Header Ads

Header ADS

SAVAŞ – PARLAMENTODA GÖRÜŞME - MARKS

Londra, Salı, 27 Haziran 1854

Bükreş’te yayınlanan Rus gazetesi Moniteur, St. Petersburg’dan gönderilen buyrultu gereğince, Silistre kuşatmasının kaldırıldığını, Giurgevo’nun boşaltıldığını, tüm Rus ordusunun, Prut’un karşı yakasına dönmek üzere olduğunu resmen açıklıyor. The Times gazetesi de dünkü üçüncü baskısında, Viyana muhabirinden aldığı, aynı doğrultuda bir telgraf haberini yayınladı. Haberde “Rus imparatorunun, Avusturya’nın çağrısını, bu eski müttefikine karşı beslediği yüksek duygular nedeniyle kabul ettiği ve ordularına, Prut’un karşı yakasına dönmeleri buyruğunu verdiği” bildiriliyordu. Lord John Russell, Avam Kamarasının dün gece yaptığı oturumda, Silistre kuşatmasının kaldırıldığı haberini doğruladı, ancak Avusturya’nın çağrısında Rusya’nın verdiği yanıta ilişkin resmi bir bilgi almadığını söyledi. 

Avusturya’nın müdahalesi, Türklerle Ruslar arasına bir engel yerleştirecek, Rusların, taciz edilmeksizin çekilmelerini, Sivastopol ve Kırım garnizonlarını yeni kuvvetlerle güçlendirmelerini ve belki de Voronzov’un ordusuyla yeniden bağlantı kurmalarını sağlayacak. Bundan başka, müttefik devletler, ola ki çarın Avusturya yararına verebileceği ufak tefek ödünlerle status quo ante bellum’un kurulmasını kabul etmeyi reddettikleri anda, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Kutsal İttifakın yeniden kurulacağına mutlak gözüyle bakmalıdırlar. 

Ne var ki, Metternich tarafından hazırlandığı söylenen bu  şahane “çözüm* un tüm dokusu, şimdi kocamış Aberdeen’in düşüncesizliği ve Palmerston’ın entrikalarıyla parça parça edilmiş bulunuyor. 


Anımsanacağı gibi, hükümetteki son değişiklikler sırasında, kurulması daha çok Palmerston’cı basın tarafından ortaya atılmış olan yeni savaş bakanlığına Palmeston’ı yerleştirme çabaları başarısız kalmış, onun için düşünülen bu bakanlıkta, Peel yanlısı Newcastle dükü, soylu lordun ayağını kaydırmıştı. Öyle görünüyor ki, bu başarısızlık, Lord Palmerston’a tüm hükümeti çökertmenin tam zamanı olduğunu düşündürdü. Gerçekten de şefine karşı mükemmel bir saldırıya kalktı. Saldırının gerekçesini, Lord Aberdeen’in, Lord Lyndhurst’e karşı yaptığı düşüncesiz konuşma sağladı. Tüm İngiliz basını derhal bu konuşmanın yakasına yapıştı. Ancak bir noktanın belirtilmesi önem taşıyor: Sözkonusu konuşma yapılmadan önce The Morning Herald, Lord Aberdeen’e karşı bir fitnenin var olduğu haberlerini yalanlamıştı. Geçen cuma günü Avam Kamarasında Layard söz aldı ve “Tacın başbakanı tarafından kullanılan dilin, savaşın amaçları ve sonuçları konusunda ciddi kuşkular uyandıracağı, onurlu ve sürekli bir barış umutlarını azaltacağı düşüncesiyle” gelecek perşembe günü bir önerge vereceğini bildirdi. Bu önergede iki zayıf nokta var: Birincisi, anayasaya karşıttır, Lordlar Kamarasında yapılan bir konuşmanın Avam Kamarası üyelerince eleştirilmesini yasaklayan parlamento kuralıyla çelişkili olduğu için, geri çevrilmeye elverişlidir.213 İkincisi de bu önerge başbakanın rasgele bir konuşmasıyla hükümetin tüm davranışını birbirinden ayırmaktadır. Ama gene de sonuçları Lord Aberdeen’i öylesine endişelendirmiş olmalı ki, bu önergenin verilişinden iki saat sonra söz aldı ve alışılmadık ölçüde heyecanlı bir sesle:

“Gelecek pazartesi” (dolayısıyla Bay Layard’dan üç gün önce) “Edirne Antlaşmasından sonra Rusya’ya göndermiş olduğu bir telgrafın bir örneğini kamaraya sunacağını, ve bu fırsattan yararlanarak kısa bir süre önce Üst Kamarada savaş hakkında söylediklerinin tahrifini de açıklayacağını” söyledi.


Layard’ın soru önergesinin, Lord Aberdeen’i hükümetten uzaklaştırma sonucunu vereceği inancı öylesine güçlüydü ki, The Morning Advertiser gazetesi, onu izleyecek yeni hükümetin listesini bile yayınladı. Bu listede başbakan olarak Lord John Russell’ın, savaş bakanı olarak Lord Palmerston’ın adları da vardı. Bu durumda Lordlar Kamarasının dün geceki oturumunun, Lord Aberdeen’in kendini bu bir ölçüde güç ve karışık durumdan nasıl kurtaracağını görmek için sabırsızlanan aristokrasinin heyecanlı entrikacılarıyla ne ölçüde dolup taştığını tahmin edersiniz.

Lord Aberdeen’in konuşmasını ve Clanricarde markisinin ona yaptığı saldırının résumésini vermeden önce, her iki konuşmacının da özellikle değindiği bir döneme, Lord Aberdeen’in dışişlerinin başında bulunduğu 1829 yılına kısaca dönmem gerekiyor. O tarihte, Amiral Heyden’in komutasındaki bir Rus filosu, St. Petersburg’la Londra arasında 1815’te yapılan ve Rusya’nın Akdeniz’de herhangi bir düşmanca harekete girmemesini öngören anlaşmaya uymayarak Saros ve Enez körfezleriyle Edremit ve İzmir körfezlerini abluka altına almıştı. Doğu Akdeniz’de İngiltere’nin ticaretine zarar verme tehdidini taşıyan bu ablukaya karşı gerçekte sönük olan kamuoyunun, Rusya’ya ve İngiltere hükümetine karşı sert çıkışlar yapmasına yolaçtı. Bunun üzerine bir yanda Rus elçileri Prens Lieven’le Kont Matuşeviç, öte yandan Wellington’la Aberdeen arasında görüşmeler yapıldı. Bu görüşmelerin niteliği hakkında, Prens Lieven, Londra, 1 (13) Haziran 1829 tarihli bir mektubunda şöyle diyordu:

“Bir saat kadar sonra Lord Aberdeen ile yapılan görüşme” (Rus diplomatları için hiçbir surette pek memnun edici şekilde cereyan etmemiş olan Wellington dükü ile yapıldığı gibi) “daha az dikkat çekici değildi. Başbakan ile görüşmemiz hakkında tam olarak bilgi sahibi olmadığından, bu görüşmenin ayrıntılarını öğrendikçe, belki de kendi sözleri yüzünden görüşmenin başında bizde yaratılmış hoş olmayan izlenimi hafifletmek için İngiltere’nin hiçbir zaman Rusya ile bir anlaşmazlığa düşmek niyetinde bulunmamış olduğu konusundaki güvenceyi yinelemiştir; ayrıca, Enez ablukasında ısrar etmemizi sağlamaya çalışırken, bakanlığın, güçlükleri önleyerek iki kabine arasında iyi bir anlaşma sağlamak gibi dürüst bir istekle hareket ettiğini, ve bu mutlu ve sürekli görüş birliği aracılığıyla sağlanmış olan ve belki bizim de farkında olduğumuz yararlar yüzünden kendi kendimizi kutlamamız gerektiğini söylemiştir. Bu uyumun sağlanmış olmasını, Enez körfezinin ablukası vasıtasıyla geçici olarak sağlayacağımız yararlardan üstün sayabildiğin-den mutlu imiş; St. Petersburg’daki İngiliz elçiliğinin tutumunun doğru anlaşılmamış olmasından endişe duyuyormuş. Demin sözü edilmiş olan durumdaki gibi bazan ileri sürmüş olduğu itirazlar, kötü niyetine ve düşmanca fikirlerine atfedilmekteymiş, oysa bu gibi niyetler ve art düşünceler kendi benliğinden ve politikasından çok uzakmış. Öte yandan ise, kendisi zor bir durumdaymış. Kamuoyu, her zaman Rusya’ya karşı çıkmaya hazırmış. İngiliz hükümeti sürekli olarak bu kamuoyuna meydan okuyamazmış, ve ulusal çıkarları doğrudan doğruya etkileyen sorunlar” (denizler yasası) “konusunda kamuoyunun kışkırtılması tehlikeli olurmuş. Öte yandan, bunlara” (ulusal çıkarlara) “karşı uğraş veren İngiliz bakanının iyi  niyetli ve dostça eğilimine güvenebilirmişiz.” 

“İngiltere’deki kamuoyunun önemini bilirim,” diye yanıt verdim, “ve birkaç gün içinde nasıl değiştiğini de gördüm. Bu savaşta kamuoyu bize karşıdır, çünkü bizi saldırgan saymaktadır, oysa saldırıya uğrayan biziz; kamuoyu, bizi, Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmak niyetinde olmakla suçlamaktadır; biz ise, hedefimizin bu olmadığını açıklıyoruz. Son olarak da, kamuoyu, bizi bir ihtiras politikası izlediğimize inanmakta, ve biz ise bunu protesto ediyoruz. Kamuoyunun bu bakımdan aydınlatılması, onu değiştirmenin en emin yoludur.” 

“Lord Aberdeen, sorunun pek anlattığım gibi olmadığı yanıtını verdi; kamuoyu, büyük bir coşku ile ‘Whig’lerin partisini genel olarak tuttuğu için bize karşıt imiş – bunun dışında İngiliz hükümeti bizim başarımızı dilememekten çok uzakmış; tam tersine, İngiliz hükümeti bizim çabuk ve kesin başarı sağlamamızı istiyor, çünkü sonuçlarını kestirmek mümkün olmadığından büyük bir yıkımdan başka gözle bakılamayacak savaşın sona erdirilmesinin tek çaresinin bu olduğunu biliyormuş! Son olarak da İngiliz bakanı uzun uzadıya sonuçlan açıklayarak kendisinin sahip olmasına olanak bulunmayan niyetlerin kendisine atfedilmekte olduğunu, ve Londra hükümetinin, savaşın Rusya’nın saygınlığı ve yararı lehine bitmesini istediğini bildirerek sözlerine son vermiştir.”214


Lord Aberdeen’in, Edirne Antlaşmasından öneki dönemde takındığı tutumu bunca açıklıkla ortaya koyan bu mektuba dönmeyi muhaliflerinin hiç birinin uygun görmemesi gariptir. Böyle yapsalardı, lord hazretlerinin, antlaşmanın sonuçlandırılması ardından gönderdiği gizli bir mektupta yer alan hususlara herhangi bir önem verilmesi olanağı kalmazdı. Yukardaki mektubun ortaya çıkarılması, Lord Aberdeen’in dünkü konuşmasında öne sürebileceği tek kanıtı bir vuruşta yıkıverirdi. Tüm “kavga”, Rusya’nın, birbirine hasım iki hizmetkarı Lord Aberdeen’le Lord Palmerston arasında geçtiğine göre, Lord Aberdeen’in gerçek savunması, Lord Palmerston’a karşı açıkça suçlamaya girişmesi şeklinde olabilirdi. 

Lord Aberdeen, geri alacağı ya da yalanlayacağı bir sözü olmadığını, sadece “açıklayacağı” bir şey olduğunu söyleyerek başladı konuşmasına. Edirne Antlaşmasını düzenleme onurunun kendisine ait olduğunu iddia etmemişti, ancak haksız yere böyle bir iddiada bulunmuş olmakla suçlanmıştı. Oysa antlaşmayı düzenlemek şöyle dursun, açıklanması için kamaraya önerge verdiği mektubunda, lord hazretlerinin görebilecekleri gibi, aslında antlaşmaya karşı protestoda bulunmuştu. Bu antlaşma onun ve arkadaşlarının kafasında öylesine endişeye yolaçmıştı ki, hükümetin tüm siyaseti esaslı biçimde değiştirilmişti. Bu siyaset değişikliği neydi? Edirne Antlaşması imzalanmadan önce, Lord Aberdeen ve Wellington dükü, Yunanistan’ı bağımsız bir krallık değil, ama Eflak ve Buğdan gibi, Babıâlinin egemenliğine bağımlı bir ülke olarak gören bir siyaset izlemişlerdi. Edirne Antlaşması imzalandıktan sonra Türk İmparatorluğunun içinde bulunduğu koşullar o kadar tehlikeli ve varlığı o kadar güvenilmez görünür oldu ki, Yunanistan’ı, bağımlı bir devlet olmaktan bağımsız bir krallık olmaya dönüştürmeyi önerdiler. Başka deyişle, Edirne Antlaşması, Türkiye’yi zayıflatacak çok şey yaptığı için, onun tehlikeli sonuçlarına, eyaletlerini ondan parçalayıp kopararak karşı koymaya karar verildi. “Değişiklik” buydu. 

Gerçi bu antlaşmanın sonuçlarına ilişkin korkulan bir parça abartılmıştı ama, Lord Aberdeen bu antlaşmayı felaketli ve zararlı görmekten hayli uzaktı. “Rusya bu antlaşmayla büyük toprak kazançları elde etmedi” demişti ve şimdi bile, Lord Lyndhurst’un öne sürdüğü gibi Rusya’nın son elli yıl içinde Avrupa’da büyük bir genişleme göstermediğini iddia ediyordu. (Soylu lordun gözünde Besarabya, Finlandiya ve Polonya Krallığı dikkate değer kazançlar olarak görünmüyor). Ancak 1829 Aralık ayındaki mektubunda belirttiği gibi, Rusların toprak kazançları küçük sayılsa bile, bu kazançlar nitelikleri bakımından önemliydi – bunlardan biri Rusya’ya “Tuna nehrindeki ulaşım ve Asya’daki öteki limanlar üzerinde Rusya’ya özgü denetim hakkı getiriyordu, genişliği küçükse de çok büyük siyasal önem taşımaktaydı.” (Lord Aberdeen, Kafkasya’daki geniş toprak kazançlarından da habersizdir.) Bu noktadan yola çıkarak Aberdeen, Edirne Antlaşmasıyla Rusya’nın siyaset değiştirmeye başladığını, toprak genişletmekten çok, siyasal etkinliğini artırmanın yollarını aramaya koyulduğunu öne sürüyor. Bu siyaset değişikliği, niyet değişikliği değildi. “Sadece İblis, eskiye bakışla daha akıllanmıştı, o kadar.” Rusya’nın Türkiye’yi –endişe uyandırıcı fetihlerle değil, ama bir dizi antlaşmalar yoluyla– ele geçirmek için Charles X ile bir plan yaptığı gerçeği, sessizce unutulmuştu. Lord Aberdeen, ayrıca, Rus siyasetindeki değişikliğin kanıtı olarak andığı Edirne Antlaşmasıyla Hünkar İskelesi antlaşmasından önce, daha 1827’de, Türkiye’ye karşı savaşta daha fazla toprak elde etmeye çalışmayacağına dair İngiltere ile Fransa’ya güvence verdiğini ve İngiltere’nin rızası olmasaydı, Rusya’nın 1833’te İstanbul üzerine ordu gönderemeyecek olduğunu belirtmeyi de uygun görmedi. Lord Aberdeen, daha sonra, “Edine Antlaşmasının da amaçladığı üzere, yirmibeş yıl sürecek bir barış elde edebilseydik, hatalı bir iş yapmış olmazdık” şeklindeki sözlerinin, yanlış olarak Edirne Antlaşması gibi bir antlaşmaya dönmeyi arzu ettiği tarzında yorumlandığını söyledi. Oysa kastı sadece şuydu:

“İhsan sorunlarındaki istikrarsızlığı gözönünde tutarak, savaşta başarıyla kendilerine yirmibeş yıllık bir barış sağlayabilecek herhangi bir antlaşma elde edilebilirse, kötü bir sonuç elde edilmiş sayılmaz. Status quo’ya geri dönmeyi hiçbir zaman tavsiye etmedim, salık vermedim ve status quo’ya karşı itirazdan da kaçınmadım. Savaş ilanından önce status quo, umut ve arzu ettikleri ve erişmeye çalıştıkları her şeyi kapsıyordu, Türk hükümetinin vermeye hazır olduğu şeyleri kapsıyordu, ve Rusların beklemeye haklan olandan çok fazlasını kapsıyordu. Ama savaş ilan edildiği andan itibaren bütün sorun tamamen değişmiş ve her şey savaşa bağlı duruma gelmiştir. ... Tam denetimi kendi ellerinde olmayan olaylara bağlı olduğundan, sonuç olarak status quo'dan ne dereceye kadar ayrılmış olunacağını kimse söyleyemez. Söyleyebileceğim tek şey, Osmanlı imparatorluğunun bağımsızlığının ve bütünlüğünün korunması, etkili şekilde korunması gerektiğinden başka bir şey değildir.”


Bunun nasıl sağlanabileceğini Lord Aberdeen söyleyebilecek durumda değildi, bu, savaşın ortaya çıkaracağı olaylara bağlıydı. 

Lord Aberdeen’in, Rus saldırganlığı tehlikesine karşı bazı kuşkular dile getirdiği, ya da böyle bir tehlikeye inanmadığı sanılmıştı, oysa gerçekte, Rusya’nın Avrupa’da saldırganlığı konusunda büyük kaygı duymamış ve “her geçen gün böyle bir tehlikenin varlığından daha az kuşku duyma eğilimi göstermişti”, ama Rusya’nın Türkiye’ye saldırısından büyük kaygı duymuştu. Fransa’yı, Rusya ve Avusturya toplamından daha güçlü görmüştü. Soylu lord daha sonra “karşı karşıya bırakıldığı kişisel töhmetin aşırı ölçüde saçma ve habis oluşundan” yakındı. Doğruydu, ülkede ondan daha aşın barış yanlısı yoktu, ama savaşı en sert biçimde sürdürmesini sağladığı şey de, gariptir ki, bizzat bu barış aşkıydı. 

Hükümetteki arkadaşlarının da itiraf edeceği üzere, Ömer Paşanın kahraman ordusunu desteklemek ve savaş girişimlerinde daha faal bir payı bulunmasını sağlamak için Avusturya’ya eluzatmak üzere, müttefik orduların çabucak ilerlemesinde ve Balkanların ötesinde yığınak yapmasında herkesten çok o ısrarlıydı. 

Lord Aberdeen, izlediği değişmeyen yolun bu olduğunu söyledi, ve Lord Beaumont’un sorusunu şöyle yanıtladı:

“Daha önce Prens Metternich ile içli-dışlı olmama karşın, son 18 ay içersinde görevde bulunduğu sürece, dolaylı olsun, doğrudan olsun onunla bir ilgim olmamıştır; ancak birkaç gün önce, bir tanıdık bayan, bana Mettemich’e mektup yazmak istediğini söyleyerek, benim, prense bir diyeceğim olup olmadığını sordu, ben [sayfa 405] de yanıt olarak, ‘kendisine en derin saygılarımı sunun’ dedim.”

Aberdeen’in konuşması, tüm olarak, kamarada olumlu karşılandı. Ancak ne garip ki, –bir zamanlar Lord Palmerston’ın St. Petersburg’da elçiliğini yapan, hayal kırıklığına uğramış mevki avcısı– Clanricarde markisinin Aberdeen’e yönelttiği sert yanıta, hükümetin hiçbir üyesi karşılık vermedi ve hiçbiri Aberdeen’in sert bir savaş için, en önde direnmiş kişi olduğuna tanıklık etmedi. 

Clanricarde markisi esas olarak, Aberdeen’in Edirne Antlaşmasına katılışı, siyasal geçmişinin genel niteliği ve bugünkü yönetiminin eksiklikleri üzerinde durdu. Lord Aberdeen’in, birkaç ay önce her iki kamaranın üyelerine de sunmayı reddettiği bir mektubu, şimdi salt kişisel nedenlerle ve kendi rahatı için açıkladığını söyledi. Ne var ki, bu mektup, soylu lordun, eylül ayında Edirne Antlaşmasının imzalanmasından sonra 1829 Aralık ayında, St. Petersburg’a yazdığı mektuptan oldukça başkaydı. Asıl önemli olan, o sıralarda elçisine ne buyruk verdiği ve antlaşmanın imzalanmasını önlemek için ne türlü önlemler aldığıydı. Edirne’ye komuta eden Rus generalinin elindeki asker sayısı 15.000’in üstünde değildi. Üstelik bu rakam, hastalık ya da yaralanmış olmak gibi nedenlerle gerçekten hors de combat[207] askerler nedeniyle 5.000 ya a 6.000 daha azaltılmak gerekiyordu. Öte yandan, 25.000 Arnavuta komuta eden bir Türk general çok yakın bir yerdeydi. Rus general, antlaşmayı imzalayıp imzalamama konusunda Türkiye’ye çok kısa bir süre tanımıştı. Çünkü uzun bir süre verirse, gerçek durumunun ortaya çıkabileceğini biliyordu. Bu nedenle beş-altı günden daha fazla süre tanımadı, İstanbul’da Türk bakan, Avusturya ve İngiliz elçileriyle Rus elçisini çağırarak, onların, ne salık verdiğini sordu. Lord Aberdeen’den talimat almış olan İngiliz elçi, mümkün olan en kısa sürede Türkiye’nin, şimdi soylu lordun felaketli bulduğu bu antlaşmayı imzalamasını salık verdi. 

Soylu marki, Lord Aberdeen’e, antlaşmanın imzalanması buyruğunu verdirten şeyin, o sıralarda muhalefette olan arkadaşı Lord Palmerston’ın, lordu çok fazla Rus aleyhtarı olmakla suçlamasının ürünü olduğuna değinmek istemedi. 

Marki sözüne devamla, başbakanı, Avrupa’nın keyfi hükümetlerinin en istekli, en sürekli ve en güçlü destekçisi olmakla suçladı. Bunun kanıtı olarak, Portekiz, Belçika ve ispanya’nın yakın tarihi üzerinde durdu ve Aberdeen’in ünlü 1834 Dörtlü ittifakına karşı çıkışını andı. Böyle bir anda, Belçika’nın şanından, Portekiz’le ispanya’nın meşrutiyetçiliğinden ve Palmerston’ın kendini savunurken, yanlış olarak kendisi tarafından değil, Talleyrad tarafından düşünüldüğünü öne sürdüğü Dörtlü ittifaktan Avrupa’nın elde ettiği nimetlerden kıvanç duymak için, Whig partisinin eski bir lordunun bütün yüzsüzlüğüne sahip olmak gerekti. 

Şimdiki savaş harekatına gelince, Clanricarde, harekat tasarılarının geçen aralık ayında Rusya’da en yüksek askeri makamlar tarafından hazırlandığını, sadece prensliklerin işgalini değil, ama aynı zamanda Tuna’nın geçilmesini, Silistre’nin alınmasını, Şumnu’nun önünün kapatılmasını ve Balkanlara yürünmesini öngören planın İngiltere hükümetine bildirildiğini söyledi. Soylu lord, bu bilgilere sahip olarak, kalkmış, bu kamaraya barıştan sözetmeye gelmişti ve hükümetin, savaş bakanlığına verdiği buyrultuyu, şubatın sonuna ya da martın başına kadar bildirmeyi savsaklamıştı. 

Eğer Lord Clanricarde, Avam Kamarasında Lord Palmerston’ın Disraeli’ye, Lordlar Kamarasında da Lord Clarendon’ın kendisine verdiği yanıtları anımsasaydı, sadece Lord Aberdeen’i görevini savsaklamış olmakla suçlamak ve onun Whig dostlarını, tüm kabineye ait olan bir suçtan uzak tutmak gibi bir budalalıktan uzak dururdu. “Eğer” diye bağırıyordu marki, “eğer hükümet tarafından onbeş ay önce uygun –nerdeyse dürüst diyecekti– bir yol tutulmuş olsaydı, savaş hiçbir zaman olmazdı”. Bunlar, Disraeli’nin Lord John Russell’a söylemiş olduğu sözlerin aynısı. 

Son olarak marki, karma hükümetin bütün başarısızlıklarından ve parlamentoda önemli bütün sorunlarda yenilgiye uğramasından da kişi olarak özellikle Lord Aberdeen’i sorumlu tutmak gibi bir saçmalık da yaptı. Daha hükümetin ilk kuruluşunda, aklıbaşında herkesin, bu hükümet bütün yasamayı olduğu gibi bırakıp, siyasetten uzak durmadıkça altı hafta bile tutunamaz dediğini anımsamadı. 

Lord Brougham’ın Lord Aberdeen’in birinci konuşmasıyla esasen tatmin olmuş bulunduğunu, ancak ikinci konuşmasından özellikle memnun kaldığını bildiren aptalca konuşmasından sonra konu kapandı. 

Bu olayın ciddi sonucu, Viyana’da düzenlenmiş gizli protokolün boşa çıkarılması, bunun sonucu olarak da düşmanlığın ve savaşın sürdürülmesidir. Savaşın çabucak sona ereceğine öylesine güvenli inanılmıştı ki, İngiliz düyunu umumiyesinin tahvilleri, piyasadaki geniş çaplı borçlanmalara bakmaksızın %3 yükselmiş, asker kulüplerinde, birçok kişi, savaşın dört haftadan fazla sürmeyeceğine dair bahse tutuşmuştu. 

New-York Daily Tribune 
n° 4126, 10 Temmuz 1854



RUSYA’NIN BAŞARISIZLIĞI


Belli bazı yazarlar takımı, Rus imparatorunda olağanüstü bir akıl gücü görmeyi, gerçekten büyük devlet adamlarına özgü bir kapsamlı yargı ve uzak görürlülük bulmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Onun niteliklerinin gerçekçi bir biçimde değerlendirilmesinden ya da geçmişinden, böylesine kuruntuların nasıl çıkarılabildiğini anlamak güçtür. Onun en inatçı hayranları, sanırız, düşüncelerinin doğru olup olmadığını artık araştırmalıdırlar. Rusya şimdi güç ve çok onur kırıcı bir durumda bulunuyor. Rus orduları Türkiye’de yenilgiye uğradı, çok fazla asker ve araç yitirdikten sonra, şimdi kendi sınırlarına çekiliyorlar. Rusya’nın, yıllar süren çabanın ve geniş harcamaların meyvesi olan Asya’daki toprakları, kısmen yitirildi ve tümü tehlike içinde bulunuyor. Rusya’nın dış ticareti tahribedidi, ulusal dikkatin ve halkın enerjisinin yararsız ve felaketli bir savaşa dönmesi nedeniyle iç sanayi zarar gördü. Rus donanması tutuklandı, kaleleri tehdit altında bulunuyor. Hatta Rusya o durumda ki, ihtiraslı düşlerinin önüne etkin bir engel olarak dikilecek ve Türkiye’ye saldırılarını olanaksızlaştıracak bir müdahaleyi, öteki kazançları bir yana, bir yarar saymak zorundadır. Çünkü böyle bir saldırı, Batılı devletlerle ve Almanya’yla doğrudan çatışmasına yolaçabilir. Bütün bunlar, büyük devlet adamı, akıllı hükümdar Nikola Tin işidir. Bundan böyle bu dikbaş acemilikler üstadının akılfikir ve yeteneklerinin övülmesine eğer yer varsa, bunda çok dikkatli olunmalıdır. 
Yenilgi, en akıllıca öngörünün ya da en mükemmel hazırlıkların bile her zaman önleyemeyeceği bir şey olduğu için, Silistre yenilgisi, [sayfa 408] çarın ya da ordusunun ününü yıkmak için, Oltenitza, Çetalya ya da Karakul yenilgilerinden daha önemli değildir. Ancak bu nokta bir yana, dikkate değer son kuşatma ve Rusların onu izleyen geri çekilişi olayında apaçık göze çarpan bir gerçek var. Bu gerçek şu: Rus ordusu, büyüklüğüne ve sürü sürü subaylarına karşın, Silis-tre’ye karşı girişilen umutsuz ve arapsaçına dönen harekat sırasında öldürülen ya da sakatlanan Paskeviç’in, Gorçakov’un, Schilders’in ve Lüders’in yerini alabilecek önderler çıkaramıyor. Gerçekten de bu insanlar bu kadar yaşlı olduklarına –Paskeviç’le Gorçakov yetmişin üstündeler, en gençleri Lüders altmışın üstünde– ve doğal ölümle ölmeleri herhangi bir gün bir gerçek olarak ortaya çıkabileceğine göre, çarın geniş askeri örgütünü üzerine dayandırdığı düzen, böylesine darkafalı ve budalaca bir düzendir. Bunu olumlu ve yadsınamaz bir gerçek olarak öne sürebiliriz. Bugün Rus ordusunda, bu generallerin boşaltacağı yeri alabilecek ve ordunun ve ulusun güvenini taşıyabilecek bir subay bile bulmak çok güçtür. Çünkü çarın, yıllardan beri, gerçekten aptallık sınırına yaklaşan anlaşılmaz bir körlükle yürüttüğü bütün çabalar, gelişmesi ve olgunlaşması için elinden geleni yaptığını sandığı orduyu gerçekten yaralayıcı, çökertici olmuştu. Yükselmeyi sadece törenci sert amirlere özgü bırakmıştı. Bu tür amirlerin başlıca fazileti, üniforma düğmeleriyle iliklerindeki hataları bir bakışta yakalayabilecek keskin bir göze sahip olmaları, bunun yanısıra da duygusuz bir itaat ve istekli bir kölelik göstermeleriydi. Bu ölçütleri, gerçek askeri yeteneği ve aydınca üstünlüğü olan kişilere yeğ tutmuştu. Gençlik, canlılık ve askerlik biliminin elde edilmesi, çalışmaları değil, ama garnizon görevi ve gündelik tören gibi sönük hizmet yıllan, çarın beğendiği ve ilerleme için aradığı özelliklerdi. Bu nedenle ordu, ortalama olarak, yaşlıların, hastalıklıların ya da bir askeri harekatın yaygın ve karmaşık faaliyetlerini yönetebilecek bilgi ve beyinden yoksun bulunan, ancak bir müfreze yönetebilecek güçte cahil onbaşıların eline kalmıştı. 
Çarın tüm Doğu Sorununu yönetişinde de aynı darkafalılığı ve fodulluğu görüyoruz. Şimdi herkesin farkettiği gibi, çar savaşa akılsızca ve yetersiz bir biçimde başladı. Gerçekten de ilk askeri gösterisi, tümden saçmaydı, amaç için yetersizdi. Türkiye’nin yıkılmasına Avrupa’nın izin vermeyeceğini bilmesi gerekirdi. Bu nedenle de ya fırsat kollayarak beklemeliydi ya da geçen yıl yaptığı gibi kırk-elli bin kişiyle Prut’u geçip bütün bir kış boyunca prensliklerde sadece bir kolordu bulundurmak yerine, bir anda olanca gücüyle Türkiye’nin üzerine yüklenmeli, Türkler kendi dağınık kuvvetlerini toparlamaya fırsat bulamadan ve Batılılar kendi güçlerini [sayfa 409] birleştirerek filo ve asker göndermeden önce Balkanları aşmalıydı. Böylesine budalaca bir tarzda, ulusunu dev bir mücadelenin içine atacak yerde, hasmını hazırlıksız yakalamak ve dehşet saçmak, başlıca amacı olmalıydı. Ama Nikola yaşlanıyor, kocamışların bütün hatalarını yapmakta. Onu, bütün kaynaklarını derhal harekete geçirmekten alıkoyan nedenlerden biri, bu çabanın maliyetinden duyduğu korkuydu. Ama şimdi yüz kat fazlasını, üstelik bir sonuç alamadan yitirecek. Böyle durumlarda kuruşun hesabını yapmaya kalkışmak hesapsızlıktır. 
Ruslar Prut’u ilk geçtiklerinde, çarın –o zaman bildiğimiz ve belirtme fırsatını bulduğumuz gibi– Avrupa’ya karşı zorbalık edebileceğinden ve ufak bir giderle büyük bir şan kazanabileceğinden hiç kuşkusu yoktu. Diplomat temsilcileri de onun bu aptalca inancını yüreklendirmişlerdi. Rusların büyük yanılgılarına en zararlı etkiyi yapan kişi, Paris’teki Rus Elçi Kisselef oldu. Kisselef’in mektupları, Louis Napoléon’un barışçı ve dost olduğuna inanmışlıkla doluydu. Fransa’nın başkentinde yirmisekiz yıldan fazla yaşamış olan Kisselef, zevk ve sefa içindeki yaşamına son verebilecek olan bir geri çağrılma olasılığından doğal olarak çok korkuyordu. Temsilcilerinin yaltaklanmasından, onlardan yataklanıcı raporlar almaktan pek hoşlanan çar da, atılan ilk oltaya yakalandı. Kabul edilemez bir gerçeğin kokusunu taşıyan herhangi bir yazı, nereden gelirse gelsin, itibar görmedi, hakaretle karalandı ve Otokratın onu yollayan sadık ve yetenekli diplomata haksızlık etmesinden başka bir işe yaramadı. Bu nedenle Rus diplomatik raporlarının hemen hepsi, haşmetmeaplarına, saygı ve hayranlık beslendiği güvencesini vermenin yanısıra, imparatorun, Avrupa’nın boyuneğdiği akıllılığına övgüyle doluydu. Özel olarak söyleyebiliriz ki, 1851’den beri Nikola hiçbir zaman, kendisine Avrupa’nın gerçek durumunu anlatan, öteki hükümetlerin ona ve Rusya’ya karşı besledikleri duyguları gösteren tek bir rapor dahi almadı. Birçok temsilcisi onu böylece yanlış yola sürükledilerse, bunun nedeni, onun siyasal iştihasına en lezzetli görünen –tek lezzetli değil– yemeğin bu yemek olmasındandı. Evrensel bir yaltaklanmayı candan istemişti, şimdi onun acı, zehirli meyvelerini tadıyor. 
Tahttan çekileceğine dair söylentilere herhangi bir inanç beslemiyoruz. Bu, tümden olanaksız ve gereksizdir. Ama öte yandan, gururu, düşüncesizliği ve budalalığı yüzünden hem kendi başına, hem Rusya’nın başına yığdığı güçlüklerden onu ancak bir mucize kurtarabilir. [sayfa 410]

New-York Daily Tribune 
n° 4127, 11 Temmuz 1854 
Başyazı
Blogger tarafından desteklenmektedir.