Header Ads

Header ADS

SON YAZILAR - DİL ÜZERİNE - DİLBİLİMİNDE MARKSİZM ÜZERİNE

Stalin
Son Yazılar 1950-1953

BİR genç yoldaş grubu, dilbilim sorunları konusunda ve özellikle dilbiliminde marksizm üzerine ne düşündüğümü basında açıklamamı istedi. Dilbilimci olmadığımdan, doğal olarak, yoldaşlara yeteri kadar yararlı olamayacağım. Dilbiliminde marksizme gelince, diğer toplumsal bilimler gibi, bu, bilerek konuşabileceğim bir sorundur. Bunun içindir ki, yoldaşların sorduğu bir dizi soruyu yanıtlamayı kabul ettim.

SORU. - Dilin, temelin üstünde bir üstyapı olduğu doğru mudur?
YANIT. - Hayır, yanlıştır.

Temel, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki iktisadî rejimdir. Üstyapı, toplumun siyasal, hukuksal, dinsel, sanatsal, felsefî görüşleri ve bunlara tekabül eden siyasal, hukuksal ve diğer kurumlardır.

Her temelin, o temele tekabül eden kendi üstyapısı vardır. Feodal rejimin temelinin kendi üstyapısı, siyasal, hukuksal ve diğer görüşleri ve bunlara tekabül eden kendi kurumları vardır; kapitalist temelin kendi üstyapısı vardır, sosyalist temelin de. Temel değiştiği ya da tasfiye edildiğinde, onun üstyapısı, onu izleyerek değişir ya da tasfiye olur, yeni bir temel doğunca, bunu izleyen ve buna tekabül eden bir üstyapı doğar.


Dil, bu bakımdan, üstyapıdan kökten farklıdır. Örneğin, Rus toplumunu ve Rus dilini alalım. Son otuz yıl süresince eski temel, kapitalist temel, Rusya'da tasfiye edildi; yeni, sosyalist bir temel kuruldu. Bunun sonucu olarak kapitalist temele tekabül eden üstyapı tasfiye edildi ve sosyalist temele tekabül eden yeni bir üstyapı yaratıldı. Böylece eski siyasal, hukuksal ve diğer kurumların yerine, yeni, sosyalist kurumlar geçti. Bununla birlikte, Rus dili, öz olarak, Ekim Devriminden önce olduğu gibi kaldı.

O zamandan beri Rus dilinde değişen nedir? Rus dilinin sözcük hazinesi bir dereceye kadar değişti, şu bakımdan değişti ki, yeni, sosyalist üretimin meydana gelmesiyle, yeni bir devletin meydana gelmesiyle, yeni bir sosyalist kültürün, yeni bir toplumsal ortamın, yeni bir ahlâkın ve ensonu tekniğin ve bilimin gelişmesi ile dilde büyük sayıda yeni sözcükler, yeni deyimler doğması anlamında bir zenginleşme oldu; birçok sözcük ve deyimin anlamı değişti ve yeni bir anlam kazandı, eskimiş bazı sözcükler de dilimizden yok oldu. Rus dilinin temelini oluşturan yeni bir sözcük hazinesine ve gramer sistemine gelince, bunlar, kapitalist temelin tasfiyesinden sonra tasfiye edilip, yerlerine sözcük hazinesinin yeni bir temel özü ve yeni bir gramer sistemi getirilmemiş, tersine, bunlar, oldukları gibi kalmışlar ve önemli hiç bir değişikliğe uğramadan varlıklarını sürdürmüşlerdir; özellikle, günümüzün Rus dilinin temeli olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Devam edelim. Üstyapıyı doğuran temeldir, ama bu, hiç bir zaman, onun temeli yansıtmakla yetindiği, edilgen, yansız olduğu, temelin yazgısına, sınıfların yazgısına, rejimin niteliğine karşı kayıtsız bulunduğu anlamına gelmez. Tersine, üstyapı bir kez doğunca, etkin pek büyük bir güç olur, temelin billurlaşmasına ve güçlenmesine etkili bir biçimde yardım eder; eski düzenin ve eski sınıfların yıkımının tamamlanmasında ve onların tasfiyesinde, yeni düzene yardım etmek üzere gereken bütün önlemleri alır.

Başka türlü olamazdı da. Üstyapı, özellikle, temel tarafından, kendisine hizmet etmesi için billurlaşmasına ve güçlenmesine etkin olarak yardım etmesi için, zamanı geçmiş bulunan eski temeli ve onun eski üstyapısını tasfiye etmek üzere etkin olarak savaşım vermesi için yaratılmaktadır. Üstyapının*bu alet rolünü oynamayı reddetmesi, onun, temelin etkin savunucusu durumundan temele karşı kayıtsız bir duruma geçişi, sınıflara karşı aynı tutumu takınması, niteliğini yitirmesi ve bir üstyapı olmaktan çıkması için yeterlidir.

Dil, bu bakımdan, üstyapıdan kökten farklıdır. Dil, belirli bir toplumun bağrında şu ya da bu, eski ya da yeni bir temel tarafından değil, toplum tarihinin ve yüzyıllar boyunca temellerin tarihinin ilerleyişi tarafından oluşturulmuştur. Dil, herhangi bir sınıfın eseri değildir, bütün toplumun, toplumun bütün sınıflarının eseridir. İşte bu nedenledir ki, bütün halkın dili olarak yaratılmıştır, bütün toplum için tektir ve toplumun bütün üyeleri için ortaktır. Bunun sonucu olarak, dilin, insanlar arasında bir iletişim aracı olarak yerine getirdiği alet rolü, diğer sınıfların zararına, bir sınıfa hizmet etmekten ibaret değildir, bütün topluma, toplumun bütün sınıflarına ayrım yapmaksızın hizmet etmekten ibarettir. Özellikle bu yüzdendir ki, dil, aynı zamanda, cançekişen eski düzene ve yükselen yeni düzene, eski temele ve yenisine, sömürenlere ve sömürülenlere hizmet edebilmektedir.

Herkesçe bilinmektedir ki, Rus dili, Ekim Devriminden önce Rus kapitalizmine ve Rus burjuva kültürüne ve bugün sosyalist rejime ve Rus toplumunun sosyalist kültürüne aynı biçimde hizmet etmiştir.

Ukrayna, Beyazrus, Özbek, Kazak, Gürcü, Ermeni, Estonya, Letonya, Litvanya, Moldav, Tatar, Azerî, Başkır, Türkmen dilleri ile Sovyet uluslarının diğer dilleri için aynı şeyi söyleyebiliriz; bunlar da, bu ulusların eski burjuva rejimlerine ve aynı ulusların, yeni, sosyalist rejimine aynı biçimde hizmet etmiştir.

Başka türlü olamazdı da. Dil, özellikle insanlar arasında bir iletişim aracı olarak tüm topluma hizmet etmek üzere, toplumun üyelerinin ortak malı ve toplum için biricik araç olmak üzere, hangi sınıftan olursa olsun toplum üyelerine aynı sıfatla hizmet etmek üzere oluşturulmuştur ve bunun için vardır. Dilin, bütün halkın ortak aracı durumundan uzaklaşması, belirli bir toplumsal grubu diğer toplumsal grupların zararına yeğleyip onu desteklemeye eğilim göstermesi, niteliğini yitirmesi için, toplumda insanlar arasında bir iletişim aracı olmaktan çıkması için, herhangi toplumsal bir grubun jargonu haline gelmesi için, aşağı duruma düşmesi ve yokolması için yeterlidir.

Bu yönden, dil, üstyapıdan, ilke olarak farklı olmakla birlikte, üretim araçlarından ayırdedilemez, örneğin makineler de, dil gibi, sınıflar karşısında seçim yapmaksızın aynı şekilde kapitalist rejime de, sosyalist rejime de hizmet edebilirler.

Sonra, üstyapı, belirli bir iktisadî temelin canlı olduğu ve faaliyette bulunduğu bir dönemin ürünüdür. Bundan dolayı, üstyapının yaşamı uzun süreli değildir; belirli bir temelin tasfiyesi ve yokolması ile üstyapı tasfiye edilir ve yokolur.

Dil, tersine, herbirinde, billurlaştığı, zenginleştiği, geliştiği, inceldiği bir dizi dönemin ürünüdür. Bu yüzden bir dilin yaşamı, herhangi bir temelin, herhangi bir üstyapının yaşamından son derece daha uzundur. Bu, aslında, yalnızca bir temelin ve onun üstyapısının değil de, birçok temelin ve bu temellere tekabül eden üstyapıların doğuşları ve tasfiyelerinin, tarihte, belirli bir dilin ve yapısının tasfiyesine ve yeni bir sözcük hazinesi ve yeni bir gramer sistemi ile yeni bir dilin doğuşuna meydan vermediğini açıklar.

Puşkin'in ölümünden beri yüz yıldan fazla zaman geçti. Bu zaman süresince Rusya'da feodal ve kapitalist rejimler tasfiye edildi ve bir üçüncü rejim, sosyalist rejim ortaya çıktı. Demek ki, üstyapıları ile birlikte iki temel tasfiye edildi ve bir yenisi, sosyalist temel, yeni üstyapısı ile birlikte göründü. Oysa örneğin, Rus dili ele alınırsa, görülür ki, bu uzun zaman süresince bu dil hiç yenilenmedi ve yapısı yönünden, günümüzün Rus dili, Puşkin'in dilinden az farklıdır.

Bu sürede, Rus dilinde nasıl bir değişiklik oldu? Bu sürede, Rus dilinin sözcük hazinesi belirgin bir biçimde zenginleşmiştir; devrini tamamlamış büyük sayıda sözcük, sözcük hazinesinden kaybolmuştur; önemli sayıda sözcüğün anlamı değişmiştir; dilin gramer sistemi gelişmiştir. Puşkin'in dilinin yapısına gelince, gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özü ile bu dil, günümüz Rus dilinin temeli olarak anaçizgileri ile süregelmiştir.

Bu, kolayca kavranılır. Gerçekten de, neden üstyapıda olduğu gibi, her devrimden sonra, dilin var olan yapısının, gramer sisteminin ve sözcük hazinesinin temel özünün yok edilmesi ve yerine yenilerinin gelmesi gerekli olsun? Su, toprak, dağ, orman, balık, insan, gitmek, yapmak, üretmek, alışveriş yapmak, vb. sözcüklerinin, artık su, toprak, dağ vb. olarak adlandırılmamaları ve değişik olarak söylenmeleri, kimin işine yarar? Dildeki sözcüklerin değişmesinin ve sözcüklerin tümcelerdeki bileşiminin var olan gramere göre değil de, bambaşka bir gramere göre yapılması, kimin işine yarar? Devrim, dildeki bu altüst oluştan ne yarar sağlamış olur? Tarih, bir şeyin gerekliliği kesin bir biçimde kendini kabul ettirmediği sürece, genel olarak, öze değgin bir işlemde bulunmaz. Var olan dilin, yapısı ile birlikte anaçizgileri bakımından yeni rejimin gereksinmelerini karşılamaya tamamen elverişli olduğu tanıtlanmışken, bu dilbilimindeki böyle bir altüst oluşa niçin gerek duyulacağı akla gelmektedir. Toplumun üretici güçlerinin özgürce gelişebilmeleri için, eski üstyapı yıkılarak, birkaç yıl içinde yerine bir yenisi getirilebilir, getirilmelidir; ama toplum yaşamında anarşi yaratmadan, toplumun çözülüşü tehlikesini doğurmadan, mevcut dil yıkılarak, yerine, birkaç yıl içinde, bir yenisi nasıl kurulabilir? Don Kişotlardan başka kim böyle bir amaç güdebilir?

Ensonu, üstyapı ile dil arasında köklü bir fark daha vardır. Üstyapı, üretime, insanın üretici faaliyetine doğrudan bağlı değildir. O, üretime, ancak dolaylı bir biçimde, ekonominin aracılığı ile temelin aracılığı ile bağlıdır. Bu yüzden, üstyapı, üretici güçlerin gelişme düzeyindeki değişiklikleri, dolaysız ve doğrudan değil, temeldeki değişikliklerden sonra, temeldeki değişikliklerin üretimdeki değişikliklere dönüşmesinden sonra yansıtır. Bu, şu anlama gelir ki, üstyapının etki alanı dar ve sınırlıdır.

Dil, tersine, insanın üretici faaliyetine doğrudan bağlıdır ve yalnızca üretici faaliyetine değil, üretimden temele kadar, temelden üstyapıya kadar, çalışmasının bütün alanlarında insanın bütün öteki faaliyetlerine de bağlıdır. Bu yüzden, dil, temeldeki değişiklikleri beklemeksizin üretimdeki değişiklikleri, dolaysız olarak ve doğrudan yansıtmaktadır. Bu yüzden, insan faaliyetinin bütün alanlarını kucaklayan dilin etki alanı, üstyapının etki alanından çok daha geniş ve çok daha çeşitlidir. Ayrıca, hemen hemen sınırsızdır.

Dilin, özellikle de sözcük hazinesinin, hemen hemen kesintisiz bir şekilde değişme durumunda bulunmasının esas nedeni budur. Sanayiin ve tarımın, ticaretin ve ulaştırmanın, tekniğin ve bilimin kesintisizce gelişmesi, bu ilerleyişin gerektirdiği yeni sözcükler ve yeni deyimlerle, dilin sözcük hazinesi zenginleşmektedir. Bu gereksinmeleri doğrudan yansıtan dil, böylece, sözcük hazinesini, yeni sözcüklerle zenginleştirmekte ve gramer sistemini geliştirmektedir.

Böylece:

a) Bir marksist, dili, temelin üstünde bir üstyapı olarak göremez;

b) Dil ile bir üstyapıyı karıştırmak çok önemli bir yanılgıdır.

SORU. - Dilin, her zaman bir sınıf niteliği bulunduğu ve bunu koruduğu, toplum için ortak ve birtek dil olmadığı, sınıf niteliği bulunmayan ve bütün halkın dili olacak bir dil olamayacağı doğru mudur?

YANIT. - Hayır, yanlıştır.

Sınıfsız bir toplumda bir sınıf dilinin sözkonusu olamayacağını anlamak güç değildir. îlkel topluluk düzenininde, klanlar düzeninde sınıf bilinmiyordu, sonuç olarak da sınıf dili olamazdı; onlarda dil, ortaklığın tümü için ortak, tek idi. Sınıf derken, bütün insan topluluklarının anlaşılması gerektiği, ilkel topluluğun buna dahil olduğu itirazı, bir itiraz değil, yanıtlamaya değmeyen bir sözcük oyunudur.

Bundan sonraki gelişmeye gelince, klan dillerinden boy dillerine kadar, boy dillerinden ulusal-topluluk (milliyet) dillerine kadar ve ulusal-topluluk dillerinden ulusal dillere kadar - her yerde, gelişmenin bütün aşamalarında, toplum içinde insanlar arasındaki iletişim aracı olarak dil, toplum için ortak ve birtekti, toplum üyelerine, toplumsal durumlarından bağımsız olarak, aynı biçimde hizmet ediyordu.

Burada, köleci ya da ortaçağ dönemlerindeki imparatorluklardan sözetmiyorum, bunlar, örneğin Keyhüsrev'in ve Büyük İskender'in ya da Sezar'ın ve Şarlman'ın imparatorlukları gibi kendilerine özgü ekonomik bir temele sahip değildiler ve geçici, dayanıksız askerî ve yönetsel oluşumlardan meydana geliyordu. Bu imparatorluklar, bütün imparatorluk için tek ve imparatorluğun bütün üyeleri için anlaşılır bir dile sahip değillerdi, olamazlardı. Bunlar, herbiri kendi yaşamını yaşayan ve kendi dillerine sahip bulunan bir boy ve ulusal-topluluk bileşiminden oluşmuştu. Böylece, sözkonusu olan bu imparatorluklar ya da benzerleri değildir, ama imparatorluğun parçaları bulunan kendilerine özgü iktisadî bir temele sahip ve eski zamanlardan beri oluşmuş dilleri bulunan boylar ve ulusal-topluluklardır. Bu boyların ve ulusal-topluluklarm dillerinin sınıfsal bir niteliği olmadığını, bu dillerin, insan topluluklarının, boyların ve ulusal-toplulukların ortak dilleri olduğunu, kendileri tarafından anlaşılır bulunduklarını tarih bize öğretmektedir.

Kuşkusuz, buna paralel olarak lehçeler, yerel şiveler bulunmaktaydı; ama boyun ya da ulusal-topluluğun birtek ve ortak dili, bu şivelere üstün geliyor ve bunları buyruğu altına alıyordu.
Sonraları, kapitalizmin doğusuyla, feodal bölünmenin tasfiyesi ile ve ulusal bir pazarın kurulmasıyla ulusal-topluluklar, ulus olarak ve ulusal-topluluk dilleri de ulusal diller olarak gelişti. Tarih, bize, ulusal bir dilin, bir sınıfın dili olmadığını, ama halkın tümünün ortak bir dili, ulusun üyelerinin ortak ve ulus için birtek dili olduğunu göstermektedir.

Yukarda dedik ki, toplum içinde insanlar arasında iletişim aracı olarak dil, toplumun bütün sınıflarına eşit olarak hizmet eder ve bu bakımdan sınıflara karşı, bir bakıma, ilgisiz kalır. Ancak insanlar, değişik toplumsal, gruplar ve sınıflar, dile karşı ilgisiz değillerdir. Dili kendi çıkarları yönünden kullanmaya, ona kendi özel sözcük hazinelerini, özel deyimlerini, özel terimlerini zorla kabul ettirmeye bakarlar. Bu bakımdan, halktan kopmuş bulunan ve ona karşı kin duyan varlıklı sınıfların üst katmanları: soylu aristokrasi ve burjuvazinin üst katmanları özellikle sivrilmektedirler. "Sınıfsal" lehçeler, jargonlar, salon "ağızları" oluşmaktadır. Edebiyatta bu lehçeler ve jargonlar, çoğu kez yanlış olarak, "proleter dili"ne, "köylü dili"ne karşıt olarak, "soylu dili", "burjuva dili" diye adlandırılırlar. Bu nedenledir ki, ne kadar garip görünürse görünsün, bazı yoldaşlarımız, ulusal dilin bir hayal olduğu, gerçekte sınıf dillerinin var olduğu sonucuna varıyorlar.

Bu sonuca varmaktan daha hatalı bir şey olamayacağı kanısındayım. Bu lehçelere, jargonlara dil gözüyle bakabilir miyiz? Hayır, bu olanaksızdır. Önce şundan dolayı olanaksızdır ki, bu lehçelerin, bu jargonların, ne kendilerine özgü gramer sistemi vardır, ne de kendi sözcük hazinesi içeriği - onlar, bunları ulusal dilden aktarmaktadırlar. Sonra şundan dolayı olanaksızdır ki, lehçelerin ve jargonların, şu ya da bu sınıfın üst katmanları arasında dar bir dolaşım alanları vardır ve böylece insanlar arasında, toplumun tümü için iletişim aracı olmaya elverişli değillerdir. Bunlarda neler bulunur? Bunlarda, aristokrasinin ya da burjuvazinin üst katmanlarının özel zevklerini yansıtan özel bir sözcük seçimi bulunmaktadır; incelikleri ve zariflikleri ile sivrilen bazı anlatım ve söz kuruluşları alınmış, ulusal dildeki "kaba" anlatım ve söz kuruluşları dıştalanmıştır, ensonu, belirli sayıda yabancı sözcük aktarılmıştır. Oysa öz bakımından, yani sözcüklerin büyük çoğunluğu ve gramer sistemi, ulusal dilden, halkın tümünün dilinden aktarılmıştır. Böylece lehçeler ve jargonlar bütün halkın ortak dili olan ulusal dilin dallarıdır, bunların dilbilimi bakımından herhangi bir bağımsızlıkları yoktur ve cançekişmeye mahkûmdurlar. Lehçelerin ve jargonların ulusal dilin yerine geçebilecek olan ayrı diller haline gelebileceğini düşünmek, tarihsel görüş açısını yitirmek ve marksizmin saflarını terketmek demektir.

Marx'tan aktarma yapılıyor, Kutsal-Marx yazısından bir bölüm ileri sürülüyor, bu yazıda denmektedir ki: Burjuvazinin "kendi dili" vardır, bu dil "burjuvazinin ürünüdür", ona bezirgânlık ve alım-satım ruhu sinmiştir. Bazı yoldaşlar bu aktarma ile Marx'ın, sözümona, dilin "sınıf niteliği"nden yana olduğunu, birtek ulusal dilin varlığını yadsıdığını tanıtlamak istiyorlar. Eğer bu yoldaşlar, bu sorunda nesnel davransaydılar, aynı Kutsal-Marx yazısından başka bir parça da aktarmaları gerekirdi, o bölümde, Marx, birtek ulusal dilin oluşması yollarından sözederken "iktisadî ve siyasal merkezleşmeye bağlı olarak lehçelerin birtek ulusal dil olarak tümleşmeleri"nden sözetmektedir.

Dolayısıyla, Marx, lehçelerin alt biçim olarak ona bağımlı bulunacağı, birtek ulusal dilin üst biçim olarak gerekli olduğunu kabul etmektedir.

Böyle olunca, Marx'a göre "burjuvazinin bir ürünü olan" burjuva dili ne oluyor? Marx, bu dili, kendine özgü bir dil örgüsüne sahip ulusal diller gibi bir dil olarak mı sayıyordu? Onu, bu tür dil olarak sayabilir miydi? Kuşkusuz hayır! Marx, yalnızca burjuvaların, tek olan ulusal dili, bezirgân deyimleri ile kirlettiklerini, yani burjuvaların kendi bezirgân jargonları olduğunu söylemek istiyordu.

Demek ki, bu yoldaşlar, Marx'ın tutumunu tahrif etmişlerdir. Onu tahrif etmişlerdir, çünkü Marx'tan aktarma yaparken marksist olarak değil de, konunun özüne erişmeden, skolâstikçi gibi hareket etmişlerdir.

Engels'ten aktarma yapıyorlar; onun İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu yapıtından "... İngiliz işçi sınıfı, eninde sonunda, İngiliz burjuvazisinden bambaşka bir halk haline girdi"; ve "... işçiler burjuvaziden değişik bir lehçe konuşuyorlar, onların değişik fikirleri ve değişik kavramları, değişik alışkı ve değişik ahlâk kuralları, değişik bir dinleri ve değişik bir siyasetleri var." dediği bölümü öne sürüyorlar.

Bu aktarmadan güç alarak, bazı yoldaşlar, Engels'in bütün halk için ortak olan ulusal bir dilin gerekliliğini yadsıdığını, sonuç olarak da dilin "sınıfsal niteliği"ni doğruladığını söylemeye varıyorlar. Kuşkusuz Engels, burada, dilden değil, lehçeden sözetmektedir; o, lehçenin, ulusal dilin bir dalı olarak dilin yerine geçemeyeceğini çok iyi kavramıştır. Ama görülüyor ki, bu yoldaşlar, dil ile lehçe arasındaki farka önem vermemektedirler...

Kuşkusuz aktarma yersiz olarak yapılmıştır, çünkü Engels, burada, "sınıf dilinden" sözetmemekte, başlıca sınıfsal fikir, kavram, alışkı, ahlâk kuralları, din ve siyasetten sözetmektedir. Fikirlerin, kavramların, alışkıların, ahlâk kurallarının, dinin ve siyasetin burjuvalarda ve proleterlerde, doğrudan doğruya karşıt olduğu, tümüyle doğrudur. Ancak burada ulusal dilin, ya da dilin "sınıfsal niteliği"nin ne işi var? Toplumda sınıf çelişkilerinin varlığı, dilin "sınıfsal niteliği" yararına ya da birtek ulusal dilin gerekliliğine karşı kanıt oluşturabilir mi? Marksizm, dil birliğinin, ulusun en önemli niteliklerinden biri olduğunu söyler, bunu söylerken de ulusun içinde sınıfsal çelişkiler olduğunu çok iyi bilmektedir. Sözü geçen yoldaşlar, bu marksist tezi kabul etmiyorlar mı?

Lafargue'dan aktarmalar yapıyorlar, onun Devrimden Önce ve Sonra Fransız Dili kitapçığında, dilin "sınıfsal niteliği"ni kabul ettiğini ve söylediklerine göre, bütün halk için ortak bir dilin zorunluluğunu yadsıdığını iddia ediyorlar. Yanlıştır. Gerçekte, Lafargue, "soylu" ya da "aristokratik" dilden ve toplumun çeşitli katmanlarının "jargonlarından sözetmektedir. Ancak, bu yoldaşlar unutuyorlar ki, Lafargue, dil ile jargon arasındaki farkla ilgilenmemekte ve lehçeleri, bazan "yapma dil", bazan da "jargon" olarak nitelendirmektedir, kitapçığında açık" olarak ilân etmektedir ki, "aristokrasiyi ayırdeden yapma dil ... burjuvanın ve zanaatçının, kentin ve köyün konuştukları vülger dilden çıkartılmıştı".

Yani Lafargue bütün halk için ortak bir dilin varlığını ve zorunluluğunu kabul etmektedir ve "aristokratik dil"in ve öteki lehçelerin ve jargonların bütün halkın ortak diline karşı ast niteliğini ve bağımlılığını pek iyi kavramaktadır.

Bunun sonucu olarak da, Lafargue'dan yapılan aktarma, amacına erişememektedir.

Belirli bir çağda, İngiltere'de İngiliz feodallerinin "yüzyıllar boyunca" Fransızca konuştukları, oysa İngiliz halkının İngilizce konuştuğu verisine dayanıyorlar, bundan, dilin "sınıfsal niteliği" yararına ve tüm halk için ortak bir dilin zorunluluğuna karşı bir kanıt çıkarmak istiyorlar. Bu, bir kanıtlama değildir, daha çok bir anekdottur. Önce o dönemde bütün feodaller Fransızca konuşmamaktaydılar, konuşanlar, kralın sarayında ve kontluklardaki önemsiz sayıdaki büyük feodallerdi. İkinci olarak, herhangi bir "sınıf dili"ni değil, yalnızca bütün Fransız halkının ortak dili olan sıradan Fransızcayı konuşmaktaydılar. Üçüncü olarak, bilinmektedir ki, Fransız dilini konuşarak eğlenenlerin bu tutkuları, sonraları iz bırakmadan yok olmuştur, bütün halkın ortak dili İngilizceye yerini bırakmıştır. Bu yoldaşlar sanıyorlar mı ki, "yüzyıllar boyunca" İngiliz feodalleri, İngiliz halkı ile tercümanlar aracılığıyla anlaşmışlardır; sanıyorlar mı ki, İngiliz feodalleri İngiliz dilini kullanmıyorlardı ve o zamanlarda bütün halk için ortak bir İngiliz dili yoktu, Fransız dili o zamanlarda İngiltere'de yalnızca yüksek aristokrasinin dar çevresinde kullanılan bir salon dilinden fazla bir şeydi? Bu tür anekdot düzeyindeki "kanıtlara" dayanılarak, nasıl bütün halk için ortak bir dilin varlığı ve zorunluluğu yadsınabilir?

Rus aristokratları da çarların sarayında ve salonlarında bir süre Fransızca konuşmakla eğlenmişlerdir. Rusça konuşurken Fransızca çatlatmakla ve Rusçayı ancak Fransız şivesi ile konuşabilmekle övünürlerdi. O zamanlarda Rusya'da bütün halkın ortak bir Rus dili yok muydu, bütün halkın ortak dili bir hayal miydi ve "sınıf dilleri" bir gerçek miydi, böyle mi söylemek gerekir?
Yoldaşlarımız burada en azından iki yanlış yapmaktadırlar.

Birinci yanlışları şudur ki, dil ile üstyapıyı karıştırmaktadırlar. Düşüncelerine göre eğer üstyapının sınıfsal bir niteliği varsa, dilin de aynı şekilde bütün halk için ortak olmaması gerekir, o da bir "sınıfsal nitelik" taşımalıdır. Dilin ve üstyapının iki ayrı kavram olduğunu ve bir marksistin bunları karıştıramayacağını daha önce belirtmiştim.

İkinci yanlışları şudur ki, bu yoldaşlar, burjuvazi ile proletaryanın çıkarlarının karşıtlığını, onların zorlu sınıf savaşımlarını, toplumun bir çözülüşü, düşman sınıflar arasındaki bütün bağların kopması biçiminde kavramaktadırlar. Bunlar, mademki toplum çözülmüştür ve artık birtek toplum yoktur, ama yalnızca sınıflar vardır, toplum için birtek dile gereksinme kalmamıştır, ulusal bir dile gereksinme kalmamıştır kanısındadırlar. Toplum çözüldüyse ve bütün halk için ortak bir dil kalmadıysa, kalan nedir ki? Sınıflar ve "sınıf dilleri" kalır. Doğal olarak her "sınıfsal dilin" "sınıfsal" grameri olacaktır, "proletarya" grameri, "burjuva" grameri olacaktır. Aslında bu gramerler gerçeklik olarak yoktur; ama bu yoldaşlar bundan tedirgin olmamaktadırlar, bu gramerlerin doğacağına güvenmektedirler.

Bizde, bir zamanlar, Ekim Devriminden sonra, ülkemizdeki demiryollarının burjuva demiryolları olduğunu, biz marksistlerin bunları kullanmamızın doğru olmadığını, bunları söküp yenilerini, "proleter" demiryollarını kurmamız gerektiğini savunan "marksistler" çıkmıştı. Bunlara o zaman "mağara adamı" lakabı takıldı..
.
Besbellidir ki, toplum, sınıflar ve dil hakkındaki ilkel bir anarşizmin ifadesi olan bu görüşlerin marksizm ile hiç bir ilişkisi yoktur. Ama şu da besbelli ki, bu görüşler kuşku götürmeyecek biçimde vardır ve yönlerini şaşırmış bazı yoldaşlarımızın zihinlerini kurcalamaktadır.

Zorlu bir sınıf savaşı sonucunda toplumun artık iktisadî yönden birtek toplumun bağrında birbirine bağlı olmayan sınıflar halinde çözülmüş bulunacağı, apaçık olarak yanlıştır. Tersine, kapitalizm var oldukça burjuvalar ve proleterler, birtek kapitalist toplumun kurucu bileşkeleri olarak bütün iktisadî yaşamın bağları ile birbirine bağlı olarak kalacaklardır. Burjuvalar, ellerinin altında ücretli işçiler bulunduramazlarsa yaşayamaz ve zenginleşemezler; proleterler ise, kapitalistlerden iş alamazlarsa geçimlerini sağlayamazlar. Aralarındaki bütün ekonomik bağların kopması her çeşit üretimin durması demek olur; oysa her çeşit üretimin durması, toplumun ölümüne, sınıfların kendilerinin ölümlerine varır. Hiç bir sınıfın, kendisini yok olmaya adamak istemeyeceği besbellidir. Bu yüzdendir ki, sınıf savaşımı, ne kadar keskin olursa olsun, toplumun çözülüşüne varamaz. Ancak marksizm konusundaki bilisizlik ve dilin niteliği hakkında kesin bir anlayışsızlık, bazı yoldaşlarımızda, bu, toplumun çözülüşü, "sınıfsal" diller, "sınıfsal" gramerler efsanesini doğurabilmiştir.

Sonra Lenin'den aktarmalar yapılmaktadır, Lenin'in kapitalist düzende burjuva ve proleter olarak iki kültürün varlığını kabul ettiği; kapitalist dönemde ulusal kültür sloganının milliyetçi bir slogan olduğu anımsatılmaktadır. Bütün bunlar doğrudur ve bu noktada Lenin tamamen haklıdır. Ancak burada dilin "sınıfsal niteliği"nin işi ne? Kapitalist düzende, Lenin'in iki kültür konusundaki sözlerini öne sürmekle, görülüyor ki, bu yoldaşlar, okura, dil, kültüre bağlı olduğundan, toplumda burjuva ve proletarya kültürü olarak iki kültürün varlığının, aynı zamanda iki dil olması gerekliliğini ifade ettiğini, yani Lenin'in tek ulusal bir dilin gerekliliğini yadsıdığını, "sınıfsal" dillerden yana olduğunu anlatmak istiyorlar. Bu yoldaşların buradaki yanlışı, dil ile kültürü özdeş saymaları ve karıştırmalarıdır. Oysa kültür ve dil ayrı iki şeydir. Kültürün burjuvası ya da sosyalisti olabilir, oysa insanlar arasında bir iletişim aracı olarak dil, her zaman bütün halk için ortaktır, o, hem burjuva kültürüne, hem de sosyalist kültüre hizmet edebilir. Rus, Ukrayna, Özbek dillerinin Ekim Devriminden önce burjuva kültürüne hizmet ettiği gibi, bugün bu ulusların sosyalist kültürlerine de hizmet ettiği, bir olgu değil midir? Böylece, iki ayrı kültürün varlığının, iki ayrı dilin oluşmasına vardığını ve birtek dilin gerekliliğinin yokolduğunu iddia etmekle bu yoldaşlar, ağır biçimde aldanmaktadırlar.

Lenin, iki kültürden sözederken, özellikle, iki kültürün var oluşunun birtek dilin yadsınmasına ve iki dilin oluşmasına varamayacağı, dilin tek olması gerektiği tezinden hareket etmekteydi. Bundcular, Lenin'i, ulusal dilin gerekliliğini yadsımakla ve kültürün "ulusallığı bulunmadığı" görüşünde olmakla suçladıklarında, bilindiği gibi, Lenin, bu suçlamaya şiddetle karşı çıkmış ve tartışılmaz bir gereklilik olarak gördüğü ulusal dile karşı değil de, burjuva kültürüne karşı savaştığını ilân etmişti. Bazı yoldaşlarımızın, bundcuların izinden yürüdüğünü görmek gariptir.

Lenin'in, sözde gerekliliğini yadsıdığı birtek dil konusuna gelince, Lenin'in aşağıdaki sözlerini anlamak gerekir:
"Dil, insanlar arasında çok önemli bir iletişim aracıdır; dilin birliği ve onun engelsiz gelişmesi, hem çağdaş kapitalizme tekabül eden gerçekten özgür ve geniş ticarî alışverişin, hem de halkın çeşitli sınıflar içersinde özgür ve geniş şekilde gruplaşmasının en önemli koşullarından biridir."
Bundan şu çıkar ki, saygıdeğer yoldaşlarımız, Lenin'in düşüncelerini tahrif etmişlerdir.

Ensonu Stalin'den aktarmalar yapılmaktadır. Stalin'in "... burjuvazi ve onun ulusal partileri, bu dönem süresince, bu ulusların başlıca yönetici gücü olmuşlar ve olmaktadırlar." dediği bir tümceyi öne sürüyorlar.

Bütün bunlar doğrudur. Burjuvazi ve onun milliyetçi partisi gerçekten burjuva kültürünü yönetmektedir; nasıl ki, proletarya ve onun enternasyonalist partisi proletarya kültürünü yönetiyorsa. Ancak, burada dilin "sınıfsal niteliği"nin işi nedir? Bu yoldaşlar bilmiyorlar mı ki, ulusal dil, ulusal kültürün bir biçimidir, ulusal dil, burjuva kültürüne de, sosyalist kültüre de hizmet edebilir? Bu yoldaşlar, marksistlerin ünlü formülüne göre, şimdiki Rus, Ukrayna, Beyazrus ve benzeri kültürlerin içerik bakımından sosyalist ve biçim bakımından, yani dil bakımından ulusal olduklarını bilmiyorlar mı? Bu marksist formülü kabul etmiyorlar mı?

Yoldaşlarımızın yanılgısı şurdan gelmektedir ki, kültür ile dil arasındaki farkı görmüyorlar ve kültürün, toplumun gelişmesinin her yeni aşamasında içeriğini değiştirdiğini, dilin ise özü bakımından, birçok dönem süresince, olduğu gibi kaldığını ve aynı ölçüde yeni kültüre de, eskisine de hizmet ettiğini anlayamıyorlar.

Böylece:

a) Dil, iletişim aracı olarak toplum için birtek ve toplumun bütün kişileri için ortak bir dil olmuştur ve böyle olmaktadır;

b) Lehçelerin ve jargonların varlığı bütün halk için ortak bir dilin varlığını yalanlamaktansa onu doğrulamaktadır, bunlar dilin dallarını oluştururlar ve ona bağımlıdırlar;

c) Dilin "sınıfsal niteliği" tezi, yanlış, marksist olmayan bir tezdir.

SORU. - Dilin karakteristik çizgileri nelerdir?

YANIT. - Dil, toplumun tüm varlığı süresince etkili olan olgular arasında sayılır. O, toplumun doğup gelişmesi ile aynı zamanda doğup gelişir. Toplumla aynı zamanda ölür. Toplumun dışında dil yoktur. Bu yüzdendir ki, dili ve onun gelişmesinin yasalarını anlamak, ancak toplumun tarihi ile, incelenen dile sahip olan ve onu yaratan ve taşıyan halkın tarihi ile sıkı ilişkileri içersinde incelemekle mümkündür.

Dil, insanlar arasında iletişimi, fikir alışverişi yapmalarını ve meramlarını anlatabilmelerini sağlayan bir araç, bir alettir. Dil, doğrudan doğruya düşünceye bağlı bulunup tümceleri oluşturan sözcüklerde ve sözcük bağlaşımlarında düşüncenin çalışmasının sonuçlarını, insanın bilgilerini genişletmek için yaptığı çalışmanın gelişmelerini kaydediyor, saptıyor ve böylece insan toplumunda düşüncelerin alışverişi olanağını doğuruyor.

Düşünce alışverişi, değişmez ve hayatî bir zorunluluktur, çünkü o olmasa, insanların doğa güçlerine karşı savaşımlarında, gerekli maddî ürünlerin üretimi için verilen savaşımda ortak eylemlerini örgütlemeleri olanağı olmazdı - toplumun üretici faaliyetinde ilerlemeleri gerçekleştirmek olanaksız olurdu, dolayısıyla, toplumsal üretimin bile var olması olanaksız olurdu. Dolayısıyla, toplum için anlaşılır ve üyeleri için ortak bir dil olmazsa, toplum artık üretim yapamaz, çözülür ve artık toplum olarak var olamaz. Bu anlamda dil, iletişim aracı olmakla birlikte, aynı zamanda, toplumun bir savaşım ve gelişme aracıdır.

Bilindiği gibi bir dilde var olan bütün sözcüklerin tümü, onun sözcük hazinesini oluşturur. Bir dilin sözcük hazinesinde esas, çekirdeğini, köklerin meydana getirdiği sözcük varlığının temel özüdür. Bu çekirdek, sözcük hazinesinden çok daha dardır, ama çok uzun süre, yüzyıllarca yaşar ve dile yeni sözcüklerin oluşması için bir temel sağlar. Sözcük hazinesi dilin durumunu yansıtır: sözcük hazinesi ne kadar zengin ve çeşitli ise, dil, o ölçüde daha zengin ve gelişmiştir.

Oysa kendi başına alınırsa sözcük hazinesi dili oluşturmamaktadır - o, daha çok dili kurmak için gerekli olan malzemedir. Nasıl ki, inşaatta, inşaat malzemesi bina demek değildir ve buna karşın, onlar olmadan binayı yapmak olanaksızdır; aynı şekilde, bir dilin sözcük hazinesi, dilin kendisi demek değildir, ve buna karşın, onsuz herhangi bir dil olanaksızdır. Ancak sözcük hazinesi bir dilin gramerinin emrine verildiğinde büyük bir önem kazanır; gramer, sözcüklerin değişimine; bir tümcecik içinde sözcüklerin bileşimine egemen olan kuralları belirlemektedir, böylece gramer, dile uyumlu ve mantıklı bir özellik verir. Gramer (morfoloji ve sentaks) bir tümceciğin gövdesinde sözcüklerin değişiminin ve bileşimlerinin kurallarının toplamıdır. Bunun sonucu olarak, özellikle gramer sayesindedir ki, dil, insan düşüncesini, maddî bir kılıfla, dilbilimi ile sarmalayabilmektedir.

Gramerin belirleyici yönü, sözcüklerin değişim kurallarını, somut sözcükleri gözönüne alarak değil de, genel olarak, bütün somut niteliklerinden arınmış olarak alman sözcükler üzerinden vermektedir; tümceciklerin kuruluş kurallarını somut tümcecikler, örneğin somut bir özne, somut bir fiil vb. gözönüne alarak değil de, şu ya da bu tümceciğin somut biçiminden arınmış olarak, genel olarak bütün tümcecikler üzerinden vermektedir. Bunun sonucu olarak, gerek sözcüklerde, gerek tümcecikler de özel ve somut olanı bir yana bırakırsak; gramer, sözcüklerdeki değişimlerin ve bir tümcenin bağrında sözcüklerin bileşiminin temelinden genel olanı alır ve bundan gramer bilimi kuralları, gramer bilimi yasaları çıkarır. Gramer, insan düşüncesinin uzun bir soyutlama çalışmasının sonucu, düşüncenin dev gelişmelerinin belirtisidir.

Bu bakımdan, gramer, somut nesneleri soyutlayan, bu nesneleri somut nitelikten yoksun görerek ve aralarındaki ilişkileri şu ya da bu somut nesne arasındaki somut ilişkiler olarak değil, her türlü somut nitelikten arınmış, genel olarak nesne olarak ele alan ve böylece yasalar çıkaran geometriyi anımsatmaktadır.

Üretime doğrudan değil, ekonomi aracılığı ile bağlı bulunan üstyapıdan farklı olarak, dil, insanın üreti-. ci faaliyetine ve aynı zamanda çalışmasının istisnasız bütün alanlarındaki bütün öteki faaliyetine doğrudan bağlıdır. Bundan dolayı, en çok değişebilecek durumda olan dilin sözcük hazinesi, aşağıyukarı duraksamasız değişim halindedir; aynı zamanda, üstyapıdan farklı olarak, dil, temelin tasfiyesini beklemek durumunda değildir, kendi sözcük hazinesinde, temelin tasfiyesinden önce ve temelin durumundan bağımsız olarak değişiklikler getirmektedir.

Bununla birlikte, dilin sözcük hazinesi, üstyapı gibi eski olanı yok ederek ve yeniyi kurarak değil, üretimin gelişmesi, kültürün, bilimin ilerlemesi vb. dolayısıyla, toplumsal düzende meydana gelen değişikliklerin doğurduğu yeni sözcüklerle, var olan sözcük hazinesini zenginleştirerek değişir. Aynı zamanda, zamanı geçmiş bazı sözcükler, genel olarak, sözcük hazinesinden yok olmakla birlikte, bu hazineye çok daha büyük sayıda yeni sözcük eklenmektedir. Sözcük hazinesinin temel özüne gelince, o anaçizgileri ile korunur ve dilin sözcük hazinesinin temeli olarak kullanılır.

Anlaşılır bir şeydir bu. Birçok tarih döneminde başarılı bir biçimde kullanılabilecek iken, sözcük hazinesinin temel özünü yok etmenin gereği yoktur; kaldı ki, yüzyıllar boyunca birikmiş bulunan sözcük hazinesinin temel özünün yok edilişi, kısa bir sürede yenisini kurmak olanağı bulunmadığından, dilin felcini ve insanların birbiri arasındaki ilişkilerin tümden çözülüşünü yaratırdı. Dilin gramer sistemi, sözcük hazinesinin temel özünden daha da yavaş olarak değişmektedir. Birçok dönem boyunca özümlenmiş bulunan ve dil ile tek vücut olan gramer sistemi, sözcük hazinesinin temel özünden daha da yavaş olarak değişmektedir. Kuşkusuz, eninde sonunda değişmelere uğrar, yetkinleşir, kurallarını iyileştirir ve açık-seçik duruma getirir, yeni kurallarla zenginleşir; ancak gramer sisteminin temelleri çok uzun bir dönem süresince varlığını sürdürmektedir, çünkü tarihin gösterdiği gibi, birçok dönem boyunca, onlar topluma başarılı bir biçimde hizmet edebilirler.
Böylece, dilin gramer sistemi ve sözcük hazinesinin esas temeli, dilin temelini, özgül niteliğinin özünü oluşturmaktadır.

Tarih, dilin zoraki bir özümlemeye karşı aşırı kalımlılığına ve aşırı direncine tanıklık eder. Bazı tarihçiler, bu olguyu açıklamak yerine, şaşkınlıklarını belirtmekle yetinirler. Ama burada şaşılacak bir şey yoktur. Dilin kalımlılığı, onun gramer sisteminin ve sözcük hazinesinin temel özünün kalımlılığı ile açıklanır. Türk özümleyicileri yüzyıllarca Balkan halklarının dillerini bozmaya, yıkmaya, yok etmeye çalışmışlardır. Bu dönem süresince, Balkan dillerinin sözcük hazineleri ciddî değişimlerle karşılaştı, büyük sayıda Türkçe sözcük ve deyim kabul edildi, "yakınsamalar" ve "ıraksamalar" oluştu, ancak Balkan dilleri direndi ve yaşamlarını sürdürebildiler. Niçin? Çünkü gramer sistemleri ve sözcük hazinesinin temel özü, anaçizgileriyle korunabildi.

Bütün bunlar gösterir ki, dile ve onun yapısına, belirli bir dönemin ürünü olarak bakılamaz. Dilin örgüsü, onun gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özü, bir dönemler dizisinin ürünüdür.
Modern dilin unsurlarının, kölelik döneminden önce, en eski çağda yaratılmış olmaları mümkündür. Bu, pek karmaşık olmayan, çok yoksul bir sözcük hazinesi bulunan ve ama buna karşın, ilkel olmakla birlikte, gene de bir gramer sistemi olan, kendine özgü bir gramer sistemine sahip bir dildi.
Üretimin sonraki gelişmesi, sınıfların ortaya çıkışı, yazının ortaya çıkışı, yönetimi için azçok düzenli bir yazışmaya gereksinmesi bulunan bir devletin ortaya çıkışı ve düzenli bir yazışmaya gereksinmesi olan ticaretin gelişmesi, baskı araçlarının ortaya çıkışı, edebiyatın gelişmesi, bütün bu olgular, dilin gelişmesinde büyük değişmeler yarattı. Bu zaman süresinde boylar ve ulusal-topluluklar bölünüyor ve dağılıyorlardı, karışıyor ve çaprazlaşıyordu; daha sonra ulusal diller ve ulusal devletler ortaya çıktı, devrimci altüst oluşlar gerçekleşti, eski toplumsal düzenler yerlerini başkalarına bıraktılar. Bütün bu olgular, dilde ve onun evriminde daha da fazla değişmelere yolaçtı.

Oysa dilin, üstyapının geliştiği biçimde, yani var olanı yok ederek ve yeniyi kurarak geliştiğini sanmak ağır bir yanılgı olurdu. Gerçekte, dil var olan dili yok ederek ve bir yenisini oluşturarak değil, var olan dilin esas öğelerini geliştirerek ve yetkinleştirerek gelişmiştir. Ve dilin bir nitelikten diğer niteliğe geçişi, eskiyi bir tek darbede yıkıp ve yeniyi kurarak, bir patlama biçiminde olmayıp da yeni niteliğin, yeni dil yapısının öğelerinin uzun bir dönem süresince yavaşça birikimi ve eski niteliğin öğelerinin yavaş ve sürekli yok oluşları ile oluşur.

Diyorlar ki, dilin aşamalı evrimi teorisi, marksist bir teoridir, çünkü dilin eski nitelikten yeni bir niteliğe geçişi için anî patlamaların zorunluluğunu kabul etmektedir. Kuşkusuz, bu yanlıştır, çünkü bu teoride, marksist bir yan bulmak güçtür. Ve eğer aşamalı evrim teorisi, gerçekten dilin gelişmesi tarihinde anî patlamalar kabul ediyorsa, teoriye yazıklar olsun. Marksizm, dilin gelişmesinde anî patlamalar ve var olan bir dilin anî yok oluşu ile yeni bir dilin aniden kuruluşunu kabul etmemektedir. Lafargue, Fransa'da, "1789'dan 1794'e kadar oluşan anî dil devrimi"nden sözederken yanılıyordu (Devrimden Önce ve Sonra Fransız Dili kitapçığına bakınız). O dönemde Fransa'da hiç bir dil devrimi olmamıştır, nerede kaldı anî bir devrim! Kuşkusuz, bu dönem süresince Fransız dilinin sözcük hazinesi, yeni sözcükler ve yeni deyimlerle zenginleşmiştir; zamanını doldurmuş sözcükler yok olmuştur, bazı sözcüklerin anlamları değişmiştir, ancak o kadar. Oysa bu tür değişmeler, hiç bir zaman bir dilin yazgısını belirleyemez. Bir dilde esas olan, gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özüdür. Ama Fransız dilinin gramer sistemi ve sözcük hazinesinin temel özü, Fransız burjuva devrimi süresince yok olmadığı gibi, bunlar, önemli değişmelere uğramadan korunmuşlardır. Yalnızca korunmuş da değillerdir! - bunlar hâlâ bugün modern Fransız dilinde varlıklarını sürdürüyorlar. Şunu da hesaba katmalıyız ki, var olan bir dili tasfiye edip, yeni bir ulusal dil kurmak için ("anî dilbilimi devrimi"!) beş-altı yıllık bir süre, gülünç denecek kadar kısadır - bunun için yüzyıllar gerekir.

Marksizme göre dilin eski bir nitelikten yeni bir niteliğe geçişi, ne patlama biçiminde, ne de eski dilin yok edilişi ve bir yenisinin kuruluşu biçiminde oluşmaktadır, ama yeni niteliğin öğelerinin tedricî birikimi ile ve böylece, eski niteliğin öğelerinin tedricî olarak sönmesi biçiminde olur.
Patlamalara karşı tutkuları olan yoldaşlar için genel olarak şunu anımsatmak gerekir ki, eski bir nitelikten yeni bir niteliğe patlama yoluyla geçişi öngören yasa, yalnızca dilin gelişmesinin tarihine uygulanamayacak durumda değildir: aynı zamanda, bu yasa, temeli ya da üstyapıyı ilgilendiren başka toplumsal olgular için de her zaman uygulanabilecek durumda değildir. Bu, düşman sınıflara bölünmüş bir toplum için zorunludur. Ancak düşman sınıfları kapsamayan bir toplum için hiç de zorunlu değildir. Sekiz-on yıllık bir süre içinde, ülkemizin tarımından, burjuva düzeninden, bireysel köylü işletmeciliği düzeninden, sosyalist kolhoz düzenine geçişi başardık. Bu, köyde eski burjuva iktisadî düzeni tasfiye edip, yeni, sosyalist bir düzen yaratan bir devrim olmuştur. Oysa bu köklü dönüşüm, patlama yoluyla yapılmadı, yani var olan iktidarın devrilmesi ile ve yeni bir iktidarın yaratılması ile değil, eski kırsal burjuva düzenden yeni bir düzene tedricî geçişle yapılmıştır. Bu devrim bu şekilde yapılabildi, çünkü bu, yukardan yapılan bir devrimdi, çünkü bu köklü dönüşüm, varolan iktidarın girişimi üzerinde ve köylülüğün esas yığınının desteği ile başarıldı.

Denmektedir ki, tarihte oluşan birçok dil karışımı olayının, bu karışım sırasında, patlama yoluyla eski nitelikten yeni niteliğe anî bir geçiş biçiminde, yeni bir dil oluşturduğu düşünülebilir. Bu, kesin olarak yanlıştır.

Dillerin karışımını birkaç yılda sonuçlar veren birtek eylem, tek kesin bir darbe olarak düşünemeyiz. Dillerin karışımı, yüzyıllarca kademeleşen uzun bir süreçtir. Görüldüğü gibi burada hiç bir patlama sözkonusu olamaz.

Devam edelim. Örneğin iki dilin karışımının, bir yenisini, karışmış dillerin hiç birine benzemeyen ve nitelik bakımından herbirinden ayırdedilebilen üçüncü bir dil yarattığını sanmak, tümüyle yanlış olur. Gerçekte, karışımdan, genellikle, dillerin bir tanesi galip çıkmakta, gramer sistemini, sözcük hazinesinin temel özünü sürdüregelmekte ve kendi gelişmesinin iç yasaları uyarınca gelişmeyi sürdürmektedir, oysa diğer dil yavaş yavaş niteliğini yitirmekte ve zamanla sönmektedir.

Bunun sonucu olarak, karışım, yeni bir dil, üçüncü bir dil yaratmamakta ve ama dillerin bir tanesini, onun gramer sistemini ve sözcük hazinesinin temel özünü korumakta ve onun, böylece kendi gelişmesinin iç yasalarına göre evrimini sürdürmesine olanak vermektedir.

Doğrudur ki, bu durumda, egemen dilin sözcük hazinesinde, yenik dilin sırtından belirli bir zenginleşme oluşmaktadır, ancak bu, onu zayıflatmaktan çok, güçlendirmektedir.
Örneğin bu, tarihsel gelişme süresince başka halkların dilleri ile karışan ve her zaman üstün gelen Rus dili için de böyle olmuştur.

Kuşkusuz, Rus dilinin sözcük, hazinesi o zaman başka dillerin sözcük hazinesini özümlemekle tamamlanmıştır, ama bu süreç Rus dilini zayıflatmak şöyle dursun tersine onu zenginleştirmiş ve güçlendirmiştir.

Rus dilinin özgünlüğüne gelince, ona en küçük bir zarar gelmemiştir, çünkü gramer sistemini ve sözcük hazinesinin temel özünü korumakla Rus dili, evriminin iç yasalarına göre gelişmeyi ve yetkinleşmeyi südürmüştür.

Kuşku yoktur ki, karışım teorisi, Sovyet dilbilimine ciddî bir şey getiremez. Eğer dilbilimin başlıca sorununun, dilin evriminin iç yasalarını incelemek olduğu doğru ise, şunu kabul etmek gerekir ki, dil karışımı teorisi bu sorunu çözümlememektedir; üstelik onu ortaya bile atmamaktadır, daha yalın bir anlatımla, sorunun farkına varmamakta ya da onu kavrayamamaktadır.

SORU. - Pravda gazetesinin, dilbilimi konusunda açık bir tartışma açması doğru muydu?
YANIT. - Evet, doğruydu.

Dilbilimi sorunlarının hangi yönde çözümleneceği, tartışmanın sonunda açıklıkla belirecektir. Ama şimdiden, tartışmanın çok yararlı olduğunu söylemek mümkündür.

Tartışma, her şeyden önce şunu saptamıştır ki, merkezde olduğu gibi cumhuriyetlerde de dilbilimi ile ilgili kurumlarda, bilimle ve bilim adamı niteliğiyle uzlaşmayan bir anlayış egemen bulunmaktadır. Sovyet dilbilimindeki durum hakkında yapılacak en küçük eleştiri, hatta dilbilimindeki "yeni öğretiyi" eleştirmek için yapılan en çekingen girişimler bile, dilbiliminin yönetici çevreleri tarafından kovuşturmaya uğrayıp boğulmaktaydı. N. Marr'ın [fikrî -ç] mirası hakkında eleştirici bir davranışa karşı, N. Marr öğretisini en hafif şekilde yetersiz bulma durumlarına karşı, dilbilimi ile ilgili değerli çalışmacılar ve araştırıcılar görevlerinden almıyor ya da alt görevlere atanıyorlardı. Dil bilginleri, bilimsel niteliklerinden dolayı değil de, N. Marr'ın öğretisini kayıtsızca kabul etmeleri koşuluyla yüksek görevlere getiriliyorlardı.

Herkesçe kabul edilmektedir ki, hiç bir bilim, fikir savaşımı olmadan, eleştiri özgürlüğü olmadan gelişemez ve ilerleyemez. Ancak, herkesçe kabul edilen bu kural bilmemezlikten geliniyordu ve kayıtsızca ayaklar altına alınıyordu. Dar bir yanılmaz yönetici grubu oluştu, bunlar her türlü eleştiri olasılıklarına karşı önlemler aldıktan sonra, keyfiliğe ve umursamazlığa daldılar.

Bir örnek verelim: Bakû Dersleri (N. Marr tarafından adı geçen kentte verilen konferanslar) kusurlu sayılmış ve yeniden yayınlanması yazarın kendisi tarafından yasaklanmıştı; oysa bunlar (Meşçaninov yoldaşın N. Marr'ın "öğretilileri" diye adlandırdığı) yöneticiler "kast"ı tarafından yeniden basılmış ve öğrencilere hiç bir kayıt konmaksızın salık verilmişti. Yani yanlış bir kitabı, değerli bir yapıt gibi tanıtarak öğrencileri aldatmışlardır. Eğer Meşçaninov yoldaşın ve öteki dilbilimi uzmanlarının dürüstlüklerinden emin olmasaydım, böyle bir tutumun sabotaj ile eşdeğer olduğunu söylerdim.
Bu, nasıl olabildi? Bunun olabilmesinin nedeni, dilbilimi dalında yerleşmiş bulunan Arakçeyev'vari anlayışın sorumsuzluk ruhunu beslemesi ve bu tür taşkınlıklara açık kapı bırakmasmdadır.

Tartışma, her şeyden önce, bu Arakçeyev'vari anlayışı günışığına çıkarıp temelinden yıktığı için çok yararlı oldu.

Ancak tartışmanın yararı bununla kalmamaktadır. Dilbilimindeki eski anlayış yıkılmakla kalınmamış, bilimin bu alanının yönetici çevrelerinde dilbiliminin en önemli sorunlarında egemen olan inanılmaz düşünce karışıklığını da, bu tartışma ortaya çıkarmıştır. Bunlar tartışma başlayıncaya kadar susuyorlardı ve dilbilimi dalında işlerin iyi gitmediğini saklıyorlardı. Ancak tartışma bir kez başlayınca, artık susmak mümkün değildi - onlar görüşlerini basında açıklamak zorunda kaldılar. O zaman ne oldu? N. Marr'ın öğretisinin, birçok eksikleri, yanlışları, açıklanmamış sorunları, yeterince özümlenmemiş tezleri kapsadığı ortaya çıktı. Şu soru ortaya çıkmaktadır: N. Marr'ın "öğretilileri" neden ancak şimdi, tartışmanın başlamasından sonra konuşmaya başladılar? Neden bunu daha önce yapmadılar? Neden bilim adamlarına yakışacak biçimde bunları zamanında, açıkça ve dürüstçe söylemediler?

N. Marr'ın "bazı" yanlışlarını kabul ettikten sonra onun "öğretilileri", söylendiğine göre, Sovyet dilbiliminin, ancak, marksist saydıkları N. Marr'ın düzenlediği teorinin temeli üzerinde gelişebileceğini düşünmekteymişler. Hayır, beyler, N. Marr'ın "marksist"liğinden bizi azat ediniz. N. Marr gerçekten marksist olmak istiyordu ve olmak için çaba harcadı, ama bu işi beceremedi. Yalnızca marksizmi basitleştirdi, bayağılaştırdı. Proletkült ya da RAPP üyelerinin yaptığı gibi.

N. Marr, dilbilimine yanlış, marksist olmayan, dilin bir üstyapı olarak ele alınması gerektiği tezini soktu, - onun için de kendi kendini köstekledi ve dilbilimini de köstekledi. Sovyet dilbilimini, yanlış bir tezin temeli üzerinde geliştirmek olanaksızdır.

N. Marr, dilbilimine, aynı ölçüde yanlış ve marksist olmayan, başka bir tez, dilin "sınıfsal niteliği" tezini de soktu - burada da kendi kendini ve dilbilimini köstekledi. Sovyet dilbilimini, halkların ve dillerin bütün tarihinin gelişmesi ile çelişki halinde olan yanlış bir tez temeli üzerinde geliştirmek olanaksızdır.

N. Marr, dilbiliminde kendini beğenmişlik, yüksekten atma ve küstahlık gibi marksizm ile uzlaşamayacak bir hava estirdi ve böylece tanıtlamaksızın ve hafiflikle, dilbiliminde, N. Marr'dan önce ne var ne yok hepsini yadsıdı.

N. Marr, gürültülü bir biçimde, "idealist" diye adlandırdığı karşılaştırmalı tarihsel yöntemi kötülemektedir. Şunu söyleyelim ki, büyük yanlışlarına karşın, karşılaştırmalı tarihsel yöntem, N. Marr'ın özünde idealistolan dört öğeli tahlilinden daha değerlidir, çünkü birincisi, insanı, çalışmaya, dillerin incelenmesine götürür; oysa ikincisi, yalnızca insanı yan yatıp kahve falında bü ünlü dört öğenin gizemini aramaya götürür.

N. Marr, dil gruplarını (ailelerini) incelemek girişimlerini, "anaç dil" teorisinin bir belirtisi olarak yukardan bakarak reddeder. Oysa örneğin Slav ulusları gibi ulusların dil akrabalığı kuşku götürmez, bu ulusların dilbilimi yönünden akrabalığının, dilin gşlişme yasalarının incelenmesi bakımından büyük bir yararı olabilir. Kaldı ki, "anaç dil" teorisinin bununla bir ilişkisi yoktur.

N. Marr'ı ve hele "öğretililerini" dinleyecek olursanız, N. Marr'dan önce hiç bir dilbilimi olmadığı, dilbiliminin N. Marr'ın "yeni öğretisi" ile başladığı sanılır. Marx ve Engels, alçakgönüllü idiler, onlar kendi diyalektik materyalizmlerinin, felsefe dahil olmak üzere, bilimlerin önceki dönemde gelişmesinin ürünü olduğunu ileri sürüyorlardı.

Böylece, Sovyet dilbiliminin ideolojik eksikliklerini günışığma çıkarması bakımından da tartışma yararlı olmuştur.

Kanıma göre, bizim dilbilimimiz, N. Marr'ın yanlışlarından ne kadar erken arınırsa, bugün geçirmekte olduğu bunalımdan o ölçüde hızla kurtarılabilir.

Dilbiliminde Arakçeyev anlayışını tasfiye etmek, N. Marr'ın yanlışlarından vazgeçmek, dilbilimine marksizmi sokmak: işte benim kanıma göre Sovyet dilbilimini rayına oturtmaya olanak sağlayacak yol.
Blogger tarafından desteklenmektedir.