RUSYA’NIN GELENEKSEL SİYASETİ - Marks
Londra, Cuma, 29 Temmuz 1853
1848 anayasalarından sonuncusu da Danimarka Kralının coup d’état’sıyla devrilmiş bulunuyor. Lex Regia’nın[65] iptali sonucu bir Rus ili haline gelmeye mahkûm olan ülkeye bir Rus anayasası verilmiş durumda.75 Daha sonraki bir mektupta, bu ülkedeki olaylara ilişkin bir expose[66] vereceğim.
“Bizim siyasetimiz, gelecek dört ay içinde, yeni hiçbir şey olmamasını sağlamaktır, umarım bunu başaracağız, çünkü insanlar genellikle beklemeyi yeğ tutar; ama beşinci ay olaylar açısından verimli olmalıdır.”
Kont Pozzo di Borgo, 28 Kasım 1828’de Kont Nesselrod’a böyle yazmıştı. Şimdi Kont Nesselrod, aynı kuraldan yola çıkıyor. Rusya bir yandan prensliklerdeki sivil hükümetlerin yerini almak suretiyle askerî bakımdan elkoymayı tamamlarken ve Besarabya ile Kırım’a asker akıtırken, bir yandan da, arabuluculuğunun kabul edileceğine dair Avusturya’ya imada bulunuluyor, Bonaparte’a da, öne sürdüğü önerileri çarın olumlu karşılaması olasılığının bulunduğu ima ediliyor.
Paris ve Londra’daki hükümetler, özürlerinin Nikola tarafından lütfen kabul edilebileceği olasılığıyla rahatlamış durumdalar. Kadın sultana dönüşmüş Avrupa saraylarının tümü, iman etmişlerin âlicenap komutanı, mendilini hangisine atacak diye merakla bekliyorlar. Onları, bu havada haftalarca, ne haftalarcası, aylarca bekletmiş, askıda bırakmış olan Nikola, birdenbire yaptığı açıklamada, Türkiye ile arasındaki anlaşmazlıkta ne İngiltere’nin, ne Fransa’nın, ne Avusturya’nın, ne Prusya’nın hiçbir ilişkisi, hiçbir işi olmadığını, sadece Türkiye ile görüşebileceğini bildiriyor. İstanbul’daki elçilik mensuplarını geri çağırması da, Türkiye ile görüşmesini kolaylaştırmak içindi. Ama o, öteki devletlerin, Rusya’nın işlerine karışamayacağını ilan ederken, duyuyoruz ki, öte yanda, Fransa’nın, İngiltere’nin, Avusturya’nın ve Prusya’nın temsilcileri, Viyana’da düzenledikleri konferansta, Doğu Sorununun çözümlenmesi için, kuluçkadan civciv çıkarır gibi tasarı üstüne tasarı hazırlayarak zaman öldürüyorlar. Bu sahte konferanslara, ne Türk, ne Rus elçiler katılıyor. Bu arada, sultan, bu ayın 8’inde, silah zoruyla tahttan indirilmesini önleyebilmek üzere bir savaş hükümeti kurdu, ancak aynı günün akşamı Lord Redcliffe’in baskısıyla, hükümeti dağıtmak zorunda kaldı. Sultan şimdi o kadar şaşırmış durumda ki, St. Petersburg’a Avusturyalı bir ulak göndererek, çarın, doğrudan görüşmelere yeniden başlayıp başlamayacağını sormaya niyetleniyor. St. Petersburg’a bizzat Reşit Paşanın gidip gitmeyeceği, ulağın dönüşüne ve getireceği yanıta bağlı olacak. Reşit Paşa, St. Petersburg’dan İstanbul’a anlaşma taslağının yeni notlarını gönderecek; bu notlar St. Petersburg’a geri yollanacak ve St. Petersburg’un son yanıtı İstanbul’a gönderilmeden hiçbir şey kesinlikle çözüme bağlanmış olmayacak – ve böylece beşinci ay gelecek ve doğal ki Karadeniz’e hiçbir donanma giremeyecek; ve çar, eski işgallerinden beri, ta 1820’den bu yana yaptığı vaatleri yineleyip durduğu prensliklerde, kış ayları boyunca, sakin sakin kalmaya devam edecek.
Sırp Bakan Garaşanin’in, Rusya’nın isteği üzerine görevden alındığını biliyorsunuz. Bu ilk zaferin ardından Rusya, şimdi, Rusya’ya karşıt bütün subayların ordudan ayıklanmasında direniyor. Bu önlemi, hâlâ iş başında olan Prens Aleksandır’ın yerine, kesinlikle Rusya’nın ve Rus çıkarlarının maşası olan Prens Mihayil Obrenoviç’in geçirilmesi önlemlerinin izlemesi amaçlanıyor. Prens Aleksandır, bu felaketten kaçınmak için, Avusturya’nın da baskısıyla sultana karşı çıktı ve kesin bir tarafsızlık gütme niyetinde olduğunu açıkladı. Sırbistan’daki Rus entrikaları, Paris gazetesi Presse’de şöyle anlatılıyor:
“Herkes biliyor ki, Orsova köyündeki –içinde tek Rusun yaşamadığı ama Sırp nüfusun tam orta yerinde bulunan bu sefil köydeki– Rus konsolosluğu zavallı bir yapıdır, ama Rus [sayfa 96] propagandasının da kaynağıdır. 1840’taki Brayla olayında, 1850’deki John Lutzo olayında ve bu yakınlarda Garaşanin’in bakanlıktan çekilmesine neden olan ondört Rus subayın tutuklanması olayında Rus parmağı olduğu hukuken saptanmıştır. Prens Mençikov’un da İstanbul’da kaldığı sırada, Bursa ve İzmir’de, ajanları vasıtasıyla, Tesalonya, Arnavutluk ve Yunanistan’dakilere benzer entrikaları kışkırttığı da biliniyor.”
Rusya’nın siyasetinde, yalnızca amaçlan yönünden değil, ama o amaçlara ulaşma yolundaki tutumu bakımından da, geleneksel niteliğinin ötesinde, çarpıcı bir özellik görülmüyor. Şimdiki Doğu Sorununda hiçbir karmaşıklık, hiçbir iş, hiçbir resmî nota yok ki, tarihin bilinen sayfalarındaki benzerinin damgasını taşımasın.
Şimdi Rusya’nın, Kaynarca Antlaşması dışında, sultana karşı öne sürebileceği hiçbir dayanağı yok. O antlaşma da, Rusya’ya, dindaşları üzerinde koruma hakkı yerine, Reşit Paşanın, bu ayın 14’ünde gönderdiği notada çara karşı haklı olarak ısrarla belirttiği gibi, yalnızca İstanbul’da bir kilise kurmayı ve hıristiyan uyrukları üzerinde yalnızca sultanın şefkatini dileme olanağını veriyor. Ama daha imzalandığı yıl, 1794’te, Rusya, günün birinde bu antlaşmayı 1853’teki anlamıyla yorumlamaya niyetliydi. O sıralarda Babıâlide Avusturya’yı temsil eden Elçi Baron Thugut, 1774 yılında kendi hükümdarına şöyle yazıyordu:
“Bundan böyle Rusya, ne zaman koşulların elverişli olduğu inancını taşırsa, çok fazla bir hazırlık yapmaksızın, Karadeniz’deki limanlarından İstanbul üzerine çullanmayı gerçekleştirebilecek bir durumda olacaktır. Böyle bir durumda, Rum ortodoks dininin önderleriyle daha önceden anlaşarak bir suikast hazırlanabilecektir ve sultanın yapabileceği tek şey, Rusların bu hareketini bildiren ilk haberi alır almaz sarayını bırakmak, Asya’nın derinliklerine kaçmak ve Avrupa Türkiyesi’nde tahtı, daha deneyimli bir sahibe bırakmak olabilir. Başkent fethedildiği zaman, hıristiyan Rumların tedhişçiliği ve sadık yardımı ile, tüm takımadalar, Adriyatik kıyılarına kadar Küçük Asya ve Yunanistan kıyıları, hiç kuşkusuz ve kolaylıkla Rus tahtının egemenliği altına girecektir. Böylece, dünyanın başka hiçbir köşesinin verimlilik ve zenginlik yönünden benzeri olamayacağı, doğanın her şeyi sunduğu bu toprakların sahipliği, Rusya’yı, eski çağların en büyük monarşilerinin, tarihin anlattığı bütün muhteşem harikalarını geçen bir üstünlük derecesine yüceltecektir.”
Şimdi olduğu gibi 1774’te de Rusya, Avusturya’nın ihtirasını, Bosna, Sırbistan ve Arnavutluk’un kendisiyle birleşmesi olasılığıyla beslemekteydi. Aynı Baron Thugut, bu konu üzerinde de şunları yazıyor:
“Avusturya bölgesinin böyle bir genişlemesi Rusya’nın kıskançlığını uyandırmayacaktır. Bunun nedeni de, Avusturya’nın Bosna’yı, Sırbistan’ı vb. ilhakı başka koşullar altında gerçekten en büyük önemi taşırdı, ama Osmanlı İmparatorluğunun geri kalanı kendi eline geçerse şu anda Rusya için en küçük bir anlam taşımamaktadır. Çünkü bu illerdeki nüfus hemen hemen tamamen müslümanlardan ve Rum ortodoks hıristiyanlardan oluşmaktadır: birincilere, sürekli oturanlar olarak tahammül edilmeyecek, ikinciler ise, doğudaki Rus İmparatorluğu’nun yakınlığı karşısında oraya göç etmekte duraksamayacaklar, ya da bulundukları yerde kalırlarsa Avusturya’ya karşı vefasızlıkları, sürekli çatışmalara neden olacaktır. Ve esaslı iç güçler bulunmadan bir bölge genişlemesi, Avusturya Kayzerinin gücünü artırmak yerine, onu ancak zayıflatacaktır.”[67]
Siyasetçiler alışmışlardır, genel olarak Rus geleneksel siyasetini ve özellikle İstanbul hakkındaki düşüncelerini göstermek istedikleri zaman Peter I’in vasiyetnamesine sarılırlar. Daha da geriye gidebilirlerdi. Sekiz yüzyılı aşkın bir süre önce, Rusya’nın Pagan Grand Dükü Sivyatoslav, Boyarlar[68] Meclisinde “sadece Bulgaristan’ın değil, ama Avrupa’daki Rum İmparatorluğu’nun, Bohemya ve Macaristan’la birlikte, Rusya’nın yönetimi altına girmesinin zorunlu olduğunu” ilan ediyordu. Sviyatoslav, MS 769’da Silistre’yi fethetti ve 1828’de Nikola’nın yaptığı gibi, İstanbul’u tehdit etti. Rus İmparatorluğu’nun kuruluşundan kısa süre sonra Rurik hanedanı, Bizans’a daha yakın olabilmek için. başkenti, Novgorod’dan Kiev’e taşıdı. 11. yüzyılda, Kiev, her yönüyle İstanbul’u taklit etti ve Rusya’nın ezelî emelini ifade etmek üzere ikinci İstanbul diye adlandırıldı. Rusya’nın dini ve uygarlığı, Bizans’ın ürünüdür ve bugün Osmanlı imparatorluğunun çürüyüşü gibi Bizans İmparatorluğu çürüme içine düştüğü zaman, Rusya’nın Bizans’ı kendine itaat ettirmeyi amaçlamış olması, Alman imparatorlarının Roma’yı ve İtalya’yı fethetmeyi amaçlamış olmalarından daha doğaldı. Bu durumda, Rus siyasetinin amaçlarında birlik sağlayan şey, onun tarihsel geçmişi, coğrafî koşullarıdır ve Avrupa’da üstünlüğünü sürdürmek istiyorsa, Baltık Denizinde olduğu gibi takımadalarda açık deniz limanları elde etmesi zorunluluğudur. Ama Rusya’nın bu amaçları izlerken takındığı geleneksel tutum, Avrupalı siyaset adamlarının gösterdikleri hayranlık ve düzdükleri övgüleri hak etmekten uzaktır. Rusya’nın miras kalmış siyasetinin başarısı Batılı devletlerin zayıflığını kanıtlıyorsa, aynı siyasetin kalıplaşmış tavırcılığı da Rusya’nın yapısal olarak sahip olduğu barbarlığı kanıtlıyor. Fransız siyasetinin, Richelieu’nün vasiyeti ya da Charlemagne’ın yasaları çerçevesinde yürütülmesi fikrine76 kim gülmez? Rus diplomasisinin en ünlü belgelerini gözden geçirin, göreceksiniz ki bu diplomasi, Avrupalı kralların, bakanların, sarayların zayıf noktalarını keşfetmekte akıllı, basiretli, kurnaz, ustalıklıdır, ama Batılı halkların tarihsel hareketleri sözkonusu olduğu zaman akıllılığı tam bir çıkmaza girer. Prens Lieven, Sayın Aberdeen’in çara karşı hoşgörü üzerinde spekülasyon yaparken, Aberdeen’in karakterini çok doğru biçimde değerlendirmişti, ama 1831 Reform hareketi öncesinde Tory yönetiminin sürüp gideceği tahmininde bulunduğu zaman, İngiliz halkı hakkındaki yargısında büyük ölçüde hatalıydı. Kont Pozzo di Borgo, Charles X’u, pek doğru değerlendirmişti, ama “muhteşem efendisi”ni, aynı kralla, Fransa’dan atılışının arifesinde, Avrupa’nın bölünmesi konusunda görüşmeye yanaştırdığı zaman, Fransız halkı yönünden en büyük acemiliği yapmış oldu. Rus siyaseti, geleneksel hüneri, desiseleri ve kaçamaklarıyla, kendileri de geleneksel varlıklar olan Avrupa saraylarına yüklenebilir, ama devrimlerle değişmiş halklar karşısında tümden güçsüz kaldığı görülecektir.
Beyrut’ta Amerikalılar, Avusturya kartalının pençesinden bir Macar göçmeni daha çekip aldılar. Doğu Sorununun başlamasıyla birlikte, Amerika’nın Avrupa’ya müdahale ettiğini görmek keyif verici. İstanbul’un, konumundan ileri gelen ticarî ve askerî öneminin yanısıra, İstanbul’a sahip olmayı ve Doğu ile Batı arasında hararetli bir tartışma ve sürekli bir anlaşmazlık konusu yapan daha başka nedenler de var – ve Amerika, Batının en genç, en canlı temsilcisi.
İstanbul ebedî kent – Doğu Roma’sı, Eski Rum imparatorlar yönetiminde Batı uygarlığı Doğu barbarbarlığıyla, Türkler yönetiminde ise Doğu barbarlığı Batı uygarlığıyla, bu merkezi, teorik bir imparatorluk ve Avrupa’nın ilerleyişine karşı etkin bir engel yapacak ölçüde kaynaştı. Rum imparatorlar, Konya’daki sultanlar tarafından kovulduğu zaman,77 eski Bizans İmparatorluğunun dehası, bu hanedan değişikliklerinden etkilenmemeyi başarmıştı. Çar, sultanın ayağını kaydırabilseydi, Bas-Empire[69] eski imparatorlar zamanındakinden daha göz yıldırıcı bir etkiyle ve sultanınkinden daha saldırgan bir güçle yeniden yaşama dönerdi. Yüzyıllar boyunca nasıl Rus serüvenciler, Bizans imparatorları için –onların askerleri için– corps de garde[70] demek olduysa, çar da Bizans İmparatorluğu için aynı şey demek olurdu. İstanbul’a sahiplik konusunda Batı Avrupa ile Rusya arasındaki savaşımı, bizansçılık Batı uygarlığı önünde dize mi gelecek, yoksa Batı uygarlığıyla karşıtlığı, eskiden görülmedik ölçüde bir şiddet ve fetihçi biçimde yeniden mi canlanacak sorusunu içeriyor. İstanbul, Batı ile Doğu arasına kurulmuş altın bir köprüdür. Batı uygarlığı, bu köprüden geçmeksizin dünyanın çevresini güneş gibi dolaşamaz; bu köprüyü de Rusya ile mücadele etmeksizin geçemez. Sultan İstanbul’u, sadece devrim için emaneten tutuyor, Batı Avrupa’nın bugünkü sözde egemenleri ise, Neva nehri kıyılarında kendi “düzenlerinin son kalesini gördükleri için, Rusya gerçek karşıtıyla, devrimle yüzyüze gelinceye kadar, sorunu askıda tutmaktan başka bir şey yapamazlar. Batının Roma’sını parçalayacak olan devrim, Doğunun Roma’sının şeytanca etkilerinin de üstesinden gelecektir.
New-York Daily Tribune KARL MARX
n° 3844, 12 Ağustos 1853