TÜRKİYE - FRİEDRİCH ENGELS
Londra, Salı, 22 Mart 1853
Prens Mençikov, Tuna Prensliklerindeki Rus kuvvetleriyle Sivastopol’daki kara ve deniz birliklerini denetledikten, Sivastopol’da, kendi gözleri önünde askerlerin gemilere bindirilip indirilmesi tatbikatını izledikten sonra, eşliğindeki 12 kişiyle birlikte, 28 Şubatta gösterişli bir biçimde İstanbul’a[7] girdi. Kendisine eşlik edenler arasında, birçok subay yanında, Karadenizdeki Rus donanmasının amirali, bir tümen komutanı ve elçilik katibi olarak genç Kont Nesselrod da bulunuyordu. Rumlar ile Ruslar, Mençikov’u, sanki gerçek iman yoluna getirmek üzere Çarigrad’a giren ortodoks bir çarmış gibi tantanayla karşıladılar. Fuad Efendinin görevden alınışıyla yetinmeyen Prens Mençikov’un, sadece Türkiye’deki bütün hıristiyanların korunması hakkının değil, onun yanısıra, Rum patriği seçme hakkının da, sultan tarafından, Rus çarına bırakılmasını istediği; sultanın, İngiltere ile Fransa’ya başvurarak, korunmasını istediği haberleri; İngiltere’nin temsilcisi Albay Rose’un Wasp adlı gemiyi ivedi olarak Malta’ya gönderdiği ve İngiliz donanmasının derhal Takımadalar çevresinde görünmesini istediği ve Rus gemilerinin Boğaz yakınındaki Şile’de demirlediği haberleri, burada ve Paris’te, çok büyük bir heyecan yarattı. Paris Moniteuı2 gazetesi, Toulon’daki Fransız donanmasının Yunan sularına gitme emri aldığını haber veriyor. Ne var ki, Amiral Dundas, henüz Malta’da. Bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, Doğu Sorunu, bir kez daha Avrupa’nın “ordre du jour”undadır.[8] Bu, tarihte aşinalığı olanları şaşırtmayacak bir gerçek.
Devrimci kasırga bir an için yatışır yatışmaz ortaya çıkan sorun, kuşkusuz, ezelî “Doğu Sorunu”dur. Nitekim ilk Fransız Devrimi fırtınası geçtikten ve Rus Çarı Aleksandır, Tilsit barışıyla,3 Kıta Avrupası’nın tümünü Napoléon ile aralarında bölüştükten sonra, o sıralardaki sessizlikten yararlanarak, çürümekte olan imparatorluğu içerden parçalayan güçlere “destek olmak” için, orduyu Türkiye üzerine yollamıştır. Bunun gibi, Batı Avrupa’daki devrimci hareketler Laibach ve Verona kongreleri tarafından bastırıldıktan sonra,4 Aleksandır’ın ardılı olan Nikola, Türkiye’ye yeni bir saldırıya daha girişmiştir. Birkaç yıl sonra, Polonya, İtalya ve Belçika’daki ayaklanmaların yanısıra temmuz devrimi gelip çattığı ve Avrupa, 1831de aldığı biçimiyle, iç fırtınadan uzak göründüğü sıralarda, 1840’ta, Doğu Sorunu, “büyük dev-letler”in arasını bozma ve genel bir savaşa yolaçma noktasındadır.5 Ve şimdi yönetici cücelerin kısa-görüşlülüğünü, anarşi ve devrimin tehlikelerinden Avrupa’yı başarıyla kurtarmış olmakla böbürlenir, gururlanırken, ezelî konu, kendini göstermekte hiçbir zaman gecikmemiş olan güçlük, bir kez daha ortaya çıkıyor: Türkiye’ye ne yapacağız?
Türkiye, Avrupa meşruiyetçiliğinin kanayan yarasıdır. İlk Fransız Devriminden bu yana, meşru, monarşik yönetimin güçsüzlüğü kendini her zaman bir aksiyomda ortaya koymuştur: status quo’yu[9] koru. Testimonium paupertatis,[10] ilerleme ya da uygarlık amacıyla olsun, egemen güçlerin evrensel iktidarsızlığının ikrarı, olup-biten şeylere, raslantı ya da kaza sonucu ortaya çıktıkları biçimde dörtelle sarılmak şeklindeki bu evrensel anlaşmada görülür. Napoléon, istediği anda, bütün bir Kıtayı yeniden düzenleyebilirdi, evet, üstelik bunu, dahiyane ve kararlı bir görünüşle yapabilirdi. Avrupa meşruiyetçiliğinin Viyana Kongresinde6 biraraya gelen tüm “ortaklaşa bilgeliğinin, aynı işi yapması, iki yılı gerektirdi; birbirlerine düştüler, gerçekten üzüntü verici biçimde işi berbat ettiler, canlarına tak eder oldu, başlarına tatsız bir bela aldıklarını gördüler ve ondan sonra da, bir daha Avrupa’yı parsellemeye kalkışmadılar. Beranger’nin7 deyişiyle, körükörüne bayağılığın ardından giden bu kişiler, tarih bilgisinden, olayların içine işleyebilmekten, fikirlerden, girişim gücünden yoksun bir biçimde, beceriksizce yarattıkları, üstelik ne acemice, ne beceriksizce bir iş olduğunu bildikleri status quo’ya hayranlar.
Ne var ki Türkiye, dünyanın geri kalan kısmından daha fazla yerinde saymıyor. Uygar Avrupa’da gerici taraf, status quo ante[11] olarak düşündükleri durumu yeniden kurarken, Türkiye’de status quo’nun çok fazla değişmiş olduğu görüldü; yeni sorunlar, yeni ilişkiler, yeni ilgilerin ortaya çıktığı ve zavallı diplomatların, sekiz-on yıl kadar önce kendini gösteren genel yersarsıntısı nedeniyle durdukları noktadan yeniden işe başlamak zorunda oldukları farkedildi. Türkiye’de status qua’yu koru! Niçin? içine, dağılmadan önce bir at leşi konmuş çürük bir şeyi, o çürümüşlük derecesiyle korumaya da çalışabilirdiniz. Türkiye çürümeye devam ediyor, şimdiki “güç dengesi” düzeni ve status quo’nun korunması sürüp gittikçe, çürümeye devam edecek; çürümüş her maddenin çevresine, biraz hidrokarbon ve hoş kokulu bazı gazlar salması gibi, Türkiye de, kongrelere, protokollere, ültimatomlara karşın, kendi payına düşen diplomatik güçlükleri ve uluslararası kavgaları yaratmaya devam edecek.
Şimdi sorunu gözden geçirelim. Türkiye birbirinden tümden ayrı üç parçayı kapsıyor: Afrika’da bulunan bağımlı beylikler, yani Mısır ve Tunus; Asya Türkiyesi; bir de Avrupa Türkiyesi. Bunlar arasında sadece Mısır’ın gerçekten sultana bağlı kabul edilebileceği Afrika toprakları şimdilik bir yana bırakılabilir. Mısır herşeyden önce İngiltere’ye aittir, gelecekte Türkiye herhangi bir biçimde paylaşılacak olursa, bu topraklar İngiltere’nin payını oluşturacaktır, oluşturması kaçınılmazdır. Asya Türkiyesi, imparatorluğun bütün gücünü elinde bulunduran gerçek toprağıdır; dört yüzyıl boyunca, Türklerin başlıca yurdu olan Küçük Asya ve Ermenistan, Viyana surlarını tehdit eden ordularından, Kulevça’da8 Diebitisch’in pek de mahirce olmayan manevraları önünde dağılan ordularına kadar, Türk ordusuna asker sağlanan, Türklere özgü topraklar olmuştur. Nüfus yoğunluğunun az olmasına karşın, Asya Türkiyesi, bugünkü durumda, herhangi bir fetih arzusunu uyandırmaya elvermeyen müslüman taassubuna ve Türk milliyetçiliğine bağlı toplu bir kitleden oluşmaktadır. Bundan ötürü, “Doğu Sorunu” ne zaman görüşme konusu olsa, bu toprakların göz-önüne alınan parçaları, yalnızca Filistin ve Lübnan’ın hıristiyan vadileri olmaktadır.
Sözkonusu asıl sorun, Avrupa Türkiyesi, yanı Sava ve Tuna’dan güneye doğru inen büyük yarımadadır. Bu şahane toprağın talihsizliği, ilerleme ve uygarlığa en az uygun düşenin hangisi olduğunu söylemesi hayli güç, değişik birçok soy9 ve ulusal kümelerin yerleşme bölgesi oluşudur. Slavlar, Yunanlılar, Ulahlar (Eflak halkı), Arnavutlar, 12 milyon kişi, bir milyon Türke boyun eğdirilmiştir. Yakın zamana kadar, bu ayrı soylar arasından, Türklerin, üstünlüğü elde tutmakta en yeteneklisi oldukları hususunda, böylesine karma bir nüfus içinde, üstünlüğün Türklerin elinde değil, bir başka ulusal topluluğun elinde olabileceği hususunda pek az kuşku duyulmuştur. Ne var ki, Türk hükümetinin uygarlığa ilişkin tüm girişimlerinin esef edilecek biçimde nasıl başarısızlığa uğradığını, başlıca birkaç büyük kentteki Türk ayaktakımı (mob) tarafından sürdürülen islam taassubunun, Avusturya ile Rusya’nın şaşmaz biçimde iktidarı yeniden ele geçirmelerine ve olası herhangi bir ilerlemeyi altüst etmelerine nasıl yaradığını; merkezin, yani Türk hükümetinin, hıristiyan bölgelerdeki ayaklanmalar sonucu, yıldan yıla nasıl zayıfladığını ve gerek Babıâlinin zayıflığı, gerek komşu devletlerin müdahaleleri nedeniyle bu ayaklanmaların hiç de meyvesiz kalmadığını; Yunanistan’ın bağımsızlığını kazandığını, Ermenistan’ın bir bölümünün Rusya tarafından fethedildiğini, –Buğdan, Eflak, bir de Sırbistan’ın ardarda, Rusya’nın koruyuculuğu altına girdiklerini gördükten sonra– Trakya-İllirya yarımadasında, refahın gelişmesine, Türklerin Avrupa’daki varlığının gerçek bir engel olduğunu itiraf etmemiz gerekir.
Toplumun sınıf ilişkileri, çeşitli soylar arasındaki ilişkiler kadar karışmış olduğu için, Türkleri, Türkiye’nin yönetici sınıfı (ruling class) diye tanımlamamız hayli güç. Yerine ve duruma göre Türk; işçidir, çiftçidir, küçük mülk sahibidir, tacirdir, feodalizmin en düşük, en barbar düzeyinde feodal beydir, memur ya da askerdir; ancak bütün bu değişik yerlerde olsa da, o, ayrıcalıklı bir dine ve ulusa mensuptur – silah taşıma hakkı sadece onundur, en yüksek düzeyden bir hıristiyan, karşılaştığı en alt düzeyden bir müslümana yol vermek için kaldırımdan aşağı inmek zorundadır. Bosna ve Hersek’te, halk kitleleri reaya, yani hıristiyan uyruklar olarak kalırken, Slav aslından gelen soylular islamlığa geçmişlerdir. Bu eyalette, o zaman, müslüman Bosnalı, Türk aslından gelen dindaşıyla böylece aynı düzeyde olduğundan, egemen din ile egemen sınıf özdeşleşmiştir.
Asya’da, her zaman toplanmaya hazır yedeklerin dışında, Avrupa’daki Türk nüfusun başlıca gücü, İstanbul’un ve birkaç büyük kentin halkından oluşur. Bu halk, genel olarak, Türktür, gerçi başlıca geçimini hıristiyan sermayedara çalışarak sağlar, ama gene de, hıristiyanlara bakarak, islamî ayrıcalıkların ihsanı olan sözde üstünlüğünü ve aşırılıklarına karşın cezalandırılmaktan uzak oluşunu kıskançlıkla korur. Önemli her coup d’état[12] için, bu kalabalığın, rüşvet yoluyla ya da pohpohlanarak kazanılması gerektiği pek iyi bilinir. Belli halk topluluklarının yerleştirildiği birkaç bölge dışarda tutulursa, Avrupa’daki Türk nüfusa, bir bütün ve etkin yığın gücünü veren, işte bu kalabalıktır. Kuşkusuz, er ya da geç, bu kıtanın en güzel parçalarından birini, bir bilgeler ve kahramanlar topluluğu olan Roma İmparatorluğu’nun halk tabakasına bakarak, bir ayaktakımının egemenliğinden kurtarmamız, mutlak zorunlu duruma gelecektir.
Öteki uluslar arasında Arnavutları, Adriyatik’e inen topraklarda yerleşmiş kendilerine özgü olan, ancak büyük Hint-Avrupa kökünden olduğu anlaşılan bir dili konuşan, bu yiğit, yerli dağ halkını birkaç sözcükle bir yana koyabiliriz. Arnavutların bir bölümü Rum-hıristiyan, bir bölümü müslümandır ve haklarında bildiğimiz her şey, uygarlık için henüz hiç hazır olmadıklarını göstermektedir. Çevre bölgelerdeki sınaî ilerleme, kendilerine baltacılar ve su taşıyıcılar olarak iş kapısı buluncaya kadar, Arnavutların yağmacılık alışkanlığı, komşu herhangi bir hükümetin onları askerî buyruk altında tutmasını gerektirecektir. İspanya’daki Gallegas10 ve genel olarak dağlık bölgeler halkı için de aynı durum sözkonusuydu.
Ulahlar ya da Daco-Romalılar [Eflaklılar], aşağı Tuna ile Dinyes-ter nehri arasındaki bölgenin başlıca nüfusunu oluşturan bu insanlar, hayli karışmışlardır, ortodoks kilisesine bağlıdırlar, Latince kökünden gelme bir dil konuşurlar, birçok bakımdan İtalyanlara benzemedikleri hiç de söylenemez. Transilvanya ve Bukovina halkı Avusturya’ya, Besarabya halkı Rus imparatorluğuna bağlıdır; Daco-Romalılar soyunun siyasal varlığını kazandığı iki prenslikte, Buğdan ile Eflak’ta, halk, ad olarak Babıâlinin hükümranlığı, ama gerçek olarak Rus egemenliği altında, kendi prenslerine sahiptir. Transilvanya Ulahları hakkında, Macaristan savaşı11 sırasında çok şey işittik; o zamana kadar, aynı zamanda Avusturya düzenine göre, bütün hükümet vergilerinin de toplayıcısı olan Macar toprakbeylerinin feodalizmiyle ezilen bu hayvanlaştırılmış halk, 1846’da Galiçyalı Ruthen kölelerinin kandırıldığı biçimde,12 vaat ve rüşvetle, Avusturya tarafından kazanıldı ve Transilvanya’yı çöle çeviren bu yıkım savaşına girişti. Türk prensliklerindeki Daco-Romalıların hiç değilse kendi yerli soyluları ve siyasal kurumlan var; Rusya’nın tüm çabalarına karşın, devrimci ruh, 1848 ayaklanmasının13 çok iyi kanıtladığı üzere, halka işlemiştir. Ortak din bağına ve şimdiye dek, ortodoks kilisesinin imparator başını, halkın, kendi doğal koruyucusu gibi görmesine yolaçan çar-papa batıl inancına karşın, 1848den bu yana süregelen Rus işgali boyunca, konan vergilerin ve çekilen sıkıntının halktın devrimci ruhunu daha da yücelttiğinden kuşku duyulamaz. Bundan dolayıdır ki, Eflak milliyetçiliği, sözkonusu toprakların kesin olarak eldeğiştirmesinde önemli bir rol oynayabilir.
Türkiye Rumları, daha çok Slav asıllıdırlar, ama modern Helen dilini kabul etmişlerdir. Gerçekte İstanbul ile Trabzon’un birkaç soylu ailesi dışında, genellikle kabul edildiği gibi, Yunanistan’da bile, pek az saf Helen kanı bulunabilir. Yahudilerin yanısıra Rumlar, liman kentleriyle birçok iç kentin başlıca tacirleridirler. Rumlar bazı bölgelerde de çiftçilik yaparlar. Tesalya ile Epir dışarda tutulursa, hiçbir duruda, ne sayılan, ne bütünlükleri, ne ulusçuluk ruhlan, kendilerine ulus olarak siyasal bir ağırlık sağlar. İstanbul’daki birkaç soylu Rum ailenin çevirmen olarak elde ettiği etkinlik, Türklerin Avrupa’da eğitim görmeye başlamalarından ve yabancı elçiliklere Türkçe konuşan ataşeler atanmasından bu yana, hızla azalmaktadır.
Şimdi de, nüfusun büyük kesimini oluşturan ve soyların karışımı durumunda kanı ağır basan soya geliyoruz. Gerçekte bu soyun, Mora’dan Tunaya, Karadenizden Arnavutluk dağlarına kadar olan bölgenin hıristiyan halkının asıl kökü olduğu söylenebilir. Bu soy, Slav soyudur, özellikle Slav soyunun İllirya ya da Güney Slavı (Yugoslavyalı) adı altında gelişen koludur. Batı Slavları (Polonyalılar ve Bohemyalılar) ve Doğu Slavlarından (Ruslardan) sonra bunlar, son 12 yüzyıldan bu yana Avrupa’nın doğusunu işgal etmiş olan birçok Slav ailesinin üçüncü kolunu oluştururlar. Bu Güney Slavları, sadece Türkiye’nin büyük bir kesimini değil, ama aynı zamanda Dalmaçya’yı, Hırvatistan’ı, Slovanya’yı ve Macaristan’ın güneyini de işgal etmektedirler. Hepsi aynı dili konuşurlar, bu dil, Rusçaya çok yakındır ve Batılı bir kulak için, tüm Slav dilleri içinde en ahenklisidir. Hırvatlar ve Dalmaçyalıların bir bölümü katoliktir; geri kalanların hepsi ortodoks kilisesine bağlıdır. Katolikler latin abecesini kullanırlar, ama ortodoks kilisesine bağlı olanlar, kendi dillerini, Rusçada, eski Slavcada ya da kilise dilinde de kullanılmakta olan Kiril abecesiyle yazarlar. Bu durum, din ayrılığıyla birlikte, tüm Güney Slovenya topraklarını kapsayan ulusal gelişmeyi geciktirmekte etken olmuştur. Bir Belgradlı, kendi dilinde, ama Agram ya da Peç’te basılmış bir kitabı okuyamayabilir, dahası “kabul edilmiş dinsel kurallara aykırı olan” bir abece ve imla kullanılmış olması nedeniyle eline almayı bile kabul etmeyebilir, ama aynı kişi, Moskova’da Rus dilinde basılmış bir kitabı okuyup anlamakta çok az güçlükle karşılaşacaktır, çünkü özellikle eski Slavca sözcük kökenine bağlı imla düzeninde yazıldığı zaman bu iki lehçe birbirine çok benzemektedir, üstelik kitap “kurallara bağlı” Pravoslavni abecesiyle basılmıştır. Ortodoks kilisesine bağlı Slavlar kitlesi, kutsal Moskova’da ya da St. Petersburg’un imparatorluk basımevlerinde basılmış kitapların sadece o kitaplara özgü bir doğruluk içinde olduğu, kurallara uyduğu ve kutsallık koktuğu inancını taşıdığı için, kendi ülkelerinde basılmış dua kitaplarına, ayin kitaplarına, hatta İncil’e, el bile sürmeyeceklerdir. Slav birliğinin, Agram ve Prag’daki ateşli yandaşlarının tüm çabalarına karşın,14 Sırp, Bulgar, Bosnalı reaya ve Makedonya ile Trakya’nın Slav köylüsü, Ruslara karşı, kendisiyle aynı dili konuştuğu katolik Güney Slavına duyduğundan daha fazla ulusal yakınlık duyar, Rus ile daha çok temas noktası, daha çok aydınca ilişkiler aracı vardır. Her ne olursa, o, kendisini tüm şeytanlardan kurtaracak olan Mesihin dünyaya dönüşünü St. Petersburg’dan bekler; ve İstanbul’a Çarigrad ya da İmparatorluk Kenti diyorsa, bu, ortodoks çarın Kuzeyden gelip gerçek imanı kurmak üzere kente girmesini beklediği kadar, Türklerin ülkeyi istilasından önce, onu ortodoks çarın elde tuttuğunu anımsadığı içindir.
Türkiye’nin büyükçe bir kesiminde, kendilerinin uygun gördüğü yerel hükümet eliyle, Türk’ün doğrudan yönetimine bağlı olan, bir bölüğüyle (Bosna’da) fatihin dinini kabullenen Slav soyu, ülkede, iki yerde, siyasal varlığını sürdürmüş ya da ele geçirmiştir. Biri, bundan altı yüzyıl önce bu bölgelerin tarihinde önemli bir rol oynamış olan doğal sınır çizgileriyle çok iyi belirlenmiş Moravya vadisi, yani Sırbistandır. Bir süre Türkler tarafından zorla başeğdirilmiş olan bu bölgeye, 1806 Rus savaşı,15[13] gene Türk üstünlüğünde olmakla birlikte, ayrı bir varlık kazanma olanağını verdi, bölge o zamandan beri Rusya’nın doğrudan koruyuculuğu altında kaldı. Ne var ki, Buğdan ile Eflak’ta olduğu gibi siyasal varoluş yeni gereksinmelere yolaçtı ve Sırbistan’ı, Batı Avrupa’yla giderek artan ilişkilere itti. Uygarlık kökleşmeye başladı, ticaret genişledi, yeni fikirler ortaya çıktı, bunun sonucu olarak, Rus etkisinin tam göbeğinde ve kalesinde, Slav ya da Ortodoks Sırbistan’da, eski Maliye Bakanı Garaçanin’in önderliğinde, (kuşkusuz reform isteklerinde çok alçakgönüllü olan) Rus aleyhtarı bir ilerici parti görüyoruz.16
Kuşku yok ki, ortodoks kilisesine bağlı Slav halk, üzerinde yerleştiği ve toplam nüfusun (yedi milyon) dörtte-üçünü oluşturduğu topraklarda efendiliği ele geçirecek olursa, aynı gereksinimler, kısa sürede Rus aleyhtarı bir ilerici partinin doğmasına yolaçabilir. Şimdiye kadar böyle bir partinin varlığı, Türkiye’den herhangi bir parçasının yarı-ayrılmasının kaçınılmaz sonucu olmuştur.
Karadağ’da ise büyükçe sayılabilecek kentleri kapsayan verimli bir vadi yok, ulaşılması güç, kıraç, dağlık bir arazi var. Buraya bir soyguncular takımı yerleşmiş, ovalan silip süpürüyor, yağmayı dağdaki kalelerine yığıyorlar. Bu romantik ama oldukça kaba baylar, uzun süreden beri, Avrupa’da, başa beladırlar ve Karadağ halkının (Çerno-Gorgi), köylerle köylüleri yakma ve sığırları kaldırıp götürme hakkından yana çıkmak, ancak Rusya ile Avusturya’nın siyasetine uygundur.
New-York Daily Tribune
no 3736, 7 Nisan 1853
[1] İngilizce derlemede, s. 558-561 “CI” nolu “İngiltere’de Hükümet Bunalımı” adlı yazı, Marx ve Engels’e ait olmadığı için, bu baskıya alınmamıştır. -Sol Yayınları.
[2] Türkçe baskıda, alıntıların büyük bir kısmı, metin ile aynı puntoda, tırnak içinde dizdirilmiştir. -Sol Yayınları.
[3] Türkçe baskıda, alıntılar, kısaltılmadan, tam olarak verildiği için, sözü edilen işaretler de uygulanmamıştır. -Sol Yayınları.
[4] Türkçe baskıda, sözü edilen haritalardan ikincisinin de bugün pek eskimiş olduğunu gözönünde tutarak, Aveling’ler tarafından konan bu haritalar yayınlanmamıştır. -Sol Yayınları.
[5] Türkçe baskıda, dizinler değiştirilmiş, geliştirilmiş ve sayfa numaraları eksiksiz olarak verilmiştir. -Sol Yayınları.
[6] Okurun 1 nolu açıklayıcı notta okuyacağı üzere, New-York Tribune’de yayınlanan ve tam adı “İngiliz Siyaseti – Disraeli – Mülteciler – Mazzini Londra’da – Türkiye” olan makelenin (bkz: Marx-Engels, Werke, 9, Berlin 1971, s. 3), Marx-Engels mektuplaşmalarının 1913’te yayınlanmasından sonra, Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ortaklaşa yazıldığı ve “Türkiye” kısmını ise Engels’in yazdığı açıklığa kavuşmuştur. Burada, sözkonusu makalenin, sadece Türkiye ile ilgili kısmı yer aldığı için, “Karl Marx-Friedrich Engels” imzası yerine, yalnızca “Friedrich Engels” imzasını koymanın daha doğru olacağını düşündük. Makalenin “Türkiye” adı ile yayınladığımız bu kısmı, Fransızca baskıda “Les nationalités en Turqui” (“Türkiye’de Ulusal Kümeler” ya da “Türkiye’de Milliyetler”) (bkz: Œuvres Politiques, t. III, La question d’Orient, Ed. Costes, Paris 1929, s. 5.) adını taşımaktadır. -Sol Yayınları.
[7] “İstanbul” adı, Collected Works’te (cilt:12-13) ve Werke’lerde (cilt: 9-10) “Constantinople” olarak geçmektedir. – Eriş Yayınları’nın notu.
[8] Gündem. -ç.
[9] Var olan durum. -ç.
[10] Yoksulluğun kanıtı. -ç.
[11] Önceki statüko. -ç.
[12] Hükümet darbesi. -ç.
[13] İngilizce ve Fransızca baskılarda: 1809. -ç.
[14] Courier de Marseilles’den alınan bu parça İngilizce derlemede (s. 10) özel olarak verildiği için, Almanca metinden {Werke, 9, s. 18-19) çevrilmiştir. -Sol Yayınları.
[15] Rusya’nın Londra elçisi. -ç.
[16] Karma İngiliz hükümetinin başbakanı. -ç.