Header Ads

Header ADS

REFORMCU İDEOLOJİ VE SİYASAL OPORTÜNİZM

ENVER HOCA
AVRUPA KOMÜNİZMİ ANTİ-KOMÜNİZMDİR

III

REFORMCU İDEOLOJİ VE SİYASAL OPORTÜNİZM

AVRUPA - KOMÜNİSTİ PARTİLERİN TEMEL ÖZELLİKLERİ

Gördüğümüz gibi, modern revizyonizm, her ülkenin ya da ülkeler grubunun somut siyasal, ekonomik ve toplumsal koşullarına uygun olarak çeşitli akımlar şeklinde kendini gösterir ve türlü görünümler alır. İşte, şimdilerde Avrupa - Komünisti partiler adıyla bilinen partilerde de olup biten budur. İtalyan, Fransız ve İspanyol revizyonist partilerinin, Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin burjuvazisinin çıkarlarına daha iyi uyan bir akımı, modem revizyonizmden ayrı bir akımı temsil etmelerine karşın, kendilerine özgü bazı özellikleri vardır.

BURJUVA DEVLETİN ANAYASASI, TOGLİATTİ «SOSYALİZMİNİN» TEMELİ

İtalyan Komünist Partisinin 15. Kongresinde, Ber- linguer, okuduğu «Barış ve Demokrasi İçinde Sosya-
lizm» başlıklı raporunda Avrupa - Komünisti revizyoniz- minin yeni stratejisini oluşturan «üçüncü yol» konusunda konuşurken, kendisinin ve arkadaşlarının bu üçüncü yol ile ne demek istediklerini anlatan daha tamamlayıcı bazı açıklamalar yaptı. «Çok kullanılan ve sonunda kabul ettiğimiz bir deyim söz konusu... Önce, II. Enternasyonal deneyimimiz oldu... Kapitalizmden kurtulmak için işçi hareketinin mücadelesinin birinci safhası... Ama bu deneyim... Birinci Düiya Savaşı ve ulusalcılık karşısında yenildi.

«İkinci safha, Rus Ekim Devrimi ile açıldı...» Ama orada da, Berlinguer’e göre, tarihe ve Sovyetler Birliği gerçeğine eleştirel bir gözle bakmak gerekir... Çünkü bu deneyim geçerli değildir. Bundan da şu sonuç çıkar, şimdi üçüncü safha başlamıştır, bu da Avrupa - Komünizmidir. Berlinguer, beyan buyuruyor : «Sosyalizme sosyalizmin kuruluşuna doğru yeni gelişim yolları bulmak Batı Avrupa işçi hareketinin görevidir.»

«Bu «sosyalizme» girişe izin veren yol, İtalyan revizyonistlerine göre, «Cumhuriyet anayasasında belirtilmiş çizgidir, bu da İtalya’yı siyasal demokrasi üzerine kurulmuş sosyalist bir topluma dönüştürmek için ülkeyi bu yola angaje etmektir.» (1).
(1) La politica e l’organizzazione dei comunisti Italiani, Rome, 1979, p. 3.

Fransız revizyonistlerine gelince, onlar, sadece hazırlanmasına katılmadıkları için değil, aynı zamanda karşı oy kullandıkları için de De Gaulle Anayasasını sosyalizmlerinin temeli olarak gösteremiyor, pratikte yadsımamalarına karşın, onun pek sözünü etmiyorlar.

İtalyan revizyonistleri burjuva anayasası ile «sosyalizm»e geçiş düşüncesini çok önceden özümlemişler-di. Daha 1944 yılında Togliatti, söylevlerinde, zamanın, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmenin yollarının da güya değişmiş olduğunu açıklıyor, bununla da «artık devrimler zamanı geçti, şimdi evrimler zamanı geldi», «iktidar artık ancak reformist, parlamenter, seçim yoluyla alınır» demeye getiriyordu.

Daha sonra, Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongresinin hemen ardından İtalyan Komünist Partisi Merkez Komitesinin 28 Haziran 1956 tarihindeki toplantısında Togliatti şöyle diyordu : «Anayasanın belirlediği ve öngördüğü, demokratik özgürlükler ve ilerici toplumsal dönüşümler alanında yer alan sosyalist bir gelişme amaçlamak uygundur... Bu anayasa şimdilik sosyalist bir anayasa değildir ama, çok geniş bir birleştirici hareketin ifadesi olduğundan, öteki burjuva anayasalarından temelden değişiktir ve İtalyan toplumunu sosyalizme götüren yolda gelişmesinin etkili bir temelini oluşturur.»

İtalyan Anayasasının, örneğin, monarşi ve faşizm dönemleri anayasasından farklı olması, bu anayasada bir dizi demokratik ilkelerin bulunması, anlaşılır bir şey, çünkü bu ilkeler işçi sınıfı ve İtalyan halkının faşizme karşı mücadelesi ile kabul ettirilen öğelerdir. Ama bu tür ilkelerin bulunduğu tek anayasa İtalyan Anayasası değildir. İkinci Dünya Savaşından sonra, Avrupa’nın tüm kapitalist ülkelerinin burjuvazileri, kâğıt üzerinde işçilere bazı haklar verip, fakat uygulamada bunları yadsıyarak işçi sınıfını aldatmak için şöyle ya da böyle çaba gösterdi.

İtalyan Anayasasının öngördüğü özgürlükler ve haklar, burjuvazi tarafından her kezinde ihlal edilen biçimsel hak ve özgürlüklerdir. Örneğin, özel mülkiyeti belirli bir ölçüde sınırlamayı öngörmekte ama, bu kısıtlama Fiat ve Montedison’ların daha zenginleşmesini fakat işçilerinin daima daha yoksullaşmasını engellememektedir. Anayasa başka haklarla birlikte çalışma hakkı öngörmektedir ama bu ne kapitalist patronların, ne de devletlerinin bir kaç milyon işçiyi kaldırıma atmalarına mani değildir. Anayasa bir sürü demokratik hakları garantilemiştir ama bu, İtalyan Devletini, jandarmayı ya da polisi, anayasadaki tanınan haklara rağmen faşist bir rejimin kurulması için hazır olan mekanizmayı çalıştırmak için açıkça hareket etmekten alıkoymamaktadır. Aşırı sağdakilerden tutun da, kendilerine «Kızıl Tugaylar» adını takanlara, Fontana alanı teröristlerine dek çeşitli faşist komandolar da kendi aklanmalarını İtalyan Anayasasında bulmaktadırlar.

Togliatticiler gibi, İtalyan burjuvazisinin ünlü anayasasının toplumu sosyalizme yöneltmek için hazırlandığını düşünmek, tam bir saçmalıktır. Burjuva ülkelerinin öteki belli başlı yasaları gibi İtalyan Anayasası da burjuvazinin ülkedeki bölünmez siyasal ve yasa koyucu ve yönetme yetkisini onaylamakta, özel mülkiyetin elde bulundurulmasını ve çalışan emekçi kitlelerini sömürmek amacıyla onların iktidarını onaylamakta halkın özgürlüğünü ve demokrasiyi sınırlamak, herkesi sindirmek, herşeyi yönetmek için varolan şiddet organlarına bir temel sağlamaktadır. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, demokrasi, adalet vb. gibi «güzel» sözler ikiyüz yıldan beri bir anayasada yazılı olabilir. Fakat kapitalist burjuvazi, anayasayı ve yasaları ile birlikte yıkılmazsa, iki bin yıl daha, uygulama da gerçekleşmez. Şimdiki anayasa, İtalyan revizyonistlerinin Incil’idir ve burjuvazi bu anayasanın savunmasını sağlamak için onlardan daha iyi avukat ve onun övgüsünü yapmak için, onlardan iyi ateşli propagandacılar bulamazdı. Kendi kapitalist devletlerinin anayasası için giriştikleri ateşli savunma, İtal-yan revizyonistlerinin halihazırdaki burjuva toplumu dışında, onun siyasal, ideolojik, ekonomik, dinî ve askerî kuruluşları dışında herhangi bir toplumsal sistem düşünemeyeceklerine tanıklık etmektedir. Onlar için sosyalizm ve bugünkü İtalyan kapitalist devleti aynı şeydir. İçinde doğup büyüdükleri oportünizm, İtalyan revizyonist partisi liderlerinin gözünü örtmekte, tüm görüş alanlarını kapamaktadır. Onlar, kapitalist düzenin bekçileri durumundadırlar. Onlar bu rolü bir erdemmiş gibi sunmakta, bunu da belgelerle anlatmaktadırlar : İtalyan Komünist Partisinin 15. Kongre tezlerinde şöyle deniliyor : «Bu otuz yıl içinde, Komünist Parti, demokratik (burjuva okumak gerek) kurumların tutarlı savunulması, işçi kitleleri ve yurttaşlar arasında demokratik yaşamın örgütlenmesi ve gelişmesi, kollektif ve bireysel özgürlükler için, anayasaya saygı ve onun uygulanmasına mücadeleler için tutarlı bir çizgi izlemiştir. İtalyan Komünist Partisi, İtalyan Sosyalist Partisi ile, laik ve katolik öteki demokratik güçler ile bir birlik için devamlı olarak çalışarak ve hep muhalefetten mücadele vererek, olabilecek her yakınlaşmayı da arayarak, demokratik anayasal kadro ile bir kopuştan kaçınmak için hıristiyan demokratlarla bile bu siyasayı izlemiştir.»

Daha açık olunamazdı. Burjuvaziye kölece bağlılığın daha başka bir tanığı gösterilemezdi. «Demokratik anayasal kadro ile bir kopuştan kaçınmak için» demek, mevcutt burjuva düzenin yıkılmasını önlemek, devrimi önlemek, sosyalizmi önlemek demektir. Burjuvazi, revizyonistlerden daha başka ne istesin ki!?

Otuz yıla yakın bir zamandır İtalyan burjuvazisi, revizyonistler, kilise ve başkaları, sürdürdüğü zor yaşamın, içinde bulunduğu yoksulluğun, İtalya’yı karakte- rize eden vahşi sömürünün kokuşmuşluğun, terörün ve öteki toplumsal kötülüklerin hep bu «anayasanın tutar-lı bir şekilde uygulanmamasından kaynaklandığını» söyleyerek İtalyan halkını aldatıyorlar. İtalya’daki sefalet durumu öyleydi ve öyledir de; ancak bu anayasanın uygulanmasındaki başarısızlıktan değil, tersine Anayasanın savunduğu sistemdendir. Bugünkü durum, ülkenin, savaştan sonraki, evriminin sonucudur.

Savoie Hanedanlığının ve krallık rejiminin tüm kötülüklerini tanıyan, faşist rejimin dehşetlerini sırtında taşıyan, bu rejimin getirdiği ekonomik yoksulluğu, ahlâksal ve siyasal yozlaşmayı yaşayan, İkinci Dünya Savaşının yıkıntısından acılarla geçen İtalya, bu savaştan ekonomisi yıkılmış bir durumda çıktı ve bugüne dek süren derin siyasal ahlâksal ve toplumsal bir krize girdi.

O halde savaştan sonra İtalya bir kaosu yaşamaya başladı. Aynı zamanda da, akrobat ve palyaço rollerinin, sosyalist, sosyal - demokrat, hıristiyan demokrat, liberal, komünist vb. gibi cafcaflı isimler altında yeniden kurulan partilerin giysileriyle süslenmiş yeni başlar tarafından oynandığı bir sirke de döndü. Bunlardan biri Gramsci’nin partisinin izleyiciliği rolünü üstlenirken, öteki de Don Sturzo, biri Croce, bir öteki Mazzi’nin izleyicileri rolünü oynadı. Ve İtalya, sağır bir yaygaranın gelenekselleştiği bir ülkeye dönüştü.

Eğer Amerikan sermayesi Avrupa’nın çeşitli ülkelerine bir ayağını koymuşsa, İtalya’ya iki ayağını birden sağlamca yerleştirmiştir. Bunun nedeni de, bu ülkenin burjuvazisinin daha yoz, daha kozmopolit, daha yurt sevmez ve her yönden daha kokuşmuş olmasındadır.

Hıristiyan demokratlar her zaman İtalya Devletinin dizginlerini ellerinde tutmuşlardır. Öteki burjuva partiler ise, İtalya da dahil, her şeyin toptan ya da perakende satıldığı bu pazardan kendi paylarına düşeni istiyorlar. Hükümette sık sık meydana gelen sayısız değişik-likler, partiler arasındaki iktidar mücadelesinin, yarışma ve rekabetin bir ifadesidir. Değişiklikler olursa Hıristiyan Demokrat Parti her zaman kalır ve aslan payını kendine alır. Hıristiyan demokratlar, rakiplerine özenli ölçülerde otorite tanıyarak hem ülkenin itiraz edilmez yöneticileri oldukları, hem de olmadıkları izlenimini vererek bakanlıkların oluşturulmasında becerikli ip cambazları gibi oynamışlardır. Böylece sahneye ba- zan «sol merkez», bazan «sağ merkez», bazan «tek renkli» bir kabine, bazan «iki renkli» bir hükümet çıkardılar. Tüm bunlar, ülkenin içinde bulunduğu kaosa, yoksulluğa, açlığa, işsizliğe, çok yönlü korkunç krize sözümona çözüm bulduklarını göstermek için yapılan hokkabaz numaralarıdır.

Bugün İtalya’da her türden suçlar çiçek açmaktadır. Yeni faşizm, parlamenter partiler halinde örgütlenmiştir ve İtalyanların Faşist Parti Genel Sekreteri Al- mirante’nin «kuzuları» adını taktığı sayısız terörist ekip ve guplarına sahiptir. Cani Mafia pençelerini her yere saplamış ve cinayet, soygun, hırsızlık, adam kaçırma, çağdaş bir endüstri düzeyine ulaşmıştır. Hiç bir Italyan emin değildir. Ordu, jandarma ve gizli polis örgütleri o kadar şişirilmişlerdir ki, ülkeyi boğmaktadırlar. Bunların sayıları güya halkı ve «demokratik düzeni« aşırı-sağ ve aşırı-solun «müfrezelerinden» korumak için artırılmıştır. Ama gerçek bu değildir : Gerçek, bu örgütler olmadan, parlamentonun koltuklarını, ya da ordu genel kurmayının veya polisin içindeki büyük hırsızların ko- runamayacağıdır.

Aynı zamanda İtalya burnuna kadar borca batmış ve parası ise Batı Avrupa ülkelerininkilerden çok zayıf durumdadır. Bu durum «Dokuzların hastası» olarak nitelendirilmektedir. Hiç kimse, bu çürümüş rejimin sahibi İtalya’ya, sadece kendisi için değil komşuları için de tehlikeli bir yola girebilecek İtalya’ya güvenmemektedir.

Çeşitli İtalyan hükumetleri, Mussoloni dönemini söylemeye gerek yok, Arnavutluk’a açık ya da gizli, dostça olmayan bir tavır takınmışlardır. İngiliz gemileri ile kaçan gerici Arnavut hainleri, İtalya’da bir araya toplanmış ve ülkenin savaş sonrası hükümetleri tarafından, Anglo - Amerikanların yanı sıra, Arnavutluk’un ezelî ve ebedî düşmanı Vatikan tarafından örgütlenerek, eğitilerek Yeni Arnavutluk’a karşı çalışmaya hazırlanmışlardır. Kurtuluşu izleyen ilk yıllar boyunca halkımız, ülkemize İtalya’dan çıkan yıkıcılara karşı şiddetli bir mücadele vermek zorunda kalmıştı. Sonlarının ne olduğu her- keslerce biliniyor. Ama gene de, ötekilerin sonu daha da iyi olmadı. Kaçak Arnavut hainlerden bazıları İtalya’da kaldı, bazıları emperyalist casusluk servislerinin kendilerini gönderdiği Amerika Birleşik Devletleri’ne - Belçika’ya İngiltere’ye, Federal Almanya’ya ve başka bir çok ülkeye dağılıp gittiler.

İtalyan hükümetleri, bozgunculuk çabalarıyla, Yeni Arnavutluk’a karşı hiç bir başarı kazanamadıklarını görünce, ülkemize karşı «bana ne» ci bir siyasal tutum izlemeye başladılar. İki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulduğu doğru ama, öteki ilişkiler her zaman çok sınırlı kalmıştır. Çeşitli İtalyan hükümetleri, bu ilişkileri geliştirmek için hiç bir zaman en küçük bir iyi niyet bile göstermediler. Hiçbir İtalyan hükümeti Musso- loni’nin Arnavutluk’a karşı barbarca tutumunu açıkça kınamadı. Bununla birlikte, bu hükümetler, Ulusal Kurtuluş Savaşında, partizanlarımızın öldürdüğü İtalyan askerlerinin kemiklerini mezarlarından çıkartıp almak ve bu kalıntıları «İtalya’nın büyüklüğü için savaşmış olan kahramanlar» olarak kutsamak ve her yıl saygılarını sunmak işleriyle uğraşmaktan geri kalmadılar.

İtalyan basınının büyük çoğunluğu, çok ender olarak Arnavutluk hakkında olumlu bir yazı yayınlamıştır. Ülkemiz hakkında yalan haber karalamaları ile dünya basının içinde kendini belli etmiştir.

İtalyan revizyonistlerinin tutumuda, basının ve yöneticilerin bu tutumundan hiç farklı değildir. 1939 yılında İtalyan Komünist Partisinin yöneticileri, küçük bir komşu halkın özgürlüğünü gasbetmeye giden faşist orduları uzaktan seyrettiler. 1920’de Vlore muharebesi sırasında, kendi ülkesinin emperyalizmini mahkûm eden İtalyan sosyalistlerinin bile düzeyinde olmadıklarını kanıtladılar. Savaştan sonra da, İtalyan Komünist Partisinin belli başlı liderleri Arnavutluk’a gelip, faşizmin cinayetlerini mahkûm etmeye, ölümü ve yıkımı göğüslemiş ve İtalyan faşizmine karşı kahramanca savaş vermiş olan Arnavutluk halkıyla dayanışmalarını ifade etmeye tenezzül buyurmadılar.

İtalyan Komünist Partisi, kendi üyelerinin ve İtalyan proletaryasının devrimci ruhunu yoketmek, sınıf uzlaşması düşüncesini yaymak ve iktidarı kapitalistlerin elinden şiddet yoluyla almak düşüncesini silmek için mücadele etti ve ediyor. Bu parti eskiden III. Enternasyonale katıldığı için ve görüldüğü kadarıyla burjuvazinin kendisinden, bağlılığının daha iyi kanıtlarını istediği için muhalefette bırakmış ve oyuna kabul edilmeyen herhangi bir sosyal - demokrat partiden başka birşey değildir.

Italyan «demokrat» burjuva devleti, öteki parla- mentler partilere olduğu gibi, İtalyan Komünist Partisine de milyarlarca liret destekleme yardımı yapmaktadır. Bunun yanı sıra, Italyan Komünist Partisi komisyonlar şeklindeki çeşitli ödeneklerle birlikte, ticarî şirketlerden gelen çeşitli gelirlere de sahip bulunmaktadır. Kendi aristokrasisi ve «plebi» vardır. Bu aristokratlar, milletvekilleri, senatörler, belediye başkanları ve üyeleri ve de devamlı memurlardır.

Togliatti’nin düşünceleri, sosyal - demokrat çizgi, Marksizm - Leninizm’den bu açıkça ayrılış, 1962’de yapılan İtalyan Komünist Partisi 10. Kongresinde açıklana- cakdı. Togliatti reformcu bir aydındı ve ömrünün sonuna dek, «çok merkezcilik»ini vurguladı ve o sözde sosyalizme ulaşmak için kendini partilerde, «çoğulculuktan», «din özgürlüğünden», «söz özgürlüğünden», «insan haklarından» vb. yanaymış gibi tanıttı. Bu durum «Yalta Vasiyeti» ne kadar da hep öyle kaldı. İşte «İtalyan Sosyalizmi» adı verilen yolun ne olduğu.

10. Kongre sosyalizmin İtalyan yolunu, özgün bir yol, Marksizmin yeni bir gelişmesi, Ekim Devrimi öğretilerinin ve o zamana kadar olan tüm sosyalist devrim- lerin deneyiminin artık geçerliliğini yitirmesi olarak sundu. Oysa gerçekte bu, «Yapısal reform»lar yolu, İtalyan tekelci sermayesinin gereksinimlerine ve durumuna uygun kılınmış revizyonist ve oportünist bir yoldu.

Bu, «Yapısal Reformlar» teorisine göre, sosyalizme geçiş banşçı yollarla koparılacak tedrici reformlar yoluyla olacaktı. Bu tedrici reformlar, tekelci kapitalistlerin ülkenin tüm zenginliğini, silahlarını, ve parlamentonun işletim ve yönetimini onların ellerinde tuttukları gerçeğine aldırış etmeden, sadece parlamanterizm aracılığıyla, yani oy gücüyle olacaktır. İtalyan revizyonistlerine göre, burjuva devlet çerçevesinde yürütülmesi güya mümkün olan «sosyo - ekonomik yapısal reformlar» sömürüyü ve sınıf eşitsizliklerini silip süpürecek, ve giderek yönetenlerle, yönetilenler arasındaki ayrılığın üsttesinden gelmeyi, insanın ve toplumun tümden kurtuluşuna götüren ilerlemeyi gerçekleştirebilecektir».

İtalyan revizyonistleri, İngiliz işçi sendikacılığının ve sosyal demokrasinin durumlarına doğru kaymışlardır. İşçilerin mücadelesini sadece ekonomik ve demokratik hakların elde edilişi olarak sınırlandırıp, kapitalist düzene dokunmadan kalırken bu düzenin sonuçlarının önlenebileceğini düşünebiliyorlar. Ne var ki bunun ütopik olduğunu tarih kanıtlamış bulunmaktadır. Çünkü kapitalist sistemde yatan nedenler yok edilmeden, sonuçlarda yok edilemez. Oysa şimdilerde, İtalyan revizyonist önde gelenleri sosyal demokrasi durumuna açık geçişi bizzat kabul ederek, bu «tarihî adımı» attıklarından dolayı övünebiliyorlar bile. İtalyan Komünist Partisinin son kongresinde, İtalyan Parlamentosunun eski Başkam ve Parti Yönetim Kurulu Üyesi İngrao şu beyanatta bulundu : «Sosyal - demokrasiden öğreneceğimiz çok şey var». Eski ihtiyar sosyal - demokrat üstadlara kıyasla İtalyan revizyonistlerinin Marksizm - Leninizm’i revize etmekte ve devrime karşı mücadelede henüz çok çaylak olduğu doğrudur. Ama gene de burjuvaziye kayıt- sız-koşulsuz ve kölece hizmet etmelerindeki sınırsız çabalarında onlara eşit sayılabilirler.

Onlar gece gündüz vaaz verip, İtalya’nın tüm alanlarında gırtlaklarını yırtarcasına söylevler çekebilir, tüm kiliselerinde dualar edebilirler, ancak hiç bir zaman sosyalizme parlamento, anayasa ve burjuva devleti aracılığıyla geçiş konusundaki reformist düşlerini gerçekleştiremeyeceklerdir.

Togliatti’nin «Yapısal Reformlar» çizgisinin devamı, Berlinguer tarafından ilân edilen burjuvazi ile «tarihsel uzlaşma»ya dönüşmüştür. İtalyan revizyonist yönetiminin diline pelesenk etmekten pek hoşlandığı bu slogan, İtalyan kapitalist burjuva devletinin tam da çok derin bir kriz içinde bulunduğu bir zamanda ortaya atıldı. İtalyan Komünist Partisi «tarihsel uzlaşma» aracılığıyla, hıristiyan demokratlara, büyük sermayenin ve yüksek ruhban hiyerarşisinin bu temsilcisine, bu durumdan çıkmasında yardım etmek ve bu devleti kurtarmak amacıyla işbirliğini sunmuştur.

Berlinguer’nin «Tarihsel Uzlaşması», savaş sonrasında, burjuva devlette yer almaya ve Nenni’nin sosyalistleri ile birleşmeye çalışan İtalyan Komünist Partisinin eski yönelimlerinin bir devamıdır. Bu, Hıristiyan demokratların o zamanki başkanı Alcide de Gasperi ile olan ünlü kötü flörtünün devamı, bu, Togliatti’nin ve Longo’- nun katoliklere uzanmış elidir. Berlinguer bunu yönelimli bir taktikten bir stratejiye dönüştürdü. İtalyan Komünist Partisi tarafından önerilen «Tarihsel uzlaşma» İtalya’ya her zaman bir eldiven gibi uymuş olan liberal politikadır.

Berlinguer’nin «tarihsel uzlaşması», Şili’deki olayların ışığında doğmuş aynı zamanda bir umut ve bir girişimdi. Sosyalist Allende’nin Frei’nin Hıristiyan Demokrat Partisi ile işbirliği yapmadan hükümette tutunamadığını görünce, kendilerinin de hıristiyan demokratların destek ve işbirliği olmadan ne iktidara gelebileceklerini, ne de hükümette kalabileceklerini düşündü. Amerikan emperyalizminin yardımıyla faşizmin kurulacağı korkusu onları, ilke ve uygulamada önemli ölçüde geri çekilme ve teslimiyete, parlamenter çoğunluğu kazanabilecekleri ve sol bir koalisyon ile birlikte hükümet olabileceğini düşündüğü ve o zamana dek az da olsa sürdürdüğü bağımsız tutumunu bırakmaya götürdü. O zamandan sonra da, İtalya’da bir Şili olayının olmasından kaçınmak için, artık sol bile olmayan sağ bir koalisyonda hristiyan demokratlarla birlikte ikinci derecede ve bağımlı bir rol oynamayı kabullendiler.

İtalyan Komünist Partisi «Tarihsel Uzlaşma» sloganını ortaya attığı zaman, İtalya, güçlü, endüstrileşmiş bir ülkeye dönüşmekte olan bir ülke izlenimini veriyordu. Bu dönemde «Tarihsel uzlaşma» sadece gericilerin değil, fakat bizzat İtalyan «komünistlerinin»de gözünde uzun vadeli bir strateji idi. Ama kriz gelip çattı, faşizm yeniden ayaklandı, gözdağı verir bir duruma geldi, bombalı suikastlar, öldürmeler, insan kaçırmalar günlük olaylar haline geldi. «Tarihsel Uzlaşma» burjuvazinin bir bölümüne ve bazı sosyal - demokratlara daha güncel ve daha ussal gelmeye başladı. Aldo Moro, bu akımın bir temsilcisiyse de dışlandı, çünkü seçimlerdeki kayıplarına karşın hıristiyan demokratlar bu uzlaşmaya girmeye hazır değildiler henüz.

Krizin bugünkü durumunda hıristiyan demokratlar, ister sendikalar düzeyinde, ister partiler düzeyinde bazı konularda, «komünistlerle» eylemlerinde işbirliğinin şekil ve yöntemlerini bulmuşlardır, ama herşeye karşın, onlar, «zemzem suyuyla yıkanmış» bir komünist İtalyan partisinden bile korkmaktadırlar.

İtalyan tekelci sermayesi, İtalyan Komünist Partisinin uzattığı eli kabul edecek mi? Bu tekelci sermaye, revizyonistlerin parlamentoda, hükümeti desteklemesini, program ve yasalarına oy vermesini, «parlamenter çoğunluğa», «hükumet çoğunluğuna» girmesini, fakat hükümette yer almamasını ve de iktidara katılmamasını, ve de ülkenin yönetimi için siyasal karar merkezlerine nüfuz etmemesini istemektedir. Kendi yönünden, ABD, Na- to üyesi ülkeleri hükumetlerinde Avrupa revizyonistlerinin varlığına karşı olduğunu ifade etti. İtalyan burjuvazisi patronlarının bu buyruğunu yerine getiriyor.

Parlementer seçimin her yapılışında İtalyan Komünist Partisi büyük bir ikilemle karşı karşıya geliyor. Hıristiyan demokratlardan daha fazla oy kazanırsa ne yapacağını bilemiyor. Berlinguer, korktuğundan, her durumda «demokratik yelpazenin» tüm partilerinin bazı reformları, kuşkusuz, «çoğulcu bir demokrasi» içinde gerçekleştirecek ve İtalya’nın Nato içinde kalacağı geniş bir hükumetin kurulması gerektiği formülüne sarılıyor.

Peki Berlinguer neden bu görüşü geliştiriyor? Bu, burjuva sistemin reformlarla düzeltilemeyecek krizi ve iflası karşısında sorumluluklarını yerine getirmekten korkan İtalyan Komünist Partisinin revizyonist çizgisi nedeniyledir. Öte yandan, İtalyan Komünist Partisi, bu partinin kazanması durumunda patronlarla işbirliğini değil de iktidarın ele geçirilmesini isteyecek İtalyan işçi ve emekçi kitlelerinden de çekiniyor. İtalyan Komünist Partisi, bu durumu hiç mi hiç istemiyor ve hiç bir zaman da böyle bir durumun yaratılmasına izin vermeyecektir. Tabii, bunu Amerikan ve İtalyan tekelci burjuvazisi de istemiyor, onlar da böyle bir durumu engellemek için ellerinden geleni yapacaklardır.

İtalyan Komünist Partisi seçimlerde kazanırsa, başlangıçta tarihsel olmayan bir uzlaşma yapılabilir ama bu «uzlaşma» geçici, kısa vadeli, sadece kamuoyunu sakinleştirmek, vidalan sıkıştıracak zamanı kazanmak için olacaktır. Sermaye elindeki silahı hiç bir zaman gönlüyle bırakmaz, onları ondan zorla almak gerek. İtalyan Komünist Partisi devrime giden partilerden değildir. O, ne bugün, ne yarın, ne de hiç bir zaman, İtalya’da sos- yalist bir toplumun kurulmasından yana değildir.

PROUDHON’UN FRANSA’DAKİ ARDILLARI (HALEFLERİ)

Togliatti ve Italyan müritleri, Avrupa - Komünistlerinin göklere çıkardıkları «Yeni sosyalist topluma giden yolların» ayrıntılı kuramsal hazırlığını çok önceden yapmışlardı. Ama, şu sıralar, iddialı «felsefî» nutuklar atanlar, boşa geçmiş zamanı yakalamaya ve Avrupa - Komünizminin bayraktar, yorumcu ve yasakoyucuları olarak ortalarda gözükmeye çalışanlar, Fransız revizyonistleridir. Oynamaya çalıştıkları bu rol onları gülünçleştiriyor ve kendi ülkelerinin işçi sınıfının olduğu gibi tüm dünya emekçilerinin gözünde de gerçek yüzlerini açığa çıkartıyor.

Georges Marchais, Thorez zamanında Fransız Komünist Partisinde ideolojik olarak, tek tüfek olan, daha sonra da parti saflarından kovulan Roger Garaudy’nin zırvalarının ateşli bir müridi olmuştur. Garaudy, gelişmiş kapitalist ülkelerde, artık proletaryanın güya varolmadığını, devlet memurları, mühendis ve teknisyenlerle aynı seviyeye gelmiş olduklarını ve hepsinin de aynı şekilde sömürüldüklerini «kanıtlamaya» çabalıyordu. Şimdi de Marchais bu teoriyi benimsedi, hatta daha da ileri gitti. Herkes, yalnız işçi sınıfı değil, tüm çalışanlar, burjuvazi de, hattâ ordu ve polis onun göklere çıkardığı «sosyalizm»den yana idi. Söylevlerinde «Biz sosyalizme gitmek istiyoruz, fakat Fransa’daki sermaye gücünü oluşturan yirmibeş aile tarafından engelleniyoruz» demekten bıkmıyor. Nasıl, diye hayret ediyor Marchais, nasıl olur da biz, bu büyük güç, sözümüzü söyleyemez ve iktidardaki kastı deviremeyiz? Sonra da kendi sorusunu kendisi yanıtlayarak Fransa’nın sosyalizme ulaşması için ekonomik ve siyasal reformlara gereksinimi olduğunu söylüyor. Sermaye karşı kazanılacak zaferden sanki çok kolaylıkla başarılabilecek birşeymiş, sadece lafla ve yanakları şişirip, üzerine üflemekle devrilecek bir şeymiş gibi sözediyor. Fransız revizyonistlerinin öve öve bitiremedikleri yol ne olursa olsun, her şey olabilir, ama gerçek sosyalizm yolu olamaz.

Marchais, Fransa’da devlet iktidarının bugünkü temsilcilerini, burjuvazinin iktidarı ele geçirişindekinden önceki, yani ikiyüz yıl önceki Fransız aristokrasisi ile kıyaslayıp eleştiriyor. Ve Yöneticileri konusunda «Bizi yöneten prensler» diyor. Fakat Fransız revizyonistleri, 1789 yılında burjuva devrimini yapan burjuvalarla aynı durumda bile değildirler. Bu devrimin, o zaman Fransa’yı yöneten kral, kraliçe, ve «prenslerinin» kafalarını kestiğini biliyoruz. Çağın ilerici burjuvazisi monorşiyi ve feodalizmi yıkmakla yetinmeyip devrimi daha ileri götürdü ve doğmakta olan burjuvazinin tüm gerici fraksiyonlarının liderlerinin de kafalarını kesti : Feuillant’lar Vergniaud’lar, Danton’lar...

Bu devrim, burjuva gericilerinin giyotine gönderdiği Robespierre’in önderliğindeki Jakoben’ler diktatörlüğü zamanında doruk noktasına çıktı. Marchais, Gisgard D’Estaing’in eski İçişleri Bakanı Prens Poniatowski’yi ’Versaylı’ diye nitelendiriyor, ama Paris Komününü, Thiers’lere, Versay’lılara karşı elde silâh savaşan, Paris komününü unutuyor. «Komüncüler gökleri fethettiler» diyordu Marks. Marchais ise revizyonist kuramları ile Poniatowskis’lere karşı mendiller savaşına girişiyor.

Fransız revizyonist partisinin yöneticileri, Fransa’nın gerilemesinin altında yatan nedenleri açıklamaya çalışıyor. Fransız Komünist Partisinin 23. Kongre tezlerinde şunları okuyoruz : «1976 yılından beri enflasyon hep yüksek düzeyini korumaktadır; işsizlik yüzde otuz artmış, emekçilerin satınalma gücü düşmüş, ekonomik bü yüme durmuş, para sıkıntısına, işsizliğe, emekçilerin aşırı derecede sömürülmesine, kapitalistlerin kârlarının artması eklenmiştir. Çeşitli endüstri dallarına sahip Fransa’da, demir-çelik, gemi inşası, makine yapımı, tekstil, ayakkabıcılık gibi tüm dallar bugün yok olup gitmek üzeredir. Endüstride çalışan işçilerin sayısı 500.000 den aşağı düşmüştür. Fransa konusunda bu söylediklerimiz hep bilinen şeyler. Ancak sorun Fransa’da ekonominin ve işçilerin kötü durumunu gözlemlemek değil, bu durumu değiştirmektir.

Marks, sadece kapitalist toplumun bir incelemesini yapmakla yetinmedi onu yıkmak için izlenecek yolu da belirtti. Çağdaş revizyonistlerse bu bilimsel yolu bırakmış, sadece partiyi ve işçi sınıfını kandırmak için güya onlarla ilgilendiklerine inandırmak için bol bol nutuk atıyorlar.

Fransız revizyonistler kapitalist dünyanın bugün geçirdiği büyük krizden de sözediyorlar. «Kapitalist ülkelerin bugün geçirdiği kriz uluslararası bir krizdir», diyen Marchais ekliyor, «sonuçta, bu onların sömürü, hegemonya, işçilerin ve halkların soyulmasına dayanan sisteminin bir krizidir». Güzel, ama salt Fransa’nın değil, tüm dünyanın geçirdiği bu canalıcı kriz durumundan nasıl yararlanmayı umuyor? Nasıl bir mücadele ile? Sınıf mücadelesi ile mi nutuklarla mı? Marchais, tekelci burjuvaziyi, kendi tarafında sandığı o ordu ve polis güçleriyle proletaryayı ve emekçileri ezen, tekelci burjuvaziyi nutukları ile mi tasfiye edeceğini sanıyor? Hayır demagoji yapıyor, biraz laf olsun diye, biraz da patronları ürkütmemek için.

Bu tür revizyonistler kendilerinin icadettikleri ve durumun artık yeni sosyalist toplumu kurmak için devrim ve proletarya diktatörlüğüne gerek olmadığı derece-ye gelmiş olma noktasına kadar olgunlaştığını iddia eden yapay teoriler üzerine oturmaya çalışırlar. Onların ağızlarına bakarsak, toplumdaki her sınıf, hatta her birey bir sosyalist olarak düşünmektedir. Onlara göre, sosyalizm, insanların bilincine öylesine derin bir şekilde nüfuz etmiştir ki, bu bilinçle özdeşleşmiştir, Fransız Komünist Partisinin 23. Kongresinde kabul edilen sonuç bildirisinde şöyle denmektedir. : «Sosyalizm daha şimdiden gerçekleşiyor ve gelecekte de bir çok şekiller altında daha da gerçekleşecektir». Bu sahte teorilerin amacı, işçi kitlelerine Lenin’in kan dökerek gerçekleştirdiği devrimin, artık günümüzde, hem de sermayenin acımasız baskısı altında, devrim ve şiddet olmadan da başarıldığını göstermektir.

Fransız Komünist Partisinin revizyonist yöneticileri, insanın, günümüz toplumunda, Fransa’da, Avrupa’da, tüm dünyada, sonunda, endüstri toplumunun, kapitalist kâr üzerine kurulu bir toplum olmadığını anladığına inandırmaya çaba gösteriyorlar. Bu tümden yanlış bir teoridir, çünkü bu toplumda egemen olan tekelci sermaye sadece kâr değil, alabileceği en çok kârı ister. Geor- ges Marchais sermaye dış satımından da sözediyor ama, bu dışsatımın yalnız sömüren ülkelerdeki işçilerin değil, geri ve gelişmekte olan ülkelerin işçilerinin de barbarca sömürülmesinin bir aracı olduğundan söz etmiyor. Günümüzde, sermaye dış satımı, yeni sömürgeciliğin temel bir niteliği durumuna gelmiştir.
Georges Marchais içinde bulunulan durumda «Emperyalizmin, halkların gereksinimlerine uygun yeni uluslararası çözümler aramak zorunda kaldığını» iddia edecek denli ileri gidiyor. Bu emperyalizm o kadar insancıl ki, halkların gereksinimlerine göre hareket edecek! Ama emperyalizm neyse odur ve sofistlerin zırvaları ve tahlilleriyle de değişemez. Böylesi tezleri överek, Fransız ko-münisti revizyonistler emperyalizme yardım ediyor ve onu süslüyor, göklere çıkarıyor ve emperyalizmin yeni bir dünya yaratmayı istediği göz boyamacılığını yapıyor.

Fransız Komünist Partisinin XXII. Kongresinde, yaptığı çok uzun bir konuşmada Marchais, Fransız komünistlerini, zenginliği ortadan kaldırmak istemekle suçlanmasının, temelsiz olduğunu söyleyecek denli ileri gitti. Bu söylentileri bir iftira gibi kabul ederek, özel mülkiyetin varlığını, tüm mülkiyetiyle birlikte orta burjuvazinin de varlığını, sadece tüm ortak devlet varlıklarını ulusallaştırmak ve tüm bunların halkın yöneteceği bir duruma gelmesini istediklerini, açıktan açığa ilân etti. Sosyal - demokrasi de, Marchais’nin savunduğu bu kapitalist yapıları destekliyor. Bu bakımdan, kendilerini, sosyal - demokrat kardeşleri gibi, burjuvaziye yüzde yüz sadık olmamakla suçlayanlara karşı kızmakta haklıdır.

Georges Marchais, 1979 yılının başında, «Toplumsal, ekonomik, siyasal bir demokrasi istiyoruz ve daha ileriye, toplumsal ilişkilerin Fransız halkının demokratik bir özyönetim sosyalizminde yaşamasını olası kılmasına izın verecek kesin bir dönüşümüne gitmeyi istiyoruz» diye yazıyordu. Böylece, Marchais, Yugoslavya’da, Marks’- ın ve Lenin’in sonradan kesinlikle mahkûm ettiği, Proud- hon’un anarko - sendikalist teorilerini, Bakunin’in «işçi özyönetimi» tezlerini uygulayan Tito’nun bir müridi olarak ortaya çıkmaktadır. Georges Marchais, şimdi, «yaratıcı» Marksizm maskesi altında, ama Marksizmin büyük öğreticilerinin hiç bir tezini asla kullanmaya «lütfetmeyerek», Proudhon’un, Anti - Marksist görüşlerini açıktan açığa desteklemeye ve onun bir müridi olduğunu söylemeye yürek tutturamıyor. Ama gene de, «Özyönetim» istemekle, Proudhon’un küçükburjuva teorisini, sadece terimleri değiştirerek, sürdürüyor.

Fransız Komünist Partisi yöneticileri ücretlerden ve bunları artırmak için reformist mücadele sorununu sürekli gündemde tutmaktan çok söz eder oldular. En az ücretliye daha fazla vererek işçilerin ve ailelerinin satı- nalma güçlerinin arttırılmasından dem vurup, gelirlerde olduğu gibi ikramiyelerde de eşitsizlikleri asgariye indirmek için alınacak önlemler yoğunlaştırılmalıdır diyorlar. Ücretliler hiyerarşisini, aşağıdan yukarıya sıkıştırmak gerek diyorlar. Bu sorunları revizyonistler, günümüzde ücret artışı kitlelerin evrensel bir istemi olduğu için gündemde tutmaktadırlar.

Georges Marchais, işçilerin, yaşlı insanların uygun bir yaşama olanağına sahip olmadıkları, onların radyo ve televizyonlarda dertlerini anlatamadıkları koşulların varlığını görerek şaşırıyor. «Tüm bu haklar kazanılma- lıdır, diyor. Partim, diyor, ücretlerin artması için, vergilerin indirilmesi, şimdiki gibi olmayan bir parlamento için, mücadele etti, ediyor da..» Fransız revizyonistleri, işçi sınıfının mücadelesini yalnız günlük istekleri elde etmek için mücadele ile sınırlarken, ücretlerin, emeğinin bir kısmını, işçilerin kapitalistler için artı değeri yaratan ödenmemiş emeğini kendine maleden kapitalistler tarafından sömürüldüğünü nasıl maskelediğini açıklayan öğretilerini unutmuşa benziyorlar. Klasik reformist Proudhon’un sandığı gibi, bu sorunun çözümünün ücretlerin artırılmasında ya da eşitleştirilmesinde yatmadığını söyleyen Marks’ın düşüncesini bilerek hiç anmıyorlar. Oysa Marks, işçi sınıfının mücadelesini sadece ücretlerle sınırlamanın, işçilerin köleliğinin uzatılmasını aramaktan başka bir şey olmayacağını söylüyordu. Yalnız, diye belirtiyor Marks, yalnız ücretli işçilerin sömürüsünün kesin olarak ortadan kaldırılması, bu soruna kesin ve doğru bir çözüm getirir.

Fransız revizyonistleri, kapitalizmde üretimin toplumsal ve üretim araçlarının kapitalist özel karakteri ve sınıflar arasındaki üretim ilişkileri konusundaki Marks’- ın teorisini unutmuşa benziyorlar. Bu sorunların içinde, özel mülkiyetin karakterini değiştirmek için sürekli olarak birbirine karşı mücadele veren sınıfların zıt çıkarları olduğunu bile bile, unutmuş gözükmek istiyorlar. Bu sorunları, ekonomi kuramcıları gibi, genel olarak, salt ekonomik sorunlarmış gibi görüyorlar. Onların «teorileri» Marks’ın teorisi değil, Marks’tan sonra gelen sapkınların «teorisidir». Marchais proletaryanın görev ve işlevini, sermayenin iktidarının yıkılması değil, ekonomik haklar için mücadeleye indirgiyor. Marks, Komünist Partisi Manifestosunda «Bütün ülkelerin işçileri birleşin!» çağrısını neden yaptı acaba? Devrim yapmak için. Oysa Marchais ne diyor : İşçiler, köylüler, burjuvazi, polis, asker, subay, reformlar yapmak için birleşin! Fransız revizyonistleri «proletarya» kavramını şiirler esinleten bir romantik kavram olarak görüyorlar.

Onlar, proletaryanın başı çekerek kent ve kırdaki ve öteki emekçilerle yakın ilişkiler içinde devrim için mücadele etmesini sağlamak yerine, proletaryayı; «bir başka tarihsel blokta», kendilerinin burjuva partilerle işbirliğine verdikleri adla «solun birliğinde», ya da İtalyan revizyonistlerinin taktıkları isimle «tarihî uzlaşma» da birleşmeye davet ediyorlar.

Fransız revizyonistleri, ittifaklar konusundaki bu teoriyi kendi görüşlerinden hareketle, halihazırdaki kapitalist düzende işçilerin hergün biraz daha «koşulların düzeldiğini gördükleri» ve tam deyimiyle «proletaryanın kaybolmaya meyilli» olduğu düşüncelerine göre geliştiriyorlar. Bu, revizyonistlerin Fransız Komünist Partisi dışında tutarak haksızlık ettikleri, Garaudy’nin tezidir.

İster parti içinde olsun, ister dışında, ne değişir ki! Fransız Komünist Partisi yöneticileri, sosyalizme gitmek için burjuva partileri oyunlarına kabul ediyorlar ya! Garaudy ve işbirlikçilerinin bitkisel yaşam sürdürdükleri yer burasıdır. Fransız revizyonist yönetim Garaudy’yi, ilke bakımından değil, erken ortaya atıldığı ve «yeni yol» bayrağını diktiği için ve bu da hiyerarşi açısından Marc- hais ve öteki önderlere ters düşdüğü için eleştirdi ve partiden kovdular. Bu günde, bu yönetim, revizyonist yolda daha hızlı ilerlenmesini isteyen Elleinstein ve Alt- huser’e de aynı şekilde davranıyorlar. Ama kuşkusuzdur ki Fransız Komünist Parti yönetimi, sadece Garaudy ve Ellenstein ile değil, aynı zamanda Mitterrand Rocard ve tüm sosyal demokratlarla da çabucak anlaşacak ve birleşecektir. Önemli olan, önce «sol birlikten» mi, «ortak bir programdan» mı geçecekleri, yoksa başka şekillerde mi geçecekleri değildir. Madem ki aynı görüş ve amaçları vardır, nasıl olsa her şey kendiliğinden gerçekleşecektir.

Genellikle, revizyonistler, özellikle de Fransız revizyonistler, sosyalist rejimde, ekonomik yönetimin devlet tarafından üslenilmesine karşı olduklarını teorilerinde söylerler. «Bugün, diyor Marchais, bu otoriterciliğe, boğucu merkeziyetciliğe karşı mücadele ediyoruz... tersine biz, ulusallaştırılmış müesseselerin özyönetim otonomisiyle yönetilmesini, çalışanların —işçiler, memurlar, mühendisler ve kadroları— giderek bu yönetime daha etkin bir biçimde katılmalarını istiyoruz. Aynı şekilde, belediyelerin, bakanlıkların ve bölgelerin gerçek demokratik özyönetim karar merkezleri olmasını istiyoruz». (Fransa için sosyalizm, Paris 1976, s : 84 - 85) Fransız Komünist Partisi revizyonistlerinin bu görüşleri Yugoslav «özyönetimi» ve proudhon federalizmi çizgisi ile tamamen uyuşur. Proudhon ne diyordu? «Tek bir endüstri demokrasisi, bir olumlu anarşi olmalıdır. Kim özgürlük derse, federalizm diyor demektir, ya da hiçbir şey. Kim cumhuriyet derse federalizm diyordur ya da hiç bir şey, kim sosyalizm diyorsa, federalizm, diyor ya da hiçbir şey demiyordur». O halde Proudhon için, federalizm ilkesi, politikaya olduğu gibi ekonomiye’de uygulanabilir. Georges Marchais bu sorunları belki Proud- hon’la aynı terimlerle anlatmıyordur ama, kendi «demokratik sosyalizminden» söz ettiğinde, «Mutlu, özgürlük ve adalet vb. üzerine kurulu bir toplum istiyoruz» diyor ve kendi kendine, böylesine basit arzular için ve bu arzuların düşte kalmasının işçilerin baskı altında tutulmasının ussal olup olmadığını soruyordu.

Proudhon demokrasi ve özgürlük istiyor ve ona göre bunlar çok kolaylıkla elde edilebilir, kapitalistlerin ellerinden rahatlıkla alınabilirdi. Marchais ise, iki yüz yıl önce, işçilerin burjuva demokrasisinde daha geniş bir özgürlüğe sahip olduğunu devlet ve fabrika yönetimine katıldıklarını belirtiyor ve bugün de bu özgürlüklerden yararlanamadıkları için «öfkeleniyor». Ama öfkelenmekten başka bir şey de yapmıyor. Eğer Marchais daha ileri gitmiyorsa, bu kapitalistlerle ters düşmek istemediğin- dendir, neden ki onlarla barış içinde birarada olmak istemektedir. Tüm bunlar aptallar için masallardan öteye gitmiyor tabii.

Marchais, kapitalist düzende bile, reformlar aracılığıyla, proletaryanın ekonominin idaresine katılabileceği bir şekil bulunabileceğini, ve bu düzen içinde, istisnasız tüm işçilerin zenginlikten yararlanabileceği bir sosyal demokrasinin olabileceğini, bu demokraside her yurttaşın kontrol edilebileceğini, yönetebileceğini ve gerçekten yönetime katılabileceğini, başka bir deyişle «kendi kendini yönetebileceğini» belirtiyor. Bu tümüyle Proud hon’un teorisi değil de nedir?

Vaaz ettiği «demokratik sosyalizm» konusunda, Marchais, mülkiyet sorununu ve ekonominin planlı işleyişini ele alıyor. Bu toplumdaki mülkiyeti, devlet mülkiyeti ve özel mülkiyet olarak ikiye ayırıyor. Ama özel kişilere bıraktığı mülkiyet oldukça yüklü. Bununla da, iktidardaki burjuvaziye, Fransız revizyonistlerini haksız yere suçladıklarını, çünkü onların özel mülkiyete saygı duyduklarını, proletarya devriminden yana olmadıklarını, artık «yumruk kaldırmaktan» değil, «dostluk eli uzatmaktan» yana olduklarını söylemek istiyor. Marchais belediye, bakanlık ve bölge mülkiyetinden söz ediyor. Pro- udhon’un «federalizm» sözcüğünü kullanmasa da asıl söylemek istediği o. Eğer Marchais otoriterciliğe ve boğucu merkeziyetciliğe karşı mücadele ettiklerini belirtiyorsa, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in öğretilerinin tersine, demokratik merkeziyetçiliğe karşı mücadele ediyoruz demek istediğini anlatmak istiyordur. Plan da, diyor, demokratik bir biçimde hazırlanmalı ve sadece işçiler değil, başka çalışanlar, hatta mülk sahipleri de bu planın hazırlanmasına katılmalıdır.

Marchais biliyor ki, ekonominin planlanması her sosyal sistemde uygulanabilir bir yöntem değildir, ülkenin yönetimindekilerin iyi niyetlerine de bağlı değildir. Tek ve merkezîleştirilmiş planlama ancak, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin kurulduğu yerlerde, mümkün olur. Bu da sosyalizmin kesin, ödünsüz çizgisidir. Hangi şekil altında olursa olsun, özel mülkiyet, merkezîleştirilmiş planlamanın egemenliği altına girmemiştir, girmez de. Bunlar nesnel gerçeklerdir ve Marchais’nin ya da başka Avrupa - Komünisti «teoricilerin» keyfi için doğasını değiştiremez.

Çağdaş revizyonizm yalnız Fransa’da değil, tüm kapitalist revizyonist ülkelerde, edebiyat ve sanat alanında da Marksizm - Leninizm’e saldırıp, bunları, halkların kafasını zehirlemek ve onları yozlaştırmanın bir aracı olarak kullanmak istiyor. Revizyonist ozanlar, yazarlar, sanatçılar burjuva yozlaştırıcı yoluna bağlanmışlardır. Bugün bir Aragon’u bir Beauvoir’dan, bir Andre Stil’i bir Sagan’dan ayırdetmek zordur. Burada stil’in ve şeklin inceliklerinden değil, yapıtlarının müşterek amacından aynı yolda buluşmak için Anti-Marksist felsefî akımlardan esinlenen, devrimi vurmak, düşünceleri köreltmek ve bunlardan yoz olduğu kadar «Ölü Ruhlar» yaratmak olan içerikten söz ediyoruz.

Tüm revizyonist «teorisyenleri», Marks ve Engels’- in estetiği güya çok az —hiç vermedi dememek için— verdiği tezini savunuyorlar. Fransız Komünist Partisinin estetikçileri biraz daha ileri gidip, Marks’ın sanatla, hiçbir şekilde uğraşmadığını ve bu işlerden anlamadığını «kanıtlamaya» çalışıyorlar. Apaçık olmasına karşı, onlar iddia ediyorlar ki Marks : «Sanat yapıtını, tarihsel zamanlardan bağımsız olarak, ebedî değerli kılan şeyin ne olduğunu anlayamamıştır, çağın altyapısına bağlı olmasına karşın Grek sanatının bizi bugün bile niçin heyecanlandırdığını bir türlü anlayamamıştır». Marks’ın düşüncesinin böylece çarpıtılması amaçsız yapılmamıştır. Bir yandan, sanatta —revizyonistlerin yeni yeni buldukları— Marksist bir düşünce olmadığı izlenimini vermeye çalışırlarken, öte yandan, sanatın sınıf karakterini yadsımaya ve sanatn «üstyapının mı, altyapının mı parçası olup olmadığını, hangi dereceye, hangi noktaya kadar bağlı olduğunu vb. tartışmaya açmak istiyorlar.

Fransız Komünist Partisinin bir sürü «teorisyeni», edebiyat ve sanat konusunda değişik görüşleri savun-muş, bu da parti içinde ve militanlan nezdinde kargaşa ve kaosa; komünist yazar ve sanatçılar nezdinde ise onların yaratıcı edebiyat ve sanat yapıtlarında dalgalanmalara yol açmıştır. Belirli bir dönemde Fransız Komünist Partisi, halk sanatına, devrimci sanata, sonra da sosyalist gerçekçilik temeline dayalı sanat eserleri yaratılmasına karşı mücadele etti. Anti-Marksist akımlardan sonunda komünist sanatçılar da etkilendi.

Çürümüş sanatı ile burjuvazi, yalnız komünist partisinin sıradan üyeleri üzerinde değil, kışkırtma ve propaganda yoluyla görevli kadrolar üzerinde de etkili oluyordu. Bu sanattan etkilenen elemanlar, teoriler ileri sürmeye başladılar, devrimin kendi sanatını yaratacağına ve komünistlerin geçmiş insanlığın ilerici mirasını yadsımadıklarına işaret eden Lenin’in düşüncesini yozlaştırdı ve yanlış olarak yorumladılar. Bu insanlar, Le- nin, Stalin ve Jdanov’un sosyalist bir toplumda, yazar ve sanatçıların, çalışmalarında yaratıcılık özgürlüğüne sahip olmaları gerektiğini, kişisel inisiyatifi ellerinde bulundurmalarını, ancak her zaman gerçekçi olmalarını ve içtenlikle devrim ve sosyalizme hizmet eden eserler yaratmalarını söyleyen sözlerini de burjuva - revizyonist anlayışla yorumladılar.

Bazı sahte Marksist estetikçiler, Lenin’in yaratıcılıkta kesin özgürlüğü savunduğunu söyleyecek denli ileri gittiler. Böylece, Anti-Marksist filozof Garaudy, «sınırsız gerçekçilik»i ilân ederken, başkaları da, edebiyat ve sanata ideoloji ve parti egemen olursa, sanatta özgürlük olmaz, yaratıcılık kalmaz iddiasını ortaya attılar.

Gayet doğaldır ki, Fransız Komünist Partisi içinde, Andre Malraux, Paul Nizan gibi kişiler etkili oldukları, komünist geçindikleri sürece, estetik alanında başka bir şey beklenemezdi. Bu kişiler, Aragon’la beraber Mosko-va’daki Sovyet Yazarları Birinci Kongresine katıldı, ama sonunda ihanet ederek açıkça anti-komünizme döndüler. Fransa’daki bu tür «teorisyenler», parti içinde ya da dışında olsun, Marksizm - Leninizm ilkeleri üzerine kurulu sanat değerini anlamıyorlardı bile. Bu elemanlar sanatı ve edebiyatı, politikadan ve ideolojiden, gayet tabii proleter politikasından ve Marksist ideolojiden ayırmayı uğraş edinmişlerdi. Bunlar, burjuva ideolojisi ve siyasetinin yaygınlaşmasına meydan açmak amacıyla çürümüş sanata hız vererek, ruhsal, erotik, polisiye, pornografik romanlara yöneldiler ve mağazaların, kitapçı dükkânlarının, vitrinlerin, tiyatro ve sinemaların bunlarla dolup taşması için mücadele ettiler.

Picasso’yu alalım : Fransız Komünist Partisi üyesiydi ve ölünceye dek de öyle kaldı. Ama hiç bir zaman Marksis olmadı. Bunu eserlerinde gömlek mümkündür. Fransız Komünist Partisi onunla övünüyorlardı. Onu tek bir şey için, «Stalin’in Portresi» adını verdiği bir karalamadan dolayı eleştirdiler. Bu resmi, arkadaşı Aragon, yönetmeni olduğu «Les Lettres Françaises» de yayınlamıştı.

Sosyalist gerçekçilik, Fransız Komünist Partisi tarafından inançla ve güçlü bir şekilde desteklenmedi. Yazar, filozof, eleştirmenlerden bazıları, Marguerite Duras, Claude Roy gibileri ihanet ettiler. Kruşçev’in, Stalin’e iftiralarından sonra, Fransız Komünist Partisi, dalgalandı ve bu türden aydınlar ilk teslim olanlardı. Fransız Komünist Partisi «Sanat ve kültürün tam serbestliği» sloganını ortaya attı. Sosyalist gerçekçiliğin eski savunucuları, Aragon, André Stil, André Wurmser gibileri sadece düşünce değiştirmekle kalmayıp revizyonizme ruhlarını ve bedenlerini sattılar. İşte böylece de sahte komünist Fransız yazarları Lukacs’lar, Kafka’lar, Sartre’- lar tarafından baştan çıkarıldı. Tüm partide, burjuvazi-nin pek istediği «Edebiyatla ideoloji arasındaki ilişkinin doğası», «sanata uygun düşen biçim», «yorumda sek- terlik» ya da «oportünist electizm» gibi konularda tartışmalar başladı. «Otorite» olarak Rolün Leroy «proletaryaya özgü bir sanat olamaz, tümden devrimci sanat «olamaz» sonucuna vardı.

Fransız Komünist Partisi oportünizm ve revizyo- nizme daldı ve bu karşı devrimci tezlerin kokmuş sular gibi, sanatçıları ve yaratıcıları arasına sızmasına ve kendilerini zorla kabul ettirmesine seyirci kaldı.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Fransız Komünist Partisi, sanat ve edebiyat alanında iniş çıkışları tanıdı. Ama bir türlü durulmadı. Ondaki bu dalgalanmalar, bir yandan ilkelerin korunmasındaki «ortadoksluğundan» öte yandan edebiyat ve sanattaki burjuva ideolojisinin aydınlar arasındaki doğrudan ve dolaylı etkisinden kışkırtılmıştı.

Fransız Komünist Partisi için, sanatsal yaratıcılık alanında eser veren aydınlar, genelde, olumludan ziyade olumsuz bir rol oynamışlardır. Sınıf kökenlerinden bağımsız olarak, öğrenimlerini bitirince, «ün» aramaya koyuldular. Bu parti onları, proleter kültürüne ve ideolojisine göre hiçbir zaman ne etkiledi ne de yönetti. Partinin bu aydınları için önemli olan, özgür, öznel, bireysel yaratımdı, fakat asla proletaryanın ve devrimin gerçek çıkarları değildi. Bu elemanlar işçi sınıfından uzak, ondan kopuk yaşıyor ve çalışıyorlardı. Onların gözünde, sınıf «ekonomi»ydi, oysa aydınlar, onlar, «ekonomiyi» yönetmesi gereken «Zeus’un başı» idiler. Partinin Fransız aydınları, Montparnasse’ın bohem yaşamında, «Clo- serie des Lilas»da, «Café de Flore»de, «Bateau-Lavoir»da ve başka yerlerde, yani her türden çürümüş akımların dolaştığı, Aragon’ları, Picasso’ları, Elsa Triolet’leri, La- zereff’leri, Tristan Tzara’ları ve bir çok arkadaşlarını, Dadaistleri, kübistleri, sanatın ve edebiyatın başka binlerce çürümüş ekollerini yaratan yerlerde büyümüş ve esinlerini bulmuşlardı. Bu gelenek ve bu yol, kesintisiz olarak Fransız Komünist Partisi içinde XXII. Kongreye kadar sürüp gitti. Bu kongrede ise revizyonist Georges Marchais, komünist partisinin uzun süreden beri içinde biriktirdiği tüm bu çürümüş Anti-Marksist tezleri sergiledi.

Bu kongrede, Fransız revizyonistleri, kendilerinin, sanat alanında, işçi sınıfı partisinin yönetici rolüne karşı olduklarını, sosyalist gerçekçi yönteme de karşı olduklarını resmen söylediler. «Tekdüzeliğe» karşı mücadele örtüsü altında, sosyalist kültürün her akıma, her tür araştırma ve yaratıcılığa açık olması gerektiğini iddia ettiler.

XXII. Kongrede sunulan raporunu içeren kitabında, sahte Marksist Georges Marchais, bir de Aragon’un «El- sa’nın Delisi »kitabın dan alınmış bir şiir yayınladı. Fransız Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi Aragon’un bu şiirinde söyledikleri şunlar : Hep savaş kavga mı olsun / Hep kral havaları ve eğilmiş alınlar / Ve kadının boşyere doğmuş çocuğu / Çekirgelerin tırtıkladığı buğdaylar / Hep hapisler mi, çarta ezilen beden / Hep putlar için katliamlar / —Putlar, onun için, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’dir— / Atılmış cesetlere bu sözcükler örtüsü / Ağıza, tıkaç, ele çivi / Bir gün gene de bir gün gelecek şafak rengi...» Aragon burada, kendisi ve partisi için «kızıl rengin», yani komünizmin yadsındığını kabul ediyor.

Fransız revizyonistleri böylece Marksizm - Leninizm’ in ölümsüz teori ilkelerini attılar. Şimdilerde, partileri Bernstein, Proudhon ve Kautsky’nin eski ütopik teorileri ile anarşizmin bir karışımı olan bir revizyonizmin içinde yüzüp durmaktadır. Başka burjuva partilerinin ideolojileri ile birleşerek, Fransa’da ve başka yerlerde Marksizmin çürüdüğünü, onun yerine ise, ilk ağızda Avrupa - Komünizminin gözüktüğünü yaymak için mücadele etmektedirler.

1968 yılında Paris’te öğrenciler, «Düzenin güçleri» ile çatıştılar. Bu çatışmalar, Troçkistler, ekzistansiyaliz- min kuramcısı Sartre, Simone de Beauvoir, Cohn Bendit vb. tarafından kötüye kullanıldılar. Bunlar bu çatışmalara anarşist bir renk katmak istiyorlardı. Gerçekten de bu çatışmalar karışıklık içinde sürüp gitti. Fransız Komünist Partisi bu çatışmalara katılmadı. Ama neden katılmadı? İlke olarak anarşizme karşı olduğu için mi? Nedenin bu olduğunu sanmıyorum. Katılmadıysa bu De Gaulle hükümetine saldıran öğrenci gençlik ile birleşmek istemediğindendi. Gerçekten de, bu eylemler De Gaulle’ü referanduma gitmeye zorladı, bundan yenik çıktı ve bunun sonucu olarak da Colombeyles - deux - Egileses’e çektirilen günlerini tamamladı.

Fransız Komünist Partisi işçi sınıfının eyleme girerek, başkaldırının yönetimini üstlenmesini engelledi. Parti, alevlerin, Fransa’da dört bir bucağa yayılmasını sağlayacak ve iktidarı alamasa bile, bir zamanlar ad taktıkları gibi «prenslerin» veya «baronların» iktidarını hiç olmazsa sarsacak güce sahipti. Bunu yapmadıysa bu, küçük-burjuva revizyonist Georges Marchais’nin savunduğu yol ve yöntemlerden yana olduğu içindi.

Fransız Komünist Partisi, Mitterand’ın sosyalist partisi ile Fransa başkanlık ve parlamento seçimlerinde gerçekleştirmeye çalıştığı «sol koalisyon» için büyük umutlar beslemektedir. Fransız komünist ve sosyalist partileri, aralarında belirli bir anlaşma yaptılar. Ama bu bir durum anlaşması idi. Sadece seçimlerde kazanamamakla kalmayıp, seçimlerden ve Giscard d’Estaing’in utku sundan sonra, komünistler ve sosyalistler arasındaki ilişkilerin soğuduğu gözlemlendi, hatta zaman zaman birbirlerine saldırmaya başladılar. Ne büyük burjuvazi, ne partileri, ne de hatta Mitterrand’ın sosyalist partisi, Aragon’un betimlediği gibi «şafak rengi» bir komünist partisinin Fransa Hükümetinde yer almasını istemediler. Leon Blum, Sosyalist Partinin başındayken, Halk Cephesi zamanında da, başında Mitterrand’ın bulunduğu bugünkü sosyalist partisi zamanında da böyleydi ve bu partinin başında kim olursa olsun, böyle olacaktır.

Fransız kapitalist burjuvazisinin ve Marchais’nin, sanki küçük bir gerici güçle işleri olduğu izlenimini vermek için 25’e indirgediği 200 ailenin imtiyazlarını, büyük servet ve sermayelerini korumak, proletaryanın ve tüm Fransa emekçilerinin zararına olarak kârlarını artırmak için birbirlerine sıkı sıkıya sarılmakta büyük çıkarları vardır. Kuşkusuz, sosyalistlerin öteki burjuva partilerinden farkları vardır, ama burjuva iktidarının proletarya tarafından tehdit edilmesi söz konusu olduğunda her zaman birlik gerçekleştirilir, yalnız bu komünistler ile sosyalistler arasında değil, ancak sosyalistler ile burjuvazi arasında olur. Aynı olgu, İtalya.’da hristi- yan demokratlarla, liberal parti ve sosyal demokrat parti ile birleşen ve Togliatti’nin «komünistleri» ile bile birleşik cephe kurmaya yanaşmayan sosyalist parti arasında da vardır.

Ama, Fransa’da, «sol» bir anlaşmanın iktidarı aldığını farzetsek bile, şafak renkli Fransız komünistleri için bu kısa ömürlü olur ve hiç bir şeyi değiştirmezdi. Niçin? Çünkü, De Gaulle, zor durumundan kurtulmak için Tho- rez başkanlığında birkaç komünisti hükümete aldığı ve onları itfaiyeciler olarak kullanıp yeniden kapı dışarı ettiği zaman da aynı şey olmuştu. Hem de, bunu, Fran-sız Komünist Partisi İkinci Dünya savaşından hatırı sayılır bir yetki ile ve işgalciye karşı tutarlı olarak savaşan tek parti olarak çıktığı zaman yapmıştı. Bunun için, Marchais’nin şimdi Avrupa - Komünisti stratejisi ile Proudhon ve Bernstein’in revizyonist ideolojisi ile «iktidarı ele geçirip sosyalizmi kuracak» tasarıları hiç bir zaman gerçekleşemeyecektir. Fransız Komünist Partisi önde gelenlerinin yapacakları şey olsa olsa Fransız proletarya ve halkının emek ve terlerinin yağmalanmasından hisselerine düşeni almak ve devrimin yangın söndürücülerini çoğaltmaktır.

Devam
ELDİVENSİZ REVİZYONİZM
Blogger tarafından desteklenmektedir.