AVUSTURYA-TÜRKİYE ANTLAŞMASI PARLAMENTODA YENİ GÖRÜŞMELER - MARKS
Londra, Cuma, 28 Temmuz 1854
Daha önceki mektuplarımdan birinde, 14 Haziran tarihli Avusturya-Türkiye antlaşmasının çözümlemesini yapmış ve bu garip diplomatik alış-verişin amaçlarını şöyle belirtmiştim:
(1) Müttefik ordularına Tuna’yı geçmeme ve Ruslarla karşı karşıya gelmeme gerekçesini sağlamak;
(2) Türklerin, Eflakin tümünü yeniden işgal etmelerini engellemek, onları, fethettikleri bölgelerden çıkmaya zorlamak;
(3) Prensliklerde, Romanyalılara 1848 yılında Ruslar tarafından zorla kabul ettirilmiş gerici hükümeti yeniden işbaşına getirmek.
Şimdi İstanbul’dan aldığımız haberlere göre, Avusturya, Ömer Paşanın Tuna’yı geçerek haddini bilmezlik ettiğini öne sürmüş, protestoda bulunmuştur. Ayrıca Avusturya, prenslikleri işgal yetkisinin sadece kendisine ait olduğunu, bu toprakları sadece İngiliz-Fransız kuvvetlerine karşı değil, aynı şekilde Türklere karşı da kapalı tutma hakkı olduğunu iddia etmektedir. Bu serzenişler üzerine Babıâlinin Ömer Paşaya bir buyruk göndererek, şimdilik, Tuna’yı geçmemesini bildirdiği, bu arada prenslikleri işgal yetkisini ilke olarak, özellikle Avusturya’ya tanımayı reddettiği ifade ediliyor. Efendisi ve tertipçibaşı Palmerston’dan bir şeyler öğrenmiş olan Reşit Paşa ilke olarak reddettiğine, gerçekte izin vermeye, kuşkusuz pek az itiraz etmiştir. Eflak’taki Rus ordusu üç ayrı yönde düzensiz olarak geri çekilirken ve çabucak Seret’i aşmazsa kanatta ve gerisinde Avusturya’nın bir saldırısına açık olacak durumdayken, Avusturya’nın Eflak’a girmemek suretiyle, 14 Haziran tarihli antlaşmayı ihlâl, hatta tümüyle iptal etmiş olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak anımsayın ki, bu ünlü antlaşmanın kendisi, Avusturya’yı, ne prensliklere derhal girmekle, ne belli bir dönemde bu topraklardan çıkmakla, hatta ne de belli bir süre içinde Rusları, prenslikleri boşaltmaya zorlayıcı girişimde bulunmakla bağlıyor. Şimdi belirtildiğine göre, Avusturyalılar, Küçük Eflak’a gerçekten girmeye başlamış bulunuyorlar. Ruslar da birliklerini Karpatlardaki geçitlerden geri çağırıyorlar ve Fokçani’de yığınak yapıyorlar. Ancak bu harekat, Avusturyalıların, Rusları Büyük Eflak’tan atmak yerine, Türkleri Küçük Eflak’tan çıkarmak ve böylece Aluta nehrinin iki yakasında askeri girişimde bulunmalarını önleme kararında olduklarından başka bir şey göstermiyor. Türkiye’de askeri bir ayaklanma hazırlamak için, Türk ordusunu, fethettiği toprakların dışında tutmaktan ve Ruslardan dikkatle sakınan İngiliz-Fransız birlikleri eliyle Bulgaristan’ı işgal ederek Türkleri bir çeşit sıkı gözetim ve denetim altında bulundurmaktan daha iyi bir düzenleme düşünülemeyeceği apaçık ortada.
Bu ikinci nokta, İngiliz ve Fransız komutanların, Bulgaristan halkına yaptıkları ortak açıklamada, Budberg’den, Gorçakov’dan tutti quanti kopya edilmiş ortak açıklamada görülebilir. Size çok daha önce söylediğim gibi, Batılı devletler ilerlemeye tek katkıda bulunabilirler, o da Türkiye’yi, modası geçmiş Avrupa düzeninin bu köşe taşını, devrimci bir değişikliğe uğratmaktır.
Türklerin Türk topraklarını işgal etmek suretiyle gösterdikleri haddini bilmezliği protesto etmenin yanısıra Avusturya, halen Viyana’da oturan iki voyvodanın yeniden görev başına getirilmesini istemiştir. Von Bruck, bu iki voyvodanın ilk Avusturya birlikleriyle birlikte Eflak ile Buğdan’a döneceklerini Babıâliye bildirmiş bulunuyor. Reşit Paşa, voyvodaların yeniden görev başına getirilmelerinin uyarlığını Babıâlinin dikkate alacağı karşılığını vermiş, ancak von Bruck, antlaşmanın III’üncü maddesinin uygulanmasında direnmiştir. Bu madde, eski hükümetin yeniden işbaşına getirilmesi koşulunu kapsıyor. Bu maddenin bulanık bir biçimde düzenlenmesi olasılığına dikkat çektiğim anımsanacaktır. Reşit Paşa, verdiği karşılıkta sözkonusu voyvodaların sadık birer uyruk olarak görevlerini yerine getirmekte kusurları olup olmadığı kesinlikle anlaşılmadan önce, görev başına döndürülemeyeceklerini belirtiyor. Babıâli, Buğdanlı Prens Ghika’ya karşı herhangi bir ciddi şikayeti olmadığını, ancak Eflak voyvodası Stirbey’in çok fazla teslimiyet gösteren bir tutum takındığını, rezalet ölçüsüne varacak biçimde Rus yandaşlığı ettiğini, Eflak’tan çıkarılmasının Babıâlinin sırtına zorunluluk olarak bindiğini belirtiyor. Bunun üzerine von Bruck, sultana başvuruyor. Sultan olağanüstü bir meclis topluyor ve uzlaşmacı bir yol tutuluyor. Buna göre, her iki voyvoda geçici olarak görevleri başına dönecekler, bu arada Babıâli bir yüksek memurunu görevlendirerek, voyvodaların tutum ve davranışlarını soruşturacak, kesin karar ondan sonra verilecek. Şimdi ilk bakışta anlaşılacağı gibi, Reşit Paşanın, kendisi hakkında ciddi bir şikayeti olmadığını söylediği Prens Ghika, görevi başına sadece ad olarak döndürülüyor. Çünkü Buğdan, Rusların elinde kalmaya devam etmektedir. Buna karşılık, Rus casusu diye damgalanan ve Babıâli tarafından sürülmüş olan Stirbey’in görevi başına dönüşü ise gerçek bir dönüştür. Çünkü Ruslar Eflak’ın bir bölümünü boşaltmış bulunuyorlar, öteki parçasının boşaltılması da herhalde uzun sürmeyecektir.
Ama Avusturya diplomasisinin girişimleri burada bitmiyor. Dünkü Morning Post’ta Belgrad çıkışlı, 19 Temmuz tarihli bir haberde şunları okuyoruz:
“Her türlü silahlanmanın ve askeri talimlerin durdurulması için dün İstanbul’dan bir emir gelmiştir. Gizli olarak bildirildiğine göre silahsızlanma için ek bir emir öngörülmektedir. Haber derhal Prens Aleksandır’a iletilmiştir.”
Demek ki, bir Avusturya işgaline Sırbistan’ın yönelttiği protestoya karşı Babıâlinin yanıtı budur. Böylece sefil Türk hükümeti, aynı zamanda, kendi açık düşmanına karşı durmaktan yasaklanmış oluyor ve kendisine sadık topraklara karşı düşmanca ve zorbaca elkoyma girişimlerine sürükleniyor. 14 Haziran antlaşmasıyla Türkiye, prensliklerle olan ittifakını bozmuştu, şimdi silahsızlanma buyruğuyla da Sırbistan’ın temel yasasını çiğniyor. Aynı siyaset darbesiyle, hem Türk ordusu bir isyan haline itilmiş oluyor, hem de Sırbistan ile prenslikler Rusya’nın kucağına atılıyor. Avusturya’nın, prensliklerin boşaltılmasına ilişkin çağrısı, Türklerin bu topraklara girmesinin yasaklanmasına dönüşüyor, Avusturya’nın gürültülü övüngenliğinin nedeni olan silahlanması, Sırbistan’ın silahsızlandırılması sonucunu veriyor.
Bütün bunlarla, aptal Avusturya, çarın elindeki bir araçtan başka bir şey olmayan bu ülke ve onun İngiliz müttefikleri, sadece genel bir devrimin öğelerini hazırlıyorlar. Böyle bir genel devrimin ilk mağduru bizzat Avusturya olacak. Ve David Urquhart gibi ütopik gericilerden başka hiç kimse böyle bir devrimden şikayet edemeyecek. ...
Avam Kamarasının pazartesi günkü oturumunda, parlamentonun tarihinde ilk defa olarak başbakan yardımcısı ve çoğunluk grubunun başkanı (Leader of the House), hükümetin niyetleri konusunda düşünülüp-taşınılmış bir açıklama yapma gerekçesiyle söz aldı, ancak bütün söylediklerini aynı yerde altı saat sonra tümüyle geri aldı. Akşam saat 7,00’de Sivastopol güya top ateşine tutulmuş, silahtan arındırılmış, yıkılmış ve Rusya’dan koparılmıştı. Gece yansından sonra saat 1,15te ise Sivastopol’daki Rus filosu bir ya da iki savaş gemisi azalmış olacaktı ve “Rusya, şimdiki durum ve düzeyinde hiçbir şekilde taciz edilmiş olmayacaktı.” Altı saat boyunca küçük Johnny, kamara arkadaşlarına karşı kurum kurum kuruldu, dalaştı, kabadayılık etti, zorbalık gösterdi, kuru kuru övündü, ortalığı şenlendirdi, arkadaşlarını kutladı, her şeyi abarttı. Altı saat boyunca parlamentoyu “boş hayallerle” eğlendirip avuttu. Sonunda Disraeli’nin dilinden çıkan tek iğne, bu sabun köpüğü konuşmayı patlatıp söndürmeye yetti, sahte aslan, her zamanki buzağı derisini omuzlarına koymaya zorlandı. Bu, hükümet için “utanılası bir gün”dü. Ama gene de üç milyonu aldılar.
Salı günkü oturumda, Lord Dudley Stuart’ın, parlamentonun tatile sokulmamasına ilişkin önergesi görüşüldü. Ülkenin parasının verilmesinden yana oy kullanmışlardı, güvenoyu vermemezlik edemezlerdi. Saygıdeğer üyeler genel olarak böyle düşündükleri için, kamarada hazır bulunanların sayısı pek azdı, görüşmeler sönüktü, hükümet daha kışkırtgandı. Sonunda Dudley’in önergesi, açık oylamaya konmaksızın reddedildi. Hükümet, kendi rezilliğini, Avam Kamarası üyeleri üzerinde bir zafere dönüştürmeyi başarmıştı. Bu, parlamento için “utanç verici bir gün’dü. ama bütün bunlara karşın, Voronzov’un kayınbiraderi hükümet üyesi Herbert’in savaşı savunması, Amirallik Lordu Berkeley’in boşboğazlığı ve küçük Johnny’nin, İngiltere hükümetinin iç durumuna ilişkin hakimane açıklamaları oturumu önemli duruma getirdi.
Levazım dairesinin örgütlenişindeki yetersizlikler hakkında öne sürülen şikayetleri yanıtlayan, ince-uzun kafalı, eski genç Tory-lerden Herbert, Levazım Dairesi Komutanı General Fielder’i uzun uzadıya övdü. General Fielder, gerçekten de bu görev için biçilmiş kaftandı, çünkü elli yıl kadar önce Demir dükün güvenini kazanmış, onun emri altında yüksek mevkilerde bulunmuştu. Herbert, gazete muhabirlerinin tatsız haberlerinin karşısına, “ordudaki en iyi başsayman subayların” epey renkli olan raporlarını ve bazı Fransız subayların, sat yazılması gerektiği için yazdıkları beğenilerini çıkardı. Kara ordusunun ulaşım araçlarından yoksun olduğuna, Varna ve Devna’dan Tuna’ya yürümekte olan ordunun, ağırlığını, suyunu ve gereken öteki gereçleri taşımak üzere katıra ya da ata sahip bulunmadığına dair tek sözcük söylemedi. Ordunun, kendisine yiyecek sağlama olanaklarından yoksun olduğuna dair tek sözcük çıkmadı ağzından. Donanma İstanbul’dayken ve birçok tümen yola çıkarılıncaya dek bir levazım subayı atanmadığı gerçeğini yalanlamadı. Lord Raglan’ın, yarı-aç yarı-tok düşmandan sadece bir top atımı uzaklıkta bulunmasına karşın, levazımın yetersizliği nedeniyle bir noktada iki ay süre ile çakılıp kaldığına ve ilerleyemediğine dair söylemiş olduklarına karşı çıkma cesaretini gösteremedi.
Voronzov’un zeki kayınbiraderi ordonatla ilgili şikayetleri de benzer bir biçimde savuşturdu. Kendisinin öne sürdüğü bir noktayı, yani Türkiye’deki orduda sadece altılık topların bulunuşunu yanıtlamak için çok nefes tüketti, ancak orduda tek şahmerdan takımı dahi bulunmadığı gerçeğini inatçı bir sessizlikle geçiştirdi; piyadenin, Eflak ovalan için ordunun en gerekli parçası olan süvarinin desteğinden hemen hemen tümen yoksun bulunduğuna hiç değinmedi; Rus ordusunda her 40.000 kişilik kolorduya 120 top verildiği halde, Varna’daki 40.000 kişilik müttefik kuvvetinde 40 top dahi bulunmadığından hiç sözetmedi.
Voronzov’un kayınbiraderi, hükümetin orduya gerekli araç ve gereçleri sağlamakta gösterdiği ihmale yöneltilen eleştirilere, komutanları, öfkeli bir dille savunarak karşılık verdi. Oysa suçlananlar komutanlar değildi.
Ölümcül kazalara, Fransız birliklerinde görülmeyen, ancak tekeli İngilizlere ait olan ölümcül kazalara gelince, Herbert, ilkin, altıncı süvari birliğinin bir kısmını taşımakta olan bir geminin yangın nedeniyle yitirildiğinin doğru olduğunu, ama “en korkunç ölümü göze alan, ve adamlarının gemiyi terketmesi tavsiyelerine, heyhat ki geç kalınmış oluncaya kadar uymayarak görevi başında ölmüş olan soylu ihtiyar bir adam” olduğunu söyledi. Ahmak avamlılar bu saçma yanıtı alkışladılar. Tiger’in228 yitirilmesine gelince, Herbert, bunun kazalar bölümüne ait olduğunu söyledi. Peki “Baltık’taki elem verici yitik (casualty) – ha o, o da bizim denizcilerimizin yiğitliğini kanıtladı.”
Küçük kafalı adam, daha sonra, “filolarımızın ya da ordularımızın herhangi bir pratik sonuç sağlamadığı” sorusunu yanıtlamaya geçti ve “Rus limanlarının karşı durulamaz biçimde, tümden ve etkili olarak abluka altına alınmış olmasını” övdü. Bu abluka öylesine etkindi ki, örneğin Sivastopol’dan altı Rus savaş gemisi, topçu ateşi, çarpışma ve engellemeye karşın Odessa’ya ulaşmıştı. Bu abluka o kadar etkindi ki, Baltık ticareti Rusya yoluyla yürütülmeye devam ediyordu, Rus malları Londra’da, savaştan önceki fiyatın pek az üstünde bir fiyatla satılıyordu; Odessa ticareti geçen yılki ölçüsünde sürmekteydi. Karadeniz’le Akdeniz’de adı var kendi yok abluka, sadece günlerle sayılabilecek bir süre önce İngilizlere Bonaparte tarafından zorlanmıştı.
Herbert adlı soylu genç adam, ama İngiltere hükümeti daha başka şeyler de yaptı, diye haykırdı. Hükümet, Rusya’nın, gerekli maddeleri, Karadeniz yoluyla taşımasını engellememiş miydi, denize çıkışlarını tümden kesmemiş miydi? Unutuyordu ki, hükümet tam dört ay boyunca Tuna’yı Rusların eline bırakmıştı, Rusların sadece 15.000 kişiyle, Avrupa’nın tahıl ambarları olan Eflak’la Buğdan’ı ele geçirmelerine izin vermişti, Dobruca’nın zengin sürülerini onların eline bırakmıştı ve Türk donanmasının Sinop’ta. Rus filolarını temizlemesine engel olmuştu.
Türklerin askeri başarılarında İngilizlerin payı vardı. Çünkü İngilizler Türklerin yedek gücünü oluşturmak suretiyle, onların işgalci orduya karşı, son nefere, son silaha kadar her şeyi kullanmalarına olanak sağlamışlardı. Rusların prensliklerde daha üstün bir ordu toplamayı başaramadıkları süre boyunca İngiltere hükümetinin, Ömer Paşayı, üstünlüğünü ve ilk zaferlerinin meyvelerini kullanmaktan yasakladığını okurlarınıza anımsatmama bilmem gerek var mı?
İngiliz kuvvetleri daha daha ne yaptılar?
“Çerkezistan sahili boyunca bir kaleler dizisi kurmak için Rusya kaç İngiliz lirası harcamıştır? Çerkezleri bağlayan bir zincir olan bütün bu tahkim edilmiş yerler, bir tanesi hariç olmak üzere, kısa bir sefer sonunda bizim ya da müttefiklerimizin elindeydiler.”
Voronzov! Voronzov! Dönem başında bu kaleleri almanız salık verildiği zaman, böyle yapmayı reddettiğinizi ve Rusların garnizonlarını Sivastopol’a çekmelerine izin verdiğinizi anımsamıyor musunuz? Yalnız Rusların bıraktıkları kaleleri aldınız; ne yıktığınız, ne ele geçirdiğiniz, ne saldırdığınız, “tek istisna”, asıl, alınması bir değer taşıyan, Rusların elde tutmaya değer gördükleri, sizin de Çerkezistan’la bağlantıyı sağlayabileceğiniz tek kaleydi – Anapa.
İngiltere’nin ne yardımına koştuğu, ne Ömer Paşanın yardım etmesine izin verdiği Silistre’nin görkemli savunmasında, Yüzbaşı Butler adlı genç bir adamın ölmüş olması nedeniyle İngiltere’nin de payı olduğunu söylediği anda Herbert, artık tatsız konuşmasının doruğuna tırmanmıştı. Yaşamakta olduğu için, teğmen Nasmyth’ten, kuşkusuz, sözedilmedi. Ben size söyleyeyim, Yüzbaşı Butler, hükümet onun oraya gönderilmesini reddettikten sonra Silistre’ye gitti, bu nedenle Mareşal Herbert’in, onun tutumundan kendine pay çıkarmaya hiç de hakkı yoktur. Teğmen Nasmyth’e gelince o, İngiliz ordugahından zaten çıkarılmak üzere olanlar arasında bulunuyordu, Silistre’ye de bir gazete muhabiri olarak gitti.
Lord Dudley Stuart, sadece üç kadem su çeken ve bir ya da iki ağır top taşıyan buharlı gemiler sağlamadığını öne sürerek hükümete hücum etmişti. General Herbert’in ardından konuşan Amiral Berkeley, “bu tür teknelerin nasıl yapılacağını, donanmanın denetçisine lütfedip öğretmesini” soylu lorddan rica etti. Amiralliğin, çok sayıda hücumbot sağlamaksızın Baltık denizi için nasıl bir filo donatabileceği sorusuna yiğit Whig amiralin verdiği yanıt işte buydu. Kahraman Berkeley ve onun bilimden anlayan donanma denetçisi, talimat istiyorlarsa, zavallı şaşkın Dudley Stuart yerine İsveç ve Rus amirallik dairelerine başvursalar daha iyi ederlerdi.
İngiltere’nin savaş girişimlerinin zarif Herbert’le, kahraman Berkeley ağzından savunusunu böylece tamamladıktan sonra şimdi gelelim aynı Berkeley’in boşboğaz açıklamalarına. Bir gece önce Sivastopol balonunu küçük Johnny şişirmişti; bu kez Kronstadt balonu, Berkeley tarafından patlatıldı. Prensliklerdeki davanın hesabını Avusturyalılar tek başlarına göreceklerine göre, “uskurlu teknelerle, Paixhamlarla ve öteki dev yıkıcı güçlerle donatılmış herhangi bir ülkenin şimdiye dek dışarıya yolladığı en müthiş donanma ve ordu’ya hareket alanı kalmıyordu. Baltık filosunun yiğit komutanının yazdığı bir mektuptan yiğit Berkeley şu satırları okudu: “Bu güçlü filoyla herhangi bir şey yapmak benim gücüm çerçevesinde değil; çünkü Kronstadt’a ya da Sveaborg’a saldırmam, kesin yıkım olur.” Daha bitmedi. Buncasına güçlü bir filonun neler yapamayacağı noktasında coşan kahraman Berkeley gevezeliğini sürdürdü:
“Zamanının en bilgi sahiplerinden olan Amiral Chads da şöyle yazmaktadır: ‘Fener kulesinden iki günlük bir incelemeden ve kaleler ile gemilerin etraflı araştırmasından sonra, kalelerin, gemi toplan için fazla sağlam olduğu anlaşılmıştır. Bunlar büyük granit kitlelerden yapılmıştır. Bugünkü yerlerinde gemilere saldın ise sözkonusu olamaz!’"
Napier hakkında kahraman Berkeley şöyle diyerek sözlerini bitirmiştir:
“Ona verilen carte blanche[214] ile kendi fikirlerini daha iyi uygulayan başka hiçbir İngiliz subayı yoktur. Buna karşılık ellerinin bağlanması, ona her bakımdan hükümetten çok daha ileri gitme cesaretini vermiştir.” – Bomarsund’dan Kronstadt’a ve Kronstadt’dan Bomarsund’a.
Bir Tory olan Kildyard, “tüm yaşamı boyunca böylesine bir boşboğazlık görmemiş olduğunu”, Berkeley’in apaçık bir Rus casusu olarak konuştuğunu, Kronstadt hakkındaki bütün kuru gürültüleri Berkeley’in sesini çıkarmamak suretiyle onaylamış olduğunu söyledi. Kahraman Berkeley de Napier’in sadece, herhangi bir kara gücü tarafından desteklenmeksizin beraberindeki gemilerle birlikte halen bulunduğu yer hakkında konuşmuş olduğunu söyleyerek boşboğazlıklarını geri aldı. Napier İngiltere kıyılarından ayrıldığı günden beri, sizlere, çıkartma birliklerine sahip olmaksızın ve İsveç’le ittifak kurmaksızın Baltık’ta hiçbir şey yapılamayacağını birçok kez yineledim durdum. Benim bu görüşümü, bilimsel düşünen bütün asker kişiler paylaşıyor.
Şimdi ise bu dikkate değer tartışmanın son noktasına, Lord John Russell’ın cesur açıklamalarına geliyorum. Üç milyon İngiliz liralık ödeneğini aldıktan sonra, yirmi saat önce Disraeli’nin dokunaklı alayları karşısında ne kadar süngüsü düşük idiyse o kadar arsızlaştı. “Dünkü açıklamalarımı daha ayrıntılı şekilde anlatmaya hiçbir şekilde gerek görmüyorum” diyerek Aberdeen ile arkadaşları arasında bazı kimselerin yaratmaya çalıştıkları “üzücü anlaşmazlıklar hakkında” ancak şu kadarını söyleyeceğini belirtti:
“Genel savaş önlemleri, mutad olarak hükümet denilen majestelerinin akıl hocaları tarafından adım adım kararlaştırılmış olup, varılan kararlardan parlamentoya ve ülkeye karşı Lord Aberdeen’in arkadaşları, o soylu lord kadar sorumludurlar.”
Herhangi bir tehlikeyle karşı karşıya olmamakla birlikte gene de kamaraya şunları söylemeye cesaret etti:
“Eğer biz krallığın yetkili bakanlarıysak, parlamentoyu oturuma çağırıp çağırmamak bizim seçimimize bırakılmalıdır; bu kararımıza karşı çıkılırsa, biz artık krallığın yetkili bakanları olmaktan çıkmış oluruz.”
İngiltere parlamentosunun pazartesi ve salı günkü oturumlarında hazır bulunduktan sonra, Neuen Rheinschen Zeitung’da229 1848 yılında, Berlin ve Frankfurt meclislerini, parlamento yaşamının mümkün olan en alt düzeydeki örnekleri diye damgalayarak hata etmiş olduğumu itiraf ederim.
Voronzov’un İngiliz kayınbiraderinin yaptığı açıklamalara, Russell’ın fades[215] kabadayılıklarının, The Times’ın kükreyen başyazılarının ve The Times muhabirinin Varna yakınlarındaki İngiliz ordugahından gönderdiği 13 Temmuz tarihli haberden aşağıdaki alıntıların açıkça karşıt olduğunu görmek, okurlarınıza güvence verir sanırım:
“Avusturyalı bir elçinin, General Brown ile akşam yemeği yemiş olması dolayısıyla, dün akşam, barış ilanının yakın olduğu genel kanısı yaygınlaştı. Bu Avusturyalı elçi Ömer Paşa ile uzun görüşmelerde bulunmuş olduğu Şumnu’dan, Lord Raglan ve Mareşal Aziz Amaud ile görüşmelerde bulunacağı Varna’ya gitmekte idi. Cambridge dükünün, süvarilerin kasıma doğru ve piyadenin de mayısa doğru ülkeye dönmüş olacaklarını söylediği bildirilmişti. Ne savaş durumunda olduğumuz, ne müttefik ordularının savaşta bulunan bir tarafın durumunda bulundukları, ne de Türkiye’de karaya çıktıktan sonra savaş yürüttükleri açıkça saptanamıyor. Geçit resimlerimiz, teftişlerimiz, ve talim hareketlerimiz, sanki Chobham’da ya da Satory’de[216]oluyormuş gibi zararsız ve masum bir şekilde yapılıyor, bütün kara harekatlarımız sınırlı tutuluyor: önce, Lord Cardigan’ın bir keşif çakışı; ikinci olarak mühendis subayların ve istihkamcıların Silistre’ye ve Rusçuk’a gönderilmesi; üçüncü olarak birkaç Fransız dubacının aynı yöne gönderilmesi, ve dördüncü olarak da sahilden adalara ve oradan da öbür tarafa bir köprü kurmak üzere bir istihkamcı bölük ile 150 denizcinin Rusçuk’a gönderilmesi.”
Bir küçük parlamento güldürüsü de çarşamba akşamı oynandı. Geçen cuma günkü oturumda Butt bir yasa önerisi sunmuş, İngiliz yurttaşlarının, Rus hükümet tahvilleri almalarının, belli cezalar çerçevesinde yasaklanmasını önermişti. Bu yasa önerisi, yalnızca şimdiki savaş sırasında Rus hükümetinin çıkaracağı borç tahvillerini kapsamaktaydı. Yasa önerisini hükümete sunmuş değildi, ancak böyle bir öneriye karşı çıkmaya da cesaret edemezdi, çünkü Bonaparte Moniteur’de doğru olmayan bir açıklama yayınlatmış, Rus borçlanma tahvillerine para yatırılmasının yasa-dışı sayılması için İngiltere hükümetinin kendisiyle görüş birliğinde olduğunu söylemişti. Bu nedenle Palmerston, Butt’ın yasa önerisini destekledi, ancak The Economist’in bilge yazıişleri müdürü Wilson ile hazine bakanının, kendisine, hiç de nazik olmayan bir biçimde karşı durduklarım gördü. Şimdi, pazartesi günü karma hükümeti savunmuş olan, sah günü konuşmayarak hükümet için gerçek bir başarıyı güven altına alan aynı Palmerston, çarşamba günü, hükümetin “korunmadan yoksun dişisi” olma durumunu yeniden elde edebilmek için, bu fırsatı elbette ki kaçırmayacaktı. Resmî bir görevin soğuk zorunluluğu ile, önceki iki akşam boyunca bastırmak zorunda kaldığı yurtsever duygulan sanki kendiliğinden coşup taşmış ve gemlenemez hale gelmiş bir erkek falcı edası ve görünümüyle konuştu. Palmerston:
“Yasa tasarısı, ancak İngiltere uyruklarının Rusya’ya savaşı sürdürebilme olanaklarını sağlayamayacakları esasını içermektedir. Hazine sekreterinin ileri sürdüğü iddialara göre, vatan hainliği yasalarımızı kaldırmamız gerekiyor. Bu iddialar tümden saçmadır.” dediği zaman, sayın ve aldatılmış beyefendiler tarafından kaçınılmaz olarak alkışlandı.
Bu adamın, yirmidört yıl boyunca, Rus-Hollanda ödüncünü İngiltere’nin sırtına yükleyen aynı adam olduğuna ve o ödüncün ana parasıyla faizini ödemeye, böylece Rusya’ya “savaşı sürdürmesini sağlayacak parayı” vermeye devam eden bir hükümetin en etkin üyesi olduğuna dikkat edin.
New-York Daily Tribune
n° 4152, 9 Ağustos 1854