Header Ads

Header ADS

ŞU CANSIKICI SAVAŞ - MARKS – ENGELS

Küçük bir Türk birliğinin, iki tabur askerin, Turtakan yakınında, Oltenitza önlerinde Tuna’yı geçmeyi başarmasından, orada tahkimat yapmasından ve kendisine saldırıya girişen Rusları, ufak bir karşılaşmada ruh dolu bir tutumla püskürtmesinden, savaşın ilk karşılaşması olduğu için bu olayın Oltenitza Savaşı adını almasından bu yana, hemen hemen oniki aya yakın bir süre geçti. Orada Türkler, Ruslara karşı tek başlarınaydılar; arkalarında yedek kuvvet olarak İngiliz ya da Fransız birlikleri yoktu, müttefik donanmasından da herhangi bir destek bekleyemezlerdi. Ancak gene de nehrin Eflak yakasında, Oltenitza’da iki hafta, Kalafat’ta ise bütün bir kış boyu kaldılar. 

Ondan sonra İngiltere ve Fransa, Rusya’ya savaş ilan etti; kuşku uyandırıcı nitelikte olmakla birlikte, çeşitli gelişmeler oldu. Baltık filosu, Karadeniz filosu ve hemen hemen 100.000’e yakın İngiliz ve Fransız askerinden oluşan bir kara ordusu, Türklere yardım etmek, ya da onların yararına bir sapıntı sağlamak üzere orada bulunuyorlar. Bütün bunlar, Oltenitza olayının, biraz daha geniş çapta, ama geçen yılkinden daha az başarılı olarak yinelenmesinden başka bir sonuç vermiyor. 

Ruslar Silistre’yi kuşattılar. Kuşatmayı aptalca, ama kahramanca sürdürdüler. Gece-gündüz durmaksızın yenildiler. Yenilgiye uğramaları, daha üstün bir teknikten, ya da The Times’ın Silistre’yi kurtardıklarını söylediği, orada hazır bulunan iki İngiliz  subay, yüzbaşı Butler’la teğmen Nasmyth yüzünden değildi. Rusları yenen şey, Türklerin, bir kale ya da hisarın ne zaman savunulamaz hale geldiğini bilmemeleri ve düşmanın gözdikmiş göründüğü her köstebek tümseğine, her toprak karışına inatla tutunmalarıydı. Bunun yanısıra Ruslar, kendi generallerinin ahmaklığından, hummadan ve koleradan ötürü de yenildiler; son olarak, sol kanatlarını tehdit eden bir müttefik ordunun ve sağ kanatlarını tehdit eden bir Avusturya ordusunun yarattığı manevi etkiden ötürü yenildiler. Savaş başladığı zaman, Rus ordusunun, hiçbir zaman düzenli bir kuşatma uygulayamamış olduğunu belirtmiştik. Silistre, bu alanda hiç ilerlememiş olduklarını gösterdi. Evet, yenildiler; düşünülebilecek en onur kinci bir durumla karargahlarını toplayıp gittiler; tamamlanmamış bir kaleyi kuşatmaktan vazgeçmek zorunda kaldıkları zaman, üstelik herhangi bir birlik kalenin yardımına gelmiş değildi ve mevsim çok lehteydi. Böylesi bir olay yüzyılda bir olur; Ruslar sonbaharda ne yapmayı denerlerse denesinler, harekatı, hem de onur kinci biçimde yitirmişlerdir. 

Ama bir de madalyonun öteki yüzüne bakalım. Silistre kurtulmuş bulunuyor. Ruslar Tuna’nın sol yakasına çekiliyorlar. Hatta Dobruca’yı boşaltmaya hazırlanıyorlar ve bunu aşamalı olarak gerçekleştiriyorlar. Hirsova’yla Maçin boşaltılmıştır. Rusların, fetihlerini değil, kendi topraklarını savunmak için güveniyor göründükleri hat, Seret nehridir. “Görevini yaparken” herkes gibi dilini tutabilen ya da yalan söyleyebilen Ömer Paşa, bu oyunbaz yaşlı Hırvat, derhal biri Dobruca’ya, öteki Rusçuk’a iki birlik göndererek, Rusların iki kanadım bağlamış bulunuyor. O sıralarda daha iyi manevra olasılıkları vardı, ancak zavallı, yaşlı Ömer, anlaşılan Türklerle müttefikleri bizden daha iyi biliyor. Doğru askerî harekat, Dobruca’ya ya da Kalaraş üzerinden düşmanın ikmal yollarına yürümek olabilirdi. Ancak bütün olup-bitenleri gördükten sonra, Ömer’i, iyi bir fırsatı kaçırdı diye suçlayamayız. Bildiğimize göre, ordusunda bakım iyi değil –nerdeyse hiçbir şey sağlanmıyor– bu nedenle, üssünden uzaklaşmayı ya da yeni harekat cepheleri açmayı gerektirebilecek ivedi girişimlerde bulunamaz. Bu girişimler, yeterli bir kuvvet tarafından gerçekleştirildiği zaman, sonucu kararlaştırıcı etkinlikte olabilirler, ama bunlar, ancak karnını doyurabilen ve kıraç bir topraktan geçmek zorunda bulunan bir ordunun yapabileceği şeyler değildir. Ömer Paşanın, müttefik generallerden yardım istemek üzere Varna’ya gittiğini biliyoruz. Ancak, o sıralarda orada, Tuna’dan dört yürüyüş günü uzaklıkta, ellerinde 75.000 mükemmel asker bulunan müttefik generaller –ne Aziz Arnaud, ne Raglan– düşmanla karşılaşabilecekleri [sayfa 452] yere gitmeyi uygun görmediler. Bu nedenle Ömer yaptığından daha fazlasını yapamazdı. 25.000 askerini Dobruca üzerine yolladı, ordusunun geri kalan kısmıyla Rusçuk’a yürüdü. Tuna aşılıncaya kadar askerleri adadan adaya geçtiler, sonra birdenbire sola doğru yürüyüşe geçerek gerideki Giurgevo’yu aldılar, Rusları, orayı terketmek zorunda bıraktılar. Ertesi gün Giurgevo’nun kuzeyindeki bazı tepelerde Ruslar yığınak yaptılar, ancak Türkler Ruslara saldırdı. Kanlı bir çarpışma oldu. İlk vurulan olmak için birbirleriyle yarışan ve bu yarışta nadiren başarı gösteren bir sıra İngiliz subayı için dikkate değer bir savaştı. Hepsi kendi payına düşen kurşunu yedi, ama bu, kimsenin yararına değildi. Çünkü, bir İngiliz subayın vurulduğunu görmenin, bir Türk askerini yenilmezlik noktasına getirecek ölçüde alevlendirebileceğini düşünmek zaten ahmakçaydı. ancak, o noktada salt bir ileri karakol bulunduran Ruslar –bir tugay, Kolyvan’la Tomsk’tan birer alay– yenildiler ve Türkler, Tuna’nın Eflak yakası topraklarına ayaklarını sağlamca basmış oldular. Türkler derhal bölgeyi tahkime koyuldular, İngiliz istihkamcılar onlarla beraberdi, Kalafat’ta olduğu gibi, çok iyi bir iş başardılar. Kuşkusuz mükemmel bir mevzi hazırlamaktaydılar. Ne var ki, sadece bu kadar ilerlemelerine izin verildi, daha fazla değil. Avusturya’nın, sekiz aydan beri, bağımsız adam rolünü oynayan imparatoru, derhal müdahale etti. Prenslikler, onun askerleri için bir yemlik olarak vaadedilmişti, o da bu toprakları alma niyetindeydi. Orada Türklerin ne işi vardı? Yeniden Bulgaristan’a dönmeliydiler. Ve Türk birliklerinin, Tuna’nın sol kanadından çekilmeleri, “oradaki tüm toprak parçalarını” Avusturya askerlerinin müşfik merhametine bırakmaları için İstanbul’dan buyruk çıktı. Diplomasi, stratejiden önce gelir. Ne olursa olsun, Avusturyalılar, sınırın ötesinde birkaç yarda toprağı işgal ederek kendi sınırlarını koruyacaklardır; böylesine önemli bir amaç için, savaşın gerekleri bile bir yana konmalıdır. Bundan başka Ömer Paşa, Avusturyalı bir asker kaçağı değil mi? Avusturya hiçbir zaman unutmaz. Onun Karadağ’da muzaffer yükselişini Avusturya önledi; döneğin, meşru hükümdarına karşı sadakat bağlarından henüz kurtulamamış olduğunu iyice anlaması için, Avusturya Karadağ’da yaptığını, şimdi yineliyor. 

Harekatın bugünkü aşamasında askeri ayrıntılara girmek kesinlikle yararsız bir iş olur. Harekat, pek az taktik önem taşıyor. Çünkü girişimler, düpedüz, cepheden açık saldırılar şeklindedir. Her iki yanda da birliklerin hareketini, stratejik nedenlerden çok diplomatik nedenler yönetiyor. Büyük bir olasılıkla, herhangi bir önemli girişimde bulunulmaksızın kampanyanın kapandığına  tanık olacağız. Çünkü Tuna’da, büyük bir saldırı için herhangi bir hazırlık görülmüyor. Kendisinden çok fazla sözedilen Sivastopol’ün alınmasına gelince, ola ki, hareketin başlaması, mevsim epey ilerleyinceye kadar geciktirilecek, sonra da mevsim ilerledi diye ertelenecektir. 

Öyle görünüyor ki, Avrupa’da muhafazakar eğilim taşıyanlar, bu sürgit uzayan Doğu Sorununu düşündükleri zaman, o eğilimlerinden dönmelidirler. Bu küçücük olayı çözümleme gücünde olmayan, son altmış yıldan beri yeteneksizlikle hükümlü bir Avrupa. Hepsi, Fransa’sı, İngiltere’si, Rusya’sı gerçekte savaşa giriyorlar. Savaşı altı aydır sürdürüyorlar, ama bir yanlışlık ya da beceriksizlik olmadıkça, birbirleriyle vuruşmaya girmiyorlar. İşte, yaşlı Wellington’ın en son askeri sekreteriyle Fransa’nın bir mareşali (gerçi en büyük kahramanlıklarını Londra’nın rehin karşılığı para veren tefeci dükkanlarında göstermiştir) tarafından komuta edilen 80.000 ya da 90.000 kişilik bir müttefik kuvveti Varna’da. Ama Fransızlar hiçbir şey yapmıyorlar, İngilizler de mümkün olan ivedilikle onlara yardım ediyorlar. Kuşkusuz böyle bir davranışın pek de onurlu bir iş olmadığını düşünebilecekleri için, filolar, iki ordudan hangisinin daha edepli bir dolce far niente[217] içinde olduğunu görmek için, Baltık’ın dış limanlarına geliyor. Üstelik müttefikler şu ana kadar, aslında Türklerin belbağlamış olduğu erzakı yiyorlar ve Varna’da son iki aydan beri günlerini tembellikle geçiriyorlar, ama gene de göreve elverişli durumda değiller. Eğer gerekseydi, Silistre’yi gelecek yılın mayıs ayı ortalarına doğru kurtarabilirlerdi. Cezayir’i fetheden ve savaşın kurallarıyla uygulanışını, en güç savaş alanlarından birinde öğrenen askerler,230 İndüs’ün kum tepelerinde Hindistan’ın Sikh’leriyle231 ya da Güney Afrika’nın yırtıcı çalılıklarında Kaffir’lerle çarpışan birlikler, Bulgaristan’dan çok daha vahşi topraklarda savaşan bu askerler, şimdi, hatta tahıl bile ihraç eden bir ülkede hiçbir işe yaramaz halde çaresiz, yararsız oturuyorlar! 

Ne var ki, müttefikler girişimlerinde böylesine sefillerse, Ruslar da öyle. Hazırlanmak için bol bol zamanları vardı. Başından beri nasıl bir direnişle karşılaşacaklarını bildikleri için, yapabildikleri her şeyi yaptılar. Ama buna karşın neye muktedir olabildiler? Hiçbir şeye. Üzerinde çekişilen topraklardan bir karışını olsun Türklerin elinden koparamadılar; Kalafat’ı alamadılar; Türkleri tek karşılaşmada olsun yenemediler. Ama Münnich ve Suvarof’un komutasında Don’dan Dinyester’e kadar Karadeniz kıyısını fetheden de aynı Ruslar. Ne var ki, Schilders bir Münnich değil, Paskeviç bir Suvarof değil. Gerçi Rus askeri, falakaya bütün öteki askerlerden çok daha dayanıklıdır, ama iş alışkanlık haline getirilen geri çekilmelere geldi mi, o da bütün başka askerler gibi metanetini yitiriveriyor. 

Gerçek şu ki, muhafazakar Avrupa –”düzenin, mülkiyetin, ailenin ve dinin” Avrupa’sı– monarkların, feodal beylerin, para bababalarının –değişik ülkelerde ne türlü çeşitlenirlerse çeşitlensinler– Avrupa’sı, bir kez daha aşırı yetersizliğini ortaya koyuyor. Avrupa çürümüş olabilir, ama bir savaşın, sağlam öğeleri ayağa kaldırması gerekir; bir savaşın içsel bir enerjiyi ortaya dökmesi gerekir; inanılmalıdır ki, ikiyüzelli milyon insanın içinde, hiç değilse dürüstçe bir tek mücadeleye girişmeyi sağlayacak kadar yürekli kişi vardır, böyle bir mücadelede her iki taraf da, savaş alanında kuvvetin ve ruhun kazandırdığı bir onursallık derebilir. Ama hayır; yürekli, güç dövüşülmüş bir savaş verme yeteneğini gösteremeyen sadece orta sınıfların İngiltere’siyle Bonaparte’ların Fransa’sı değil, ama Rusya bile, cesaret kırıcı ve imansız uygarlık hastalığına en az bulaşmış bu Avrupa ülkesi de sözünü ettiğim türden bir şey yapabilecek durumda değil. Türkler ani saldırı hareketlerine girişmeye ve savunmada inatçı bir direniş göstermeye yatkındırlar, ancak büyük ordularla geniş ortak manevralara yatkın değiller. Böylece her şey bir aciz derecesine ve tarafların birbirinden beklediği, zayıflığın karşılıklı olarak itiraf edilmesine indirgenmiş oluyor. Şimdiki hükümetlerle bu Doğu Savaşı otuz yıl bile sürebilir, ama gene de sonuçlanmaz.

Yaklaşık olarak 29 Temmuz-1 Ağustos 1854’te yazılmıştır. 

New-York Daily Tribune 
n° 4159, 17 Ağustos 1854 
Başyazı
Blogger tarafından desteklenmektedir.