Header Ads

Header ADS

AVAM KAMARASINDA TÜRKİYE SORUNU - Marks

Londra, Cuma, 18 Ağustos 1853

Parlamento çalışma döneminin son haftasına gelinceye kadar Türkiye sorunu üzerindeki açıklamalarını birçok kez ertelemiş olan Lord John Russell, geçtiğimiz pazartesi günü ortaya çıktı ve uzun süre geriye bırakılmış olan konuşmasını salı günü yapacağını bildirdi. Soylu Lord, Disraeli’nin pazartesi sabahı Londra’dan ayrıldığını öğrenmişti. Sir Charles Wood da aynı biçimde, Sir J. Pakington’la yandaşlarının Avam Kamarasında olmadığını öğrenir öğrenmez, Hindistan yasasını, tuz tekeline ilişkin yasa tasarısını, Lordlar Kamarasıda değiştirildiği şekliyle Avam Kamarasına getirip, çoğunluğun olmadığı bir oturumda, açık oylama olmaksızın geçirmemiş miydi? Böyle aşağılık ve küçük oyunlar, Whig’lerin parlamento taktiklerinin ana sinir sistemini oluşturuyor. 

Avam Kamarasında Doğu Sorunu görüşmeleri, çok ilgi çekici bir gösteri oldu. Lord J. Russell, gösteriyi, oynamak zorunda olduğu role oldukça uygun düşen bir tonla açtı. Bir zamanların güçlü Whig kabilesinin son temsilcisi olduğu kabul edilen bu ufak-tefek dünyalı, bir bakan gibi değil, ama öyküsünün dehşetini, önemsiz basmakalıp sözlerle ve kuru üslubuyla küçülten bir polis muhabiri gibi, sıkıntı verici, ucuz, kuru, tekdüze ve ruhsuz bir biçimde konuştu. Herhangi bir “mazeret” öne sürmedi, yalnızca bir itirafta bulundu. Konuşmasının bir iyi yanı varsa, o da katılığıydı. Bu katılık, küçük adamın içinde sıkıntı yaratan, rahatsızlık verici bazı düşünceleri gizlemeyi amaçlıyordu. En kaçınılmaz laf olan “Osmanlı imparatorluğumun bağımsızlığı ve bütünlüğü” sözü bile, aynı imparatorluğun cenazesinde yapılan bir konuşmada dikkatsizlik sonucu ağızdan kaçıvermiş bir anımsama gibi görünüyordu. Doğu anlaşmazlığının çözümlendiğini açıklayan bu konuşmanın yarattığı izlenimi en iyi anlatabilecek şey, konuşma telgrafla Paris’e bildirilir bildirilmez, hisse senetlerinin derhal düşmüş olmasıdır. 

Lord John, hükümeti savunmak zorunda olmadığını, hükümete saldırılmadığını söylerken haklıydı; tam tersine, Avam Kamarası, görüşmeleri, yürütme gücünün eline bırakmakta her türlü kolaylığı göstermişti. Gerçekten de parlamentonun hiçbir üyesi, hükümeti bu konuda sorguya çekmek amacıyla hiçbir önerge vermemiş, Avam Kamarası dışında da parlamento üyelerini böyle bir girişime zorlayacak herhangi bir toplantı yapılmamıştı. Hükümetin siyaseti gizlilik içinde kalmışsa, bu, parlamentonun ve kamuoyunun sessiz rızasıyla olmuştu. Görüşmeler sürüp giderken belgelerin açıklanmamasına gelince, Lord John, bunu, parlamento geleneğiyle ortaya çıkmış sürüp gelen bir yasa olarak nitelemekteydi. Hikaye etmekten çok sıralamak şeklindeki üslubuyla hiçbir canlılık katmadığı, herkesin bildiği olayları anlatışını burada yinelemek herhalde sıkıcı olur. Ama bazı önemli noktalar var ki, bu noktaları resmen ilk doğrulayan kişi Lord John olmuştur. 

Prens Mençikov’un İstanbul’a gidişinden önce, çarın özel olarak Kutsal Haçla ve ortodoks kilisesinin bağışıklıklarına ilişkin bazı önerileri özel bir elçiyle İstanbul’a gönderme düşüncesinde olduğunu Rus elçisi, Lord John’a bildirmişti. St. Petersburg’daki Britanya elçisi ve burada Britanya hükümeti, Rusya’nın başka herhangi bir niyet taşıdığından kuşku duymadılar. Türk dışişleri bakanı, Prens Mençikov’un, Türkiye’nin bağımsızlığıyla uzlaştırılması olanaksız gizli bir antlaşma95 önerdiğini ve bu antlaşma haberinin, Fransa’ya ya da İngiltere’ye duyurulmasını Rusya’nın doğrudan hasımca bir hareket sayma düşüncesinde olduğunu bildirdiğini Lord Stratford’a haber verdiği zaman, martın başıydı. (Ancak Layard, Albay Rose’a ve İstanbul’da birçok başka kişiye bu sırrın daha önceden duyurulmuş olduğunu söylüyor.) Aynı sıralarda, söylentilere değil, doğruluğundan kuşku duyulmayan raporlara göre, Rusya, Türkiye ile arasındaki sınırlarda ve Odessa’da büyük çapta asker yığınağı yapıyordu. 

Viyana Konferansının çara sunduğu ve çarın kabul ettiği notaya96 gelince, bu notayı, Reşit Paşanın son Rus notasına yanıtını esas alan Bay Drouyn de l’Huys, Paris’te hazırlamıştı. Daha sonra  Avusturya, bu notayı, 24 Temmuzda, bazı değişikliklerle, kendi önerisi olarak benimsedi ve notaya son şekli 31 Temmuz tarihinde verildi. Avusturyalı bakan, notayı, daha önce Viyana’daki Rus elçisine duyurduğu için 24 Temmuz tarihinde nota, henüz kesinleşmemişken, St. Petersburg’a esasen aktarılmıştı. Çarın onayından geçinceye kadar, yani 2 Ağustos tarihine kadar nota İstanbul’a gönderilmedi. Görülüyor ki, bu nota, her şeyin ötesinde bir nota olmaktan çok, dört devlet aracılığıyla, sultana verilen bir Rus no-tasıdır. Lord John Russell, bu notanın, “Prens Mençikov’un notası ile aynı biçimde” olmadığını söylüyor, böylece notanın kendine özgü bir içeriği olduğunu itiraf ediyor. Geride hiçbir kuşku bırakmayacak biçimde ekliyor: “İmparator, hedefine varabileceği düşüncesindedir.” Taslak, prensliklerin boşaltılacağına dair bir ima dahi taşımıyor. Lord John, “Notanın” diyor, “Rusya ve Türkiye tarafından kesin olarak kabul edildiğini düşünsek bile, prensliklerin boşaltılmasına ilişkin büyük sorun orta yerde durmaya devam edecek.” Lord John, aynı zamanda, Britanya hükümetinin “bu boşaltmayı esas saydığını” ekliyor, ama bu amaca hangi yoldan ulaşılacağına gelince, o konuda bir şey söylememesine izin verilmesini istiyor. Bununla birlikte, Kazaklar prensliklerden ayrılmadan önce, İngiliz ve Fransız donanmalarının Beşiki Körfezinden çıkmak zorunda kalabileceklerini anlamamıza yetecek biçimde konuşuyor. “Donanmaların Çanakkale Boğazı dolaylarına ilerlemesini, Türk topraklarının düpedüz işgaline eşit sayma esasını kapsayan herhangi bir düzenlemeyi kabul etmek zorunda değiliz. Ama sorun çözümlenirse, barış güvence altına alınırsa, kuşkusuz Beşiki Körfezi, İngiltere ya da Fransa’ya üstünlük sağlayacak bir üs değildir.” Şimdi, onun kadar aklı olan hiç kimse, Fransız ve İngiliz donanmalarının sürgit Beşiki Körfezinde kalacağını ya da Fransa ile İngiltere’nin, kendilerini, Çanakkale çevresindeki tarafsız sulara girmekten yasaklayacak bir esası resmen kabul edeceklerini düşünmediğine göre, bu üstü kapalı, hantal sözlerin anlamı, bir anlam taşıyorlarsa, şudur: Nota, sultan tarafından kabul edildikten ve Kazaklar prenslikleri boşaltmayı vaadettikten sonra donanmalar çekilecektir. “Rus hükümeti” diyor Lord John, “prenslikleri işgal ettiği zaman, Avusturya, 1841 Antlaşmasının ruhuna uygun olarak, büyük devletler temsilcilerinin bir konferansta toplanması ve aksi halde Avrupa barışını tehdit edebilecek olan güçlüğe dostça bir çözüm yolu bulmaya çalışmasının mutlak zorunluluk olduğunu ilan etti.” 

Lord Aberdeen ise, bunun tam tersine, kısa süre önce Lordlar Kamarasında ve başka kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre, geçen haziran ayında St. Petersburg ve İstanbul hükümetlerine yolladığı resmî notada, “1841 Antlaşmasının, o antlaşmayı imzalamış ülkeleri, Babıâliye fiilen yardım etme gibi [ama Çanakkale Boğazına girmekten geçici olarak geri durma!] bir yüklenim altına sokmadığını ve haşmetmeaplarının Britanya hükümetinin, kendi çıkarları doğrultusunda, harekete geçme ya da geçmeme konusunda serbest olduğunu” söyledi. Lord Aberdeen, Türkiye’ye karşı yükümlülüklerini, yalnızca Rusya’ya karşı bazı haklara sahip olmamak için reddediyor. 

Lord John Russell, konuşmasını, görüşmelerin sonuca ulaşma yolunda “iyi bir görünüm” taşıdığını söyleyerek bitirdi. Viyana’da düzenlenen ve Türkiye tarafından çara sunulacak olan Rus notasının henüz sultan tarafından kabul edilmediği ve Batılıların sine qua non[84] saydıkları hususun, yani prensliklerin boşaltılması sorununun henüz çara kabul ettirilmiş olmadığı bir sırada, bu konuya çok iyimser bir açıdan bakmak gibi görünüyor. 

Lord John’u yanıtlamak üzere söz alan ilk konuşmacı Layard, yürekli, tutarlı, esaslı, somut gerçeklerle örülmüş, ünlü bilim adamının Sardanapalus hakkında olduğu kadar Nikola hakkında, Doğuda geçmişteki esrarlı gelenekler hakkında olduğu kadar bugünkü entrikalar hakkında da derin bilgi sahibi olduğunu kanıtlayan, çok güçlü ve iyinin çok ötesinde bir konuşma yaptı. 

Layard, Lord Aberdeen’in, “birçok nedenle, birçok yerde, siyasetinin, esas olarak, barışa dayandırılmış bir siyaset olduğunu söylemesinden” esef duyduğunu belirtti, İngiltere onurunu ve çıkarlarını savaş yoluyla korumaktan çekinirse, Rusya gibi kendini hiçbir yasayla bağlı görmeyen devletlerin, er ya da geç savaşa kaçınılmaz olarak sürükleyecek olan hak iddialarını teşvik etmiş olacağını söyledi. Rusya’nın bugünkü tutumunun, raslantı sonucu geçici görülmemesi gerektiğini, bu tutumun büyük bir tasarının bir parçası olduğunu belirtti. 

Fransa’ya verilen “ödünler”e ve Bay de Lavalette’in “entrikala-rı”na gelince, bunlar, Rusya’ya bir mazeret dahi sağlayamazlardı, çünkü “Rusya’nın kızdığı o ödünleri veren ferman taslağı, yayınlanışından günlerce, belki haftalarca önce, Babıâli tarafından Bay de Titov’a verilmiş ve fermanın hükümlerine herhangi bir itirazda bulunulmamıştı.” 

Rusya’nın, Sırbistan’a, Eflak-Buğdan’a ve Türkiye’nin hıristiyan halkına ilişkin tasarıları yanlış anlaşılmamalıydı, İstanbul’a tantanayla girişinin hemen ardından Prens Mençikov, Sırp Bakan Garaçanin’in görevinden atılmasını istemişti. Her ne kadar Sırp  Synod’u protesto ettiyse de, bu isteğe rıza gösterildi. Garaçanin, 1843 ayaklanmasının ön sıraya çıkarttığı kişilerden biriydi. Rusya’nın etkisine karşı duran o ulusal hareket, o zaman başta bulunan Prens Mihayil’i Sırbistan’dan kovmuştu, çünkü o ve ailesi Rusların elinde bir araçtan başka bir şey değildir. 1843’te Rus hükümeti, Sırbistan’a müdahale hakkına sahip olduğunu iddia etti. kendisine hiçbir antlaşmanın tanımadığı bu yetkiyi Rusya, o zamanlar dışişleri bakanı olan Lord Aberdeeriin, “Rusya kendisiyle ilgili anlaşmaları, kendi bildiği biçimde yorumlama hakkına sahiptir” sözünden almıştı. “Bu işteki başarısıyla” diyor Layard, “Rusya, Sırbistan’ın efendisi olduğunu, ortaya çıkabilecek herhangi bir bağımsız ulusa denetleyebileceğini gösterdi.” 

Tuna Prensliklerine gelince, Rusya, liberal ve bağımsız görüş taşıyan bütün kişilerin, buralardan çıkarılmasına Babıâliyi zorlamak için, prensliklerde 1848’de görülen ulusal hareketi fırsat bildi. Sonra Rusya, sultana, Balta Limanı Antlaşmasını kabul ettirdi ve bu antlaşma ile prensliklerin bütün içişlerine karışma hakkını ele geçirdi “ve bu toprakların bugünkü işgali gösteriyor ki, Eflak ve Buğdan her bakımdan Rus toprağıdır”. 

Bu durumda geriye Türkiye’deki Rumlarla, Bulgaristan’ın hıristiyan Slavları kalmıştı. “Arayış ve bağımsızlık ruhu Rumlar arasında yayılmıştı. Bu ve bunun yanısıra Rumların, Avrupa’daki özgür devletlerle ticaret ilişkileri, Rus hükümetini büyük ölçüde korkutuyordu. Bir başka neden de, Doğu hıristiyanları arasında Protestanlık inancının yayılmasıydı. Daha çok Amerikalı misyonerlerin etki ve çalışmaları sonucu, bugün Türkiye’de, içinde protestan bir çekirdek bulunmayan hemen hemen hiçbir kent ya da kasaba yoktur. [Amerikan müdahalesi için bir başka neden.] Rus din adamlarının desteklediği Rum din adamları, bu hareketi denetim altına alabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar ve ceza işe yaramaz hale gelince, Prens Mençikov İstanbul’da göründü. Rusya’nın büyük amacı, Babıâlinin hıristiyan uyrukları arasında kendini son yıllarda göstermeye başlayan dinsel ve siyasal bağımsızlık ruhunu ezmekti.” 

Sözüm ona, İstanbul’da Rum İmparatorluğu’nun kurulmasına gelince, Layard’a, kuşkusuz, Slavlardan ayrı olan Rumları kastederek, Rumların sayısının 1.750.000’i güç bulduğunu, Slavlar ve Bulgarların, yıllardan beri, Rum asıllı papazları kendi rahipleri ve piskoposları olarak kabul etmeyi reddetmek suretiyle, Rumlarla olan tüm bağlarını koparmaya çalıştıklarını; Sırpların İstanbul’daki patrik yerine, kendileri için bir patrik yarattıklarını; ve İstanbul’da Rum saltanatını kurmanın tüm Türkiye’yi Rusya’nın eline vermek demek olacağını söyledi. 

İstanbul’un, Rusya’nın elinde olmasıyla olmamasının pek büyük bir fark demek olmayacağını öne süren Avam Kamarası üyelerine karşılık olarak da, Layard, İstanbul’un çökmesi halinde, Türkiye’yi oluşturan bütün büyük bölgelerin, örneğin Küçük Asya’nın, Suriye’nin, Mezopotamya’nın, tam bir kargaşa ve anarşi içine düşeceğini söyledi. Bu bölgeleri ele geçiren devletin Hindistan’a da egemen olacağını belirtti, İstanbul’u elde tutan bir devletin, Doğuda, dünyanın egemen devleti olarak görüleceğini ifade etti. 

Doğaldır ki, Rusya, bugün için İstanbul’u almasına hiçbir Avrupa devletinin izin vermeyeceğini biliyor. Bu arada “Rusya’nın amacı, bu ülkede bağımsız ulusların oluşumunu olanaksız hale getirmek Türk devletini adım adım, ama kesinlikle zayıflatmak; ve tasarılarına karşı çıkacak olanlara, yalnızca bu karşıtlığın yararsızlığını değil, ama Rusya’nın kendilerinden intikam almasına da yolaçacağını göstermek; gerçekte Türkiye’de kendi yönetiminden başkasını olanaksız hale getirmektir. Bu tasarılarında Rusya, bu kez tam bir başarı elde etmiştir.” 

Layard, Prens Mençikov’un gizli antlaşma isteğinden ve gerek sınırda, gerek Odessa’da Rusların yaptığı büyük asker ve silah yığınağından sonra, hükümetin, St. Petersburg’da verilen güvence ve açıklamalarla yetindiğini, Prut nehrinin geçilişini, İngiltere ve Fransa’nın casus belli sayacaklarını ilan etmeyi başaramadığını ve Rusya’yı, onları işin içine katmaksızın, Türkiye ile bir antlaşma ya da düzenlemeye girmekten alıkoyamadığını söyledi. “Bu adımı at-saydık, Rusya Prut’u geçmeye hiçbir zaman cesaret edemezdi.” 

Layard, daha sonra, Macaristan’a yaslanmış, Besarabya ile birleşmiş bağımsız prensliklerin, İstanbul’u nasıl Ruslardan koruyacak ve büyük Slav soyunu ikiye ayıracak tek çare olduğunu açıkladı. Layard, Rusların prensliklerden çıkacakları düşüncesinde. “Rusların, her bakımdan esasen kendilerinin olan bu topraklar için Avrupa’nın büyük devletleriyle savaşa tutuşmaları, işin zahmetine değmez. Rusya, kanlı ve pahalı ve savaşa değecek olan şeyi, bir kurşun dahi atmadan elde etmiştir, Doğuda iktidarını kurmuştur; Türkiye’yi küçük düşürmüştür; Türkiye’yi bir savaşın tüm giderlerini ödemeye zorlamıştır ve bu ülkenin kaynaklarını kurutmuştur; dahası var, Rusya, İngiltere ve Fransa’yı, bu ülkeler insanlarının ve Doğu insanlarının gözünde küçük düşürmüştür. 

Viyana Konferansı tarafından hazırlanan nota, “eğer Babıâli o notaya tutunmayı reddederse, Rusya’nın bu kez bizi karşısına alması ve Türkiye’yi adil olmayan bir öneriyi kabule zorlamak için, bizi kendine müttefik yapması” sonucunu doğuracaktır. “Türkiye notayı kabul ederse, bu kez İngiltere, Babıâlinin uyruğu olan oniki milyon hıristiyan adına Rusya’nın müdahalede bulunma hakkını onaylamış olacaktır. ... Soruna bizim bakış açımızdan bakın, apaçık ki, biz, bu sorunda, ikinci sınıf bir devletin yerini tuttuk, birinci sınıf devlet yerini tek başına Rusya’ya bıraktık. ... Bu büyük Doğu Sorununu, doğru bir temel üzerinde çözme fırsatını elde ettik. Bu fırsat, belki bir daha elimize geçmeyecek. ... Rusya’ya, Türkiye’nin hiçbir zaman altından kalkamayacağı bir darbe vurma fırsatı verildi. ... Bu ülkenin [İngiltere -ç.] izlediği siyasetin sonuçları bununla kalmayacak. Bu ülkenin karakterine belbağlamış olan İsveç, Danimarka ve Avrupa’nın her zayıf ülkesi, Rusya’nın saldırılarıyla savaşıma kalkışmanın artık yararsız hale geldiğini görecek.” 

Daha sonra Sir John Pakington konuştu, Tory muhalefetinin görüşlerini açıklaması yönünden önemliydi. Lord John Russell’ın, Avam Kamarasına ve ülkeye daha doyurucu bir açıklama yapamamış olmasına esef ettiğini söyledi. Sir John Pakington, hükümetin, prensliklerin boşaltılmasını sine qua non sayma yolunda göstereceği kararlılığın “yalnızca Avam Kamarası tarafından değil, ama bu ülkenin oybirliğine yaklaşan kamuoyu tarafından da destekleneceğine” ilişkin hükümete güvence verdi. Sir John Pakington, Türkiye’ye, prensliklerin işgalini casus belli saymamasının önerilmesi, zaman olarak daha erken, daha kararlı ve canlı bir siyaset uygulanmamış olması, Türkiye ile İngiltere’nin çıkarlarını ve ticaretini, altı aya kadar uzayan işlemlerle askıda tutma ve zarara sokma siyaseti gibi hususlarda, belgeler ortaya konuncaya kadar fikrini saklı tutacağını söyledi. 

Lord Dudley Stuart, alışageldiği üzere, herkesten fazla kendisini hoşnut eden, tatlı dilli demokratik söylevlerinden birini daha verdi. Şişirilmiş balonları ya da abartılmış tümceleri sıkıştırırsanız, elinizde hiçbir şey, hatta onları bir şeymiş gibi gösteren hava dahi kalmaz. Dudley Stuart, Türkiye’de sürmekte olan gelişmelere ve din konusunda olsun, ticaret konusunda olsun, sultanın yönetimi altında, Rusya’daki ile karşılaştırılırsa, daha geniş bir serbestlik olduğuna dair sık sık söylenmiş sözleri bir kez daha yineledi. Tuna Prensliklerinin mutsuz halkı, gerçekte savaşın dehşeti altında yaşarken, barışla övünmenin hiçbir yararı olmadığını, haklı olarak belirtti. Bu bölgeler halkının, şimdi yüzyüze bulundukları korkunç baskıya karşı Avrupa tarafından korunmalarını istedi. Görüşmeler sürüp giderken dahi kamara üyelerinin görüşme konusu üzerinde konuşmaya hakları olduğunu, parlamento tarihinden örneklerle gösterdi. Sadık ve sürekli bir The Daily News okurunun yabancısı olmaması gereken hususların hemen hemen hiçbirini söylemeyi unutmadı. Lord Dudley Stuart’ın konuşmasında iki “nokta” vardı: “Gerçi soylu Lordun [J. Russell] açıklaması tam değildi, çünkü kamaraya bilinenlerden başka bir şey söylememişti, ama bazı noktaları ihmal etmesine bakarak, soylu lordun, utanması gereken bir şey yaptığı sonucuna varmaları gerekmekteydi.” Aberdeen örlüne gelince, “o, onlara, barışın, Avrupa’nın refahı ve özgürlüğü yararına otuz yıldır korunduğunu söylemişti, ama o [Dudley Stuart] barışın, Avrupa’nın özgürlüğüne yararı olduğunu reddetti. Polonya nerede, diye soruyordu? İtalya nerede? Macaristan nerede – dahası var, Almanya nerede?” Kendini akıcı konuşma gücüne, üçüncü sınıf konuşmacılar için öldürücü olan bu güce kaptıran demokrat lord, Kıta Avrupa’sının müstebitlerinden, “tahtını uyruklarının kalbine kuran” kendi yerli hükümdarına gelinceye kadar duramadı. 

Alnında: 
“Ona insan demeyin 
O insan değil bir maldır”97

yazılı olan, elinde bakanlık tutanlardan biri olan M. Milnes, tam bir bakan gibi konuşmaya cesaret edemedi. Daha başka bir konuşma yaptı. Bir yandan bakanların, belgeleri, kamaraya açıklamamak suretiyle “büyük bir basiretle ve doğru hareket ettiklerini” söyledi, bir yandan da öteki türlü “daha güçlü ve kararlı” davranabilecek olduklarını anlamaları gerektiğini ifade etti. Bir yandan, hükümetin, Rus isteklerine teslim olurken haklı olabileceğini düşünüyordu, ama öte yandan, Türkiye’yi, desteklemeye hazır olmadıkları bir siyaset izlemeye bir ölçüde, teşvik etmiş olup olmadıkları kafasını kurcalıyordu, vb.., vb... Tüm olarak, “bu konular üzerinde ne kadar kafa yorarsa, güçlüklerin zihninde o kadar aşırıya gittiğini” –bu konuları ne kadar az kavrarsa, hükümetin başkalarına ayak uydurma siyasetini de o kadar iyi anladığını– söyledi. 

Monckton Milnes’in, o mu, bu mu hokkabazlığından ve zihin şaşkınlığından sonra, Birmingham milletvekili ve 1831 Reform kamarasının matadorlarından biri olan Muntz’un sert dobralığıyla bir parça canlandık. “Rusya imparatoru bu ülkeyi hiçbir şeyin savaşa götüremeyecek olduğunu biliyordu: Tanık Polonya, tanık Macaristan. Dış ilişkiler açısından bu ülkenin durumunu kötü ve tatmin etmez bir durum olarak görüyordu, İngiltere halkının karakterinin aşağılandığı ve hükümetin tüm şeref anlayışının sırf sterlin, şilin ve peni hesabı içine çekildiği inancındaydı. Şimdi hükümet tarafından tartışılan sorular, yalnızca, giderin ne olacağı ve ulusun farklı esnaf tabakasının savaşı kabul edip etmeyeceği sorularıydı.” Birmingham silah üretiminin ve tüfek satıcısı insanların merkezi olduğu için, o kentin insanları, doğal olarak, Manchester’in Pamuk-Barışı Kardeşliğiyle alay ederler. 

Newcastle-on-Tyne milletvekili Blackett, Rusların prenslikleri boşaltacaklarına inanmadığını söyledi Hükümeti ‘’herhangi bir hanedana yakınlık ya da soğukluk duygusunun etkisiyle yalpalamaya” karşı uyardı. 

Richard Cobden, birdenbire ayağa kalktı, onun barış teorisini kabul ettikleri ve bir sabit fikir delisinin tüm özdenliği ve keskin maharetiyle, idéologue’un tüm çelişkileriyle ve dükkancının hesaplı-kitaplı korkaklığıyla, belli bir olaya uyguladıkları için hükümeti kutladı. O, bunları söylerken, her yandan, her düşünce kesitinden gelme saldırılar altında kalmış olan bakanlar, yerlerinde matemli, meyus, sönük, güçsüz bir halde oturmaktaydılar. Richard Cobden hükümetin açıkça giriştiği, parlamentonun sessizce onayladığı ve egemen sınıfların hükümete yapma, parlamentoya da onaylama olanağını verdikleri şeyi savundu. Savaş korkusundan, ilk kez olarak tarihsel fikirler gibi bir şeye ulaştı. Orta sınıf siyasetinin sırrına ihanet etmiş, o nedenle hain olarak reddedilmişti. Orta sınıf İngiltere’sini, kendini aynada görmeye zorlamıştı, aynadaki suret pek de ahım-şahım bir şey olmadığı için, alçakça ıslıklanmıştı. Tutarsızdı, ama tutarsızlığı tutarlıydı. Aristokratik geçmişte kalan geleneksel sert sözler, bugünün borsa simsarlığının tabansız gerçekleriyle uyuşmuyorsa, bu, onun hatası mıydı? 

Richard Cobden, sorun üzerinde fikir ayrılığı olmadığını söyleyerek başladı: “Gene de, görünen oydu ki, Türkiye konusunda büyük bir huzursuzluk vardı.” Bu neden böyleydi? Son yirmi yıl içinde, Avrupa’daki Türklerin çağrılmamış konuklar olduğu, yurtlarının orası değil Asya olduğu, müslümanlıklarının uygar devletler bünyesinde var olamayacağı, bir ülke bağımsızlığını kendisi koruyamazsa, o bağımsızlığı bizim hiç koruyamayacak olduğumuz ve Avrupa Türkiye’sindeki her Türke karşılık üç hıristiyan bulunduğu inancı giderek büyümüştü. “Avrupa Türkiyesi’ndeki nüfusun büyük çoğunluğu, o toprakların başka bir devletin sahipliğine geçmesini önleme arzumuzda bizim yanımızda olmadıkça, Türkiye’nin, Avrupa’da, Rusya’nın karşısına, bağımsız bir güç olarak çıkmasını sağlayacak bir yol tutamazdık. ... Donanmamızı Beşiki Körfezine göndererek, Rusları uzak tutmaya gelince, kuşkusuz bunu yapabilirdik, çünkü Rusya denizci bir devletle çatışmaya girmeyi pek istemezdi; ancak muazzam bir silah gücünü elde tutuyor, ama Doğu Sorununu çözümlemiyorduk. ... Soru şuydu: Türkiye’yi ve Türkiye’nin hıristiyan nüfusunu ne yapacaklardı? Müslümanlık sürdürülemezdi; ve bu ülkenin Avrupa’da müslümanlık için savaştığını görmekten üzüntü duymamız gerekirdi.” Lord Dudley Stuart, Türkiye’yi ticaret düşüncesiyle ayakta tutmaktan sözetmişti. O (Cobden) ise, hiçbir zaman bir gümrük tarifesi için savaşacak kişilerden değildi. Özgür ticaret ilkelerine, bu ilkeler için çarpışılması gerekeceğini düşünemeyecek kadar imanlıydı. Türkiye’ye yapılan dış satımlar çok fazla önemsenmişti. Türklerin yönetimi altında olan ülkelerde bu dış satımın pek küçük bir kısmı tüketiliyordu.

“Karadeniz’deki tüm ticaretimizi, Rusya’nın Türkiye kıyılarına yaptığı saldırılara borçluyduk. Tahılımızı ve ketenimizi artık Türkiye’den değil, Rusya’dan sağlıyorduk. Rusya, Türkiye’ye saldırısı ne olursa olsun, bize donyağı, kenevir ve mısır göndermekten memnun olmaz mıydı? Rusya’yla Baltık’ta ticaretimiz vardı. ... Türkiye ile ticaretten ne bekliyorduk? ... Türkiye yolsuz bir ülkeydi. Rus halkı daha fazla ticarî bir halktı. St. Petersburg’a, rıhtımlarına, iskelelerine, depolarına bakalım. 

... Şu halde Türkiye gibi bir ülkeyle ne tür bir ulusal ittifakımız olabilir? ... Kuvvet dengesi konusunda bazı şeyler söylendi. Bu, soruna, siyasal bir bakıştı. ... Rusya’nın gücü ve İstanbul Boğazı topraklarını işgal etmesinin İngiltere için yaratacağı tehlikeler konusunda çok şey söylendi. Neden? Rusya’nın İngiltere’yi istila etmeye geleceğinden sözetmek ne saçma şey! Rusya, Batı Avrupa’ya ödünç için el açmadan, ordusunu kendi sınırından öteye geçiremezdi. ... Bu kadar yoksul bir ülke, İngiltere’yle karşılaştırırsak, sermayesiz, kaynaksız, sadece köylerin toplamından ibaret bir ülke, hiçbir zaman, gelip, bize, Amerika’ya ya da Fransa’ya zarar veremezdi. ... İngiltere, Rusya’dan on kat daha güçlüydü ve Rusya gibi bir ülkenin saldırılarına karşı direnmekte çok daha yetenekliydi.”


Cobden bu kez de, bugünkü durumunda savaşın İngiltere için, eski dönemlere bakarak, karşılaştırılamayacak ölçüde büyük tehlikeler taşıdığı hususuna geçti, imalatçı nüfus büyük ölçüde artmıştı. Bu nüfus, kendi ürünlerinin ihracına ve hammaddelerin ithaline çok fazla bağımlıydı, imalat tekelini artık elde tutmuyorlardı. Denizcilik yasalarının kaldırılması,98 her konuda olduğu gibi gemicilikte de, İngiltere’yi, rekabete açık hale getirmişti. “Bay Blackett’ten, hiçbir limanın, onun Mecliste temsil ettiği limandan daha fazla zarar görmeyeceğini düşünmesini rica etti. Hükümet, düşüncesiz insanların naralarına kulak asmamakla akıllı davranmıştı. ... Hükümetin, Türk imparatorluğunun bütünlüğünün koruyucu bir tutum takınmasını suçlamıyordu, çünkü bu, o hükümete emanet edilmiş, geleneksel bir siyasetti. ... Günün hükümeti, halkın kendilerine izin verdiği ölçüde barışçıl olmanın  saygınlığını derebilirdi.” 

Richard Cobden, dramın gerçek kahramanıydı ve bütün gerçek kahramanların paylaştığı yazgıyı –trajik olanı– paylaştı. Onun ardından sahte kahraman, her türlü hayalin teşvikçisi, moda yalanların ve zarif vaatlerin adamı, kaçanın savurduğu her türlü yüksekten atma sözün seslendiricisi Lord Palmenston geldi, bu yaşla, deneyimli ve usta müzakere adamı, suçlunun, avukatını reddetmek suretiyle, cezalandırılmaktan kaçmak üzere olduğunu hemen gördü. Her yandan saldırıya uğrayan hükümetin, kendisini savunma cesaretini gösteren tek kişiye karşı uzun, parlak bir tartışma başlatarak ve siyasetinin uygulanmasına olanak verecek ana temelleri yadsıyarak, görüşmelerin yönünü değiştirebileceğini gördü. Cobden’ın içine düştüğü çelişkileri ortaya koymaktan kolay hiçbir şey yoktu. Cobden kendisinden önceki konuşmacılarla tam görüş birliğinde olduğunu söylemiş, ne var ki her noktada onlardan ayrı sonuçlara varmıştı. Bir yandan Türkiye’nin bütünlüğünü savunmuş, ama Türkiye’nin savunmaya değmeyecek olduğunu göstermek için elinden geleni yapmıştı. Barış vaazı vermiş, Rusya’nın saldırılarını savunmuştu. Rusya zayıftı, ama Rusya’yla savaş, kaçınılmaz olarak, İngiltere’yi yıkacaktı. Rusya yalnızca bir köyler yığınıydı, ama St. Petersburg, İstanbul’dan daha güzel bir kent olduğu için, Rusya’nın her ikisine birden sahip olmaya hakkı vardı. 

Kendisi serbest ticaretten yanaydı, ama Rusya’nın koruyucu sistemini, Türkiye’nin serbest ticaret sistemine yeğ tutardı. Türkiye ister kendisi tüketsin, ister tüketim mallarının öteki Asya ülkelerine geçmesi için bir kanal görevini görsün, serbest geçiş yolu olarak kalması İngiltere için farkeder miydi? Cobden, müdahale etmeme ilkesinin yürekten savunucusuydu, ama müslümanların, Yunanlıların, Slavların ve Türk imparatorluğunda yaşayan öteki soyların kaderini parlamento kararlarıyla düzenleyebilirdi. Lord Palmenston, Türkiye’nin gerçekleştirdiği ilerlemeyi ve eli altındaki kuvvetleri göklere çıkardı. “Kuşkusuz Türkiye, ne Polonya’ya sahip, ne Sibirya’ya sahip.” Türkiye çok güçlü olduğuna göre, Lord Palmenston, birkaç eyaletinin Rusya tarafından istila edilmesini sineye çekmesi için bu ülkeyi zorlayabilirdi. Kuvvetli bir imparatorluk her şeyi sineye çekebilir. Lord Palmerston, doğrudan kendisi ve arkadaşları tarafından kabul edilmiş olan yolu benimsemek için tek sağlam neden dahi olmadığını Richart Cobden’a kanıtladı, her tümcesi yürekten tezahüratla kesildi ve bu eski sahne oyuncusu, şu yüzsüz ve kendi içinde çelişen sözü söyleyerek yerine oturmayı başardı:
“Türkiye’nin kendi içinde hayat ve refah unsurlarını taşıdığına dair tam bir tatmin duygusu beslemiyorum ve haşmetmeaplarının hükümetince tutulan yolun sağlam bir siyaset olduğuna, ülkenin beğenisini hak ettiğine ve İngiltere’de her hükümet tarafından izlenmesinin bir görev olduğuna inanıyorum.” (Tezahürat.)
Palmerston, Shakespeare’in deyişiyle “korkak kahramanlık”ta99 eşsizdi. Sydney’in dediği gibi, “nasıl yapacağını bilmediğini bildiği şeyi yapmaya cesaret ederek korkulu bir yüreklilik” gösterdi. 


New-York Daily Tribune 
n° 3862, 2 Eylül 1853

Blogger tarafından desteklenmektedir.