EFLÂK’IN DURUMU – TÜRKİYE’DE AYAKLANMA - MARKS
Londra, Salı, 12 Eylül 1854
Eflâk’tan son gelenler, prensliklerin durumu hakkında yürek karartıcı haberler getiriyorlar. Rusların 1848-49 işgaliyle ilgili olarak prensliklerin sırtına 14.000.000 frank borç yüklediği esasen biliniyordu. Bu miktar para, son işgal sırasında generaller tarafından toplandı. Ruslar bütün kasaları –kilise kasaları, manastırların merkez kasaları, yerel yönetimin kasaları– boşalttıktan sonra geri çekildiler ve Eflâklı mülk sahipleriyle ve köylülerle yaptıkları alım-satım sözleşmelerinin bedelini bu paralarla ödediler. Ama bir tarım ülkesi için çok önemli bir nesne olan ulaştırma araçları, odun, kömür, saman ve benzeri şeylerin parası ödenmedi, bunlar sadece yağmalandı. Prenslikler hazinesi öylesine kurutuldu ki, kiliselerin iflas etmesi bekleniyor. Hastaneye çevrilen evlerin ve Türklerin soygunundan korkan boyarların Rusların eline emanet ettiği binlerce sterlinlik yapıların kullanılması bu hesaba dahil değil.
Atina’dan gelen 29 Ağustos tarihli bir yazıda şu satırları okuyoruz:
“Kral Türklere herhangi bir tazminat ödemeyi reddetmeye devam etmiştir. Batı kıtalarına karşı nefret artmaktadır, ve daha şimdiden birkaç Fransız askerine karşı halk saldırmıştır.”
Rum toplumlarını İngiliz etkisinin nasıl darmadığın ettiğini Capo d’Istria’nın onlara nasıl zorla kabul ettirildiğini, Lord Palerston’ın girişimleriyle tüm Yunan toplumunun nasıl maneviyat çöküntüsüyle yüzyüze bırakıldığını okurlarınıza anlatmak, hayli merak uyandırıcı olurdu. Şu anda bile, İngiltere hükümetinin Yunanistan’a müdahale ederken taşıdığı dürüst niyetler, Capo d’Istria gibi, Rusya’da doğmuş, büyümüş ve yerleşmiş olan General Kalergi gibi birini desteklemeleri nedeniyle bir anlam ifade etmez hale gelmiş bulunuyor.
Lord Stratford de Redcliffe ve İngiltere hükümeti, başarmak istedikleri şeyi – Türkiye’de devrimi, Avrupa Türkiyesi’nde değilse bile Anadolu’da, en sonunda elde ettiler. Rodos’tan gelen haberlerden, adanın tam karşısındaki kıyı bölgesinde, savaşçı Osmanlı dağ kabilelerinin, Zeybeklerin isyan ettiğini esasen öğrenmiştik. Şimdi, 20 Ağustos tarihli Journal de Constantinople, bu bölgelerde anarşinin her gün arttığını bildiriyor. Düzenli ordunun bulunmayışından kuvvet alan asiler, dağdan iniyorlar, köylere yayılıyorlar, aşarı topluyorlar, köy halkını ve kervanları yağmalıyorlar, kadınlara saldırıyorlar ve direnen herkesi öldürüyorlar. Menteşe ilindeki aşırılıkları, çok ciddi bir durum gösteriyor. Aydın valisi Tire’ye kaçmak zorunda kalmış bulunuyor. Denizli onların elinde. Genel valiye durumu haber vermeye giden müftü Sahib Efendiyi ve yanındakileri yakalayıp başlarını kestiler. Kuvvetleri, binleri buluyor. Bu karışıklıkların kaynağında, Babıâlinin Türklere verdiği eza-cefayı ve Ruslara boyun eğişini kınayan, Kars ve Beyazıt’tan dönmüş başıbozuklar var.
Avrupa’ya şöyle bir gözatarsak İspanya’da, İtalya’da, Danimarka’da, Tuna Prensliklerinde, Yunanistan’da, Asya Türkiyesi’nde devrimin belirtilerini görüyoruz. Varna’daki Fransız ordusunun saflarında bile “A bas les singes!”[224] feryadı yankılanıyor.
New-York Daily Tribune KARL MARX
n° 4197, 30 Eylül 1854
SONUNDA DONANMA AÇILDI – BUĞDANLILARIN AYAKLANMASI
Londra, Cuma, 15 Eylül 1854
Dünkü Moniteur’de şu telgraf haberi vardı:
“Tarabya, 7 Eylül. – Fransızlar ve Türkler, ayın 5’inde Varna’dan ayrıldılar, İngiliz donanması onlara Yılan Adasında katılacak. Hava çok güzel.”
Sefer ordusunun bu ilk bölümünün yola çıkmasını geciktiren şey, Ağustosun 27’sine kadar boğazlar dahil, bölgede meydana gelen sert fırtına oldu. Ayın 27’sinde rüzgar kuzey-doğudan esmeye başladı, böylece asker taşıyıcı teknelerin İstanbul’dan Karadeniz’e çıkması olanağı doğdu. Yılan Adası, kayalık bir adacıktır, Besarabya kıyılarından biraz uzakta, Tuna nehrinin ağzının tam karşısındadır. Çevresinin uzunluğu üç İngiliz milinden fazla değildir. Askerlerin yola çıkarılması ayın 5’inden önce gerçekleştirilemediğine göre, birlikler, herhalde ayın 9’undan önce karaya çıkmış olamaz.
Moniteur gazetesinde, askerî bir sefer olasılıklarını inceleyen bir yazıda garip, ilgi çekici bir bölüm var:
“Kırım’a yerleştirilmiş Rus kıtalarının sayısı, daha önceki raporlara göre sandığımızdan daha çok ise, Sivastopol’daki savaş kıtaları daha sert bir direniş gösterirse, mevsim dolayısıyla yolumuza engeller çıkarsa, ve son olarak da önemli bir Rus ordusuyla Kırım’ın takviyesi başarılırsa, bu, bize sadece kıtaları tekrar gemilere bindirmeye malolur, ve Sivastopol’a saldırıya ilkyazda tekrar başlanır.”
Tek sözcükle söylemek gerekirse, “binleri bulan yıkma gücüne sahip bu kuvvetli donanma” ciddi güçlüklerle yüzyüze gelirse, ivedi olarak İstanbul Boğazına dönecektir. Sefer hakkında çara aylar önce en uygun biçimde ihbarda bulunulduğuna ve seferin kendisi, mevsimin en son günlerine kadar ertelendiğine göre, eğer karşılaşılacak güçlüklerin üstesinden gelinemezse, bu hiçbir biçimde donanmanın hatası olmayacaktır. Fransız denizcilerin komutanlarına duydukları güven, Augsburger Zeitung’da yayınlanan, İstanbul çıkışlı bir haberdeki şu satırlarda pek güzel görülüyor:
“Donanmada Aziz Arnaud’a genellikle Florival denmektedir, çünkü Ambigu Comique[225] de sahneye ilk bu adla çıkmıştır.”
Hamburg’la Kopenhag’dan gelen son haberlere göre, Fransız filosunun bir kısım gemileri, asker taşıyıcı tekneler ve askerler, Fransa’ya dönüş yolunda Büyük Belt’i geçmiş bulunuyorlar. Bonapartçı gazete Constitutionnel, Bomarsund olayıyla ilgili bir açıklama yapıyor:
“Baltık Denizinde bu kadar uzun ve zahmetli bir yolculuk dolayısıyla haketmiş olduğu sadakat ödülünden donanmanın yoksun kalmasını majesteleri imparator Napoléon III arzu etmiyordu.”
Öyleyse Bomarsund, salt donanına eğlensin diye ve canı sıkılan, sabırsızlanan subaylara ödün olsun diye topa tutuldu. Moniteur’le Constitutionnel’in bu veciz imaları, savaşın niteliğini tanımlama açısından, hükümetçi İngiliz gazetelerinin kabadayılık taslayan başyazılarından çok daha fazla şey kapsıyor.
Çar, Bomarsund kalesinin yapımında görev alan bütün mühendislerin tutuklanmasını emretti. Hepsi yargılanacak. Kendilerine yöneltilen suçlamalardan biri, kalenin, gerçekte som granit bloklarla kurulması gerekirken böyle yapılmaması, yıkıldıkları zaman görüldüğü üzere, duvar içlerinin kum ve taş parçasıyla doldurulmuş olması. Fin körfezindeki kalelerin komutanlarına St. Petersburg’dan gönderilen buyrultularda, kendi kalelerini eri ufak ayrıntısına kadar incelemeleri ve gecikmeksizin rapor vermeleri bildirildi. Baraguay d’Hilliers ile General Jones’un, inceleme yolculuğu sırasında Hangöudd’daki Gustafsvärn Kalesi önüne geldikleri zaman, Rusların kaleyi kendilerinin uçurdukları artık kesinlikle anlaşıldı. Ruslar Abo’ya bir saldırıdan korkuyorlardı. Gustafsvärn Kalesindeki askerleri Abo kasabasının savunulmasına göndereceklerdi, kaleyi bu nedenle yıktılar. ...
Bugünkü Londra gazetelerinden bazıları, Şamil’in Tiflis yakınlarında bir zafer kazandığına dair telgraf haberleri yayınlıyorlar.
Fransız ve Alman gazeteleri bu olayın sözünü etmiyor. Türkler Eylülün 4’ünde Maçin yakınlarında Tuna’yı geçtiler, Maçin kalesiyle Brayla arasındaki adayı işgal ettiler. Türkiye’nin Tuna filotillasındaki teknelerin büyük bir kısmı da Maçin önlerinde demir attı. Türkler Brayla’yı ayın 5’inde işgal edeceklerdi. General Krusenstern’in, 30 Ağustosta Odessa’da duvarlara asılan bildirisine dikkat edin. General, eğer ülkenin savunması için gerekli görülürse, askerlerin kenti yakmalarına karşı durulmamasını kent halkına duyuruyor, karşı gelenlerin ağır cezalara çarptırılacağını bildiriyor. Ruslar ayrıca Besarabya’nın bütün bölgelerine gönderdikleri buyrultularda, düşmanın yaklaşması durumunda, bütün köylerle kasabaların yakılmasını bildirdiler. Besarabyalı Romenler, Rusların çekilişinden, Eflaklı ya da Buğdanlı Romenlerden daha fazla üzüntü duyuyor değiller. Ruslar bunu bildiklerine göre, sözkonusu buyrultu daha da gülünç oluyor.
Eflâk ve Buğdan milislerinin Rus ordusuna alınmasının hangi koşullar altında yürütüldüğünü daha önce anlatmıştım. Bugünkü İngiliz gazeteleri, 28 Ağustos tarihinde Budberg ile Romanyalı milislerin subayları arasında geçen bir sahneyi ayrıntılarıyla duyuruyorlar. Bu sahne, Yüzbaşı Phillippesco’nun, Rus generalin yüzüne karşı, Eflâklıların, sultanı, tek hükümdarları olarak gördüklerini söylemesiyle sona ermiştir. Kuşkusuz Philippesco, benzer bir protestoda bulunan iki kardeş subayla birlikte tutuklanmıştır. Bugünkü Paris gazetesi Presse de, Rusların prensliklerdeki girişimlerinin şanlı bir sonuca bağlandığı 29 Ağustos günü olup-bitenleri şöyle anlatıyor:
“General Budberg’in talimatına karşı çıkmak cesaretini göstermiş olan Yüzbaşı Phillippesco ile öteki iki subayın tutuklanması, Buğdanlı milis saflarında büyük kızgınlık yaratmış, ve Rus ordusuna hizmet isteksizliklerini artırmıştı. Ayın 29’unda, geçit resmi için saptanmış saatten kısa bir süre önce, Komutan Mavrocordato yönetim sarayının karşısındaki süvari kışlasına gitmiştir. Kışlanın tamamen terkedilmiş olduğunu görerek hayret içinde kalmıştır. Askerler, atları geçit resmi için eyerleyecek yerde silahlarını ve yükleri de bırakarak ahırları terketmişlerdi. Bahtsız komutan hemen topçu kışlasına gitmiş, ve orada yeni bir sürprizle karşılaşmış: Toplar avluda yerlerinde duruyordu, ama askerler ortalıkta yoktu. Mavrovordato umutsuzluğa düşerek kendisini Sibirya yolunu tutmuş görmeye başlamış. Gene de 30 kadar askeri toparlamayı başarmış. Hiddet ve korkudan titreyerek atlan toplara koşup geçit resmi yerine gitmelerini emretmiş. Askerler:
“Bizi zorla götürseler bile Ruslardan hiçbir emir almayız”, diye bağırmışlar, ve bu sözlerden sonra da kışlanın kapılarını kapatmışlar. O anda meydanda davul sesleri yükselmiş. Bunlar, oniki taburdan, bir ağır süvari alayından, ve üç topçu taburundan kurulu tekmil Osten-Sacken’in tümeniydi, ve bağlantı yollarını kestikten sonra meydanda saf oluşturmuş ve gerek yönetim sarayını, gerek Buğdanlı süvarinin kışlasını ablukaya almışlardı.
Geri getirilmiş olan altmış Buğdanlı süvari kışlanın önünde dizdirildi. Bunların karşısında piyade, süvari ve topçu olarak 12.000 Rus vardı. Arkasında General Budberg ve kalabalık bir kurmay heyetiyle Osten-Sacken gelmiş. Moskovalı kıtalar kollara ayrılarak takılmış kasaturalarla ve ‘Hurra’ bağrışlarıyla generallerinin önünden geçit yapmışlar, ve sonra da Buğdanlı süvarilerden 150 yarda uzakta kareler oluşturmuşlardır. Bunlara silahlarını doldurma emri verilmiş. Rus askerleri istavroz işareti yaptıktan sonra bu emri yerine getirmişler. Altmış süvariye nişan alınmış. Bundan sonra Osten-Sacken kurmay heyetiyle birlikte Buğdanlı milislerin küçük kıtasının önüne gelerek kendi ordusunu izlemelerini emretmiş, kendi ordusunu izlemezlerse, bunu yapmazlarsa hepsini kurşuna dizmekle tehdit etmiştir. Bundan sonra dakikalar süren bir sessizlik olmuş. Meydanda toplanmış kalabalığı büyük bir heyecan kaplamış. Bunun üzerine Buğdanlılardan biri ileri çıkmış ve Rus generaline sakin bir sesle şunları söylemiş:
“Biz Buğdanlı askerleriz, ve bizim görevimiz topraklarımızı savunmaktır, yabancılar için savaşmak değildir. Bize ne isterseniz yapın. Sizinle birlikte yürümeyeceğiz.” Ve altmış asker de bir ağızdan “Bizi öldürseniz bile sizinle yürümeyeceğiz” diye yinelemişler. Osten-Sacken onların bu cesur yanıtını duyunca, sanki derhal idam edileceklermiş gibi atlarından inmelerini ve silahlarını yere bırakmalarını emretmiş. Askerler, ölüme hazır olarak emri yerine getirmişler. Aynı anda onları binlerce asker sarmış ve tutuklamış. Bu büyük askerî hareketten sonra Moskoflar, içerdeki otuz kişi tarafından kapıları kapatılmış olan Buğdanlı topçu kışlasına yönelmişler, kapıyı kırıp içeri girmişler, ve çatışmadan sonra ezici kuvvet üstünlüğü karşısında topçular da bastırılıp tutuklanmış, küfürler ve ölüm tehditleri altında acele oradan uzaklaştırılmışlar. Ama buna karşı tepki göstermemişler. Yalnız 22 yaşındaki bir teğmen, gözleri hiddetten parlayarak General Vrangel’e yönelip göğsünü açarak “işte göğsüm, cesaretiniz varsa kurşunlarınızla delik deşik edin!” diye bağırmıştır. General buna cesaret edememiş. Teğmen ile silahları alınmış arkadaşları iki sıra süngü arasında Jüssy’nin kapısı dışındaki Osten-Sacken’in karargahına götürülmüş. Onların akıbeti hakkında kimse bir şey bilmiyor. Daha önceki akşam tutuklanmış olan üç subayın kurşuna dizilmiş olduğundan genel olarak kaygı duyulmaktadır. Aynı akşam Ruslar, Buğdanlı piyade alayının yerleştirilmiş olduğu yeri sarmışlar, ama orada yalnız 150 kişi bulmuşlar, ötekiler kaçmışlardı. Jüssy halkı muhafızlarına karşı yüksek sesle lanet yağdırmışlar. Altmış süvari, otuz topçu, ve yüzelli piyade, üç bataryalı 12.000 Rus tarafından tutuklanıp silahsızlaştırılmıştır. Prensliklerdeki seferinden Rusların evlerine götürdükleri tek zafer tacı bundan ibaretti.”
Daha önceki mektuplarımdan birinde, Avusturyalı General Hess’in bildirisinin yayımdan alıkonması hususunda Ömer Paşanın emir verdiğini bildirmiştim. Bu emrin hangi nedenle verildiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Sözü edilen bildiri, Eflâk makamlarını, her türlü olayda, yalnızca Avusturyalı komutana başvurmaya çağırmıştır. Bunun üzerine Ömer Paşa, General Hess’e haber göndermiş, kendi bölgesindeki (Ömer Paşanın bölgesindeki) sivil Eflâk makamlarına müdahaleden kaçınırsa iyi edeceğini söylemiştir. Hangi noktaya kadar gidebileceğini saptamak üzere bildirisini salt bir çeşit anten olarak kullanma niyetinde olan General Hess, bildirinin itiraz edilen bölümü hakkında özür dilemiş ve işin içinde bir hata olduğuna Ömer Paşayı inandırmak üzere bildirinin Almanca aslını göndermiştir. Bu metinde, General Hess, Avusturyalı askerlerle ilgili işlerde, Eflâk makamlarını, kendi yaverine başvurmaya davet etmektedir. 3 Eylül günü Avusturya öncü kuvvetleriyle Bükreş’e giren ve derhal Haynau rolünü oynamaya başlayan Avusturyalı General Popoviç de aynı şekilde Ömer Paşa tarafından denetim altına alınmıştır. Bugünkü Daily News’da çıkan bir haber, Eflâklıların Avusturya işgalini genel olarak nasıl karşıladıklarını çok iyi anlatıyor:
“Avusturyalıların ilerledikleri yol üzerinde köylerin çoğu, malını mülkünü de beraberinde götürmüş olan yerliler tarafından boşaltılmıştı, çünkü köylüler, gerçek değeri itibari değerinin tam yarısı olan kağıt para karşılığında yiyecek ya da nakil aracı sağlamak zorunda bırakılacaklarından korkuyorlardı.
Bu yüzden Avusturya kıtaları için ekmeğin, yirmi ya da otuz mil uzaktaki Bükreş’ten getirilmesi gerekiyordu.”
Kuşkusuz, prensliklerde girişilen rezilce hareketlerle –İngiliz diplomasisinin sonucu– ilgili olarak, ağırbaşlı Economist, Amerika’nın Avrupa siyasetinin göreli olarak pek hafif sayılabilecek bazı hatalarını anarak, Amerika ve İngiliz diplomasisi arasında şu ayrımı yapıyor:
“Burada olduğu gibi Amerika’da da başkalarının hakkının ne olduğu konusunda güçlü gereklilik duygularına ve belirli inançlara sahip seçkin görüşlü insanlar bulunduğundan kuşkumuz yoktur. Aramızdaki fark ve yeğenlerimizin bahtsızlığı şurada ki, Atlantiğin öbür yanındaki bu gibi kimseler ne hükümeti seçiyorlar, ne ulusun sesini yansıtıyorlar, ne de basının diline yön veriyorlar. Bizde kültürlü insanlar ve üst sınıflar iktidarı ellerinde tutuyorlar. Birleşik Devletler’de ise kitle egemendir; ulusun adını ve lakabını zorla gasbeden ayaktakımıdır: ne söylenmesi ya da yapılması gerektiğini dikte eden odur; hükümeti seçen odur, ve hükümetin, hizmette bulunduğu da odur; basını destekleyen odur ve basının memnun etmesi gereken de odur, yani kısacası, işlemlerin onun için yapılması ve yazıların onun için yazılması gerekiyor.”
işte böyle konuşuyor İngiliz borsa simsarlarının uşağı. Sanki İngiliz diplomasisiyle rezalet aynı şey değilmiş ve sanki The Economist’in Yazıişleri Müdürü Wilson’la, onun üstü olan Gladstone tarafından atanan “centilmenler”, dolandırıcılıktan, kumarbazlıktan ve hırsızlıktan parlamento önünde hüküm giymemişler gibi.
New-York Daily Tribune
n° 4198, 2 Ekim 1854