Header Ads

Header ADS

I. SOSYALİZM VE ULUSLARIN KADERLERİNİ TAYİN HAKKI

Biz, sosyalist düzende ulusların kendi kaderlerini tayini hakkını uygulamamanın sosyalizme ihanet olacağını ileri sürdük. Bize yanıt olarak, "ulusların kaderlerini tayin hakkı, sosyalist topluma uygulanamaz" dendi. Bu, temelde bir görüş ayrılığıdır. Bu ayrılık nereden gelmektedir? Karşı-tezi savunanlar, "sosyalizm, ulusal baskıya neden olan sınıf çıkarlarını ortadan kaldırdığına göre, bu baskının her türünü de ortadan kaldıracaktır..." diyorlar. Siyasal baskının biçimlerinden biri, yani bir ulusun zorla bir başka ulusun sınırları içinde tutulması üzerine bir tartışmada, ulusal baskının ortadan kalkmasının, iktisadi önkoşulları ile ilgili pek iyi bilinen ve tartışma götürmez bir iddianın yeri var mı? ,Bu, siyasal sorundan kaçma çabasından başka bir şey değildir. Ve bunu izleyen iddialar da, bizim görüşümüzü doğrulamaktan başka bir şey yapmıyor: "Sosyalist bir toplumda ulusun bir iktisadi ve siyasal birim niteliği taşımasına inanmamız için hiç bir neden yoktur. Pek olası olarak ulus, ancak bir kültür ve dil birliği niteliği taşıyacaktır, çünkü bir bölgesel sosyalist kültürel grup olarak bölünmesi, eğer olacaksa, ancak üretimin gerekleri sonucu olacaktır ve üstelik böyle, bir bölünme sorunu ["ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı"nın emrettiği gibi] birey olarak ve tam egemenliklerine sahip durumda uluslar tarafından değil, tüm ilgili yurttaşlar tarafından ortaklaşa çözüme bağlanacaktır. ..."

Polonyalı yoldaşlarımız ulusların kendi kaderlerini tayin yerine ortaklaşa tayin iddiasını o kadar beğeniyorlar ki, tezlerinde bunu üç kez yineliyorlar! Ama ne yazık ki sık sık yinelemek, bu oktobrist ve gerici iddiayı bir sosyal-demokrat iddia haline getirmiyor. Bütün gericiler ve burjuvalar, (sayfa 158) belirli bir devletin sınırları içinde zorla tuttukları uluslara ortak bir parlamentoda, kaderlerini "ortaklaşa tayin etme" hakkını tanırlar. Wilhelm II de, Belçikalılara, Alman İmparatorluğunun kaderini, bir ortaklaşa Alman parlamentosunda "ortaklaşa tayin etme" hakkını tanıyor.

Karşı-görüşü savunanlar, asıl sözkonusu olan ve burada tartışılan tek konu bulunan sorundan, ayrılma hakkından kaçıyorlar. Eğer bu, bu kadar yürekler acısı olmasaydı gülünç olabilirdi!

Biz ilk tezimizde ezilen ulusların kurtuluşunun siyasal alanında çifte biçim değiştirmeyi içerdiğini ileri sürdük: (1) Ulusların tam eşitliği. Bu, tartışılmıyor ve devlet içinde olup bitenlere uygulanıyor. (2) Siyasal ayrılma özgürlüğü.[28*] Bu da devlet sınırlarının çizilmesiyle ilgilidir. Tartışma yalnızca bu nokta üzerinedir. Ama karşı-görüşü savunanların sustukları nokta da budur. Onlar, devlet sınırları üzerine, hatta devletin kendisi üzerine düşünmek istemiyorlar. Bu, 1894-1902 döneminin eski ekonomizmi gibi, bir tür "emperyalist ekonomizm"dir. Eski ekonomizm şunu iddia ediyordu: Kapitalizm muzafferdir, onun için siyasal sorunlarla uğraşmak, zaman yitirmek demektir! Emperyalizm muzafferdir, onun için siyasal sorunla uğraşmak zaman yitirmek demektir! Böyle bir siyaset-dışı görüş, marksizm için son derece zararlıdır.

Gotha Programının Eleştirisi'nde, Marx şöyle yazar: "Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna, bir siyasal geçiş dönemi de tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz."[83] Şimdiye kadar, bu gerçek, sosyalistler için tartışma götürmezdi ve bu gerçek, muzaffer sosyalizmin gelişerek tam komünizme varmasına kadar devletin var olacağı olgusunun kabul edilmesini de içerir. Engels'in, devletin tedricen yok (sayfa 159) oluşu konusunda söyledikleri bilinir. Biz, ilk tezimizde, demokrasinin, devletin yok olmasıyla demokrasinin de tedricen ortadan kalkacak olan bir devlet biçimi olduğunu özellikle vurguladık. Ve hasımlarımız, marksizmin yerine "devleti yadsıyan" bir görüşü koymalarına dek, onların iddiaları, büyük bir yanılgı oluşturacaktır.

Onlar, devletten (ve dolayısıyla devletin sınırlarının saptanmasından) sözedeceklerine, bir "sosyalist kültürel grup"tan sözediyorlar, yani kasıtlı olarak muğlak bir deyim seçiyorlar; amaçları devletle ilgili bütün sorunlardan kaçabilmektir! Bu, gereksiz sözleri yineleme gülünçlüğüne düşmektir: eğer devlet yoksa, elbette ki, devletin, sınırları söz konusu olamaz. Bu durumda, demokratik siyasal programın tümü gereksiz hale gelmektedir. Devlet "sönüp yok olduğu zaman" cumhuriyet de olmayacaktır.

5. tezin notlarında sözünü ettiğimiz yazılarda[29*] Alman şoveni Lensch, Engels'in Po ve Ren başlıklı yapıtından ilginç bir pasaj aktarıyor. Engels, burada, özetle, bir dizi küçük ve canlılığı olmayan ulusları, tarihsel gelişmeleri sırasında yutmuş olan "Avrupa'nın canlılığı olan büyük uluslarının" sınırlarının, gittikçe daha çok "halkın dili ve sempatileri"ne uygun olarak saptandığını söylemektedir. Engels, bu sınırları "doğal" olarak nitelendiriyor.[84] Avrupa'da ilerici kapitalizm döneminde, yaklaşık olarak 1848'den 1871'e kadar durum böyleydi. Bugün, bu demokratik biçimde saptanmış olan sınırlar, gün geçtikçe daha çok gerici, emperyalist kapitalizm tarafından yıkılmaktadır. Bütün belirtiler şunu gösteriyor ki, emperyalizm, mirasçısı olan sosyalizme, miras olarak, Avrupa'da ve dünyanın öteki bölgelerinde daha az demokratik sınırlar ve bir dizi ilhaklar bırakacaktır. Muzaffer sosyalizmin, bütün alanlarda tam demokrasiyi kurup uygularken, devlet sınırlarını demokratik biçimde saptamaktan çekineceği ve halkların "sempatilerini" görmezlikten geleceği (sayfa 160) düşünülebilir mi? Polanyalı meslektaşlarımızın marksizmden emperyalist ekonomizme kaymakta olduklarını anlamak için bu soruları sormak yeter.

Marksizmin karikatürünü çıkaran eski ekonomistler, işçilere, marksistler için "yalnızca iktisadi olanın" önemli olduğunu söylerlerdi. Yeni "ekonomistler", ya muzaffer sosyalizmin demokratik devletinin (maddesi olmayan bir "duyular bileşimi" gibi) sınırsız olarak varlığını sürdürebileceğini düşünüyorlar, ya da sınırların "yalnızca" üretimin gerekleri sonucu çizileceğine inanıyorlar. Gerçekte bu sınırlar, demokratik bir biçimde, yani nüfusun istek ve "sempatilerine" uygun olarak saptanacaktır. Kapitalizm, bu sempatileri, ayaklar altında çiğniyor ve böylelikle ulusların birbirine yaklaşması önünde yeni güçlükler yaratıyor. Sosyalizm, sınıf baskısı olmaksızın üretimi örgütlendirerek, devletin bütün üyelerinin mutluluğunu gerçekleştirerek, halkın "sempatilerinin" serbestçe açılıp gelişmesine olanak sağlıyor ve böylelikle ulusların birbirine yaklaşmasını, birbiriyle kaynaşmasını kolaylaştırıyor ve pek büyük ölçüde hızlandırıyor.

Okuru, "ekonomizmin" kaba-saba ve beceriksizce iddialarından dinlendirmek için, bizim tartışmamızın dışında kalan bir yabancı sosyalist yazarın tahlilinden aktarma yapalım. Bu yazar, "ulusal kültür özerkliği" diye "okşamadan edemediği bir sevimli hayvanı" olan, ama bununla birlikte birçok temel sorunlarda çok doğru bir uslamlama yürütebilen Otto Bauer'dir. Örneğin, Ulusal Sorun ve Sosyal-Demokrasi adlı kitabının 29. bölümünde, o, emperyalist siyaseti, ulusal ideoloji maskesi altında gizlemekten başka bir şey olmayan hileyi pek haklı olarak suçluyor. "Sosyalizm ve Milliyet ilkesi" başlıklı 30. bölümde şöyle diyor:

"Sosyalist toplum, koca ulusları zora başvurarak kendi yapısı içine hiç bir zaman alamayacaktır. Ulusal kültürün bütün nimetlerinden yararlanan, yasamaya ve hükümete tam ve etkin olarak katılan ve ensonu, silahlanan halk yığınlarını gözünüzün önüne getiriniz - böyle bir ulusu, bir yabancı toplumsal organizmaya zorla bağımlı kılmak mümkün olabilir mi? Her türlü devlet iktidarı silah kuvvetine dayanır. Bütün halkın katıldığı bugünün orduları, ince bir mekanizma sayesinde, hala belirli bir kişinin, bir ailenin ya da sınıfın elinde tuttuğu bir alettir, tıpkı geçmişteki feodallerin paralı askerlerden oluşan orduları gibi. Bir sosyalist toplumun demokratik topluluğunun ordusu da, baskı olmaksızın sosyalist işyerlerinde çalışan ve siyasal yaşamın bütün alanlarına katılan yüksek kültürlü kimselerden oluştuğuna göre, silahlanmış halktan başka bir şey değildir. Bu koşullarda, herhangi bir yabancı yönetim olanağı ortadan kalkar."

Bu doğrudur. Kapitalist düzende ulusal (ya da herhangi bir diğer siyasal) baskıyı ortadan kaldırmak olanaksızdır, çünkü bunun için sınıfların ortadan kaldırılması, yani sosyalizmin kabul edilmesi gereklidir. Ama ekonomiye dayanmakla birlikte, sosyalizmi, yalnızca ekonomiden ibaret sayamayız. Ulusal baskıyı ortadan kaldırabilmek için bir temel (sosyalist üretim) şarttır, ama bu temel, aynı zamanda, demokratik biçimde örgütlendirilmiş bir devleti, demokratik bir orduyu vb. taşımalıdır. Kapitalizmi sosyalizm biçimine sokmakla proletarya, ulusal baskıyı ortadan kaldırmanın olanağını yaratır; "ancak" -"ancak"!- halkın "sempatilerine" uygun olarak devlet sınırlarının çizilmesi dahil, tam ayrılma özgürlüğü dahil, tam demokrasinin bütün alanlarda gerçekleştirilmesiyledir ki, bu olanak, gerçek olur. Ve bu da, devlet tedricen yokolduğu zaman tamamlanacak olan en küçük ulusal sürtüşmenin bile, en küçük ulusal güvensizliğin bile pratikte ortadan kaldırılması için, ulusların gittikçe daha büyük bir hızla birbirine yaklaşması, birbiriyle kaynaşması için bir temel görevini yerine getirecektir. Marksist teori işte budur; ve Polonyalı meslektaşlarımız yanılgıya düşerek bu teoriden uzaklaşmışlardır. 
Blogger tarafından desteklenmektedir.