Header Ads

Header ADS

Antonio Gramsci'ye Göre Troçkizm ve "Sürekli Devrim"


Troçki’nin hareketin “sürekliliği” hakkındaki şu ünlü teorisinin, hareket savaşı teorisinin siyaset alanındaki bir yansıması olup olmadığını araştırmak gerekir. Bundan başka, yine bu teorinin, yaşam sınırlarının embriyon halinde ve gevşek oluşu yüzünden “siper ya da kale” olamayacak bir ülkede (Rusya’da) genel ekonomik-kültürel-toplumsal koşulların bir yansıması olup olmadığını belirtmek de yerinde olur. Bu tutumu ile bir “batıcı” gibi görünen Troçki, aksine bir kozmopolittir, yani ulusçuluğu kadar, batıcılığı ya da Avrupalılığı da yüzeydedir. Buna karşılık Lenin derinden ulusçu, derinden Avrupalıydı.



Troçki, anılarında, “süreklilik” teorisinin on beş yıl sonra doğru çıktığının görüldüğünü anlatır. Aslında bu teori ne on beş yıl önce ne de on beş yıl sonra doğruydu: Olayların gidiş yönünü kabaca önceden sezmişti denilebilir. Fakat bu öngörü, dört yaşında bir kız çocuğunun anne olacağını söyledikten sonra, bu kız yirmi yaşına gelince, ben böyle olacağını bilmiştim, demeye benzer; ama bunu söyleyenin dört yaşındayken anne olsun diye kızın ırzına geçmeye kalktığı akla gelmektedir.

Stalin, 1927 Eylül’ünde yayınlanan soru ve cevap şeklinde yazdığı kitapta politika bilimi ve sanatının bazı temelli noktaları üzerinde durmuştu. Bence geliştirilmesi gereken nokta şudur: Praksis felsefesine (Marksizm’e) göre siyasal planda ister kurucusunun formülleştirmesinde, ister özellikle bu felsefenin en büyük yeni kuramcısının getirdiği aydınlatmalar göz önünde tutularak, uluslar arası durum, ulusal görüntüsüyle nasıl incelenmelidir? Aslında “ulusal” ilişki, özgün tek (belirli bir anlamda) bir düzenlemenin sonucu ve eğer yönetmek ve egemen olmak bir özgünlük ve teklik temeli üzerindeyse, bu düzenleme düşünülmüş ve kavramış olmalıdır.

Doğrusu şu ki, gelişme uluslararasıcılık yönünde olmaktadır, ama hareket noktası “ulusal”dır; buradan yola çıkmak gerekir. Ama ileriki hedef uluslararasıdır ve başka türlü de olamaz. Bundan ötürü, uluslararası sınıfın, uluslararası hedeflere göre ve uluslararası yönde yönetip geliştireceği ulusal güçlerin bağıntılarını yakından incelemek gerekir. Yönetici sınıf kendisinin de katıldığı bu bağıntıyı doğru olarak yorumlamak koşuluyla bu ada layıktır. Bu da ona, böyle olmasından ötürü, harekete belirli bir amaçla, belirli bir yön vermesine olanak sağlar. Bana öyle geliyor ki, Bolşevik hareketin yorumlanmasında, Troçki ile Stalin arasındaki temelden ayrılık bu noktada meydana gelmiştir.

Sorunun temeline inilirse, ulusalcılık suçlamaları anlamsızdır. 1902 ile 1917 arasında Bolşeviklerin harcadıkları çaba incelenirse, bunun özgünlüğünün, uluslararasıcılığı, bütün belirsiz ve salt ideolojik (terimin kötü anlamıyla) unsurlardan temizlemek ve böylece ona gerçekçi bir içerik kazandırma isteği olduğu görülür. Hegemonya kavramı, ulusal nitelikteki isteklerin düğümlendiği bir kavramdır; işte bunun için bazı eğilimlere sahip olanların neden bu kayramdan söz etmedikleri ya da şöyle bir değinip geçtikleri anlaşılmaktadırUluslararası nitelikteki bir sınıf, sıkıdan sıkıya «ulusal» toplumsal tabakaları (aydınlar), ya da çok kere ulusal olmaktan çok özerklikçi ya da belediyeci (köylüler) tabakaları yönettiği ölçüde, bir anlamda «ulusallaşmak» zorundadır; kaldı ki bu anlam da çok dar değildir: Çünkü dünya ölçüsünde planlı bir ekonominin oluşmasından önce birçok evrelerden geçmek zorunludur; bunlarda bölgesel bağıntılar (ulus grupları) çeşitlenebilir. Öte yandan hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, inisiyatif, açıkça, barış ve dayanışmaya dayanan bir iş bölümü planına göre yeni bir toplum kurmaya yönelen güçlerin eline geçmedikçe, tarihsel çelişme, zorunluluk yasalarının izinde gider.

Ulusal olmayan kavramların (yani her ülkenin özelliğine dayanmayan) olduğu açıkça görülmektedir:

1. İlk evrede kimse başlamak gerektiğine inanmıyordu, başka deyimle herkes, girişimi ele alırsa yalnız kalacağını düşünüyordu; bütün bir hareketi bekleyerek kimse kımıldamıyor, kimse hareketi örgütlemiyordu;

2. İkinci evrede belki daha da kötüydü; çünkü tarihsel gelişimine olduğu kadar doğal olarak da zaman aşımına uğramış bir «napoleonculuk»beklenmekteydi (gerçekten de bütün tarihsel evreler hep aynı biçimde tekrarlanmaz). Eski mekanizmanın bu çağdaş biçimdeki kuramsal zayıflıkları şu çok genel sürekli devrim teorisiyle maskelenmiştir; oysa bu teori, bir dogma gibi ileriye sürülen bir kehanetten (prevision) başka bir şey olmayıp, olaylarda yansımaması yüzünden kendi kendisini yıkmaktadır.

(Kaynak: Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge yay., s. 295-296, 317-319)



Notlar

[1] Gramsci burada muhtemelen Stalin’in 9 Haziran 1925 tarihinde Sverdlov Üniversitesi’nde yaptığı ve “Sorular ve Cevaplar” başlığı altında ilk kez Pravda’da yayınlanan konuşmasını kastetmektedir. Gramsci’nin tutuklandığında kitapları arasında İtalyanca özet-çevirisi bulunan bu konuşma İtalya’da ilk kez 1927 yılında yayınlanmış olabilir.[2] “Sürekli Devrim” düşüncesinde, Rusya’nın Avrupa gericiliğinin son kalesi olması fikri ve buna dayanak olarak Napoleon’un devrimci savaşlarının ancak Rusya’da durdurulabilmiş olması olgusu büyük önem taşıyordu. Bu koşullar aslında Rusya’nın kesin olarak devrimci bir yola girmesiyle geri döndürülemez biçimde ortadan kalkmıştır.

Lenin emperyalizm koşulları altında bu düşüncenin geçersizliğini ilk kez 1915 tarihli “Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine” başlıklı makalesiyle uluslar arası işçi hareketinin gündemine getirdi: “Kendi başına bir şiar olarak "Dünya Birleşik Devletleri" şiarı ise pek doğru değildir, çünkü …bu şiar, tek ülkede sosyalizmin zaferinin imkansızlığı yönünde ve böyle bir ülkenin diğer ülkelerle ilişkileri hususunda yanlış düşünceler yaratabilir.

Ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan sosyalizmin zaferinin başlangıçta az sayıda ya da hatta tek bir kapitalist bir ülkede mümkün olduğu sonucu çıkar. Kendi ülkesinde kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve sosyalist üretimi örgütledikten sonra, bu ülkenin muzaffer proletaryası, diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi yanına çekerek, o ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmayı körükleyerek ve hatta gerekirse sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri şiddete başvurarak kapitalist dünyaya karşı ayaklanacaktır.”
Blogger tarafından desteklenmektedir.