TÜRK SAVAŞINDA GELİŞME-SİNOP BASKINI-Engels
Rusya’nın gürültülü biçimde övündüğü ve cömertçe ödüllendirdiği son iki zaferine ilişkin resmî belgeler, uzun bir gecikmeden sonra elimize ulaşmış bulunuyor. Kuşkusuz, sözünü ettiğimiz iki zaferden biri, Sinop’ta Türk filosunun tahribedilmesi; ikincisi, Asya’da Ahıska’daki142 çarpışmadır. Elimize ulaştığını söylediğimiz belgeler, Rus bültenleri. Ancak, Türk resmî organının, –doğal ki– haberlerinin, bize, St. Petersburg’un haberlerinden daha önce ulaşmış olması gerekirken, kesin bir sessizliği sürdürmesi, Babıâlinin yayınlayacak hoş bir haberi olmadığını gösteriyor. Bu durumda, okurlarımızı, gerçek durum hakkında bilgi sahibi yapabilmek için, sözkonusu olay hakkındaki incelemelerimizi, eldeki bilgilerle yürüteceğiz.
Sinop çarpışması, Türklerin, öylesine eşi görülmedik bir dizi hatalarının sonucuydu ki, tüm olay, ancak ve ancak, Batı diplomasisinin zararlı karışmalarıyla ya da İstanbul’daki Fransız ve İngiliz elçilikleriyle ilişkili bazı kişilerin Ruslarla fesat ilişkisi kurmasıyla açıklanabilir. Kafkasya’nın asi dağ halkına yardım malzemesi, silah ve cephane götürmek üzere Kafkasya kıyılarına yapılan bir yolculuktan Rus amirallerinin dikkatini kaydırabilmek amacıyla, kasım ayında, Türk ve Mısır donanması Karadeniz’e çıkmıştı. Donanmalar, tek Rus savaş gemisiyle karşılaşmaksızın, onsekiz gün boyunca denizde kaldılar. Bazıları bu süre içinde Rus filosunun Sivastopol’dan dışarı bile çıkmadığını, böylece Kafkasya’ya yapılan yolculuğun beklenen amaca ulaştığını söylüyorlar. Bazıları ise Türklerin tasarımı hakkında çok iyi bilgisi olan Rus filosunun doğuya kaydığını ve malzeme taşıyan tekneleri gözlediğini, bunun sonucu olarak da sözkonusu teknelerin Kafkasya kıyılarına ulaşamadığını, ana donanma Boğazlara girerken, bu teknelerin de Sinop’a geri dönmek zorunda kaldığını haber veriyor. Sinop çarpışmasının başlangıcında, Sinop filosuna bağlı gemilerden bazısının patlamasına yolaçan büyük barut stokunun varlığı, ikinci iddianın doğruluğunun bir kanıtı gibi görünüyor.
Geri döndükten sonra yedi Türk firkateyni, iki buharlı gemi, üç şalupa, bir ya da iki küçük tekne ve bir miktar askerî tekne, açık bir kıyıdan biraz daha kapalıca olan ve denize doğru açılan bir körfezdeki Sinop limanında bırakıldı. Liman, ihmal edilmiş birkaç bataryayla korunuyordu. Bu bataryaların en iyisi, Rum imparatorlar zamanında, büyük bir olasılıkla topun henüz Avrupa’da bilinmediği yıllarda kurulmuş bir kaledeydi. Nasıl oldu da, çoğu düşük çaplı üçyüz topa sahip bir filo, ana donanma Boğazın sakin sularının tadını çıkarırken, Karadeniz’in bu noktasında, Sivastopol’a yakınlığı nedeniyle bir Rus saldırısına en açık olan Sinop’ta, kendisinden hem ağırlık, hem silah gücü olarak üç kat üstün bir Rus filosunun duygulu merhametine terkedildi, bu nokta henüz karanlık. Bildiğimiz şu ki, bu filonun tehlikeli durumu biliniyordu ve karargahlarda epey tartışılmıştır. Türk, Fransız ve İngiliz amirallerin bu duruma itirazları, savaş meclisinde güçlü bir biçimde duyurulmuştu, her işe burnunu sokan elçiler de akıllarından geçeni söylemek için o toplantılara katılmışlardı, ama hiçbir şey yapılmadı.
Bu arada bir anlatıma göre, filonun durumunu Sivastopol’a anlaşılan bir Avusturya gemisi haber verdi. Ancak buna karşılık Rusların resmî açıklaması, Naşimov’un, Asya kıyısı açıklarında dolaşırken, uzaktan Türk filosunu gördüğünü ve saldın için gereken önlemleri aldığını öne sürüyor. Ancak Ruslar uzaktan Sinop’taki Türk filosunu gördülerse, Türklerin de kentin kulelerinden ve minarelerinden, Rusları daha önce görmüş olmaları gerekirdi. Sonra, nasıl oldu da, onarımları yolunda bir-iki günlük çalışmayla çok şeyi yapılabilecek olan Türk bataryaları, böyle kötü bir durumda bırakıldı? Nasıl oldu da, Türk tekneleri, bataryaların ateşini engelleyecekleri noktalarda demirlediler ve tehlike tehdidini karşılamaya daha elverişli olan şamandıralara aktarılmadılar? Bütün bunları yapacak zaman vardı. Çünkü Amiral Naşimov, saldırıya geçmeden önce, Sivastopol’dan üç ambarlı üç gemi istediğini söylüyor. Bu durumda 24 Kasımdan 30 Kasıma kadar altı gün Türkler herhangi bir çaba göstermeksizin beklemezlerdi. Gerçekten de İstanbul’a kaçan Türk gemisi Tayfın raporu, Türklerin gafil avlandıklarını açıkça kanıtlıyor. Dolayısıyla, bu noktaya kadar, Rusların raporu doğru olamaz.
Amiral Naşimov’un komutasında üç savaş gemisi kolu vardı. Bu kollardan birinde bir üç ambarlı, altı firkateyn, birçok buharlı gemi, altı ya da sekiz daha küçük çaplı gemi bulunuyordu. Yani Türk filosundan en az iki kat ağır bir kuvvet. Ama gene de amiral Naşimov, üç ambarlı üç gemi daha gelmeden saldırıya geçmedi. Oysa bu son üç gemi dahi kahramanlık göstermek için yeterliydi. Rus Amiral, bu dengesiz üstünlükle saldırıya geçti. Sis, ya da bazılarının dediğine göre İngiliz bayrağını kullanması, 500 yardaya kadar, hiç rahatsız edilmeksizin yaklaşmasını kolaylaştırdı. Ardından savaş başladı. Rüzgar altındaki bir kıyıda açık yelkenle durmaktan hoşlanmayan Ruslar da demirattılar. Sonra, demiratmış iki filonun, herhangi bir deniz manevrasına girişmeksizin, sanki karada iki topçu arasında savaş oluyormuş gibi, karşılıklı top ateşi dört saat sürdü. Bütün deniz taktiklerinin, bütün hareket olanaklarının ortadan kalkması Rusların yararınaydı. Rusların, hemen hemen tamama yakın bir biçimde, “gemiciliğe yaramaz hantal” Polonya Yahudileriyle doldurulan Karadeniz donanması, derin denizlerde, personeli yetişkin Türk gemileriyle karşılaşsaydı, başarısı pek az olabilirdi. Rusların, karşılarındaki zayıf gemileri susturabilmeleri dört saati gerektirdi. Rusların bir üstünlüğü de, gemilere isabet ettiremedikleri top ateşinin, kenti ya da topçu bataryalarını vurması olasılığıydı. Ne kadar çok isabetsiz atış yapmış olmalılar ki, düşman filoyu susturmalarından çok önce kent hemen hemen tamama yakın yıkıldı. Rusların raporu, Türk mahallesinin yakıldığını, Rum mahallesinin, sanki bir mucize olmuş gibi, kurtulduğunu bildiriyor. Ancak bu rapor, yetkililerin, tüm kentin yıkıldığını bildiren raporlarıyla çelişmekte.
Ateş sırasında üç Türk firkateyni yakıldı, dördü, bir buharlı gemi ve küçük teknelerle birlikte kıyıya sürüldü ve ondan sonra yakıldı. Ancak Tayf buharlı gemisi, halatlarını kesti, Rus hatları arasından cesaretle geçti ve Amiral Kornilov tarafından üç buharlı gemiyle kovalandığı halde İstanbul’a kaçtı. Rusların deniz manevralarındaki beceriksizliğini, Türk filosonun kötü mevkiini, kendi bataryalarının ateş hattı önünde oluşunu ve hepsinin ötesinde orada dururlarsa mutlak yıkımın kesin oluşunu dikkate alarak, tüm Türk filosunun harekete geçip, rüzgarın elverdiği ölçüde düşmanın üzerine gitmesi belki de daha iyi olurdu. Bir kısmının yakılması, kuşkusuz hiçbir biçimde önlemezdi, ama filonun bir parçasını kurtarabilirdi. Kuşkusuz böyle bir manevrayı belirleyecek olan şey, rüzgarın yönüydü, ancak öyle görünüyor ki, Osman Paşa bu adımı hiç düşünmedi.
Sinop zaferi, Ruslar için onur taşımıyor. Türkler ise hemen hemen işitilmemiş bir cesaretle dövüştüler, çarpışmalar boyunca tek gemi bile bayrağım indirmedi. Türklerin, donanmalarının bu değerli parçasını yitirmeleri, bu kısa süreli işgal ve böyle bir olayın Türk halkı, ordusu ve donanması üzerinde yarattığı keder verici manevi sonuçlar, Türk donanmasının Sinop filosunu gözlemesini, korumasını ve limana getirmesini engelleyen Batı diplomasisinin “arabulucuğu”nun ürünüdür. Bu, aynı zamanda Ruslara darbeyi kesinlikle ve güven içinde vurmaları olanağını sağlayan gizli bilgilerin verilmesinin sonucudur.
Rusların övündüğü ikinci zafer, Ermenistan’da, Ahıska’da elde edildi. Bir zamandan beri, Türklerin, Gürcistan sınırındaki saldırı hareketleri durdurulmuştu. Şefkatli ya da St. Nikola’nın alınışından bu yana, ne önemli bir yer ele geçirilmiş, ne de ömürsüz etkisi olan ufak-tefek olayların dışında herhangi bir zafer kazanılmıştı. Ve bu, Rusların düşünülebilecek en olumsuz koşullar altında çarpışmaları gereken bir yerde; Rus askerlerinin Rusya’yla bağlantılarının, Çerkez çetelerinin musallat olduğu iki yola kaldığı bir yerde; Rusların deniz bağlantısının kolaylıkla kesilebileceği ya da tehlikeye atılabileceği bir yerde; ve merkezi Tiflis olmak üzere işgal ettikleri Transkafkasya topraklarının, kudretli bir imparatorluğun parçası olmaktan çok, bağımsız bir devlet görünümünde olduğu bir yerde oluyor. Böyle bir yerde Türklerin ilerleyişinin durdurulması nasıl açıklanabilir? Türkler Abdi Paşayı ihanetle suçluyorlar, onu geri çağırdılar. Asya’da yerel ve küçük çaplı zaferler kazanmasına Ruslar tarafından izin verilen tek Türk paşasının, Abdi Paşa olması, kuşkusuz garip bir şey. Ancak başta başarı kazanmalarını engelleyen, sonradan da yenilmelerine yolaçan iki hataları var. Türkler, ordularını Batum’dan Bayazid’e uzanan uzun bir hat üzerine yaydılar ve böldüler; gerçi, birliklerinin bir kesimi bugünkü durumda, hiçbir işe yaramaz Erivan’ı çekişmesiz elde tutuyorlar ama, birlikleri hiçbir noktada, Tiflis’e bir saldırıyı yoğunlaştıracak güçte değil. Arazi çıplak ve kayalık. Orada büyük bir orduyu beslemek güç olabilir, ancak tüm kaynakların çabucak biraraya yığılabilmesi ve hızlı hareket, bir orduda açlığa karşı en iyi yoldur. İki birlik –biri Batum’u tutan ve kıyı hattına saldıran, ikincisi Kur vadisinden Tiflis üzerine yürüyen iki birlik– yeterdi. Ama Türk birlikleri hiçbir gereksinim olmadığı halde, adeta onları güçten düşürünceye kadar bölümlere ve alt bölümlere ayrıldılar.
İkinci olarak, diplomasinin, Türk filosunu içine attığı hareketsizlik, Rusların Mingrelia’ya (5. Kolordudan) iki tümen asker çıkarmalarına ve böylece Prens Voronzov’un Kafkasya ordusunu yaklaşık 20.000 askerle takviye etmesine fırsat verdi. Böylece kuvvetlenen Prens Voronzov, yalnızca Türkleri kıyı boyunda durdurmakla kalmadı, ama General Andronikov’un komutasındaki bir kolordu, çembere alınmış Ahıska kalesini kurtardığı gibi, o kasaba yakınlarında, düşmanı açık arazide yendi. Ruslar, 10.000 kişilik bir kuvvetle, 18.000 kişilik bir Türk birliğini bozguna uğrattıklarını ilan ediyorlar. Kuşkusuz, bu tür açıklamalara güvenemeyiz. Ama Türkiye’nin Anadolu ordusu içinde başıbozuklar sayısının fazla oluşu ve Avrupalı subayların, özellikle yüksek komuta düzeyinde, hemen hemen hiç bulunmayışı, itiraf etmeli ki, onların eşit sayıda bir birliğini Ruslar karşısında daha alt düzeyde bırakmaktalar. Ruslar, on ya da oniki top ele geçirdiklerini ilan ediyorlar. Geçit vermez bu arazide, yenik taraf, zorunlu olarak silahlarını geride bırakacağından, bu doğru olabilir. Aynı zamanda Ruslar, yalnızca 120 savaş tutsağı alabildiklerini itiraf ediyorlar. Bu itiraf, aynı zamanda, zorunlu olarak onların eline bırakılan yaralıların tümünü, savaş alanında katlettiklerinin de itirafıdır. Bunun yanısıra, bu itiraf, izleme ve düşmanın en azından bir kesiminin çekiliş yolunu kesme önlemlerinin de alçakça tasarlandığını kanıtlıyor. Çok sayıda süvarileri vardı; kaçakların ortasına süvarinin güçlü bir saldırısı tüm taburların yolunu kesebilirdi. Ancak, elimizdeki raporlara göre, bu tür bir hareket, askerî ve siyasal açıdan çok fazla bir çıkar vaadetmiyordu.
Tuna’da Ruslar, Brayla’nın karşısındaki kayalık bölgede, Maçin kalesinde çatışmaları başlatırken yaptıklarını yinelemekten başka bir girişimde bulunmadılar. Anlaşılıyor ki, pek az etki yapabildiler. Elimizde ayrıca Vidin’deki Türk birliklerine dair, yetkili kaynaklara dayanan ayrıntılı bilgiler var. Vidin’deki Türk ordusu, 34.000 askerden, 4.000 süvariden, 2.000 topçudan, 66 sahra topundan ve bunların yanısıra Vidin kalesine ve Kalafat tabyasına yerleştirilmiş ağır toplardan oluşuyor. Böylece, Bükreş’ten Sırbistan’a giden doğru yolu tutmak için 40.000 Türk orada israf ediliyor. Yaygın bir müstahkem bölgeyi savunmak için oraya zincirlenen kırk bin kişi, geniş bir ordunun saldırısına karşı koymak için pek yetersiz, küçük birliklerin hareketini yenik düşürmek için ise çok büyüktür. Şumnu’da toplanan birlikle birlikte bu 40.000 kişi, başka bir yerde, sayısından iki kat daha değerli olabilirdi. Diplomatik karışmaların yanısıra, bu birliklerin de bulunmayışı, Oltenitza harekatını harabetti. Ömer Paşanın, Silistre’yle Rusçuk arasını 100.000 kişiyle tutarsa, Rusların, zarar verecek sayıda askerle, kendilerini Sırbistan dağlarına atmak için, onun yanından hiçbir zaman geçmeyeceklerini bilmemesi olanaksız. Askerlerini böyle bir düzen içinde tutması onun yargılarıyla uyuşmamaktadır. Bu durumu ona zorlayan zararlı etkileri mutlaka kendinden uzaklaştırmalıdır.
Yaklaşık olarak, 22 Aralık 1853’te yazılmıştır.
New-York Daily Tribune
n° 3971, 9 Ocak 1854
Başyaz