsızdır, hiç onarılmamıştır, kirli, rutubetli, pis bodrumdan bozma konutlar; yollarda ne kaldırım vardır, ne lağım kanalı; küçük ahırlarda ya da avlularda tutulan ya da çevrede keyfince dolaşan sayısız domuz sürüsü beslenir. Yoldaki çamur öylesine derindir ki, kuru havalar dışında, her adımda bileğinize kadar batmaksızm yürümeniz olanaksızdır. St. George yolu yakınında ayrı yapı grupları birbirine çok yaklaşır; o kadar ki, yolların devamı birleşir, çıkmaz sokaklara, arka sokaklara ve kentin göbeğine doğru gittikçe, daha düzensiz ve daha kalabalık hale gelen konut bloklarına ulaşır. Doğru, buralarda yollara taş döşenmiştir, kaldırımları ve atık su kanalları daha sık görülür; ama pislik, evlerin düzensizliği ve özellikle bodrumdan [sayfa 105] bozma konutlar burada da aynıdır.
Belki bu noktada, Manchester'daki emekçi mahallelerinin alışılagelen yapım tarzı hakkında bazı gözlemler yapmak pek de yersiz olmayacaktır. Old Town kesiminde, evlerin gruplandırılmasmı genel olarak raslantıların nasıl belirlediğini görmüştük. Her ev, ötekini düşünmeksizin yapılmış ve aralarındaki boşluğa da başka ad bulunamadığı için avlu [courts] denmişti. Aynı mahallenin biraz daha yeni olan kesimlerinde ve sanayinin ilk zamanlarından kalma başka işçi mahallelerinde, bir parça daha düzenli bir yapılanma görülebilir. İki sokağın arasındaki alan genelde kare biçiminde bir düzenli avlusu olan yapı gruplarına bölünmüştür.
Bu avlu çevresinde toplanan yapılar, başından itibaren bu biçimde[113*] inşa edilmiştir; sokağa üstü kemerli bir geçitle bağlanır. Eğer tümden plansız yapılaşma, hava akımını engellemek yoluyla işçi sağlığı için zararlıysa, işçileri her yanından yapılarla çevrilmiş avlulara tıkan bu yöntem daha da zararlıdır. Hava oradan akıp gidemez, avlulu konut topluluklarının arada sıkışıp kalan havasının tek süzgeci bacalardır; onlar da ancak ocakta ateş yakıldığı sürece bu amaca hizmet eder.[114*] Üstelik, bu avluları çevreleyen evler genelde [sayfa 106] sırt sırta inşa edilmişlerdir, arka duvarları ortaktır; yalnızca bu bile hava akımının yeterince dolaşmasını önler. Sokakları korumakla görevli polis bu konut bloklarının durumu konusunda zahmete girmediği için, her şey fırlatılıp atıldığı yerde sessiz sakin yattığı için, buralardaki pislik, kül ve süprüntü yığınlarının hayret edilecek bir yanı yoktur. Millers sokağındaki konut bloklarını gezdim; ana yoldan en az yarım fut toprak düzeyinin altındaydılar; yağışlı havalarda içlerinde biriken suyu atacak en basit bir süzgeç yoktu.
Yakınlarda, bir başka ve değişik yapı yöntemi benimsendi, şimdilerde de yaygınlaştı. İşçiler için kulübeler hiçbir zaman tek tek yapılmıyor, bir düzine ya da yirmi adedi birden yapılıyor; tek bir yüklenimci bir seferinde bir ya da iki sokağı birden inşa ediyor. Bu yöntemde işler şöyle düzenleniyor: Öndeki sıra, en iyi kulübeleri kapsıyor; bunlar bir arka kapısı ve küçük bir avlusu olan, talihli evlerdir; en yüsek kirayı getirirler. Bu kulübelerin gerisinde dar bir arayol, bir arka sokak uzanıyor; bu arayolun iki ucunda yapılar var, yola ancak ya dar bir aralıktan ya kemerli bir geçitten giriliyor. Bu arayola bakan kulübeler, en az kirayı getiriyorlar ve en çok ihmal edilenlerdir. Bu evlerin arka duvarı, öteki sokağa bakan kulübelerle ortaktır. Bu üçüncü sıra evler, birinci sıradan daha az, ikinci sıradan daha çok kira getiriyor. Bu sokaklar, aşağıyukarı şöyle düzenleniyor:[115*] [sayfa 107]
Bu yapı yöntemi sayesinde ilk sıra evleri için göreceli olarak iyi bir hava akımı sağlanabilir; üçüncü sıra ise, eski yöntemdekinden daha kötü değildir. Öte yandan orta sıra, en azından konut bloklarmdaki kadar kötü bir havalandırmaya sahiptir; arka sokak da her zaman aynı pis ve mide bulandırıcı durumdadır. Yüklenimciler bu yöntemi yeğliyorlar, çünkü yerden tasarruf sağlıyorlar; ayrıca birinci ve üçüncü sıradaki kulübeleri daha yüksek fiyattan kiraya vererek, daha iyi kazanan işçileri soymanın aracını elde ediyorlar.
Bu üç farklı kulübe yapım biçimi, Manchester'ın her yöresinde ve tüm Lancashire'la Yorkshire'da görülebilir; çoğu zaman biri ötekiyle karışmış olsa da, genelde kentin hangi kesiminin ne zaman yapıldığını göstermeye yetecek kadar ayrıdır. Üçüncü sistem, yani arka arayol sistemi, daha çok büyük işçi kitlelerinin olduğu mahallelerde St. George yolunun doğusunda ve Ancoats sokağında[116*] yaygındır; ayrıca Manchester'ın öteki işçi mahalleleriyle varoşlarında da en çok görülen sistemdir.
En son sözünü ettiğimiz geniş bölgede, Manchester'ın, Ancoats diye bilinen kanal boyunca dizilmiş en büyük fabrikaları ve ince uzun bacalarıyla, dev altı-yedi katlı yapılar da işçilerin o küçücük kulübelerinin üzerinde yükselirler. Bu nedenle çevre nüfusunu başlıca, fabrika işçileri ve en kötü mahallelerde de el dokumacıları oluşturur. Kentin merkezine en yakın sokaklar en eskileridir, dolayısıyla en kötüleridir; ancak taş döşenmiş ve atık su süzgeçleri yapılmıştır. Oldham yolu ile Great Ancoats sokağına koşut olan en yakın sokakları da bunların arasında sayıyorum. Daha kuzeydoğuya doğru, yeni kurulmuş, yapılandırılmış birçok sokak vardır; buralarda kulübeler düzgün ve temiz görünümlüdür; kapılar ve pencereler yenidir ve taze boyanmıştır; evlerin içindeki odalar yeni badana edilmiştir; sokaklarda hava akımı daha iyidir; evlerin arasındaki boş parseller daha geniş ve sayıca daha çoktur. Ama bu yalnızca az sayıda ev için [sayfa 108] söylenebilir; tabii burada da bodrumdan bozma konutlar hemen her kulübenin altında görülmektedir; birçok sokağa taş döşenmemiştir, lağım yoktur; en kötüsü de bu düzgün görünüm sahtedir, ilk on yıl içinde yokolacak bir görünümdür. Çünkü tek tek bu kulübelerin yapımı, en az yolların yapımı kadar ayıplıdır. Bütün bu kulübeler, ilkin düzgün ve temelli yapılar gibi görünür; büyük tuğla duvarları gözü aldatır ve yeni kurulmuş bir işçi mahallesinden, arka dar sokakları ve evlerin kendilerinin yapımını anımsamaksızm geçerseniz, liberal imalatçıların, emekçi nüfusun İngiltere'den başka hiçbir yerde böyle iyi iskan edilmediği savlarını kabule yatkın olursunuz. Ama yakından incelendiği zaman apaçık ortaya çıkar ki, bu kulübelerin duvarları, ayakta durabilmek için ne kadar ince olabilirse o kadar incedir. Dış duvarlar, yani giriş katının ve çatının ağırlığını taşıyan bodrum duvarları yalnızca bir tuğla kalmlığındadır; tuğlaların uzun yanları birbirine değer ( ..... ); ama aynı yükseklikte yapım halinde birçok kulübe gördüm ki, onların dış duvarları yalnızca yarım tuğla kalmlığındaydı; tuğlalar yanyana, boyuna konmamıştı, dar yanları birbirine değer biçimde enine konmuştu ( ...... ),[117*] Bunun amacı malzeme tasarruf etmektir, ama bir nedeni daha var, o da şu: yüklenimciler üzerine yapı yaptıkları toprakların sahibi değil, kiralayıcısıdırlar; İngiliz geleneğine göre, yirmi, otuz, kırk, ya da doksandokuz yıllığına toprağı kiralarlar; bu sürenin sonunda toprak, üzerindeki her şeyle birlikte, ilk sahihine geri döner. Toprağın ilk sahibi, toprağın değerlendirilişinden ötürü hiçbir şey ödemez. İşte bu yüzdendir ki, toprağı kiralayan, onun üzerinde yaptıklarının, belirlenen kira süresinin sonunda asgari düzeyde bir değer taşımasını amaçlar. Ve bu tür kulübeler, sözleşme süresinin bitişinden yirmi-otuz yıl önce yapıldığı için, kolaylıkla görülür ki, yüklenimciler, evler için gereksiz harcama yapmazlar. Üstelik, genelde marangoz, inşaatçı ya da imalatçı olan bu yüklenimciler, bir bakıma kira gelirinin düşmesinden sakınmak için bir bakıma da toprağın, sahibine [sayfa 109] geri dönecek oluşu nedeniyle, onarım için ya hiç para harcamazlar, ya da pek az harcarlar. Bu arada ticaret bunalımları ve onları izleyen işsizlik sonucu, çoğu zaman birçok sokak tümüyle boş kalır; kulübeler, içinde oturan olmadığı için hızla harabeye döner ve oturulmaz hale gelir. Genelde işçi evlerinin ortalama olarak yalnızca kırk yıl ayakta kalması hesaplanmıştır. İnsan yeni yapıların güzel ve birkaç yüzyıl yaşayacağı izlenimini veren oturaklı duvar yapılarını gördüğü zaman, tüm bu söylenenler garip gelebilir; ama ilk harcamadaki hasislik, tüm onarımların savsaklanması, evlerin sık sık boş kalması, içinde oturanların sürekli değişmesi, ve son on yıla girildikten sonra, evde oturanların özellikle evin tahtalarını ocakta yakmakta duraksamayan İrlandalıların yaptıkları tahribat, bütün bunlar birarada, kırk yılın sonunda kulübelerin bütünüyle yıkımını tamam eder. İmalatın özellikle içinde bulunduğumuz bu yüzyılda hızla gelişmesi nedeniyle kurulan Aneoats mahallesinde, çoğu oturulabilir olmanın son demlerini yaşayan birçok harap ev, işte bu nedenle vardır. Böylece çarçur edilen sermaye üzerinde durmayacağım; ilk giderlere ek olarak yapılacak küçük bir harcama ve onarım harcamaları, tüm bu bölgeyi daha yıllarca temiz, eli-yüzü düzgün ve oturulabilir durumda tutmaya yeterdi. Burada benim üzerinde duracağım nokta, evlerin ve içinde oturanların durumudur; ve kabul etmeli ki, şimdiye dek işçilere konut yapmakta bundan daha zararlı ve moral bozucu bir başka yöntem keşfedilmiş değil. Emekçi, daha başka evlerin parasını ödeyemeyeceği ve üstelik çalıştığı fabrika dolayında başka ev de bulunmadığı[118*] için böyle harabeye dönmüş evlerde oturmak zorunda kalıyor; belki de böyle bir evde oturmayı kabul etmesi koşuluyla kendisine iş veren patronun sahip olduğu evdir diye oturuyor. Kuşkusuz, bu kulübelerin ömrü mutlaka kırk yıla göre hesaplanmıyor; çünkü evler, toprak rantının yüksek olduğu kentin yoğun yerleşim bölgesindeyse ve sürekli oturacak birileri her zaman bulunuyorsa, [sayfa 110] yüklenimciler, kırk yılın tamamlanmasından sonra, evleri oturulabilir durumda tutmak için ufak-tefek şeyler yapıyorlar. Ama kesinlikle zorunlu olanların dışında hiçbir onarım yapmıyorlar; üstelik böyle onarılan evler de en kötüleri oluyor. Ara sıra bir salgın hastalık tehdidi başgösterdiğinde, sağlık polisinin o zamana kadar uykuya yatan vicdanı bir parça insafa geliyor; işçi mahallelerine denetim akınları yapılıyor; örneğin Oldham yolu yakınında birçok sokakta olduğu gibi ev dizileri ve bodrum katları mühürleniyor; ama bu da pek uzun sürmüyor; kullanılamaz denen kulübelerde oturacak birileri, gene kısa sürede bulunuyor; sahipleri, bu evleri kiraya vererek daha da fazla para kazanıyorlar ve sağlık polisi de daha uzunca bir süre ortalarda görünmüyor. Manchester'ın bu doğu ve kuzeydoğu bölgeleri, burjuvazinin ev yapmadığı yerlerdir; çünkü yılın on-onbir ayı boyunca batı ve güneybatı rüzgarları, tüm fabrikaların dumanını buraya üfler[119*] ve o havayı da emekçiler kendi başlarına soluyabilirler.
Great Aneoats sokağından güneye doğru, oldukça dağınık ama büyük bir emekçi mahallesi uzanır; inişli-yokuşludur, çorak bir toprak parçasıdır; üzerinde birbirinden ayrı, düzensiz yapılmış ev dizileri ya da ev blokları vardır; aralarında yağmurlu zamanlarda geçilmesi çok zor olan, üzerinde ot bitmez killi, düzeltilmemiş boş parseller uzanır, kulübelerin tümü pis ve eskidir;[120*] New Town'ı çağrıştırır. Ortasından Birmingham demiryolu geçen bu mahalle en kötü ve en yoğun yerleşim merkezidir. Medlock ırmağı da bir vadinin içinde döne döne buradan geçer; vadi, bazı kesimlerde Irk ırmağıyla aynı düzeydedir. Kömür karası renkli, durgun ve kirli suyun[121*] her iki yakası boyunca geniş bir fabrikalar ve emekçi evleri kuşağı uzanır; bu evlerin tümü çok kötü durumdadır. Nehrin kıyısı çoğu yerde eğimlidir ve Irk [sayfa 111] boyunca olduğu gibi, suyun kenarına kadar yapıyla doldurulmuştur; evlerse Manchester yakasında olsun Ardwick, Chorlton ya da Hulme yakasında olsun aynı biçimde kötüdür. Ama en dehşet verici nokta (eğer her noktayı ayrıntılı olarak anlatsam laf hiç bitmez) Manchester yakasında, Oxford yolunun hemen güneybatısındadır ve Küçük İrlanda olarak bilinir. Oldukça derin bir çukurda, Medlock'un döndüğü bir kesimde, dört bir yanından yüksek fabrikalarla ve üzerinde binalar bulunan yüksek setlerle çevrilmiş bir noktada iki grup halinde, yaklaşık ikiyüz kulübe vardır; genelde sırt sırtadırlar ve içinde çoğu İrlandalı yaklaşık dörtbin kişi yaşar.. Evler eskidir, pistir ve en küçük tiptendir; sokaklar düzgün değildir, yer yer çöküktür, bazı yerlerde atık su süzgeci ya da kaldırım yoktur; her yerde çöp yığınları ve mide bulandırıcı pislik havuzları vardır; hava, hem bu pislik yığınlarının yaydığı kötü kokulu gazlarla hem bir düzine fabrika bacasının yaydığı dumanla zehirli ve pistir. Pejmürde kılıklı bir kadın ve çocuk sürüsü, çöp yığınları ve su birikintileri içinde beslenen domuzlar gibi, boğazına kadar pisliğe batmış bir halde, bu yığınlara üşüşür. Kısacası bu yoksullar mahallesi tümüyle, nefret edilesi ve tiksindirici bir görünüm sergiler; Irk'ün en kötü mahalleleri bile bununla yanşamaz. Bu insanı mahvedici evlerde, muşambayla onarılmış, kırık camlı pencerelerin, çarpık-çurpuk çerçevesi çürümüş kapıların ardında ya da karanlık, rutubetli bodrum katlarında ölçüsüz pislik ve kötü kokular arasında, sanki belli bir amaçla böyle bir ahıra kapatılmışlar gibi bir ortamda yaşayan bu insan soyu, insanlığın en ilkel aşamasına indirgenmiştir. Bu mahallenin dış görünüşünün insanda bıraktığı izlenim ve düşündürdükleri işte bunlardır. Ya en fazla iki odası, bir tavan arası ve belki bir de bodrumu olan bu ahırların her birinde ortalama yirmi insanın yaşıyor olmasına ne demeli; ya tüm bu bölgede her yüzyirmi kişiye ulaşması güç bir hela düşmesine ne demeli; ya doktorların tüm önerilerine karşın, ya Küçük İrlanda'nın koşulları nedeniyle ortaya çıkan kolera salgını yüzünden sağlık polisinin gösterdiği hummalı çabalara [sayfa 112] karşın, her şeye karşın, isa'dan sonraki şu 1844 yılında, durumun hemen hemen 1831'deki gibi oluşuna ne demeli! Dr. Kay yalnızca bodrum katlarının değil, tüm evlerin giriş katlarının da rutubetli olduğunu, bir zamanlar toprakla doldurulan bodrumların, sonra yeniden boşaltıldığını ve bir kez daha İrlandalılara kiralandığını, nehir düzeyinin altında kalan bodrumlardan birinde killi toprakla doldurulan bir çukurdan sürekli su kaynadığını, orada oturan bir el-dokuma tezgahı işçisinin, her sabah evindeki suyu dışarıya, sokağa atmak zorunda kaldığını ısrarla öne sürüyor.[122*]
Biraz daha aşağıda, Medlock'un sol yakasında Hulme uzanıyor; sözcüğün tam anlamıyla, büyük bir emekçi mahallesi; onun içinde bulunduğu durum da hemen tamı tamına Ancoats'ınki gibi; daha yoğun biçimde yapılandırılmış mahalleler esas itibarıyla kötü ve harabeliğe yaklaşırken daha modern yapı tarzından daha az nüfus barındırır olanlar daha havadar ama çoğunlukla pisliğe batmış durumda.[123*] Medlock'un öteki yakasında, asıl Manchester'da, Deansgate'in iki yanında, iş merkezine kadar olan yerde, ve bazı bölümlerinde Old Town'a rakip çıkarcasına ikinci büyük işçi mahallesi uzanıyor. Özellikle iş merkezinin hemen yakınında Bridge ve Quay sokakları arasında, Princess ve Peter sokakları arasında birbiri üstüne binmiş yapılar mahşeri, yer yer Old Town'ın en dar yapı bloklarını aratmıyor. Burada uzun, dar sokaklar var; onların arasında^ da kısa, dönemeçli avlular ve geçitler; bunların giriş yerleri öylesine düzensiz ki, buraları keşfe çıkan biri her birkaç adımda, ya bir çıkmaz sokağa girer ya da hiç beklemediği bir yere çıkıverir; tabii her avluyu ve ara yolu tek tek ve tam olarak biliyorsa, o başka. Dr. Kay'e göre, Manchester'ın ahlakı en bozuk sınıfı, mesleği hırsızlık ve orospuluk olan insanlar, bu insanı [sayfa 113] mahvedici ve pis mahallede yaşıyor ve görünüşe göre, savları bugün için de doğru. Sağlık polisi 1831'de buraları denetlediği zaman temizlik yoksunluğunun, Küçük İrlanda ve Irk kıyısındaki kadar (bugün daha iyi olmadığına da ben tanığım) ciddi olduğunu belirlemişti; başka şeylerin yanısıra, Parlamento sokağında üçyüzelli kişiye, Parlamento pasajında da çok sayıda insanın yaşadığı otuz eve yalnızca bir hela düştüğünü tespit etmişti.
Irwell'in karşı kıyısındaki Salford'a geçersek, nehrin oluşturduğu bir yarımadanın üzerinde seksenbin nüfuslu bir kasaba görürüz; bir ucundan ötekine geniş tek bir caddenin delip geçtiği kasaba, sözcüğün tam anlamıyla geniş bir işçi bölgesidir. Bir zamanlar Manchester'dan daha önemli olan Salford, o tarihlerde, kendisini kuşatan yörenin önde gelen kasabasıydı; hâlâ da yöre, Salford Hundred, kasabasının adını taşır. Yani kasaba eskidir ve o nedenle de sağlıksız, pis, insanı mahvedici bir mahallesi vardır; bu mahalle, Manchester'ın Eski kilisesinin tam karşısmdadır ve Irwell nehrinin karşı yakasındaki Old Town kadar kötü durumdadır. Nehirden biraz daha uzakta, kasabanın daha yeni olan bölümü yeralır; ama o da kırk yıllık, köy-tipi[124*] ev ömrünü zaten doldurmuştur ve o nedenle harabeye dönmüştür. Tüm Salford avlular çevresinde ya da dar sokaklar üzerinde kurulmuştur; o kadar dardır ki bu sokaklar, bana gördüğüm en dar sokakları, Cenova'nm küçük ara sokaklarını anımsatıyor. Bu açıdan Salford'daki ortalama bir yapı, Manchester'ınkinden çok daha kötüdür; temizlik yönünden de böyledir. Eğer Manchester'da polis, zaman zaman, her altı ya da on yılda bir, emekçi mahallelerine baskın yapar, en kötü evleri kapatır ve bu Augean ahırlarmdaki en pis noktaların temizlenmesini sağlarsa da Salford'da kesinlikle parmağını bile kıpırdatmaz. Chapel sokağının, Greengate'in ve Gravel Lane'in dar yan sokakları ve evlerin orta yerindeki avlu benzeri alanlar, yapıldığından bu yana kuşkusuz hiç temizlenmemiştir. Son yıllarda [sayfa 114] Liverpool demiryolu, yüksek bir viyadükten, kasabanın tam ortasından geçirilmiştir; böylece de birçok pis kuytu köşeyi ortadan kaldırmıştır; ama bunun ne yararı var? Bu viyadükten geçen ve aşağıya bakan herkes, pisliği ve sefilliği yeterince görebilir; ve insan bu dar sokaklardan geçme ve açık kapılarla pencerelerden evlerin ve bodrum katlarının içine bakma zahmetini göze alırsa, attığı her adımda, Salfordlu işçilerin temizliğin ve rahatın olanaklı olmadığı evlerde yaşadıklarına iyice inanır. Salford'un daha uzak kesimlerinde, Islington'da, Regent yolunda ve Bolton demiryolunun arkasında da aynı durumla karşılaşır. Oldfield yolu ile Cross Lane arasında, birçok iç avlu türü alanların ve dar sokakların bulunduğu yerde,[125*] emekçi evleri olabilecek en kötü durumdadır; pislik ve aşırı kalabalık yönünden Old Town'ın evleriyle yarışırlar. Bu yörede, yaklaşık altmış yaşlarında görünen bir adamla tanıştım; inek ahırında yaşıyordu; ahırın ne penceresi, ne tavanı, ne tabanı vardı; adam kendine göre baca benzeri bir şey yapmıştı; bir de karyola uydurmuştu kendine, orada yaşıyordu; ama çürüyen çatıdan da içeri yağmur damlaları düşüyordu. Adam, düzenli bir iş için epey yaşlı ve zayıftı; gübreyi el arabasıyla taşıyarak birkaç kuruş kazanıyordu; fışkı yığınları, onun sarayının hemen yanıbaşındaydı!
Manchester'da yirmi ay boyunca gözleme fırsatını bulduğum değişik işçi mahalleleri işte bunlar. Gezilerimizin sonucunu kısaca belirtirsek, şu söylenebilir: Manchester'la çevresindeki 350.000 emekçinin neredeyse tümü, sefil, rutubetli, pis kulübelerde yaşar; o evleri çevreleyen sokaklar genel olarak en berbat ve en pis durumdadır; havalandırmayı gözönünde bulundurmaksızın yalnızca yüklenimciye kâr sağlayacak biçimde yapılmıştır. Sözün kısası, itiraf etmeliyiz ki, Manchester'da emekçilerin evlerinde ne temizlik, ne rahatlık, dolayısıyla ne de huzurlu bir aile yaşamı olanaklıdır; tek kelimeyle, böylesi evlerde ancak tüm insanlıktan uzaklaştırılmış, [sayfa 115] aşağılanmış maddi[126*] ve manevi olarak hayvanlığa indirgenmiş, bedence bozuk bir soy, kendini rahat ve evinde hisseder. Bu savı öne sürerken yalnız da değilim. Gördüğümüz gibi Dr. Kay de aynı tanımı yapıyor; fazladan bir de imalatçıların bir otorite olarak hayli değer verdiği, bağımsız işçi hareketlerinin fanatik muhalifi olan bir liberalin sözlerini alıntılıyorum:[127*]
"Irish Town'da ve Ancoats'ta ve Küçük İrlanda'da onların [Manchesterh işçilerin] yaşadıkları çevreyi gördükten sonra, yalnızca böyle evlerde oturanların nasıl olup da şöyle-böyle bir sağlığı sürdürebildiğine hayret ettim. Nüfusu ve genişliği böyle plan kasabalar, kârdan başka hiçbir şeye saygı duymayan küçük spekülatörler tarafından kurulmuştur. Bir marangoz ve bir duvarcı, bir toprak parçası almak [yani belli bir süre için kiralamak] ve üzerini, ev dedikleri şeylerle kaplamak için birleşirler. Bir yerde kazı masrafına girmeksizin daha derin bodrumlar olsun diye (insanlar için, fazla eşya için değil) bir hendeği boylu boyunca izleyen bütün bir sokak gördük. Bu sokakta tek bir ev bile koleradan sakınamadı.[128*] Ve genel olarak söylemek gerekirse, bu varoşlardaki sokaklara taş döşenmemiştir, orta yerinde çöp tepeciği ya da su birikintisi vardır; evler havalandırma ya da drenaj olmaksızın sırt sırta yapılmıştır; ve ailelerin bütünü bodrumun ya da tavanarasımn yalnızca bir köşesini işgal eder."
Daha önce, sağlık polisinin kolera salgını sırasındaki alışılmadık etkinliklerinden sözetmiştim. Salgın yaklaşırken kentteki burjuvaziyi yaygın bir terör duygusu sarmıştı. İnsanlar, yoksulun sağlık yoksunu evlerini anımsadılar ve bu kenar mahalle evlerinin her birinin bir bela merkezi haline gelmesinin ve oradan mülksahibi sınıfın evlerini de sıraya dizip yıkımı her yöne doğru yaymasının kaçınılmaz kesinliğini [sayfa 116] düşünerek tir tir titrer oldular. Hemen bu mahalleleri incelemek ve belediye meclisine bir rapor sunmak üzere bir sağlık komisyonu oluşturuldu. Bu komisyonun üyesi sıfatıyla, onbi-rinci bölge dışında tüm polis bölgelerini şahsen ziyaret eden Dr. Kay, hazırladıkları rapordan özetler alıntılıyor: Tamamı 6.951 ev —doğal ki asıl Manchester'dakiler; Salford ve öteki dış mahalleler hariç— incelendi. Bunlardan 2.565'inin hemen iç badanasının yapılması gerekiyor; 960'ı onarım kabul etmez durumda;[129*] 939'unun atık su tesisatı yetersiz; 1.435'i rutubetli; 452'sinde havalandırma çok kötü; 2.221'inde hela yok. İncelenen 687 sokaktan 248'ine taş döşenmemişti, 53'üne kısmen taş döşenmişti, 112'sinin hava akımı kötüydü, 352'sinde su birikintileri debris, çöp vb. yığınları vardı. Koleranın gelişinden önce böyle bir Augean ahırını temizlemek, kuşkusuz sözkonusu bile olamazdı. Bu nedenle, en kötü birkaç kıyı-kuytu temizlendi ve her şey eskisi gibi bırakıldı. Küçük İrlanda'nın da kanıtladığı gibi, temizlenen yerler, birkaç ay içinde doğal olarak yeniden eski pis haline döndü. Bu evlerin iç durumuna gelince, aynı komisyon, raporunda, daha önce Londra'da, Edinburgh'da ve öteki kentlerde karşılaştığımız duruma benzer bir durumdan sözediyor:[130*]
"İrlandalı tüm bir aile çoğu zaman tek bir yatağa sığışıyor; bazan pis bir hasır yığınının üzerinde ve eski çuval parçalarının altında, belirsiz bir yığın olarak yatıyor; ve yoksulluktan, zaruretten ve ahlakdışı alışkanlıklardan ötürü türlü kötülüğe sapıyor. Denetmenler çoğu zaman iki odalı küçücük bir eve iki ailenin yerleştirildiğini belirlediler; aileler odalardan birinde yatıyor, ötekinde yemeklerini yiyorlardı; yalnızca bir odadan ibaret rutubetli bodrumlarda çoğu zaman birden fazla aile barınıyordu; o tek odanın ağır ve hastalık taşıyıcı havası içinde oniki-onaltı insanın birarada kaldığı oluyordu. Bu verimli hastalık kaynağına bazan, evin içinde domuz ya da başka hayvanların beslenmesi ya da insanı [sayfa 117] isyan ettirici türden başka rahatsızlıklar da ekleniyordu."
Buna, yalnızca bir göz odası olan birçok ailenin, aynı odaya bir de kiracı kabul ettiğini, kadın ya da erkek o kiracının, evli çiftle aynı yatağı paylaşmasının pek de seyrek görülen bir şey olmadığını eklemeliyiz; bir adamın karısı ve yetişkin baldızıyla aynı yatakta yatması olayı, "Emekçi Nüfusun Sağlık Durumu Üzerine Rapor"un belirttiğine göre, Manchester yöresinde altı kez tespit edildi. Pansiyon evler de oldukça çok. Dr. Kay, Manchester'ın içinde 1831'deki pansiyon sayısını 267 olarak veriyor; o zamandan bu yana daha da artmış olmalı. Bu pansiyonların her biri yirmi-otuz konuk kabul ediyor; bu durumda, tümü her gece beşbin-yedibin arasında insan barındırıyor demektir. Evlerin ve konukların niteliği, öteki kentlerde olduğu gibi. Her odada yere serilmiş beş ile yedi arasında yatak var; karyola vb. yok; bu yataklarda kaç kişi başvurmuşsa o kadar insan, karmakarışık uyuyor. Bu inlerdeki fiziksel ve moral havayı anlatmama gerek yok. Bu evlerin her biri bir suç odağıdır; fuhuş ve benzeri girişimlerin böylesine bir merkezde toplaştırılması olmasa, belki de hiçbir zaman ortaya çıkmayacak olan ve insan doğasını isyan ettirecek olaylara sahne olur. Gaskell,[131*] Manchester'ın içinde bodrumlarda yaşayan insanların sayısını 20.000 olarak veriyor. Weekly Dispatch, "resmî raporlara dayanarak" [sayfa 118] bu rakamı işçi sınıfının yüzde onikisi olarak veriyor; bu Gaskell'in verdiği rakamı tutuyor; işçilerin 175.000 kişi olduğu tahmin edildiğine göre, onun yüzde onikisi 21.000 yapar.[19] Kentin varoşlarındaki bodrum katları da en az kentin içindekiler kadar var; demek ki Manchester'da —geniş anlamıyla kentin tamamında— bodrumlarda yaşayanların sayısı kırk-ellibinden az değil. Büyük kentlerle kasabalardaki işçi evleri hakkında bu kadarı yeter. Barınma gereğinin yanıtlanışındaki tutum, tüm öteki gereksinimlerin sağlanışmdaki tutumun da ölçütüdür. Bu pis inlerde ancak pejmürde ve kötü beslenen bir nüfusun yaşayabileceği, doğru bir yargıdır ve gerçek de budur. Emekçilerin giysileri, çoğu durumda çok kötüdür. Bu giysilerin kumaşı en uygun olanı değildir. Hem kadınların hem erkeklerin gardrobundan yün ve keten hemen hemen kalkmış bulunuyor; onların yerini pamuklu almıştır. Gömlekler ağartılmış ya da renklendirilmiş pamukludan yapılıyor; kadın giysileri genelde pamuklu baskı kumaştan; çamaşır ipinde artık yünlü jüponlar çok seyrek görülüyor. Erkekler daha çok, pamuklu kadifeden ya da biraz daha tok pamuklu kumaştan yapılmış pantolon giyiyorlar; ceketler ve paltolar da aynı. Pamuklu kadife, kendileri de "pamuklu kadife ceket"[132*] diye anılan, emekçilerin herkesçe bilinen kostümü haline geldi; yünlü kumaş giyen centilmenlere karşı emekçiler de kendilerine "pamuklu kadife ceket" diyorlar; yünlü kumaş sözcükleri orta-sınıfın karakteristik tanımı için kullanılıyor. Çartist önder Feargus O'Connor, 1842 başkaldırısı[133*] sırasında geldiği Manchester'da, emekçilerin kulakları sağır eden alkışları arasında, kürsüye pamuklu kadifeden yapılma bir giysiyle çıkmıştı. Şapka, İngiltere'de çok yaygın; emekçiler için de öyle; çok çeşitli biçimde şapkalar, yuvarlak, yüksek, geniş kenarlı, dar kenarlı ya da kenarsız şapkalar — yalnızca fabrika kasabalarındaki daha genç erkekler kasket giyiyor. Şapkası olmayansa kendisine kağıttan [sayfa 119] dört-köşe, basık bir kasket katlıyor.
İşçi sınıfının giyimi kuşamı, iyi bir durumda olduğunu varsaysak bile, iklim koşullarına pek az uyarlı. İngiltere'nin, ani ısı değişiklikleri gösteren rutubetli havası, soğuk algınlığının en yaygın nedeni olduğu için, hemen hemen tüm orta-sınıf, tüm bedeni saran tulum-fanila türü iç çamaşırı giyiyor; fanila kumaşından yapılma eşarplar ve gömlekler de çok yaygın. İşçi sınıfı, yalnızca bu önlemi almaktan yoksun olmakla kalmıyor, bir parça yünlü kumaş bile kullanabilecek bir durumda değil; ve tok pamuklu kumaş, gerçi yünlü kumaşa göre daha kalın, daha pek ve daha ağır ama, soğuğa ve rutubete karşı daha az koruyor; doğası gereği ve kalınlığından ötürü daha uzun süre nemli kalıyor; yünlü kumaştan yapılmış giysiler gibi sıkı dokunmuş da değildir. Ve bir emekçi, günün birinde kendine pazar günü için yünlü bir palto alacaksa, bunu "ucuzcu mağazalar"dan birinden almalıdır; oralarda, kullanılması için değil satılmak üzere üretilmiş, kolayca yırtılabilecek ya da onbeş gün içinde havı dökülecek, "şeytan tozu"[134*] denen kötü cins palto bulabilir; ya da eskiciden, en iyi günlerini geride bırakıp yarı-aşınmış, ancak birkaç hafta daha giyilebilecek kullanılmış bir palto edinebilir. Dahası emekçinin giysisi, çoğu zaman, eski-püsküdür; en iyi giysilerin sık sık rehin verilmesi zorunlugu belirir. Ama çoğunun, özellikle İrlandalıların arasında yaygın olan giysi, çoğu zaman artık onarım kabul etmez biçimde yıpranmış ya da ilk rengi ayrrdedilemeyecek kadar yama görmüş mükemmel bir paçavradır. Yine de İngiliz ve Anglo-İrlandalı, yama vurmayı sürdürür; bu sanatı dikkate değer bir doruğa yüceltmiştir; yünü ya da çuval bezini pamuklu kadifeye yamar ya da tersi — hepsi aynı kapıya çıkar. Ama buraya aktarılmış gerçek İrlandalı, giysinin artık parça parça olmasından başka yolu kalmamışsa, ancak böyle ayrıksın bir durumda yama vurur. Sıradan durumlarda gömleğin paçavraları, paltonun ya da pantolonun yırtıklarından dışarı [sayfa 120] pırtlar. Thomas Carlyle'in dediği gibi:[135*]
"Giyilip çıkarılmasının, ancak şenliklerde ve yılın önemli günlerinde göze alınacak kadar güç bir operasyon olduğu söylenen lime lime giysiler."
İrlandalılar, daha önceleri İngiltere'de hiç bilinmeyen yeni bir gelenek daha yarattılar — çıplak ayak dolaşmak. Her imalatçı kasabada çıplak ayak dolaşan, özellikle kadın ve çocuk, birçok insan var; yoksul İngiliz de giderek bu örneği benimsiyor.
Giyecekte olan, yiyecekte de aynı. İşçiler, ancak mülk sahibi sınıf için çok kötü olan yiyecekleri elde edebilirler. İngiltere'nin büyük kentlerinde her şeyin en iyisi bulunabilir, ama iş paraya bağlı; bir evi birkaç kuruşla döndüren bir emekçi ise fazla para harcayamaz. Dahası, haftalığını, genelde cumartesi akşamı alır; her ne kadar haftalıkları önceleri cuma günü ödeniyor idiyse de, bu mükemmel düzenleme yaygın değildir; o nedenle işçi çarşıya saat beşte, hatta yedide[136*] çıkar; orta-sınıftan müşteriler ise her şeyin en iyisinin bol bol bulunduğu sabah saatlerinde alacaklarını almışlardır. İşçiler çarşıya ulaştığı zaman ise en iyiler gitmiştir; bir olasılıkla hâlâ oradaysa bile, herhalde almaya güçleri yetmez. İşçilerin aldığı patates genelde kötüdür, sebze pörsümüştür, peynir bayat ve kötü kalitedir, domuz pastırması kokmuştur, et yavan ve serttir, genellikle hastalıklı sığır etidir ya da normal olarak ölmüş hayvanın etidir, ama o zaman bile taze değildir, çoğunca bir ölçüde bozulmuştur. Satıcılar, genelde düşük kalite mal getiren ve onları kötü oluşlarından ötürü ucuza satabilen seyyar satıcılardır. İşçilerin en yoksulları, gereksindikleri şeyleri, ellerindeki üç-beş kuruşla toparlayabilmek için, daha başka çarelere de başvurmak zorunda kalırlar. Pazar günleri hiçbir şey satılamadığı ve tüm dükkanların cumartesi gecesi saat onikide kapatılması gerektiğinden, [sayfa 121] pazartesiye kadar bekletilemeyecek olan mallar, gece saat on ile gece yarısı arasında hangi fiyattan olursa olsun satılır. Ama gece saat onda satılan şeylerin onda-dokuzunun kullanım süresi pazar sabahı dolsa da o yiyecekler, bu en yoksul sınıfın pazar yemeğini oluşturur. İşçilerin aldığı et, çoğu zaman yenebilme süresini aşmıştır; ama madem ki alınmıştır yenecektir. 6 Ocak 1844'te (eğer çok yanlış anımsamıyorsam) Manchester'da Pazaryeri Mahkemesindeki[137*] bir davada onbir kasap, bozuk et satmaktan para cezasına çarptırıldı. Her birinin elinde bulunan bütün bir domuz ya da sığır ya da birkaç koyun ya da yirmibeş-otuz kilo bozuk ete elkondu. Bir seferinde Liverpool'da satılmaması gereken doldurulmuş altmışdört Noel kazı elegeçirildi ve Manchester'a gönderildi; orada bu bozuk etler pazara sürüldü. Bütün bu olaylar, adlar ve verilen para cezaları, günü gününe Manchester Guardian'da[20] yayınlandı. 1 Temmuzdan 14 Ağustosa [1844] kadar geçen altı hafta içinde aynı gazete üç benzer olayı daha haber verdi. 3 Temmuz tarihli Guardian'a göre ölmüş ve kokuşmuş, 90 kilo ağırlığında bir domuz Heywood'daki bir kasap tarafından kesilmiş ve satışa çıkarılmıştı; ete elkondu. Gazetenin 31 Temmuz tarihli sayısına göre, Wigan'da, biri daha önce aynı suçtan cezalandırılmış olan iki kasaptan biri 2, öteki 4 sterlin para cezasına çarptırıldı; suçları bozuk eti satışa sunmaktı. Ve gazetenin 10 Ağustos tarihli sayısına göre Bolton'daki bir toptancıda yirmialtı bozuk jambon elegeçirildi, halkın önünde yakıldı ve satıcı yirmi şilin para cezasına çarptırıldı. Ama olaylar yalnızca bunlarla bitmiyor; altı haftalık bir dönemin makul bir ortalaması da değil ki, ona bakarak bir yılın ortalaması bulunabilsin. Öyle zamanlar vardır ki, haftada iki gün yayınlanan Guardian her sayısında, Manchester'da ya da çevresinde ortaya çıkarılmış benzer bir olayı haber verir. Ve insan, her ana yolun ön cephesinde uzayıp giden geniş çarşılarda pazar zabıtasının yarım yamalak denetiminde gözden kaçan [sayfa 122] birçok durumu dikkate alınca —zaten başka türlü nasıl koskoca bir hayvanı satışa sunmaya cesaret edilir?— daha önce belirtilen olaylarda verilmiş akıl almaz ölçüde hafif para cezalarının böyle davranmaya ne kadar kışkırtıcı olduğunu düşünmeden edemiyor. Zabıtanın elkoyduğu bir etin ne hale gelmiş olması gerektiğini düşününce, işçilerin normal olarak iyi ve besleyici et alabildiklerine inanmak olanaksız. Bu bir yana para-göz orta-sınıf tarafından bir başka biçimde daha mağdur ediliyorlar. Satıcılar ve imalatçılar, çirkin bir biçimde tüketicilerin sağlığına en ufak saygı duymaksızın her yiyeceğe hile karıştırıyorlar. Manchester Guardian'ın bu konuda yazdıklarını görmüştük; şimdi orta-sınıfın bir başka yayın organı—karşıtlarımın tanıklığına bayılıyorum— Liverpool Mercury'yi dinleyelim:
"Tuzlu tereyağı taze tereyağı biçiminde kalıplanıyor ve taze tereyağı kutularına karıştırılıyor. Bir başka olayda bir paket tereyağı dikkati çekecek biçimde tadına bakmak üzere sergileniyor, ama o tereyağı satılmıyor. Bir başka olayda da tuzlu tereyağı yıkanıyor ve kalıplanıp taze gibi satılıyor... Dövülmüş pirinç ve benzeri ucuz malzeme şekerle karıştırılıyor ve hepsi tam fiyatla satılıyor. Kimyasal bir madde — sabun imalatçılarının atıkları— aynı biçimde başka maddelerle karıştırılıp şeker diye satılıyor... İyi cins kahveye hindiba otu karıştırılıyor. Hindiba otu ya da benzeri ucuz bir başkası, çok mahirce kahve çekirdeği biçiminde kalıplanıp doğal kahve çekirdeğiyle bolca karıştırılıyor... Gerçek mal ile doğru dürüst karışabilsin diye çok ince kahverengi toprak koyunun iç yağıyla dövülüp kakaoya katılıyor... Çay yaprağıyla çakal eriği yaprağı ya da başka iğrenç şeyler karıştırılıyor. Kullanılmış çay yaprakları da yeniden kurutuluyor, kızgın bakır tavalarda yeniden renklendiriliyor ve çay diye satılıyor. Karabiber mısırın dış kabuklarından çıkarılan tozla birleştiriliyor, vb.; porto şarabı da tümüyle" (alkolden, boyadan, vb.) "imal ediliyor; işin kötüsü, bu ülkede, Portekiz'de üretilenden daha çok porto şarabı içiliyor. Her türlü berbat şey, sigara tütünüyle karıştırılıyor ve üretilen her tütün ürününde [sayfa 123] yeralıyor."[21]
Buna ben de Manchester'daki en saygın tütün tüccarlarının, geçen yaz kamuoyuna yaptıkları açıklamayı ekleyebilirim; tütüne hile karıştırılmasının çok yaygın oluşu nedeniyle hiçbir firmanın işi, hile yapmaksızın yürütemeyeceğini ve üç peniden daha ucuza satılan hiçbir sigarın bütünüyle tütünden yapılmış olamayacağını açıklamışlardı. Alçı ya da tebeşir tozunu unla karıştırma türünden hilekarlıkların daha düzinesini sayabilirim ama, bu sahtekarlıklar yalnızca gıda maddeleriyle sınırlı değil. Her türlü malın satışında sahtekarlık yapılıyor: fanila, çorap vb. esnetiliyor ve ilk yıkamadan sonra küçülüveriyor; daha küçük ölçüdeki çamaşırlar, sanki bir-buçuk inçle üç inç arasında daha geniş ölçüymüş gibi satılıyor; tabak-çanak öylesine yalap-şap sırlanıyor ki, sırlama hiçbir işe yaramıyor, çatlıyor ve daha yüzlerce alçaklık, tout comme chez nous.[138*] Ama bu sahteciliklerin kötü sonuçlarından arslan payını işçiler alıyor. Zenginler daha az aldatılıyor; çünkü onlar, yitirebileceği bir ünü olan ve kötü, hileli mal satarsa müşterisinden çok kendisine zarar verecek olan büyük mağazaların istediği yüksek fiyatı ödeyebiliyorlar. Ayrıca zenginler biraz şımartılmış, iyi yemeyi alışkanlık haline getirdikleri için, duyarlı damak duygularıyla, yiyecekteki bozukluğu kolayca yakalayabiliyorlar. Ama kendisi için birkaç kuruşun önemi olan, az parayla çok şey almak zorunda bulunan, aldıkları şeyin kalitesini yakından soruşturmaya gücü yetmeyen ve damak zevklerini geliştirme fırsatı olmadığı için bunu zaten yapamayacak olan yoksulların, emekçilerin payına zehirli maddeler düşer. Küçük bakkal esnafından alışveriş etmek zorundadırlar, belki de veresiye alırlar; ve küçük sermayeleri ve oransal olarak büyük iş harcamaları nedeniyle, aynı kalite malı, büyük perakendeciler kadar ucuza satamayan bu küçük bakkallar, istenen düşük fiyattan mal satabilmek ve başkalarının rekabetini göğüsleyebilmek için, bilerek ya da bilmeyerek bozuk mal alırlar. Ayrıca, işine büyük sermaye yatırımı yapmış olan büyük [sayfa 124] perakendeci, sahtekarlığa bulaştığı anlaşılıp da itibar yitirirse çökebilir; ama bir sokakta oturanların müşterisi olduğu küçük bakkal dükkanı, sahtekarlık yaptığı anlaşılsa ne yitirir? Eğer Ancoats'ta hiç kimse ona güvenmezse, kendisini kimsenin tanımadığı Chorlton'a ya da Hulme'a taşınır ve orada eskisi gibi sahtekarlığı sürdürür; vergiye ilişkin olmadığı sürece de bu tür sahtekarlıkların çok azına, yasal ceza uygulanmaktadır. İngiliz emekçi, yalnızca malın kalitesinde değil, miktarında da aldatılır. Küçük dükkanların terazisi ve ölçüsü çoğunca hatalıdır ve polis raporları, bu tür çok sayıda suçlarla dolup taşar. İmalat bölgelerinde bu tür sahtekarlığın ne kadar yaygın olduğunu göstermeye, Manchester Guardian'dan yapacağımız birkaç alıntı yetecektir. Bu örnekler yalnızca çok kısa bir dönemi kapsamaktadır ve o dönem için dahi gazetenin tüm sayıları elimde yok:
Guardian, 16 Haziran 1844, Rochdale Duruşmaları — Dört satıcı, hafif ağırlık kullandıkları için beş şilinle on şilin arasında para cezasına çarptırıldı. Stockport Duruşmaları — İki satıcı bir şilin para cezasına çarptırıldı; birinin kullandığı ağırlıklardan yedisi hafifti ve terazisi de bozuktu; her ikisi de uyarıldı.
Guardian, 19 Haziran, Rochdale Duruşmaları — Bir satıcı beş, iki çiftçi on şilin para cezasına çarptırıldı.
Guardian, 22 Haziran, Manchester Sulh Mahkemesi — Ondokuz satıcı, iki şilin altı peniyle iki sterlin arasında para cezasına çarptırıldı.
Guardian, 26 Haziran, Ashton Duruşmaları — Ondört satıcı ve çiftçi iki şilin altı peni ile bir sterlin arasında para cezalarına çarptırıldı. Hyde Petty Duruşmaları — Dokuz çiftçi ve satıcı, mahkeme giderlerini ödemeye ve beş şilin para cezasına mahkum edildiler.
Guardian, 6 Temmuz, Manchester — Onaltı satıcı mahkeme giderlerini ve on şilini aşmamak üzere para cezası ödemeye mahkum edildi.
Guardian, 13 Temmuz, Manchester — Dokuz satıcı iki şilin altı peniden yirmi şiline kadar değişen para cezalarıyla [sayfa 125] cezalandırıldı.
Gaurdian, 24 Temmuz, Rochdale — Dört satıcı on-yirmi şilin arasında değişen para cezalarına çarptırıldı.
Guardian, 27 Temmuz, Bol ton — Oniki satıcı ve hancı mahkeme giderlerini ödemeye mahkum edildi.
Guardian, 3 Ağustos, Bolton — Üç satıcı iki şilin altı peniyle beş şilin arasında değişen para cezalarına çarptırıldı.
Guardian, 10 Ağustos, Bolton — Bir satıcı beş şilin para cezasına çarptırıldı.
İşçi sınıfını, mal kalitesinde yapılan sahtekarlığın esas zarar göreni yapan nedenler ne ise, mal miktarındaki sahtekarlığın olağan mağduru yapan nedenler de odur.
Emekçinin alışageldiği gıda maddeleri, doğal ki onun ücretine göre değişiklik gösterir. Daha iyi kazanan işçiler, özellikle ailesindeki herkesin para kazanabildiği işçiler, bu durum sürdükçe iyi gıda alırlar; her gün et yiyebilirler, akşam yemeğinde domuz yağı ve peynir olur. Ücretlerin daha düşük olduğu yerlerde, haftada iki ya da üç kez et yenir,[139*] ekmek ve patates miktarı artar. Ücretlerin adım adım azalışıyla, hayvansal gıdanın bir parça domuz yağına ve patatese gerilediğini görürüz; daha aşağı ücretlerde en alt basamağa doğru bu bile sofradan kalkar, yalnızca ekmek, peynir, lapa ve patates kalır; basamağın en altında, İrlandalılar arasında ise patates tek gıdadır. Patatesin yanısıra belki biraz şekerle, sütle, ya da alkolle açık renk bir çay içilir. Almanya'da nasıl kahve vazgeçilmezse İngiltere'de ve hatta İrlanda'da çay da aynı biçimde vazgeçilmez bir içecektir; ve çayın içilmediği yerde en şiddetli yoksulluk egemendir. Ama bütün bunların hepsi, işçinin çalışıyor olmasına bağlıdır. İşi olmadığı zaman her şey tümden raslantmın insafına kalmıştır; kendisine, ne verilirse, ne dilenirse, ne çalarsa onu yer. Hiçbir şey bulamazsa, daha önce gördüğümüz gibi, açlıktan ölür. Gıdanın miktarı da, kuşkusuz kalitesi gibi, ücret düzeyine göre değişir; düşük ücretli işçiler arasında, geniş bir aileleri olmasa [sayfa 126] bile[140*] tam ve düzenli işe karşın açlık egemendir; düşük ücretli sayısı da epey çoktur. Özellikle, nüfusun artışıyla işçiler arasındaki rekabetin de arttığı Londra'da bu düşük ücretli işçi sınıfı oldukça kalabalıktır; ama öteki kentlerde de bulunurlar. Bu durumlarda her çareye başvurulur; başka yiyecek olmadığı için patates kabukları, sebze artıkları ve çürük sebze[141*] bile yenir ve her ne bulunursa, belki bir damla besleyicidir düşüncesiyle, oburca toplanır. Ve haftalık ücret, hafta bitmeden önce harcanmışsa, aile, haftanın sonuna doğru ancak açlığı bastıracak kadar yiyecek bulabilir. Kuşkusuz, böyle bir yaşam biçimi, kaçınılmaz olarak, birçok hastalığa yolaçar; ve hastalıklar ortaya çıktığı zaman, aileyi başlıca geçindiren kişi babaysa, beden çalışması en fazla onun için gıdayı gerektiriyorsa, ilkin o yenik düşer — baba bütün bütün çalışamaz hale gelince de sefalet doruğa tırmanır ve gereksinimlerinin en fazla olduğu bir sırada onları kendi haline terkediveren toplumun amansızlığı, olanca açıklığıyla günışığına çıkar.
Şimdiye dek ortaya konan olguları kısaca özetleyelim. Büyük kentlerde esas olarak emekçi halk oturmaktadır; eri iyi durumda iki, daha sıklıkla üç, şurda-burda dört işçiye karşılık bir burjuva vardır; bu işçilerin kendilerine ait mal ve mülkleri yoktur; geçimleri tamamen ücretlerindendir; yani genelde elden ağıza gider. Tümüyle atomlardan oluşan toplum onların durumu hakkında parmağını kıpırdatmaz; kendilerine ve ailelerine bakmalarını onlara bırakır, ama onlara bunun araçlarını etkin ve sürekli bir biçimde vermez. Her emekçi, hatta en iyileri bile, o nedenle, sürekli olarak işini ve aşını yitirme tehdidine, yani açlıktan ölmeye açık yaşar ve birçoğu böylece yiter-gider. İşçi evleri her yerde çok kötü tasarlanmış, çok kötü yapılmıştır; çok kötü bir durumda [sayfa 127] tutulur, havalandırması çok kötüdür, rutubetlidir, sağlıksızdır. Evde oturanlar olabilecek en küçük köşeciğe sığınmışlardır; her bir odada en azından bir aile yatar. Evlerin iç düzenlemesi, en gerekli eşyadan bile tümden yoksunluğa kadar çeşitli derecelerde, yoksulluğun gazabına uğramıştır. İşçilerin giysileri de genelde çok yetersizdir ve çoğu paçavradır. Gıda, genelde kötüdür; çoğu zaman yemek için uygun değildir, birçok halde de en azından zaman zaman miktarı azdır; öyle ki aşırı durumlarda açlıktan ölüme kadar varır. Büyük kentlerin işçi sınıfının yaşam koşulları, demek ki, derece derece farklıdır; en iyi durumlarda, geçici olarak ağır işe dayanabilirlik ve iyi ücretler,[142*] — işçi açısından iyi ve dayanılabilir —, en kötü durumlarda ise evsizliğe ve açlıktan ölüme kadar varan şiddetli bir yoksunluk. Ortalama durum en iyiden çok en kötüye yakındır. Ve bu derecelenmeler sabit sınıflara bölünmezler, öyle ki, işçi sınıfının şu bölümü iyi durumda,[143*] zaten hep böyleydi, böyle de kalacak denemez. Şurada burada durum böyleyse de, tek tek işkolları ötekilerden genelde avantajlıysa da, gene de her daim işçilerinin durumu öylesine büyük dalgalanmalara konu olur ki, tek tek her işçi, göreli rahatlıktan aşırı yoksunluğa hatta açlıktan ölüme kadar bütün kademelerden geçebilir, zaten nerdeyse her İngiliz işçinin talih değişikliği üzerine anlatabilecek bir hikayesi vardır. Bunun nedenlerini biraz daha yakından inceleyelim.