Header Ads

Header ADS

Alman İdeolojisi - Maddi Emek ile Zihinsel Emek arasında İş Bölümü - Kent ile Kırın Ayrılması

Alman İdeolojisi 

En büyük maddi ve zihinsel işbölümü, kent ile kırın ayrılmasıdır. Kent ile kır arasındaki karşıtlık, barbarlıktan uygarlığa, aşiret düzeninden devlete, bölgesellikten ulusa geçişle birlikte ortaya çıkar, ve zamanımıza kadar bütün uygarlık tarihi boyunca sürüp gider. (Tahıl Yasalarına Karşı Birlik[32*].) —

Kentin varlığı, yönetimin, polisin, vergilerin vb. zorunluluğunu, kısacası, belediye örgütünün, bu nedenle de genel olarak siyasetin zorunluluğunu içerir. İşte nüfusun ilk kez olarak iki büyük sınıf halinde bölünmesi, doğrudan işbölümüne ve üretim araçlarına dayanan bölünme, burada ortaya çıkmıştır. Zaten, kent, nüfusun, üretim aletlerinin, sermayenin, zevklerin, gereksinmelerin bir merkezde toplanması olayıdır, oysa kır tam tersi bir olayı, ayrı ayrı olmayı ve dağınıklığı ortaya koyar. Kent ile kır arasındaki karşıtlık ancak özel mülkiyet çerçevesi içinde mevcut olabilir. Bu karşıtlık, bireyin işbölümüne olan bağımlılığının, onun kendisine kabul ettirilen belirli bir eyleme karşı bağımlılığın en göze çarpan ifadesidir. Bu bağımlılık, her ikisi de birbirinden sınırlı olmak üzere, birini bir kent hayvanı, ötekini bir kır hayvanı haline getirir ve her gün bu iki tarafın çıkarlarının karşıtlığını yeniden doğurur. Burada da emek, gene en başta gelen şeydir, bireyler üzerindeki güçtür ve bu güç mevcut olduğu sürece özel mülkiyet de var olacaktır. Kent ile kır arasındaki bu karşıtlığın kaldırılması ortaklaşalığın ilk koşullarından [42] biridir ve herkesin ilk bakışta saptayabileceği gibi, bu koşulun kendisi de, tek başına iradenin gerçekleştirmeye yetmeyeceği, önceden yerine gelmesi gereken maddi koşullar yığınına bağlıdır. (Şu koşulların daha fazla geliştirilmesi gerekir.) Kent ile kırın ayrılması, sermaye ile toprak mülkiyetinin ayrılması olarak, sermayenin toprak mülkiyetinden bağımsız varlığının ve gelişmesinin başlangıcı olarak, tek temeli emek ile değişim olan bir mülkiyetin başlangıcı olarak kavranabilir.

Ortaçağda, daha önceki tarih tarafından tam kurulmuş bir şekilde devralınmamış olan; henüz yeni yeni biçimlenmekte olup, özgürlüğünü kazanmış serflerin yaşadıkları kentlerde, herbir kişinin, birlikte getirdiği ve hemen hemen yalnız en vazgeçilmez avadanlıklardan ibaret olan küçük sermayesi dışında, biricik mülkiyeti, kendi özel emeği idi. Durmadan kentlere akın eden kaçak serflerin rekabeti, kırın kente karşı sürekli savaşı ve bu yüzden kentlerde örgütlü bir askeri gücün gerekliliği, belirli bir işin ortaklaşa mülkiyetinin meydana getirdiği bağ, zanaatçıların aynı zamanda tacir de oldukları bir dönemde metalarının satışı için ortak binaların gerekli oluşu ve bu binaların kapılarının kalifiye olmayan kişilere kapalı tutulması, değişik meslekler arasındaki çıkar çatışması, güçlükle öğrenilen bir işin korunması zorunluluğu ve bütün ülkenin feodal düzeni, her meslekten emekçilerin ayrı loncalar halinde birleşmelerinin nedeni oldular. Burada, daha sonraki tarihsel gelişmelerin loncalar sistemine getirdiği sayısız değişiklikleri derinleştirecek değiliz. Serflerin toplu halde kentlere doğru göçü, bütün ortaçağ boyunca sürmüştür. Kırda senyörlerin işkencesine maruz bulunan bu serfler birer birer kente geliyorlardı ve, orada, örgütlü bir ortaklık buluyorlardı; bu ortaklığa karşı güçsüzdürler ve bunun içerisinde, onların emeğine duyuları gereksinmenin ve kentteki örgütlü rakiplerinin çıkarının kendilerine tayin ettiği durumu kabul etmek zorundaydılar. Tek başlarına gelen bu emekçiler hiçbir zaman bir kuvvet meydana getirecek duruma ulaşamadılar, çünkü onlar için şu iki şeyden biri kaçınılmazdı: ya onların yaptıkları iş bir loncanın yetki alanına giriyordu ve öğrenilmesi gerekiyordu, o takdirde bu loncanın ustaları onları kendi kurallarına bağımlı kılıyorlar ve onları kendi çıkarlarına göre örgütlüyorlardı; ya da onların işi çıraklığı gerektirmiyordu, bir meslek kolunun alanına girmiyordu, gündelikçi bir işti bu, bu durumda ise hiçbir zaman bir örgüt yaratmaya yaklaşmıyorlar ve örgütlenmemiş bir pleb olarak yaşıyorlardı. Kentlerde gündelik iş zorunluluğu, plebi yarattı. 

Bu kentler, ivedi bir gereksinmeden, mülkiyetin korunması gibi kaygıdan doğan ve tek tek üyelerinin üretim araçlarını [43] ve korunma yollarını geliştirmeye elverişli gerçek "birlik"ler[33*] meydana getiriyorlardı. Bu kentlerin plebi, (sayfa 77) birbirlerine yabancı ve kente ayrı ayrı gelmiş olan bireylerden oluştuğu için, örgütlü, savaş için donatılmış ve dört gözle kendilerini kollamakta olan bir güç karşısında örgütsüz bir halde bulunuyorlardı, ve işte bu durum, pleb tabakasının her türlü iktidarlardan yoksun oluşunu açıklar. Kalfalar ve çıraklar her meslekte ustaların çıkarlarına en iyi hizmet edecek şekilde örgütlenmişlerdi;[62] ustalarıyla kendileri arasındaki ataerkil ilişkiler, ustalara çifte bir güç veriyordu. Bu ilişkilerin, bir yandan, kalfaların bütün yaşamları üzerinde doğrudan doğruya bir etkileri vardı; öte yandan, bu ilişkiler, aynı ustanın yanında çalışan kalfalar arasında gerçek bir bağı temsil ettiğinden bunlar öteki ustaların yanında çalışan kalfalara karşı birleşiyorlardı ve bu, onları öteki kalfalardan ayırıyordu; ve son olarak, kalfaların mevcut loncalar sistemine bağlanmış olmaları, yalnızca kendilerinin de ustalığa geçmekte çıkarları olması yüzündendi. Onun için, pleb tabakası, hiç değilse bütünüyle kent düzenine karşı ayaklanacak, pleb tabakasının güçsüzlüğü yüzünden tamamıyla etkisiz kalacak ayaklanmalar yapacak kadar ileri gittiği halde, kalfalar, bütün loncalar sisteminde, her zaman görülebildiği gibi, ayrı ayrı loncalar içersindeki küçük başkaldırmaların dışına çıkmıyorlardı. Ortaçağın büyük ayaklanmalarının hepsi kırdan başlamıştır, ama hepsinin kaderi, köylülerin dağınıklığı ve bunun sonucu olan kültürsüzlükleri yüzünden başarısızlık olmuştur. 

Kentlerde, sermaye, konuttan, aletlerden ve soydan geçme doğal bir müşteriler topluluğundan ibaret olan aynı sermaye idi, ve değişimlerin henüz embriyon durumunda olması ve dolaşımın eksikliği nedeniyle, sermaye, gerçekleştirilmesi olanaksız bir servet olarak kalıyor, zorunlu olarak, babadan oğula geçiyordu. Modern sermayenin tersine, bu sermaye, para ile ölçülebilen bir sermaye değildi ve bu sermaye için, bir şeye ya da başka bir şeye yatırılmış olması pek önemli değildi; bu sermaye, sahibinin belirli işine doğrudan bağlı, bu işten ayrılmaz bir sermaye idi, yani bir mesleğe bağlı (ständisches, zümresel) sermayeydi. 

Gene kentlerde, işbölümü, [44] çeşitli loncalar arasında henüz tamamen kendiliğinden bir tarzdaydı, ama hiçbir biçimde, loncaların kendi içlerinde, tek tek işçiler arasında yerleşmiş değildi. Her emekçi, bütün bir çalışma seyrini tamamlamaya elverişli olmalıydı; kendi avadanlıklarıyla yapılabilecek her şeyi yapabilecek durumda olmalıydı; değişimlerin sınırlı oluşu, çeşitli kentler arasındaki ilişkilerin azlığı, nüfusun seyrekliği ve gereksinmelerin sınırlılığı da, işbölümünün daha ileri gitmesine elverişli bir durum yaratmıyorlardı ve bunun için ustalığa geçmek isteyen her kimse mesleğini tam anlamıyla bilmeliydi. Bu yüzden gene ortaçağ zanaatçılarında, dar anlamda belli bir artistik düzeye kadar yükselebilen kendi özgül işinde ustalaşmaya bir ilgi görülür. Ve gene bunun içindir ki, ortaçağın her zanaatçısı kendini tamamıyla işine veriyordu; işiyle ilgisi bakımından duygusal bir kölelik ilişkisi içindeydi ve o, kendi işine, işine karşı ilgisiz modern emekçiden çok daha bağlıydı. 


[3. İŞBÖLÜMÜNÜN GENİŞLEMESİ. SANAYİ İLE TİCARETİN AYRILMASI. 
ÇEŞİTLİ KENTLER ARASINDA İŞBÖLÜMÜ. MANÜFAKTÜR]

İşbölümünde bundan sonraki genişleme, üretim ile ticaret arasında ayrılma, ayrı bir tacirler sınıfının oluşması oldu, bu ayrılma daha önceden eski kentlerde zaten (yahudiler ile başkaları arasında) gerçekleşmiş bir durumdaydı ve yeni oluşmuş kentlerde de kısa bir süre sonra kendini gösteriyordu. Bu ayrılma, komşu yöreleri aşan bir ticari ilişki olanağını veriyordu ve bu olanağın gerçekleşmesi ise mevcut ulaşım araçlarına, siyasal ilişkiler tarafından koşullandırılan kırlardaki genel güvenlik durumuna bağlıydı (bilindiği gibi, bütün ortaçağ boyunca, tacirler, silahlı kervanlar halinde yolculuk ediyorlardı); ayrılma, aynı zamanda, ticarete elverişli alanın gereksinmelerine, gelişme derecesi her durumda uygarlık düzeyiyle belirlenen gereksinmelere bağlıydı. 

Ticaretle uğraşan özel bir sınıfın oluşması, ticaretin tacirler sayesinde kentin yakın çevresi ötesine genişlemesi, çabucak, üretim ile ticaret arasında karşılıklı bir canlılığın ortaya çıkmasına neden oldu. Böylece kentlerin[63] birbirleri arasında ilişkiler kuruluyor, bir kentten ötekine yeni (sayfa 79) avadanlıklar götürülüyor ve üretimle ticaret arasındaki bölünme, çabucak farklı kentler arasında [45] üretimin yeni bir bölünmesini yaratıyor, kentlerin herbiri ötekine ağır basan bir sanayi kolunu işletmeye başlıyor. İlkel sınırlılık, yöresellik, yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. 

Bir yerde kazanılmış üretici güçlerin, özellikle icatların, daha ilerdeki gelişmeler açısından bir kayıp olup olmayacakları, tümüyle karşılıklı ilişkilerin yaygınlığına bağlıdır. Yakın komşu yöreleri aşan ticari ilişkiler henüz mevcut olmadığı sürece aynı şeyi, her yerde ayrı ayrı, yeni baştan icat etmek gerekir, ve barbar halkların ani saldırıları, ve hatta olağan savaşlar gibi salt raslantılar, üretici güçleri ve gereksinmeleri gelişmiş olan bir ülkeyi[64] yeniden sıfırdan başlamak zorunda bırakmaya yeter. Tarihin başlarında, her şeyi, her gün yeniden ve ayrı ayrı her yerde bağımsız bir biçimde icat etmek gerekiyordu. Fenikeliler[65] örneği, hem de göreli olarak oldukça yaygın bir ticaretle birlikte de olsa, gelişmiş üretici güçlerin tam bir yıkımdan ne kadar az korunabilmiş olduklarını bize gösterir, çünkü Fenikelilerin buluşlarının büyük bir kısmı, İskender'in bu ulusu ticaretten uzaklaştırması ve ülkelerini ellerinden alması yüzünden, uzun bir süre ortadan kayboldu, bu ulusun gerilemesine neden olan da budur. Ortaçağdaki, örneğin, cam üzerine resim sanatı için de aynı şey söylenebilir. Kazanılmış üretici güçlerin sürekliliği, ancak, temeli büyük sanayi olan bütün ulusların rekabet savaşımlarına sürüklendikleri ticaretin, dünya tarihi haline geldiği gün güven altına alınmış oldu. 

Çeşitli kentler arasındaki işbölümünün ilk sonucu, loncalar sisteminden kurtulan üretim dallarında manüfaktürlerin doğuşu oldu. Manüfaktürlerin ilk açılıp gelişmesinin —İtalya'da ve daha sonra Flandre'da— tarihsel önkoşulu, yabancı uluslarla yapılan ticaret oldu. Öteki ülkelerde —örneğin İngiltere ve Fransa'da— manüfaktürler, başlangıçta, iç pazarla sınırlı kaldılar. Bu işaret edilen önkoşullarla birlikte manüfaktürlerin kurulup yerleşmesi için, nüfus (sayfa 80) yoğunlaşmasının —özellikle kırda— oldukça ileri gitmiş olması ve gene birkaç elde, kısmen, yönetim kurallarına karşın loncalarda, kısmen de tacirlerin elinde birikmeye başlamış olan sermayenin yoğunlaşması da gereklidir. 

[46] En ilkel biçimde de olsa, bir makineyi öngören iş, çok geçmeden, gelişmeye en elverişli iş olduğunu ortaya koydu. O zamana kadar, kırda köylülerin gerekli giysilerini sağlamak için kendi işleri yanında yaptıkları dokumacılık, ticari ilişkilerin genişlemesi sayesinde, hız kazanan ve en büyük gelişmeyi gösteren ilk iş oldu. Dokumacılık ilk manüfaktür işi oldu ve başlıca manüfaktür işi olmakta devam etti. Nüfus artışına bağlı olarak artan giysilik kumaş talebi, hızlanmış bir dolaşım sayesinde ilkel sermayenin birikmeye ve seferber edilmeye başlaması, bundan doğan ve özellikle ticaretin gittikçe genişlemesiyle artan lüks gereksinmesi, dokumacılığa, nitelik bakımından olduğu kadar nicelik bakımından da, kendisini daha önceki üretim biçiminden çekip koparan bir hız verdiler. Sonradan da varlıklarını sürdüren ve bugün bile hâlâ mevcut bulunan, kişisel gereksinmeleri için dokumacılık yapan köylülerin yanında, kentlerde, bütün iç pazar ve çoğu kez de dış pazarlar için bez dokuyan yeni bir dokumacılar sınıfı doğdu. 

Birçok durumda fazla bir beceri istemeyen ve kısa zamanda sayısız kollara bölünen dokumacılık, doğası gereği, lonca zincirlerine boyun eğmiyordu. Bunun için dokumacılık, köylerde ve lonca örgütlerinin bulunmadığı dağınık kasabalarda yapıldı, bu köyler ve kasabalar, yavaş yavaş kentler haline geldiler ve hatta her ülkede çabucak o ülkenin en parlak kentleri oldular. 

Loncadan kurtulmuş olan manüfaktürle birlikte mülkiyet ilişkileri de derhal değişikliğe uğradı. Bir mesleğe bağlı aynı sermayeyi aşmak konusunda ilk ileri adım, hemen taşınır (menkul) bir sermaye edinen, yani o zamanın koşulları içinde sözkonusu olabildiği kadarıyla modern anlamda bir sermaye edinen tacirlerin otaya çıkışı ile kendini göstermiş oldu. İkinci ilerleme manüfaktürle kendini göstermiş oldu, manüfaktürün kendisi de bir aynı sermaye yığınını taşınır sermayeye çevirdi ve genel olarak taşınır sermaye toplamını aynı sermayeye oranla artırdı. 

Manüfaktür, bir çırpıda, köylüler için, kendilerini dışarıda bırakan ya da az para veren loncalara karşı bir sığınak haline geldi, tıpkı eskiden lonca kentlerinin, köylüler için bir sığınak görevi [47] görmüş olması gibi. 

Aynı zamanda, feodalitenin silahlı maiyetinin yok oluşu ve kralların vasallarına karşı kullandıkları daha önce toplanmış bulunan ordulara yol verilmesi yüzünden ve gene tarımın iyileşmesi ve geniş tarım arazisinin otlak haline çevrilmesi nedeniyle meydana gelen bir serserilik dönemi, manüfaktürlerin başlangıcına damgasını vurmuştur. Zaten bu olaylardan anlaşılıyor ki, bu serserilik, doğrudan doğruya feodal düzenin çözülüp dağılmasına bağlıdır. Daha 13. yüzyılda, böyle birkaç dönem olmuştur, ama serserilik, ancak, 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın başında sürekli ve genel bir şekilde yerleşmiştir. Bu serserilerin sayısı o kadar çoktu ki, İngiltere Kralı Henri VIII, başka birçok kral gibi, 72.000'ini astırdı ve onların işe koşulabilmesini başarmak için çok büyük bir yoksulluğun gelmesi gerekti ve gene de büyük güçlükler pahasına ve uzun bir direnmeden sonra başarıldı. Manüfaktürlerin hızla gelişmesi, özellikle İngiltere'de, gitgide bu aylakları yuttu. 

Eskiden uluslar, birbirleriyle bağlantı kurduklarında aralarında yalnızca saldırgan olmayan alışverişler yaparlarken, manüfaktürle birlikte, başka başka uluslar, rekabet ilişkileri içine girdiler, savaşlar yoluyla, koruyucu gümrükler ve yasaklar yoluyla sürdürülen ticari bir savaşıma başladılar. Bundan böyle, ticaretin siyasal bir anlamı vardır artık. 

Manüfaktür, ayrıca işçi ile işveren arasındaki ilişkilerde de bir değişikliğe neden oldu. Loncalarda kalfalar ile ustalar arasındaki ataerkil ilişkiler sürmekteydi; manüfaktürde bu ilişkilerin yerini emekçiler ile kapitalist arasındaki para ilişkileri aldı, bu ilişkiler kırlık yerlerde ve küçük kentlerde ataerkil niteliklerini koruyorlardı ama, tamamen manüfaktür kenti olan azçok önemli kentlerde hemen hemen bütün ataerkil niteliklerini çabucak yitirdiler. 

Manüfaktür ve genellikle üretim hareketi, Amerika'nın ve Doğu Hindistan deniz yolunun keşfi sonucu, ticaretin genişlemesi olgusuyla olağanüstü bir ilerleme gösterdi. Hindistan'dan getirilen yeni ürünler ve en başta da dolaşıma giren altın ve gümüş kitleleri, toplumsal sınıfların karşılıklı (sayfa 82) durumlarını baştan aşağı değiştirdi ve feodal toprak mülkiyetine ve emekçilere sert bir darbe indirdi; serüvencilerin yurtdışı seferi, sömürgecilik, ve pazarların şimdi artık mümkün olan ve her geçen gün daha çok gerçekleşen dünya pazarı genişliği kazanması olayı, tarihsel gelişmede yeni bir evreye [48] neden oldu; ama burada bu nokta üzerinde daha fazla duracak durumda değiliz. Yakın zamanda keşfedilen ülkelerin sömürgeleştirilmesi, ulusların giriştikleri ticaret savaşımını besleyecek yeni kaynaklar sağladı ve bu yüzden bu savaşım hem genişledi, hem de genişledikçe daha büyük bir hırs kazandı. 

Üretimlerini artırmak için hiçbir dürtüleri olmayan loncalarda, aynı sermaye değişmez kaldığı ve hatta azaldığı halde, ticaretin ve manüfaktürün genişlemesi, taşınır sermayenin birikimini hızlandırdı. Ticaret ve manüfaktür büyük burjuvaziyi yarattı; loncalarda, kentlerde artık eskisi gibi hüküm sürmeyen ama büyük tüccarların ve manüfaktürcülerin egemenliğine boyun eğmek zorunda bulunan küçük-burjuvazinin toplaştığı görüldü.[66] Loncaların, manüfaktürle temas haline gelir gelmez son bulması bundandır. 

Ulusların kendi aralarındaki ticaret ilişkileri, sözünü ettiğimiz dönemde, iki değişik yön kazandı. Başlangıçta, dolaşımdaki altın ve gümüş miktarının azlığı, bu madenlerin ihracının yasaklanmasına neden oldu; ve kentlerin artan nüfusuna uğraş bulmak zorunluluğu, çoğu kez dışardan getirilen bir sanayii zorunlu kıldı, ve bu sanayi, elbette ki, yalnız iç rekabete karşı değil, dış rekabete karşı da uyum sağlayabilecek ayrıcalıklardan vazgeçemezdi. Bu ilkel yasaklamalarda, yerel lonca ayrıcalığı bütün ulus ölçeğinde yaygınlaştı. Gümrük vergilerinin kökeninde, feodal beylerin, kendi topraklarından geçen tacirlere onları yağmadan koruma bedeli (fidyesi) olarak zorla kabul ettirdikleri haklar vardır; bu haklar, daha sonra kentler tarafından kabul ettirildiler ve modern devletlerin ortaya çıkışıyla da devlet hazinelerine para toplama hususunda en kolaylıkla başvurulabilen el altında hazır bir araç haline geldiler. 

Bu önlemler, Amerikan altın ve gümüşünün Avrupa pazarlarında kendilerini göstermesiyle, sanayiin gittikçe gelişmesiyle, ticaretin hızla ilerleyişi ve bu ilerlemenin sonuçlarıyla, burjuvazinin loncalar dışındaki gönenciyle ve paranın gittikçe artan önemiyle başka bir anlam kazandı. Parasız kalmanın kendisini günden güne daha güç durumda bıraktığı devlet, altın ve gümüş ihracı yasağını yalnızca ulusal düşüncelerle sürdürdü; şimdi başlıca hedefleri piyasaya yeni çıkarılan bu gümüş kitlelerini kapıp istif etmek olan burjuvalar tamamıyla tatmin olmuş durumdaydılar; mevcut ayrıcalıklar hükümet için bir gelir kaynağı haline geldiler ve para karşılığında satıldılar; gümrük yönetmeliğinde, ihracata konan vergiler ortaya çıktı, sanayiin yolu üzerine düpedüz bir engel koyan bu vergiler yalnızca mali bir amaç taşıyorlardı. 

[49] İkinci dönem, 17. yüzyılın ortasında başladı ve hemen hemen 18. yüzyılın sonuna kadar sürdü. Ticaret ve denizcilik, ikincil bir rol oynayan manüfaktürden daha çabuk gelişmişlerdi; sömürgeler büyük tüketiciler haline gelmeye başladılar; uzun süren kavgalar pahasına çeşitli uluslar, açılmakta olan dünya pazarını paylaştılar.[67] Bu dönem, denizcilik ve sömürge tekelleri ile ilgili yasalarla[34*] başlar. Tarifelerle, yasaklarla, antlaşmalarla, çeşitli ulusların rekabette bulunabilmeleri mümkün olduğu kadar önlendi, ve en son aşamada rekabet savaşımını sürdürmeye hizmet eden ve bu savaşımın sonucunu belirleyen şey, savaşlar (özellikle deniz savaşları) oldu. Denizler üzerinde en güçlü olan ulus İngiltere, ticaret ve manüfaktür planında üstünlüğü korudu. Şimdiden, burada, bir tek ülke üzerinde merkezleşme. 

Manüfaktür, ulusal pazar üzerinde, koruyucu vergilerle, sömürge pazarında tekel imtiyazlarıyla ve dışarda da olabildiğince çok farklılaşan[35*] gümrüklere sürekli olarak korunmuştu. Aynı ülkede üretilen hammaddenin işlenmesi kolaylaştırıldı (İngiltere'de yün ve keten, Fransa'da ipek); o ülkede üretilen hammaddenin ihracatı yasaklandı (İngiltere'de yün) ve ithal edilen maddenin ihracatı ya savsaklandı ya da engellendi (İngiltere'de pamuk). Deniz ticaretinde üstünlüğü elinde tutan ve sömürgeci güce sahip olan ulus, elbette ki, manüfaktürde de nitelik ve nicelik bakımından en büyük genişlemeyi sağlıyordu. Manüfaktür, öteki ülkelerde meydana gelen en küçük değişiklikle pazarını kaybedeceği ve mahvolacağı için himayeden katiyen vazgeçemezdi; çünkü, manüfaktür ne kadar elverişsiz koşullarda olursa olsun, bir ülkeye kolaylıkla sokulursa, gene bu yüzden aynı derecede kolaylıkla da yıkılır. Öte yandan kırda uygulanış tarzıyla, özellikle 18. yüzyılda, manüfaktür, büyük bir bireyler yığınının yaşayış koşullarına o kadar sıkı sıkıya bağlıdır ki, hiçbir ülke serbest rekabeti getirerek kendi varlığını tehlikeye atmayı göze alamaz. Manüfaktür ihracata ulaştığı ölçüde, demek ki, tamamıyla ticaretin genişliğine ya da sınırlı oluşuna bağlıdır ve kendisi de ticaret üzerinde göreli olarak zayıf bir etki meydana getirir. İşte onun 18. yüzyılda ikinci derecede bir önem taşıması [...][12**] ve tacirlerin nüfuzu bundandır. [50] Devlet himayesi ve tekeller üzerinde, herkesten daha çok ısrar edenler tacirler ve özellikle de armatörler oldular; manüfaktürcüler de, elbette ki, bu himayeyi istediler ve elde ettiler de, ama onlar siyasal önemi olan her şeyde tacirlerin öne geçmesine rıza gösterdiler. Ticaret kentleri, özellikle limanlar, göreli bir uygarlık düzeyine ulaştılar ve büyük burjuvazinin kentleri haline geldiler, oysa sanayi kentlerinde, daha çok küçük-burjuva zihniyeti varlığını sürdürdü. Örneğin Aikin'e[36*] bakınız. 18. yüzyıl, ticaret yüzyılı oldu. Pinto bunu kesin olarak söylüyor: "Le commerce fait la marotte du siècle"[13**]; ve: "depuis quelque temps il n'est plus question que de commerce, de navigation et de marine."[14**][37*

Sermaye hareketi, hatırı sayılır derecede hızlanmış da olsa, gene hâlâ göreli bir yavaşlık göstermekten geri kalmıyordu. Dünya pazarının, herbiri ayrı bir ulus tarafından sömürülen ayrı ayrı parçalara bölünmesi, uluslar arasında rekabetin kaldırılması, bizzat üretimdeki beceriksizlik ve gelişiminin ilk evresini ancak aşabilmiş olan mali sistem, dolaşımı pek çok engelliyorlardı. Bunun sonucu, cimri bir dükkancı zihniyeti oldu ki, bütün tacirler, ve ticaretin bütün sömürü tarzı, hâlâ bu zihniyetten kurtulmuş değildi. Bunlar, manüfaktürcülere ve hele zanaatçılara oranla, doğrusunu (sayfa 85) söylemek gerekirse, büyük burjuva idiler; ama sonraki dönemin tacirlerine ve sanayicilerine oranlanınca da küçük-burjuva olarak kalırlar. Bkz: Adam Smith.[38*

Bu dönemin bir ayırdedici özelliği de, altın ve gümüş ihracatı yasağının kalkması, para ticaretinin, bankaların, devlet borçlarının, kağıt paraların, fonlar ve eshamlar üzerindeki spekülasyonların, her şey üzerindeki borsa oyunlarının, genellikle para sisteminin gelişmesinin doğuşudur. Sermaye de hâlâ taşımakta olduğu ayni niteliğini büyük ölçüde yitirdi. 


4. EN KARMAŞIK İŞBÖLÜMÜ, BÜYÜK SANAYİ

Ticaretin ve manüfaktürün bir tek ülkede, İngiltere'de toplaşması durumu, 17. yüzyılda, kesintiye uğramadan gelişen biçimiyle bu ülke için yavaş yavaş göreli bir dünya pazarı yarattı ve bu nedenle, daha önceki üretici güçlerin artık karşılayamayacakları bir İngiliz manüfaktür ürünleri talebine yolaçtı. Üretici güçlerin sınırlarını aşan bu talep, büyük sanayii —doğa güçlerinin sınai amaçlarla kullanılması, makineleşme ve en karmaşık işbölümünü— yaratarak, ortaçağdan bu yana mülkiyetin üçüncü [51] dönemine yolaçan dürtücü güç oldu. Ülke içinde rekabet özgürlüğü, teorik mekaniğin yetkinleşmesi vb. gibi bu yeni evrenin öteki koşulları, İngiltere'de daha önceden de vardı. (Newton tarafından tamamlanan mekanik, zaten İngiltere ve Fransa'da 18. yüzyılda herkesin en iyi tanıdığı bilimdi). (Bizzat ulusun kendi içerisindeki serbest rekabete gelince, bunu elde etmek için bir devrim her yanda zorunlu oldu — 1640'ta ve 1688'de İngiltere'de, 1789'da Fransa'da.) Rekabet, kısa zaman sonra, tarihsel rolünü korumak isteyen her ülkeyi, yeni gümrük önlemleri (çünkü eskileri büyük sanayie karşı hiç bir yardım sağlayacak nitelikte değillerdi) ile kendi manüfaktürlerini korumaya zorladı ve az sonra himayeci tarifelerle birlikte büyük sanayiye eşlik etmek zorunda kaldılar. Bu himaye önlemlerine karşın, büyük sanayi, rekabeti evrensel kıldı (büyük sanayi pratik ticaret özgürlüğünü temsil eder, himayeci gümrükler, onda, ancak geçici bir önlem, ticaret özgürlüğü içersinde bir savunma silahıdır), büyük sanayi, ulaşım araçlarını ve modern dünya pazarını kurdu,[68] ticareti sanayiin egemenliği altına soktu, her sermayeyi, sanayi sermayesi haline getirdi ve bununla da dolaşımı yarattı (para sisteminin yetkinleşmesi) ve sermayelerin hızla merkezileşmesine neden oldu.

 Evrensel rekabet yoluyla, bütün bireyleri, enerjilerini azami bir gerilim derecesinde tutmaya zorladı. İdeolojiyi, dini, ahlakı, vb., vb. mümkün olduğu kadar yoketti ve bunu başaramadığı zaman da onları apaçık yalanlar haline getirdi. Her uygar ulusu ve, gereksinmelerinin karşılanması için, bu ulusun herbir bireyini bütün dünyaya bağımlı kıldığı ölçüde ve çeşitli ulusların, o zamana kadar doğal olan bağdaşmaz niteliğini yıktığı ölçüde dünya tarihini gerçekten yaratan odur.

Doğa bilimini sermayeye bağımlı kıldı ve işbölümünün üzerinden onu doğal birşeymiş gibi gösteren son perdeyi de ortadan kaldırdı. Ve genel bir tarzda, iş içinde olabildiği ölçüde her doğal öğeyi yoketti ve bütün doğal olan ilişkileri, onları para ilişkisi haline getirmek üzere bozup dağıtmayı başardı. Doğal olarak oluşmuş kentlerin yerine, mantarlar gibi biten modern sanayi kentlerini yarattı. Girdiği her yerde zanaatçılığı ve genellikle sanayiin daha önceki bütün evrelerini yıktı. Kentin kır üzerindeki zaferini tamamladı. [Onun ilk koşulu[15**]] otomatik sistemdir. [Onun gelişmesi[15**]] öyle bir üretici güçler kitlesi yarattı ki, loncalar nasıl manüfaktür için bir engel olduysa, küçük kır işletmesi nasıl gelişme yolundaki zanaatçılık için bir başka engel olduysa, özel mülkiyet de bu üretici güçler için öyle bir köstek haline geldiler. [52] Bu üretici güçler, özel mülkiyette, ancak tek yanlı bir gelişme tanırlar, çoğunlukla yıkıcı güçler haline gelirler, ve bunlardan pek çoğu özel mülkiyet rejiminde en ufak bir kullanma alanı bulamazlar. Genel olarak, büyük sanayi, her yerde toplum sınıfları arasında aynı ilişkileri yarattı ve bu nedenle, başka başka ulusların özel niteliklerini yoketti. Ve ensonu, her ulusun burjuvazisi hâlâ özel ulusal çıkarlarını korumaktaysa da, büyük sanayi, bütün uluslarda çıkarları aynı olan bir sınıf, kendisi için ulusallığın çoktan yokolduğu bir sınıf, eski dünyadan gerçekten kurtulmuş ve aynı zamanda ona karşı çıkan bir sınıf yarattı. Büyük sanayi, yalnızca kapitalist olan ilişkileri değil, işin kendisini de işçi için dayanılmaz hale getirdi. 

Besbelli ki, büyük sanayi,[69] bir ülkenin her yerinde aynı yetkinlik düzeyine varmaz. Ama bu durum, büyük sanayiin yarattığı proleterler, sınıf hareketinin başında yer aldıklarına göre, ve bütün yığını kendileriyle birlikte sürüklediklerine göre, ve büyük sanayi dışında kalan işçiler, büyük sanayiin kendi işçilerinden daha da beter durumda olduklarına göre, proletaryanın sınıf hareketini durdurmaz. Aynı biçimde, büyük sanayiin geliştiği ülkeler, sanayiden çok ya da az yoksun ülkeler üzerinde bu yoksun ülkelerin dünya ticareti yoluyla evrensel rekabet savaşımına sürüklenmesi ölçüsünde etki yaparlar. 

Bu çeşitli biçimler işin örgütlenmesi biçimlen oldukları kadar aynı zamanda mülkiyetin de biçimleridirler. Her dönemde, gereksinmelerin zorunlu kıldığı ölçüde, mevcut üretici güçlerin bir birliği meydana gelir.

TOPLUMSAL BİR DEVRİMİN TEMELİ OLARAK ÜRETİCİ GÜÇLER İLE KARŞILIKLI İLİŞKİ TARZI ARASINDAKİ ÇELİŞKİ


Blogger tarafından desteklenmektedir.