Header Ads

Header ADS

BURJUVAZİ KONUT SORUNUNU NASIL ÇÖZÜYOR

ENGELS
I

Konut sorununun prudoncu çözümüyle ilgili kesimde, küçük-burjuvazinin bu sorunla nasıl dolaysız bir biçimde çok ilgili olduğu gösterilmişti. Ancak, büyük burjuvazi de, onunla, dolaylı olsa dahi, çok ilgilidir. Modern doğa bilimi, işçilerin sıkışık bir şekilde yaşadığı sözde "yoksul semtler"in, zaman zaman kentlerimizi etkileyen bütün salgınların üreme yeri olduğunu tanıtlamıştır. Kolera, tifüs, tifo, çiçek ve diğer harap eden hastalıklar, bu işçi sınıfı çevrelerindeki pis havaya ve zehirli sulara mikroplarını saçmaktadırlar. Burada mikroplar hiç bir zaman tam olarak ölmemekte, ve koşullar izin verir vermez salgınlar haline dönüşmekte ve ardından üreme yerlerinin ötesine, kentin, kapitalistlerin yaşadığı daha havadar ve sağlıklı kısımlarına yayılmaktadır. Kapitalist yönetim, kendi dokunulmazlığı ile (dokunulmaz olmadığı sürece EA), işçi sınıfı arasında salgın hastalık yaratma zevkine izin veremez, sonuçlar geri tepip,işçi sınıfı saflarında olduğu kadar acımasız hükmünü sürdürdüğü gibi, ölüm meleği onun saflarında da hüküm sürer"


Bu gerçek, bilimsel olarak saptanır saptanmaz, yardımsever burjuva, işçi sağlığı için kaygılarında soylu bir rekabet ruhuyla yanıp tutuşmaya başlamıştır. Sürekli yinelenen salgınların kaynaklarını kurutmak için dernekler kurulmuş, kitaplar yazılmış, öneriler hazırlanmış, yasalar tartışılmış ve kabul edilmiştir. İşçilerin konut koşulları incelenmiş ve en çarpıcı kötülüklerin iyileştirilmesi için girişimlerde bulunulmuştur. Özellikle, en çok sayıda büyük kentin var olduğu ve dolayısıyla burjuvazinin en büyük risk altında bulunduğu (sayfa 386) İngiltere'de yoğun çalışmalar başlamıştır. İşçi sınıfının sağlık koşullarını araştırmak üzere hükümet komisyonları kurulmuştur. Kıta kaynaklarından, doğruluğu, bütünlüğü ve tarafsızlıkları ile onurlu bir şekilde ayrılan bu raporlar yeni ve azçok tüm kapsamlı yasalara temel teşkil etmiştir. Mükemmel olmamakla birlikte, bu yasalar, gene de günümüze kadar Kıtada bu yönde yapılan her şeyden sonsuz derecede üstündür. Gene de, kapitalist toplum düzeni düzeltilecek kötülükleri yeniden ve yeniden yaratmaktadır, ve bunu da öylesine kaçınılmaz bir zorunlulukla yapmaktadır ki, İngiltere'de dahi onların düzeltilmesinde bir adım dahi ilerlenmemiştir.

Her zamanki gibi Almanya'da zaten varolan kronik enfeksiyon kaynaklarının, uyuşuk büyük burjuvaziyi uyaracak had safhaya varabilmesi için çok daha uzun bir zamana gereksinme vardı. Ancak yavaş giden emin gider, ve böylece bizim aramızda da nihayet halk sağlığı ve konut sorunu üzerine, yabancı ve özellikle İngiliz ardıllarının hoş sesli ve yumuşak terimleri aracılığıyla yapay olarak yüksek bir kavramın görüntüsü verilmeye çalışılan sulandırılmış alıntılara dayanan bir burjuva yazını doğdu. Dr. Emile Sax'ın İşçi Sınıflarının Konut Koşulları ve Reformu, Vienna 1869[249] bu yazına dahildir.
Konut sorununa burjuva yaklaşımının tanıtılmasında, bu kitabı, yalnızca konu üzerindeki burjuva yazınını elden geldiğince özetleme çabasında bulunduğu için seçtim. Ve yazarımıza "kaynak" olarak hizmet eden ne hoş bir yazın! Esas gerçek kaynaklar olan İngiliz parlamento raporlarından yalnızca üçü, en eskileri, ad olarak anılıyor; bütün kitap, yazarının onların bir tekine dahi hiç bir zaman gözatmadığını tanıtlamaktadır. Öte yandan, bütün bir dizi yavan burjuvaca, iyi niyetli darkafalı ve sahte insan sevgisiyle dolu yazılar yayınlanmıştır: Duepétiaux Roberts, Hole, Huber, İngiliz kongrelerinin toplumsal bilimlerle (daha doğrusu toplumsal saçmalıklarla) ilgili kararları, Prusya Çalışan Sınıfların Refahı Derneğinin dergisi, Paris'teki Dünya Sergisiyle ilgili resmi Avusturya raporu, aynı konu üzerindeki resmi bonaparçı raporlar, Illustrated London News,[257] Über Land und Meer[258] ve son olarak "kabul edilmiş bir (sayfa 387) otorite", "kesin pratik anlayış", "ikna edici ve etkileyici konuşma" adamı Julius Faucher! Bu kaynaklar listesine girmeyen sadece Gartenlaube,[259] Kladderadatsch[175] ve Fusilier Kutschke[260] olmuştur.

Herr Sax, görüş açısı konusunda hiç bir yanlış anlam doğmaması için, 22. sayfada şunları beyan etmektedir:

"Toplumsal ekonomi ile biz, toplumsal sorunlara uygulamasında ulusal ekonomi öğretisini; ya da daha açık bir deyişle, bu bilimin, halen geçerli olan toplum düzeni çerçevesi içinde 'tunç' yasaları uyarınca sözde mülksüz sınıfı mülk sahibi sınıf düzeyine yükseltmek için bize sunduğu yol ve araçların toplamını kastediyoruz."

Genel olarak "ulusal ekonomi öğretisi" ya da ekonomi politiğin "toplumsal" sorunlarıyla başkalarının uğraştığı yolundaki anlaşılmaz fikrin tartışmasına girmeyeceğiz. Hemen işin özüne gireceğiz. Dr. Sax, burjuva ekonomisinin "tunç yasalarının", "halen geçerli toplum düzeni çerçevesinin", bir başka deyişle, kapitalist üretim biçiminin değişmeden varolmaya devam etmesini, ancak gene de "sözde mülksüz sınıfın mülk sahibi düzeyine" yükseltilmesini talep etmektedir. Şimdi, işgücünden başka satacak hiç bir şeyi olmayan, ve dolayısıyla işgücünü sınai kapitaliste satmak zorunda olan sözde değil gerçek bir mülksüz sınıfın varolması, kapitalist üretim biçiminin kaçınılmaz bir önkoşuludur. Herr Sax tarafından icat edilen yeni toplumsal ekonomi biliminin görevi, dolayısıyla —bir yanda bütün hammaddelerin, üretim araçlarının ve geçim araçlarının sahibi kapitalistler ile, öte yanda, kendi işgüçlerinden başka hiç bir şeye benim diyemeyen mülksüz ücretli işçiler arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerine kurulu bir toplum durumunda— bu toplumsal düzen içinde, bütün ücretli işçilerin, ücretli işçi olmaktan çıkmadan, kapitalistlere dönüşebileceği yol ve araçlar bulmaktır. Herr Sax, bu sorunu çözdüğünü sanmaktadır. Belki, bize, herbiri eski Napoléon günlerinden beri sırt çantasında bir mareşal asası taşıyan bütün Fransız ordusu askerlerinin, aynı zamanda er olmaya devam ederek nasıl mareşaller haline dönüştürülebileceğini göstermek lütfunda bulunur. Ya da, Alman İmparatorluğu'nun kırk milyon tebasının hepsinin nasıl Alman kayzerleri (sayfa 388) yapılabileceğini gösterir.

Günümüzün toplumundaki bütün kötülüklerin temelini koruyup, aynı zamanda, bizzat kötülükleri yoketmeyi istemek, burjuva sosyalizminin esasıdır. Komünist Manifesto'da zaten belirtildiği gibi, burjuva sosyalistleri "burjuva toplumunun sürekli varlığını sağlamak için toplumsal düşmanlıkların kılık değiştirmesini" arzulamaktadırlar; "proletaryasız bir burjuvazi" istemektedirler. Herr Sax'ın da, sorunu, tamamıyla aynı şekilde formüle ettiğini gördük. O, bunun çözümünü, konut sorununun çözümünde bulmaktadır.

"Emekçi sınıfların konutlarını düzelterek, tanımlanmış olan maddi ve manevi acıların başarıyla giderilmesinin, ve böylelikle —yalnızca konut koşullarının köklü bir biçimde düzeltilmesiyle— bu sınıfların büyük kısmının çoğunlukla hiç de insanca olmayan varlık koşulları bataklığından, soyut maddi ve manevi refah düzeyine yükseltilmesinin mümkün olacağı" kanısındadır. (s. 14.)

. Bu arada, burjuva üretim ilişkilerince yaratılmış olan ve bu ilişkilerin sürekli varlığını belirleyen bir proletaryanın varlığı olgusunu geçiştirmek burjuvazinin çıkarınadır. Dolayısıyla Herr Sax (s. 21) de, bize, emekçi sınıflar deyiminin, gerçek işçilerin yanısıra, "bütün yoksul toplumsal sınıfları", "ve genel olarak zanaatçılar, dullar, emekliler (!), alt derecedeki memurlar gibi dargelirlileri" kapsayacak şekilde anlaşılması gerektiğini söylemektedir. Burjuva sosyalizmi, elini, küçük-burjuva türlerine uzatmaktadır.

O halde konut darlığı nereden geliyor? Nasıl doğdu? İyi bir burjuva olarak Herr Sax'ın, bunun burjuva toplumsal düzeninin zorunlu bir ürünü olduğunu, büyük emekçi kitlelerin yalnızca ücrete, yani varlıkları için ve kendi türlerinin korunması için gerekli geçim araçlarının miktarına bağımlı oldukları; makinelerin iyileştirilmesinin vb. sürekli olarak işçi kitlelerini işten attığı; şiddetli ve düzenli olarak yinelenen sınai dalgalanmaların bir yandan, büyük bir işsiz işçiler yedek ordusunun varlığını belirlediği ve öte yandan da zaman zaman işçi kitlelerini işsiz olarak sokaklara sürdüğü; işçilerin kitleler halinde büyük kentlerde, mevcut koşullarda onlar için doğan meskenlerden daha hızlı bir oranda yığıldıkları; dolayısıyla her zaman için, en kötü (sayfa 389) domuz ahırları için bile kiracıların mutlaka bulunacağı; ve ensonu, ev sahibinin malından ev kirası şeklinde sağlayabileceğinin en fazlasını sağlamasının, yalnızca hakkı değil kapitalist olarak rekabet nedeniyle bir dereceye kadar da görevi olduğu bir toplumda zorunlu olarak varolacağını bilmesi düşünülemez. Böyle bir toplumda konut darlığı bir raslantı değildir; gerekli bir kurumdur, ve ancak onun kaynaklandığı bütün toplumsal düzen temelden yeniden şekillendirildiği zaman sağlık vb. üzerindeki bütün etkileriyle birlikte ortadan kaldırılabilir. Ancak, burjuva sosyalizmi, bunu bilmek cesaretini gösteremez. Konut darlığının mevcut koşullardan doğduğunu açıklamaya cesaret edemez. Ve dolayısıyla, konut darlığını, insanoğlunun kötülüğünün, deyim yerindeyse ilk günahın bir sonucu olarak ahlâkileştirmekten başka açıklama yolu yoktur.

"Ve burada, suçun ... kısmen bizzat mesken isteyen işçilerde, ve kısmen, daha büyük kısmı, gerçekten de gereksinmeyi karşılamayı yüklenenlerde ya da emirlerinde yeterli araç olduğu halde gereksinmeyi karşılamak için hiç bir çaba göstermeyenlerde, yani varlıklı daha yüksek toplumsal sınıflarda olduğunu tanımazlıktan gelemez ve sonuç olarak yadsıyamayız." (Cüretli bir sonuç!). "Bu sonuncusu suçludur ... çünkü yeterli bir iyi mesken arzı sağlamayı iş edinmemişlerdir."

Nasıl Proudhon bizi ekonomi alanından yasal terimler alanına götürüyorsa, aynı şekilde burjuva sosyalistimiz de bizi burada ekonomi alanından ahlâk alanına götürmektedir. Ve hiç bir şey bundan daha doğal olamaz. Her kim kapitalist üretim biçiminin günümüz burjuva toplumunun "tunç yasaları"nın bozulamaz olduğunu öne sürer, ve buna karşılık aynı zamanda onların hoş olmayan ama zorunlu sonuçlarını ortadan kaldırmayı isterse, kapitalistlere ahlâki vaazlar, duygusal etkileri, özel çıkarların ve gerekirse rekabetin etkisi altında, anında buharlaşan ahlâki vaazlar vermekten başka çaresi yoktur. Bu ahlâki vaazlar, aslında, havuz kıyılarında kendi yumurtalarından çıkan, ördek yavrularının neşeyle yüzdüklerini gören tavuğunkilerin aynısıdır. Ördek yavruları, herhangi bir çekiciliği olmadığı halde suya gitmekte, ve kapitalistler, vicdansız olmasına karşın (sayfa 390) kâra saldırmaktadırlar. Bu konuda Herr Sax'tan daha fazla şey bilen yaşlı Hansemann daha önce "para konularında duygusallığa yer yoktur" demişti.

"İyi meskenler öylesine pahalıdır ki işçilerin büyük çoğunluğu için bunlardan yararlanmak tamamen olanaksızdır. Büyük sermaye ... işçi sınıflarının evleri için yatırım yapmaktan dolayı utanç duymaktadır ... ve sonuç olarak bu sınıflar ve onların konut gereksinmeleri çoğu kez spekülatörler için bir av olmaktadır."

İğrenç spekülasyon — doğal olarak büyük sermaye hiç bir zaman spekülasyona girişmez! Ama, büyük sermayenin, işçi evleri [konusunda] spekülasyona girişmesini engelleyen şey, kötü niyet değil yalnızca bilisizliktir:

"Ev sahipleri konut gereksinmelerinin normal bir şekilde karşılanmasının ... ne kadar büyük ve önemli bir rol oynadığını hiç bilmiyorlar; genel kural olarak, böylesine sorumsuzca kötü ve zararlı meskenler sunmakla, insanlara neler yaptıklarını bilmiyorlar, ve son olarak, böylelikle kendi kendilerine nasıl zarar verdiklerini bilmiyorlar." (s. 27.)

Ancak, bir konut darlığı yaratılması için kapitalistlerin bilisizliğinin işçilerin bilisizliğiyle tamamlanması gerekir. Herr Sax, işçilerin "en düşük kesimlerinin tamamen barınaksız kalmamak için nerede ve nasıl olursa olsun bir gecelik yatacak yer bulmaya mecbur olmakta (!) ve bu arada tamamen savunmasız ve çaresiz kalmaktadır" diye itiraf etmekte ve şöyle demektedir:

"Çünkü iyi bilinen bir gerçektir ki, onların (işçilerin) arasında pekçoğu dikkatsizlikten, ama esas olarak bilisizlikten ötürü, bedenlerini, ve hatta denebilir ki ustalıkla, doğal gelişme ve sağlıklı yaşama koşullarından yoksun bırakmaktadırlar, şöyle ki, rasyonel sağlık koşulları ve; özellikle, bu sağlık koşulları içinde meskenin taşıdığı büyük önem konusunda hiç bir fikirleri yoktur." (s. 27.)

Ancak burada burjuvanın eşek kulakları ortaya çıkmaktadır. Kapitalistler sözkonusu olunca, "suçlama" bilisizlike dönüşmekte, ama işçiler sözkonusu olduğunda bilisizlik suçun nedeni yapılmaktadır. Dinleyin:

"Dolayısıyla, (esas olarak bilisizlik nedeniyle) kiradan bir miktar tasarruf edebilecekleri durumda, kısaca bütün (sayfa 391) sağlık gerekleriyle alay eder biçimde, karanlık, nemli ve yetersiz konutlara taşınacak ... sık sık birkaç aile birarada tek bir konut, ve hatta tek bir oda kiralayacaktır — bütün bunlar kira için mümkün olan en az harcamayı yapmak uğruna, oysa öte yardan gelirlerini gerçekten günahkâr biçimde içki ve her çeşit boş zevklere saçmaktadırlar."

İşçilerin "alkol ve tütün için israf ettiği" (s. 28) para "işçileri ölü bir ağırlık gibi tekrar ve tekrar bataklığa sürükleyen bütün pişman olunacak sonuçları ile meyhanelerdeki yaşantı" gerçekten de Herr Sax'ın midesinde ölü bir ağırlık gibi yatmaktadır. Mevcut koşullar altında işçiler arasında sarhoşluğun, yaşam koşullarının, tifo, suç, haşarat, icra memuru ve diğer toplumsal kötülükler kadar zorunlu bir ürünü olduğu gerçekten öylesine zorunlu ki sarhoşluğa boyun eğeceklerin ortalama sayısının önceden hesaplanabileceği gerçeği gene Herr Sax'ın bilmezlikten gelemeyeceği bir şeydir. Ayrıca, benim eski ilkokul öğretmenim, "alelade insanlar meyhaneye ve kaliteli insanlar kulüplere giderler" derdi. Ve her ikisinde de bulunduğum için bunu doğrulayacak durumdayım.

Her iki tarafın da "bilisizliği" üzerindeki bütün sözler, emek ve sermaye çıkarlarının uyumu konusundaki eski sözlerden başka bir şey değildir. Eğer kapitalistler gerçek çıkarlarını bilmiş olsalardı, işçilere iyi evler verir ve durumlarını genel, olarak düzeltirlerdi; ve. eğer işçiler gerçek çıkarlarını anlasalardı, grev yapmaz, sosyal-demokrasiyi desteklemez, politika ile ilgilenmez, ama iyi insan olur ve kendilerinden üstünleri, kapitalistleri izlerlerdi. Ne yazık ki, her iki taraf da çıkarlarını Herr Sax ve sayısız ardılının vaazlarından tamamıyla başka yerlerde bulmaktadır. Sermaye ve emek arasındaki uyumla ilgili kutsal sözler hemen hemen 50 yıldan beri telkin edilmektedir, ve burjuva yardımseverliği bu uyumu tanıtlamak için örnek kurumlar kurarak büyük miktarlarda para harcamışlardır; ne var ki, ilerde göreceğimiz gibi, bugün biz, tam elli yıl önce olduğumuz yerdeyiz.

Yazarımız şimdi sorunun pratik çözümüne geçmektedir. Proudhon'un, işçileri meskenlerinin sahipleri yapma önerisinin ne kadar az devrimci olduğu, burjuva sosyalizminin (sayfa 392) ondan önce dahi bunu uygulamada yürütmeye çalıştığı ve hâlâ bunu yapmaya çabaladığı gerçeğinden anlaşılabilir. Herr Sax ayrıca, konut sorununun, tümüyle ancak mesken mülkiyetinin işçilere devriyle çözülebileceğini ileri sürmektedir. (s. 58 ve 59) Bunun da ötesinde, bu kavramı, şiirsel bir vecd içinde ele almakta, duygularını aşağıdaki gibi heyecan patlamaları ile dile getirmektedir:

"İnsanların içindeki toprak sahibi olmak özleminde garip bir şey var; bu, günümüzde çılgınca çarpan iş hayatının bile azaltamadığı bir dürtüdür. Bu toprak mülkiyeti ile temsil edilen ekonomik başarının öneminin bilinçsizce takdir edilmesidir. Bununla birey sağlam bir dayanak sağlamaktadır; sanki toprağa sıkıca kök salmıştır ve her iş1etmenin (!) en kalıcı temeli onun içindedir. Ancak toprak mülkiyetinin nimetleri bu maddi avantajların çok ötesine uzanmaktadır. Bir toprak parçasına, benim diyecek kadar şanslı olan her kimse o ekonomik bağımsızlığın kavranabilecek en yüksek aşamasına ulaşmıştır; üzerinde egemenlik gücünü kullanabileceği bir toprağa sahiptir; kendi kendinin efendisidir; gereksinme duyulduğu zaman belli bir güce ve güvenilir bir desteğe sahiptir; kendine güveni gelişmekte, ve bununla morali güçlenmektedir. Böylece, önümüzdeki sorunda mülkiyetin büyük önemi vardır. ... Günümüzde ekonomik yaşantının tüm değişmelerine çaresiz bir şekilde açık olan ve sürekli olarak işverenine bağımlı bulunan işçi, böylelikle bu belirsiz durumdan belli bir ölçüde kurtulacaktır; bir kapitalist haline gelecek ve emlakının kendisine sağlayacağı kredi ile işsizlik ya da çalışamama tehlikelerine karşı korunacaktır. O, böylece, mülksüzler saflarından, mülk sahibi sınıf saflarına yükseltilecektir." (s. 63.)

Herr Sax, insanın esasen köylü olduğunu varsayar görünmektedir, aksi takdirde, büyük kentlerimizin işçilerine toprak sahibi olma özlemini, onlarda hiç kimsenin keşfedemediği bir özlemi, hatalı olarak atfetmezdi. Büyük kentlerdeki işçilerimiz için hareket özgürlüğü birincil varlık koşuludur, ve toprak mülkiyeti onlar için ancak bir ayakbağı olabilir. Onlara kendi evlerini verin, bir kez daha toprağa zincirleyin ve fabrika sahiplerinin ücret azaltmalarına (sayfa 393) direnme güçlerini kırın. Tek tek işçi kendi evini gerekirse satabilir. Ancak büyük bir grev ya da genel bir sınai bunalım sırasında bundan etkilenen bütün işçilere ait evler satışa çıkarılmak zorunda kalınacak ve dolayısıyla hiç alıcı bulamayacak ya da maliyet bedellerinin çok altında satılacaktır. Ve hepsi alıcı bulsa dahi Herr Sax'ın muazzam konut reformu tümüyle sıfıra inecek ve yeniden baştan başlamak zorunda kalacaktır. Ancak, ozanlar bir hayal dünyasında yaşarlar, ve bir toprak sahibinin "ekonomik bağımsızlığın en yüksek aşamasına ulaştığını", "emin bir desteği" olduğunu, "bir kapitalist haline geleceğini ve emlakın kendisine sağlayacağı kredi ile işsizlik ya da çalışamama tehlikelerine karşı korunacağını", vb. hayal eden Herr Sax da orada yaşamaktadır. Herr Sax'ın Fransız ve bizim Renli küçük köylülerimize bir gözatması gerekir. Evleri ve tarlaları bütünü ile ipotek altındadır. Hasatları toplanmadan alacaklılarına aittir, ve "arazileri" üzerinde egemenlik gücüyle hüküm süren kendileri değil, tefeci, avukat ve icra memurudur. Bu, gerçekten de ekonomik bağımsızlığın kavranabilir en yüksek aşamasını temsil etmektedir — tefeci için! Ve işçilerin de küçük evlerini tefecinin aynı egemenliği altına mümkün olan en hızlı şekilde sokmaları için iyi niyetli Herr Sax'ımız, emlaklarının fukara vergisi üzerinde bir yük haline gelmesi yerine, işsizlik ya da çalışamama durumlarında sağlayacağı krediye dikkatle işaret etmektedir.

Her durum ve koşulda, Herr Sax, başta ortaya atılan sorunu çözmüştür: işçi, kendi küçük evini satınalarak "kapitalist olmaktadır".

Sermaye, başkalarının ödenmemiş emekleri üzerindeki egemenliktir. Dolayısıyla işçinin küçük evi ancak onu üçüncü bir şahsa kiraladığı ve bu üçüncü şahsın emek ürününün bir kısmını kira biçiminde kendine malettiği takdirde sermaye olabilecektir. Nasıl ki palto terziden alıp giydiğin anda sermaye olmaktan çıkarsa, işçinin kendi evinde yaşaması ile o evin sermaye olması kesinlikle önlenmiş olur. Bin taler değerinde küçük bir ev sahibi olan işçi, gerçekten de artık bir proleter değildir, ancak bu Herr Sax'ın ona kapitalist demesine neden olmaktadır.

Ancak, işçilerimizdeki bu kapitalist çizginin bir diğer (sayfa 394) yönü vardır. Belli bir sınai bölgede her işçinin kendi küçük evine sahip olmasının genel kural olduğunu varsayalım. Bu durumda, o bölgenin işçi sınıfı kirasız yaşamaktadır; konut harcamaları, artık onun işgücü değerine girmemektedir. İşgücünün üretim maliyetindeki her azalma, yani işçinin geçim araçlarındaki her kalıcı fiyat düşüşü, "ulusal ekonomi öğretisinin tunç yasaları uyarınca" işgücünün değerinde bir gerilemeye eşdeğerdir ve dolayısıyla sonunda ücretlerde bunu karşılayan bir düşme ile sonuçlanacaktır. Böylece ücretler ortalama olarak kiradan tasarruf edilen ortalama miktar kadar düşecek, yani işçiler kendi evlerine eskiden olduğu gibi ev sahibine para ile değil, ama kendisi için çalıştığı fabrika sahibine ödenmemiş emekle kira ödeyeceklerdir. Bu yolla işçinin küçük evine yatırılmış olan tasarrufları bir anlamda sermaye olacak, ancak kendisi için değil, kendisini istihdam eden kapitalist için sermaye haline gelecektir.

Dolayısıyla Herr Sax işçisini kâğıt üzerinde dahi kapitaliste dönüştürme yeteneğinden yoksundur.

Bu arada, yukarda söylenen her şey, tasarruf planlarına ya da işçinin geçim araçlarını ucuzlatmaya indirgenebilecek bütün sözde toplumsal reformlar için geçerlidir. Bunlar, ya genelleşmekte ve o zaman ücretlerde bunu karşılayan bir gerileme ile izlenmekte ya da oldukça tecrit edilmiş deneyimler olarak kalmakta ve o zaman tecrit edilmiş istisnalar olarak varolmaları dahi büyük boyutlarda gerçekleşmelerinin mevcut kapitalist üretim biçimiyle bağdaşmadığını tanıtlamaktadır. Belli bir bölgede genel bir tüketici kooperatifleri uygulamasının işçiler için geçim araçları maliyetini %20 düşürmeyi başardığını varsayalım. Dolayısıyla, uzun vadede ücretler bu bölgede yaklaşık olarak %20, yani sözkonusu geçim araçlarının aynen işçilerin bütçesine girdiği oranda düşecektir. Örneğin, eğer işçi haftalık ücretinin üç çeyreğini bu geçim araçlarına harcarsa, ücretler sonunda 3/4 x 20 = %15 oranında düşecektir. Kısacası, böyle bir tasarruf reformu genel hale gelir gelmez, işçi ücretleri, tasarruflarının onun daha ucuz yaşamasına elverdiği ölçüde azalır. Her işçiye 52 talerlik tasarrufla sağlanmış bir bağımsız gelir verin ve haftalık ücret! zorunlu olarak 1 taler düşecektir. Böylelikle, daha çok tasarruf ettikçe, ücret olarak daha az alacaktır. (sayfa 395) Dolayısıyla, kendi çıkarına değil kapitalistin çıkarına tasarruf etmektedir. Onda ... "birincil ekonomik erdemi, tasarrufu ... en güçlü biçimde, ... özendirmek için" (s. 64) başka ne gerekebilir?

Ayrıca, Herr Sax, hemen ardından, işçilerin kendi çıkarlarından çok, kapitalistlerin çıkarı uğruna ev sahipleri olmaları gerektiğini söylemektedir:

"Ancak, yalnızca işçi sınıfının değil, tüm olarak toplumun, mümkün olan en fazla sayıda üyesini toprağa bağlanmış (!) olarak görmede en büyük çıkarı vardır" (bizzat Herr Sax'ı bir kez dahi olsa bu durumda görmek isterdim) "... ayaklarımızın altında yanan toplumsal sorun adlı bu volkanı, proletaryanın kırgınlığını, nefretini ... fikirlerdeki tehlikeli karmaşıklığı ateşleyen bütün gizli güçlerin ... işçiler bizzat bu şekilde mülk sahibi sınıf saflarına katıldığı ... zaman sabah güneşi önündeki sis gibi tümüyle yokolması gerekir." (s. 65.)

Bir başka deyişle, Herr Sax, bir ev edinmekle, proleter durumunda meydana gelebilecek türden bir değişiklikle, işçilerin proleter niteliklerini kaybedeceğini ve bir kez daha, onların da ev sahibi olan büyükbabaları gibi itaatkâr dalkavuklar haline geleceklerini ummaktadır. Prudoncular bunu hiç unutmamalıdırlar.

Herr, Sax, böylelikle toplumsal sorunu çözdüğüne inanmaktadır:

"Malların daha adil bir dağılımı, pekçoğunun boş yere çözmeye çabaladığı sfenksin bulmacası, şimdi önümüzde somut bir gerçek olarak yatmıyor mu, böylelikle hayal aleminden alınıp gerçekler alemine getirilmemiş midir? Ve uygulandığı takdirde, en aşırı eğilimlerdeki sosyalistlerin teorilerinin zirve noktası olarak sundukları en yüksek amaçlardan birinin başarıya ulaşması anlamına gelmeyecek mi?" (s. 66.)

Buraya dek gelebildiğimiz için şanslıyız. Çünkü bu zafer çığlığı Sax'ın kitabının "zirve"sidir. Bundan sonra "hayaller aleminden" yalın gerçeklere bir kez daha yavaşça inecek ve aşağı geldiğimizde, yokluğumuzda hiç bir şeyin, ama hiç bir şeyin değişmediğini göreceğiz.

Kılavuzumuz isçi meskenlerinde iki sistem bulunduğunu (sayfa 396) bildirerek bizi ilk basamaktan aşağı indirmektedir: Her işçi sınıfı ailesinin, İngiltere'de olduğu gibi, kendi küçük evine mümkünse aynı zamanda küçük bir bahçeye sahip olduğu kulübe sistemi; ve Paris'te, Viyana'da, vb. olduğu gibi, pekçok işçi meskeni içeren büyük kiralık konutlardan oluşan baraka sistemi. Kuzey Almanya'daki sistem bu ikisi arasında bulunmaktadır. Aslında bize kulübe sisteminin tek doğru sistem olduğunu, ve işçinin kendi evinin mülkiyetine sahip olabileceği tek sistem olduğunu söylemektedir; ayrıca, baraka sisteminin sağlık, ahlâk ve iç barış açısından çok büyük dezavantajları olduğunu savunmaktadır. Ancak, ah ne yazık!, kulübe sisteminin konut darlığı merkezlerinde, büyük kentlerde yüksek arsa maliyeti nedeniyle gerçekleşmesi mümkün değildir. Ve dolayısıyla büyük barakalar yerine dört ile altı daire içeren evler yapılır ya da baraka sisteminin başlıca dezavantajları çeşitli dahice yapım hileleriyle hafifletilirse, kişinin memnun olması gerekir demektedir. (s. 71-92.)

Daha şimdiden oldukça aşağılara indik değil mi? İşçilerin kapitalistlere dönüştürülmesi, toplumsal sorunun çözümü, her işçiye sahip olacağı bir ev — bütün bunlar geride, çok yükseklerdeki "hayaller dünyasında" kaldı. Bizim yapacağımız tek şey ise kırlarda kulübe sistemini başlatmak ve kentlerdeki işçi barakalarını mümkün olan ölçüde dayanılır hale getirmektir.

Dolayısıyla kendi itirafıyla, konut sorununun burjuva çözümü iflas etmektedir — kır ve kent arasındaki karşıtlık nedeniyle iflas etmektedir. Ve bununla sorunun özüne inmiş bulunuyoruz. Konut sorunu, ancak, toplum, en aşırı noktasına günümüz kapitalist toplumu tarafından getirilmiş olan kent ve kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılmasına doğru bir başlangıç için yeterince değiştirilebildiği zaman çözümlenebilir. Bu anti-tezi ortadan kaldırmak bir yana, kapitalist toplum tam tersine, onu günbegün yoğunlaştırmak zorundadır. Öte yandan, ilk modern ütopik sosyalistler, Owen ve Fourier, daha önceden bunu doğru olarak teşhis etmişlerdir. Onların örnek yapılarında kent ve kır arasındaki karşıtlık artık mevcut değildir. Bunun sonucu olarak, orada Herr Sax'ın iddia ettiklerinin tam tersi olmaktadır: Konut sorununun çözümü ile aynı zamanda (sayfa 397) toplumsal sorunun çözümü değil, ama toplumsal sorunun çözümü ile, yani kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılması ile ancak konut sorununun çözümü mümkün olmaktadır. Konut sorununu çözümlemeyi isterken, aynı zamanda, modern büyük kentleri korumayı arzulamak bir saçmalıktır. Oysa modern büyük kentler kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılması ile ancak ortadan kaldırılabilir. Ve bir kez bu başlatıldıktan sonra her işçiye kendi küçük evini sağlamaktan oldukça başka diğer konular olacaktır.

Ancak başlangıçta her toplumsal devrim her şeyi olduğu gibi almak ve emrindeki araçlarla en belirgin kötülüklerden kurtulmak için elinden geleni yapmak zorunda kalacaktır. Ve zaten konut darlığını varlıklı sınıflara ait lüks meskenlerin bir kısmını istimlâk ederek geri kalan kısmına zorunlu yerleştirme yaparak anında düzeltilebileceğini görmüştük.

Eğer şimdi Herr Sax, devamla, bir kez daha büyük kentleri bırakır ve kasabaların yakınlarında kurulacak işçi sınıfı kolonileri üzerine boş sözlerle dolu bir nutuk verir, bu kolonilerin ortak "su, gaz, ışıklandırma, hava ya da sıcak su, çamaşırhane, kurutma odaları, banyoları vb." ile herbirinin "bütün saygınlığı ile yuvası, okulu, ibadethanesi (!), okuma odası, kütüphanesi ... şarap ve bira salonu, dans ve konser salonu" olan "üretimin bir dereceye kadar fabrikadan evdeki atelyelere kadar geri devredilebilmesi" her eve bağlanan buhar gücüyle bütün güzelliklerini tanımlarsa bu, durumu hiç bir zaman değiştirmez. Tanımladığı koloni Mr. Huber tarafından dolaysız olarak sosyalistler Owen ve Fourier'den ödünç alınmış ve sadece sosyalist olan her şey atılarak tamamıyla burjuvalaştırılmıştır. Ancak böylelikle gerçekten ütopik hale gelmiştir. Hiç bir kapitalistin böyle koloniler kurmakta çıkarı yoktur. Ve gerçekten de Fransa'da Guise'dekinin dışında dünyanın hiç bir yerinde böyle bir şey yoktur ve o da Fourier'nin bir izleyicisi tarafından, kârlı spekülasyon olarak değil, ama sosyalist bir deneyim olarak kurulmuştu.[7*] Herr Sax pekâlâ dolambaçlı burjuva projelerini desteklemek üzere, Owen tarafından Hampshire'da (sayfa 398) kırkların başında kurulan ve çoktan feshedilmiş "Harmony Hall"[262] adlı komünist kolonisi örneğini aktarabilirdi.

Her durum ve koşulda, koloniler kurulması konusundaki bütün bu konuşmalar, yeniden "hayaller dünyasına" yükselmek için yetersiz bir çabadan başka bir şey değildir. Ve hemen ardından yeniden terkedilmektedir. Yeniden hızla iniyoruz. şimdi en basit çözüm "işverenlerin, fabrika sahiplerinin, işçilere, uygun meskenler edinmeleri için ya bunları kendileri yapacak ya da işçilerin kendi yapılarını kendilerinin yapmalarını, arsa sağlayarak yapım sermayesi ödünç vererek vb. yollarla özendirerek ve destekleyerek yardım etmeleridir." (s. 106)

Böylece bir kez daha buna benzer hiç bir şeyin sözkonusu olmayacağı büyük kentlerin dışında ve kırdayız. Herr Sax, şimdi, işçilerine tahammül edilebilir konutlar edinmelerine yardımın, bir yandan iyi bir yatırım olduğu, öte yandan da "sonuç olarak işçilerde manevi bir yükselme ... onların zihinsel ve fiziksel çalışma kapasitelerinde bir artış gerektireceği, ki bu doğal olarak işveren için ... hiç de azımsanacak bir avantaj olmadığı" için fabrika sahiplerinin kendi çıkarına olduğunu söylemektedir. Ancak bununla işverenin konut sorununun çözümüne katılmasını gerektirecek doğru görüş açısı verilmektedir. Bu bir gizli birliğin sonucu, işverenlerin, işçilerinin fiziksel ve ekonomik, zihinsel ve manevi iyilikleri için gösterdiği özenin bir sonucu gibi görünmektedir, ki bu çoğunlukla insancıl çabalar maskesi altında gizlenmekte ve başarılı sonuçları —çalışkan, becerikli, istekli, durumundan memnun ve bağlı bir işçi sınıfının yaratılması ve kurulması— yüzünden kendisinin parasal ödülü olmaktadır. (s. 108.)

"Gizli Birlik"[263] terimini kullanarak Huber'in bu burjuva hayırsever saçmalığına "çok yüksek bir önem" atfetme çabaları, durumu hiç bir şekilde değiştirmemektedir. Bu terim olmadan dahi büyük kırsal fabrika sahipleri, özellikle İngiltere'de, işçi konutları yapmanın yalnızca bir zorunluluk, bizzat fabrika gereçlerinin bir bölümü olmadığını, ama aynı zamanda çok kârlı olduğunu da çok önceden farketmişlerdir. İngiltere'de bu yolla tüm olarak köyler gelişmiş ve bazıları sonradan kasabalar haline gelmiştir. Ancak işçiler (sayfa 399) hayırsever kapitalistlere teşekkür edecek yerde, bu "kulübe sistemi"ne her zaman önemli itirazlar ileri sürmüşlerdir. Fabrika sahibinin rakibi olmadığından, bu evlere, yalnızca tekelci fiyatlar ödemek zorunda bırakılmıyorlar, aynı zamanda bir grev başlar başlamaz evsiz kalıyorlar, çünkü fabrika sahibi onları hemen evlerinden atmakta ve dolayısıyla herhangi bir direnişi çok güçleştirmektedir. Ayrıntıları benim Conditions of the Working Class in England'ın 224 ve 228. sayfalarında incelenebilir. Ancak, Herr Sax, bu itirazların "yalanlanmasına pek gerek olmadığı"nı (s. 111) düşünmektedir. Ama o işçiyi kendi küçük evinin sahibi yapmak istemiyor mu? Kuşkusuz, ama "işverenin bir işçiyi işten attığı zaman onun yerini alan işçi için yer sahibi olabilmesi amacı ile her zaman meskeni elden çıkarabilecek durumda olması gereklidir". O halde "mülkiyetin geri alınabilmesini şart koşarak böyle durumlar için tedbirli olmaktan" (s. 113) başka yapacak bir şey yoktur.[8*]

Bu kez beklenmeyen bir hızla düşüş gösterdik. İlk başta işçinin kendi küçük evine sahip olması gerektiği söylenmişti. Daha sonra bunun kasabalarda olanaksız olduğunu, ancak kırlarda geçerli olabileceğini öğendik. Şimdi ise kırlardaki mülkiyetin bile "anlaşmayla geri alınabilir" olduğu söyleniyor! Herr Sax'ın işçiler için keşfettiği bu yeni mülkiyet türüyle, işçilerin "anlaşmayla geri alınabilir" kapitalistler şekline dönüşmeleriyle, ayaklarımızı tekrar emin bir şekilde yere basmış olduk ve bu arada kapitalistler ile diğer yardımseverlerin konut sorununu çözmek için gerçekte ne yaptıklarını inceleyeceğiz. (sayfa 400)

II

Dr. Sax'ımıza inanacak olursak, bu beyler, yani kapitalistler tarafından konut darlığını düzeltmek için pek çok şey daha şimdiden yapılmış ve konut sorununun kapitalist üretim biçimi temelinde çözülebileceğine kanıt sağlanmıştır.

İlk olarak, Herr Sax, bize, bonapartçı Fransa örneğini göstermektedir. Bilindiği gibi Louis Bonaparte, Paris Dünya Sergisi sırasında, güya Fransa'da işçi sınıfının durumunu bildirmek, ama gerçekte imparatorluğun büyük başarısına uygun olarak durumlarını olabileceği kadar canlı göstermek üzere bir komisyon atamıştı. Herr Sax'ın özellikle çalışmasının sonuçları "yetkili komitenin kendi beyanına göre, Fransa için oldukça tamam" olması nedeniyle atıf yaptığı, işte bonaparçılığın en yozlaşmış üyelerinden oluşan bu komisyonun raporudur. Ve bu sonuçlar nedir? Bilgi veren 89 büyük sanayici ya da anonim şirketin 31'i hiç işçi konutu yapmamıştır. Sax'ın kendi tahminlerine göre yapılmış olan meskenler en fazla 50.000 ila 60.000 kişiyi barındırmakta ve hemen tamamıyla her aile için 2 odadan fazlasını kapsamamaktadır.

Açıktır ki, kendi sanayiinin koşulları —su gücü, kömür madenleri, demir cevheri stokları ve öteki madenleri yerlerini vb.— ile belirli bir kırsal yöreye bağlanan her kapitalist, işçileri için, şayet yoksa, konutlar yapmak zorundadır. Bunda bir "gizli birliğin" bir tanıtını, "sorunun ve büyük öneminin giderek daha fazla anlaşılmasının güçlü bir tanığını" "çok ümit verici bir başlangıç" (s. 115) görmek, çok gelişmiş bir kendini aldatma alışkanlığı gerektirmektedir. Geri kalanı için çeşitli ülkelerin sanayicileri bu açıdan da ulusal niteliklerine göre birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Örneğin, Herr Sax, bize şunları bildirmektedir (s. 117):

"İngiltere'de işverenler açısından, bu yönde artan faaliyet ancak oldukça yakınlarda gözlenir duruma gelmiştir. Bu, özel olarak kırsal bölgelerdeki küçük ücra köyler için doğrudur. ... Aksi takdirde, işçilerin çoğunlukla en yakın köyden fabrikaya uzun bir yol yürümek zorunda kalmaları ve oraya yeterince iş çıkaramayacak kadar bitkin varmaları durumu işverenlerin işçileri için ev yapmalarının (sayfa 401) başlıca nedenidir. Ancak, koşulları daha derinliğine anlayanların ve konut reformu davası ile gizli birliğin en çok tüm diğer öğelerini birleştirenlerin sayısı da artmaktadır, ve gelişen bu kolonilerin kurulmasını sağlayanlarda işte bu kişilerdir. ... Hyde'de Ashton, Turton'da Ashworth, Bury'de Grant, Bolington'da Greg, Leed'de Marshall, Belper'de Strutt, Caltaire'de Salt, Copley'de Ackroyd ve diğer adlar bu konuda bütün Birleşik Krallıkta tanınmaktadır."

Kutsanmış basitlik ve daha da kutsanmış bilisizlik! İngiliz kırsal fabrika sahipleri ancak "son zamanlarda" işçi konutları yapmaya başlamışlardır! Hayır, hayır, azizim Herr Sax, İngiliz kapitalistleri gerçekten sadece keseleri bakımından değil, aynı zamanda beyinleri bakımından da büyük sanayicilerdir. Almanya gerçekten büyük sanayie sahip olmadan çok önce, onlar kırsal bölgelerdeki fabrika üretimi için, işçi konutlarına yapılan harcamalar, sermayenin toplam yatırımının gerekli bir bölümü, ve dolaylı ve dolaysız, çok kârlı bir bölümü olduğunu kavramış bulunuyorlardı. Bismarck ile Alman burjuvazisi arasındaki mücadelenin Alman işçilerine örgütsel özgürlük sağlamasından çok önce, İngiliz fabrika, maden ve dökümhane sahipleri aynı zamanda işçilerin ev sahipleri oldukları takdirde, grevci işçiler üzerinde kurabilecekleri baskı konusunda pratik deneyim sahibi olmuşlardı. Bir Greg'in, bir Ashton'un ve bir Ashworth'un "gelişen koloniler"i öylesine "yeni"dir ki, 28 yıl önce benim yazdığım üzere (İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu, s. 228-30'daki not), daha kırk yıl önce burjuvazi tarafından model olarak karşılanıyordu. Marshall ve Akroyd'un (adam adını böyle yazmaktadır) kolonileri de o kadar eskidir, hatta başlangıcı geçen yüzyıla kadar uzanan Strutt'un kolonisi daha da eskidir. İngiltere'de bir işçi konutunun ortalama dayanma süresi kırk yıl olarak hesaplandığına göre, Herr Sax, bu "gelişen kolonilerin", bugünkü harap durumlarını parmakları ile bile sayarak anlayabilir. Ayrıca bu kolonilerin büyük çoğunluğu artık kırsal bölgelerde değildir. Sanayiin dev gelişmesi ile bu koloniler, fabrika ve evlerle öylesine sarılmıştır ki, bugün artık 20.000-30.000 (sayfa 402) ya da daha fazla nüfuslu pis, dumanlı kasabaların ortasında bulunmaktadır. Ama bütün bunlar Herr Sax tarafından temsil edilen Alman burjuva bilimini artık uygulama olanağı olmayan 1840'taki eski İngiliz şükran ilahilerini bugün sadakatle yinelemekten alıkoymuyor.

Ve bize yaşlı Akroyd'u örnek göstermek! Bu değerli kişi, gerçekten en âlâsından bir hayırseverdi. İşçilerini ve özellikle kadın işçilerini severdi. Öylesine severdi ki, Yorkshire'daki daha az hayırsever rakipleri onun hakkında fabrikalarını sadece kendi çocuklarıyla çalıştırdığını söylüyorlardı. Doğru, Herr Sax bu gelişen kolonilerde "gayrımeşru çocukların gittikçe daha azaldığını" (s. 118) iddia etmektedir. Evet, evlilikten doğan gayrımeşru çocuklar, çünkü İngiliz sanayi bölgesinde güzel kızlar çok genç evlenirler.

İngiltere'de her büyük kırsal fabrikanın yakınına ve fabrika ile aynı zamanda işçi meskenlerinin kurulması 60 yılı aşkın bir süreden beri gelenek olmuştur. Daha önce de değinildiği gibi, bu fabrika köylerinin pek çoğu daha sonraları çevresinde, beraberinde getirdiği bütün kötülüklerle birlikte bütün bir fabrika kasabasının geliştiği bir çekirdek haline gelmiştir. Dolayısıyla, bu koloniler konut sorununu çözümlememiş, tam tersine kendi yörelerinde ilk kez gerçekten yaratmışlardır.

Öte yandan, büyük sanayi alanında İngiltere'nin ardından ancak aksayarak gelen ve büyük sanayiin ne olduğunu ancak 1848'den sonra gerçekten öğrenen ülkelerde, Fransa'da ve özellikle Almanya'da durum oldukça farklıdır. Burada ancak dev dökümhane ve fabrikalar pek çok duraksamalardan sonra belirli bir sayıda işçi meskeni kurmaya karar vermişlerdir — örneğin, Creusot'daki Schneider tesisleri, Essen'deki Krupp tesisleri. Kırsal sanayicilerin büyük çoğunluğu işçilerinin her sabah sıcak, kar ve yağmurdan millerce mesafeleri yorgun-argın yürümelerine ve her akşam da evlerine yeniden geri dönmelerine izin veriyorlardı. Bu, özellikle dağlık bölgeler, Fransız ve Alsas Vosges bölgelerinde, Wupper, Sieg, Agger, Lenne, ve diğer Rhineland-Westphalian nehirlerinin vadileri için doğrudur. Erzgebirge'de durum belki de daha iyi değildir. Aynı küçük cimrilik Fransız ve Almanlarda da ortaya çıkmaktadır.

Herr Sax, çok umut verici başlangıcın yanısıra, hızla gelişen kolonilerin hiç bir şey ifade etmediğini çok iyi bilir. Dolayısıyla şimdi kapitalistlere işçi konutları yaparak pek büyük kiralar alabileceklerini tanıtlamaya çalışmaktadır. Bir başka deyişle, onlara işçileri aldatabilecekleri yeni bir yol göstermeye çalışmaktadır.

İlk olarak onlara yüzde-dört ve altı arasında ve daha fazla net kâr sağlanmış olan kısmen hayırsever ve kısmen spekülatif Londra yapım şirketleri örneğini göstermektedir. Herr Sax'ın bize işçi konutlarına yatırılan sermayenin iyi bir kâr sağladığını tanıtlamasına hiç bir şekilde gerek yoktur. Kapitalistlerin işçi konutlarına yaptıklarından daha da fazla yatırım yapmamalarının nedeni, daha pahalı konutların sahiplerine çok daha fazla kâr getirmesidir. Dolayısıyla, Herr Sax'ın kapitalistlere öğütleri, bir kez daha ahlâki bir vaazdan ileri gidememektedir.

Şimdi Herr Sax'ın parlak başarılarını öylesine gürültü ile ilân ettiği bu Londra yapı şirketine gelince, kendi rakamlarına göre —ve bunlara her türlü bina spekülasyonu dahildir— 2.132 aileye ve 706 bekâra, yani 15.000 kişiden azına. konut sağlamışlardır! Ve yalnızca Londra'nın doğu yakasında bir milyon işçi en sefil konut koşulları altında yaşarken, Almanya'da bu tür çocukluğun büyük bir başarı olarak sunulması ciddi olarak düşünülmekte midir? Bu hayırsever çabaların tümü öylesine acınacak derecede boştur ki, İngiliz parlamentosunun işçilerin koşulları ile ilgili raporları bunlara hiç değinmemektedir bile.

Burada Londra'nın bütün bu bölümü boyunca teşhir edilen gülünç bilisizliğinden sözetmeyeceğiz. Ancak, yalnızca bir noktaya değinelim. Herr Sax, Soho'daki Bekâr Erkekler Pansiyonunun, bu çevrede, "geniş bir müşteri sağlama umudu olmadığı" için işe son verdiği kanısındadır. Herr Sax, Londra'nın bütün batı yakasının büyük bir lüks kent olduğunu hayal etmekte, ve en kibar sokakların hemen gerisinde en pis işçi mahallelerinin, örneğin Soho'nun bulunduğunu bilmemektedir. Onun değindiği, ve benim daha yirmiüç yıl önce bildiğim, Soho'daki model pansiyon, başlangıçta çok ziyaret edilmekteydi, ancak en iyilerinden biri olmasına karşın, hiç kimse dayanamadığı için kapatıldı.

Ama Alsas'taki işçi kasabası Mülhausen — o kesinlikle bir başarıdır, değil mi?

Nasıl ki, bir zamanların gelişen kolonileri Ashton, Ashworth, Greg ve Ortakları, İngiliz burjuvasının göstermeliği ise, Mülhausen'deki İşçi Kenti de Kıta burjuvasının büyük göstermeliğidir. Ne yazık ki, Mülhausen örneği "gizli" birliğin ürünü değil, İkinci Fransız İmparatorluğu ve Alsas kapitalistleri arasındaki açık birliğin ürünüdür. Bu, Louis Bonaparte'ın, üçte-bir sermayesini devletin verdiği, sosyalist deneyimlerden biridir. Ondört yıl içinde, 1867'ye kadar bu işlerin daha iyi anlaşıldığı İngiltere'de olanaksız olan yanlış bir sistem uyarınca, 800 küçük ev yapıldı, ve onüç ile onbeş yıl artan bir aylık kira ödemesi ardından kendi mülkleri olmak üzere işçilere devredildi. Alsas bonapaçılarının bu mülk edinme yolunu icat etmeleri gerekli değildi; göreceğimiz üzere, çok önceden İngiliz yapım şirketleri bunu ortaya atmışlardı. İngiltere'dekilerle karşılaştırıldığında, bu evlerin satınalınması için ödenen fazla kira oldukça yüksektir. Örneğin onbeş yıl boyunca taksitler şeklinde 4.500 frank ödedikten sonra, işçi onbeş yıl önce 3.300 frank değerindeki bir eve sahip olmaktadır. Eğer işçi çıkıp gitmek isterse ya da sadece bir tek aylık taksit borcu kalmışsa (ki bu durumda evinden çıkartılabilir) evin ilk değerinin %6,67'si yıllık kira olarak düşülür (örneğin, 3.000 frank değerindeki bir ev için ayda 17 frank) ve arta kalanı ona, bir kuruşluk faiz vermeksizin geri ödenir. Böylesine koşullar altında, şirketlerin "devlet yardımı" olmaksızın da semirebileceği açıktır. Bu koşullar altında sağlanan evlerin, yalnızca kent dışında yarı-kırsal bir çevrede yapılmış olmaları nedeniyle dahi, kentin içindeki kiralık apartmanlardan daha iyi olduğu da aynı şekilde açıktır.

Almanya'da yapılan birkaç acınacak deneyimden sözetmemize gerek yok; Herr Sax bile, 157. sayfada, bunların sefaletini itiraf etmektedir.

O halde bütün bu örnekler neyi tanıtlıyor? Bütün sağlık kuralları ayaklar altında çiğnenmediği zaman dahi, işçi konutları yapımının kapitalistler açısından kârlı olduğunu. Ama bu, hiç bir zaman yadsınılmamıştır; bunu çok önceden hepimiz biliyorduk. Rasyonel yönetilirse, mevcut bir (sayfa 405) gereksinmeyi karşılayan her sermaye yatırımı kârlıdır. Ancak sorun, tam olarak konut darlığının neden aynı şekilde devam ettiği, kapitalistlerin aynı şekilde neden işçilere yeterince sağlıklı konutlar sağlamadıklarıdır. Ve burada Herr Sax'ın yeniden sermayeye verecek öğütten başka bir şeyi yoktur, ve bize bir yanıt getirememektedir. Bu soruya gerçek yanıtı biz yukarda vermiştik. Sermaye, elinden gelse bile, konut darlığını ortadan kaldırmak istemez; bu artık kesin olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla, geriye, yalnızca iki yol kalıyor: işçiler açısından kendine yardım, ve devlet yardımı.

Kendine yardımın heyecanlı bir savunucusu olan Herr Sax, bu konuda, konut sorununa ilişkin olarak da mucizevi şeyler söyleyebilmektedir. Ne yazık ki, daha en başında, kendine yardımın, ancak kulübe sisteminin ya zaten varolduğu, ya da mümkün olduğu, yani bir kez daha yalnızca kırsal bölgelerde herhangi bir şekilde etkin olabileceğini itiraf etmek zorunda kalmaktadır. Büyük kentlerde, İngiltere'de bile, ancak çok kısıtlı bir ölçüde etkin olabilir. Herr Sax, ardından iç geçiriyor: "Bu yolla (kendine yardım ile) reform ancak dolambaçlı bir yoldan ve dolayısıyla ancak her zaman kusurlu olarak, yani ancak özel mülkiyet ilkesi, meskenin kalitesine tepki gösterecek kadar güçlendiği ölçüde gerçekleştirilebilir." Bu da kuşkuludur; her halükarda, "özel mülkiyet ilkesi" yazarın üslubunun "niteliği" üzerinde hiç bir reformcu etki yapamamıştır. Bütün bunlara karşın, kendine yardım İngiltere'de öylesine harikalar yaratmıştır ki, "böylece konut sorununun çözümlenmesi için diğer yollardan yapılan her şey çok aşılmıştır." Herr Sax, İngiliz "yapım şirketleri"ne atıf yapmakta ve onlarla özel olarak uzun uzadıya uğraşmaktadır, çünkü, "genel olarak onların niteliği ve faaliyetleri konusunda çok yetersiz ya da hatalı görüşler geçerlidir. İngiliz yapım şirketleri hiç bir şekilde ... ev yapımı için birlikler ya da yapım kooperatifleri değildir; Almancada daha çok 'Hauserwerbvereine' [konut edinme kurumları] ... olarak tanımlanabilir. Amacı, üyelerinin devirli katkılarından fon biriktirerek, bu fonlardan ve büyüklüklerine göre üyelerine ev satınalmaları için kredi vermek olan kurumlardır. ... Dolayısıyla yapım şirketi üyelerinin bir kısmı için bir tasarruf bankası, diğer kısmı (sayfa 406) içinse bir kredi bankasıdır. Dolayısıyla, yapım şirketleri, esas olarak ... yatırman (°mudi) ile aynı toplumsal statüdeki insanlara bir eş satınalmaları ya da yapmalarına yardım etmek için ... işçilerin tasarruflarını kullanan, işçilerin gereksinmelerini karşılamak üzere hazırlanmış ipotek karşılığı kredi kurumlarıdır. Tahmin edileceği gibi, böyle krediler, sözkonusu taşınmaz mal ipotek edilerek, ve faiz ve amortismanı da kapsayan kısa süreli taksitlerle geri ödenmesi kaydıyla verilmektedir. ... Faiz, yatırmanlara ödenmemekte, ama her zaman onlara alacak kaydedilmekte ve birleştirilmektedir. ... Üyeler, ödedikleri miktar, artı faizin geri ödenmesini ... bir aylık bir ihbarla her zaman ... talep edebilirler." (s. 170-172.) "İngiltere'de böyle 2.000'i aşkın şirket var;... biriktirdikleri toplam sermaye tutarı 15.000.000 £ dolaylarındadır. Bu yolla yaklaşık olarak işçi sınıfından 100.000 aile şimdiden kendi aile ocağı ve yuvalarının zilyetliğine sahip oldular — kesinlikle kıyaslanması güç bir toplumsal başarı." (s. 174.)

Ne yazık ki, burada da, hemen ardından aksayarak "ama" gelmektedir:

"Ama sorun için en mükemmel çözüme bu yolla hiç bir şekilde ulaşılamaz, çünkü, diğer nedenler yanısıra, bir eve sahip olmak daha iyi durumdaki işçilerin ... karşılayabilecekleri bir şeydir. ... Özellikle, sağlık koşulları çoğunlukla yeterince ele alınmamıştır." (s. 176.)

Kıtada "böyle şirketler ... gelişme için çok dar bir alan bulmaktadırlar". Burada yalnızca kırlarda bulunan kulübe sisteminin varlığını öngörmektedirler; ve kırlarda işçiler, kendine-yardım için henüz yeterince gelişmemişlerdir. Öte yandan, gerçek yapı kooperatiflerinin kurulabileceği kasabalarda "her türden çok önemli ve ciddi zorluklarla" (s. 179) karşı karşıyadırlar. Yalnızca kulübeler yapabilirler ve oysa bu, büyük kentlerde geçerli değildir. Kısaca, "Bu türden kendine-yardım kooperatifinin, mevcut koşullar içinde —ve yakın gelecekte bile— önümüzdeki sorunun çözümünde başlıca rolü oynaması" mümkün değildir. Bu yapım şirketleri gördüğünüz gibi, hâlâ "başlangıçtaki, gelişmemiş durumlarında bulunmaktadırlar". "Bu İngiltere için bile doğrudur." (s. 181.) 

Dolayısıyla, kapitalistler yapmayacaklar, işçiler ise yapamayacaklardır. Ve eğer Shulze-Delitzsch türü burjuvazinin daima işçilerimize ömek olarak verdikleri İngiliz yapım şirketleri hakkında küçük bir bilgi vermek mutlak gerekli olmasa idi, bu bölümü burada bitirebilirdik.

Bu yapı şirketleri işçi şirketleri olmadığı gibi, esas amaçları da işçilere kendi evlerini sağlamak da değildir. Tam tersine, bunun sadece çok istisnai durumlarda böyle olduğunu göreceğiz. Yapım şirketleri, esas olarak, spekülatif bir nitelik taşırlar, ilk kurulan şirketler olan küçükleri de büyük taklitçilerinden fazla farklı değildir. Daha sonraki haftalık toplantıların yer alacağı bir meyhanede çoğu zaman mal sahibinin önayak olmasıyla birkaç devamlı müşteri ve onların arkadaşları, dükkâncılar, memurlar, gezgin tüccarlar, zanaat erbabı ve diğer küçük-burjuvalar —belki bazan, sınıfının aristokrasisine mensup bir makine ustası ya da başka bir işçi— biraraya gelir ve bir yapım şirketi kurarlar. Genellikle hemen ardından mal sahibi o mahallede ya da başka bir yerde oldukça ucuz bir arsa keşfeder. Üyelerin birçoğu meslekleri dolayısıyla belirli bir yere bağlı değillerdir. Dükkâncıların ve zanaatçıların bile çoğunun evleri değil, işyerleri kasabada bulunmaktadır. Yapabilecek durumda olan herkes dumanlı bir kasabanın ortasında yaşamaktansa, varoşlarda yaşamayı yeğler. Arsa satınalınır ve üzerine mümkün olduğu kadar çok kulübe yapılır. Daha zengin üyelerin kredileri satınalmayı mümkün kılar ve haftalık aidatlarla birlikte birkaç ufak borç, inşaatın haftalık masraflarını karşılar. Kendi müstakil evlerine sahip olmayı amaçlayan üyeler, yapım bittikçe kura çekerek kulübelerini alırlar, ve alım masraflarının amortismanı uygun bir fazla kira ile karşılanır. Kulübelerin geri kalan kısmı da daha sonra, ya kiraya verilir ya da satılır. Oysa eğer iyi iş yapmışsa yapım şirketi oldukça yüklü bir meblağ toplar. Üyeler aidatlarını düzenli olarak ödemişlerse bu meblağ onların olur ve zaman zaman, ya da şirket dağıldığı zaman aralarında paylaştırılır. İngiliz yapım şirketlerinin onda-dokuzunun yaşam öyküsü böyledir. Diğerleri bazan siyasal ya da hayırseverce bahanelerle kurulan büyük şirketlerdir. Ama sonunda bunların esas amacı, her zaman küçük-burjuvazinin tasarruflarına, iyi bir (sayfa 408) faiz haddi ve taşınmaz mallardaki spekülasyondan pay bekleyişleriyle daha kârlı bir ipotek yatırımı sağlamaktır.

Bu şirketlerin hangi tür müşteriler üzerine spekülasyon yaptığı en büyüğü değilse bile, en büyüklerinden birinin broşüründen anlaşılabilir. Kuruluşundan bu yana toplam gayri-safi hasıla 10.500.000 £ (70.000.000 taler) üzerinde olan bankada ya da devlet tahvillerindeki yatırımı 416.000 £'i aşmış bulunan ve şu anda 21.441 üyesi ve yatırmanı olan 29 ve 30 Southampton Buildings, Chancery Lane, Londra adresindeki Birkbeck Yapım Şirketi kendisini halka şu şekilde tanıtmaktadır:

"Üç yıl boyunca bir piyano kiralayan bir kişinin bu süresinin bitiminde piyanonun sahibi olmasını öngören ve piyano imalatçılarının üç-yıl denilen sistemini pek çok kişi bilir. Bu sistemin çıkışından önce, dargelirlilerin bir piyano edinmesi en az kendi evine sahip olması kadar güçtü. Bu kişiler yıllar yılı piyanonun kirasını ödediler ve piyanonun değerinin iki katı ya da üç katı para harcadılar. Bir piyano için geçerli olan, bir ev için de geçerlidir. ... Oysa, bir ev bir piyanodan daha pahalı olduğu için, ... satış değerini kira olarak ödemek daha uzun zaman alır. Sonuç olarak, yöneticiler, Londra'nın ve varoşlarının çeşitli yerlerindeki ev sahipleriyle bir anlaşmaya girdiler ve böylece Birbeck Yapım Şirketi üyeleri ve diğer kişiler için kentin çok çeşitli semtlerinde geniş ev seçenekleri sunma olanağını elde ettiler. Yönetim Kurulunun yürürlüğe koymayı düşündüğü sistem şu şekildedir: şirket bu evleri oniki-buçuk yıl süreyle kiraya verecek ve bu sürenin sonunda, kira düzenli olarak ödendiği takdirde, kiracı, hiç bir şekilde daha fazla bir ödeme yapmaksızın, evin mutlak sahibi olacaktır. ... Kiracı ayrıca daha kısa bir süre için daha yüksek bir kira ödenmesini ya da daha uzun bir süre için daha düşük bir kira ödenmesini öngören bir mukavele yapılabilir. ... Dargelirliler, kâtipler, tezgahtarlar ve diğer kişiler derhal Birbeck Yapım Şirketine üye olarak, kendilerini, mülk sahiplerinden bağımsız hale getirebilirler."

Bu, yeterince açıktır. İşçilere hiç değinilmezken dargelirlilerden, kâtiplerden tezgahtarlardan vb. sözedilmektedir ve ayrıca bir kural olarak adayların önceden bir piyanoya (sayfa 409) sahip oldukları varsayılmaktadır. Aslında burada işçilerle değil, küçük-burjuvayla, ve onlar gibi olmak isteyen ve olabilecek kişilerle ilgiliyiz; kâtipler, vb. işlerde çalışanlar gibi belirli sınırlar içinde kalsa bile, kural olarak gelirleri zamanla artan kişiler. Buna karşılık, işçinin geliri ise, en iyi durumda aynı miktarda kalır, gerçekte ailesinin genişlemesi ve artan gereksinmeleriyle orantılı olarak azalır. Aslında, sadece birkaç işçi, o da istisna olarak, bu şirketlere katılabilir. Bir yandan gelirleri çok düşüktür, öte yandan da, oniki-buçuk yıl önceden sorumluluk altına girebilmeleri için bu çok belirsiz bir niteliktir. Bunun geçerli olmadığı birkaç istisna ise, ya yüksek ücretli işçiler ya da ustabaşılardır.[9*]

Geri kalanına gelince, Mülhausen işçi kenti, bonapartçıların bu küçük-burjuva İngiliz Yapım Şirketlerinin sefil kopyalarından başka bir şey olmadıkları herkesçe anlaşılmıştır. Aralarındaki tek fark, sağlanan devlet yardımlarına karşın, birincilerin müşterilerini yapım şirketlerinden çok daha fazla dolandırmalarıdır. Bütün olarak, bonapatçıların koşulları, İngiltere'deki mevcut ortalama koşullardan daha az liberaldir, ve İngiltere'de faiz ve birleşik faiz her mevduat için hesaplanıp ve bir aylık ihbarla çekilebilirken, Mülhausen'in fabrika sahipleri, faiz ve birleşik faizi kendi ceplerine atmışlar ve işçilerin nakit olarak beşer franklık paralar halinde ödedikleri miktardan bir kuruş fazlasını geri ödememişlerdir. Ve (sayfa 410) bu farka herkesten çok şaşıran da, bütün bunları bilmeden kitabına alan Herr Sax olacaktır.

Böylece, işçilerin kendilerine yardımının da yararı yoktur. Geriye devlet yardımı kalmaktadır. Bu konuda Herr Sax bize ne sunabilir? Üç şey:

"İlk olarak, devlet yasal ve yönetsel olarak herhangi bir şekilde çalışan sınıflar arasındaki konut darlığını vurgulamaya yolaçacak bütün her şeyi ortadan kaldırmaya ya da uygun çareler bulmaya dikkat etmelidir." (s. 187.)

Sonuç olarak yapım yasalarının gözden geçirilmesi ve yapıların ucuzlaması için yapım ticaretine özgürlük. Ama İngiltere'de yapım yasaları asgariye indirilmiştir, yapı ticareti havada uçan kuşlar kadar özgürdür, buna karşın konut darlığı vardır. Ayrıca İngiltere'de yapım, şimdi öylesine ucuza çıkmaktadır ki, bir araba geçtiği zaman evler sallanır ve her gün bir kısmı çöker. Daha dün (25 Ekim 1872) Manchester'de altısı birarada yıkıldı ve altı işçi ağır yaralandı. Dolayısıyla, bu da bir çare değildir.

"İkinci olarak devlet gücü bireylerin dar görüşlü bireycilikleri ile kötülüğü yaymalarını ya da yeniden başlatmalarını önlemelidir".

Sonuç olarak, işçi konutlarının sağlık ve yapım-zabıtası denetimi; İngiltere'de 1857'den beri olduğu gibi yetkililere harap ve sağlığa aykırı evlerin iskanının yasaklanması için otorite devri. Ama, bu orada nasıl gerçekleşti? 1855'teki ilk yasa, (huzur bozucuları uzaklaştırma yasası) Herr Sax'ın da itiraf ettiği üzere ikinci yasa 1858 yasası (yerel idareler-yasası) gibi "hükümsüz bir yasaydı". (s. 197.) Öte yandan, Herr Sax, 10.000'in üzerinde nüfuslu kasabalarda geçerli olan üçüncü yasanın —esnaf meskenleri yasasının— pek doğaldır ki İngiliz Parlamentosunun toplumsal konulardaki büyük anlayışının olumlu kanıtını sunmakta" (s. 199) olduğuna inanmaktadır. Ancak, gerçekte bu iddia Herr Sax'ın İngilizlerin "sorunlarına" olan had safhadaki bilisizliğinin "olumlu kanıtını sunmaktan" başka bir şey değildir. İngiltere'nin genel olarak kıtadan "Toplumsal Konularda" çok ileri olması doğaldır. İngiltere modern büyük sanayinin ana vatanıdır; kapitalist üretim biçimi en özgür ve yaygın biçimde orada gelişmiş, sonuçları en belirgin olarak orada kendini göstermiş (sayfa 411) ve dolayısıyla yasal alanda ilk tepkiyi de orada yaratmıştır, bunun en iyi kanıtı fabrika yasasıdır. Ancak, eğer Herr Sax, bir parlamento kararının hemen yürürlüğe konması için yalnızca yasal geçerliliğe gereksinmesi olduğunu düşünüyorsa, feci şekilde yanılıyor. Ve bu, her karardan çok (pek doğaldır ki atelyeler yasası hariç) Local Gouvemment Act için doğrudur. Bu yasanın yönetimi İngiltere'de hemen her yerde her tür yozlaşmanın, akraba kayırmanın ve dalavereciliğin bilinen merkezleri olan yerel idarelere verilmişti.[10*] Bu yerel idarelerin mevkilerini her çeşit ailevi hesaplara borçlu olan temsilcileri böyle toplumsal reformları gerçekleştirmekten ya aciz ya da bunu yapmaya isteksizdirler. Öte yandan, özellikle de İngiltere'de, toplumsal yasaların hazırlanması ve yürütülmesiyle görevli kamu yetkilileri genellikle —her ne kadar yirmi ya da otuz yıl öncesine göre bu gün daha az derecede olsa da— kesin bir görev anlayışıyla ayırdedilirler. Belediye meclislerinde çürük ve harap mesken sahipleri, ya dolaysız, ya da dolaylı olarak hemen her yerde güçlü bir şekilde temsil edilmektedir. Bu belediye meclislerini küçük semtlere göre seçme sistemi, seçilen üyeleri en küçük yerel çıkar ve etkilere bağımlı kılmaktadır; yeniden seçilmek isteyen hiç bir belediye meclisi üyesi, kendi seçim bölgesinde bu yasanın uygulanması için oy kullanmaya cesaret edemez. Dolayısıyla, bu yasanın hemen her yerde yerel idarelerce nasıl bir nefretle karşılandığını ve günümüze kadar ancak en rezilane durumlarda —bu durumda dahi, genel bir kural olarak, ancak geçen yıl Manchester ve Salford'taki çiçek salgını durumlarında olduğu gibi ancak bar salgın hastalık çıktığı zaman— uygulandığını anlamak mümkündür. İçişleri Bakanlığına günümüze kadar yapılan başvurular ancak böyle durumlarda etkili olmuştur, çünkü ancak zorunlu olduğu zaman toplumsal reform yasaları önermek eğer mümkünse, zaten varolanları yürürlüğe koymaktan kaçınmak (sayfa 412) İngiltere'de her liberal hükümetin ilkesidir. Sözkonusu yasa, İngiltere'deki pekçoğu gibi yalnızca işçilerin egemenliği ya da baskısı altındaki bir hükümetin sonunda, onu gerçekten uygulayacak bir hükümetin elinde mevcut toplumsal durumda bir değişiklik yapma yolunda güçlü bir silah olacağı için önemlidir.

"Üçüncü olarak" devlet gücü, Herr Sax'a göre "mevcut konut darlığını gidermek için emrindeki bütün olumlu araçları mümkün olan en yaygın biçimde kullanmalıdır".

Yani, "emrindeki memur ve hizmetkârlar" için (ancak bu durumda bunlar işçi değildir!) barakalar, "gerçekten örnek yapılar" yapmalı — İngiltere'de kamu işleri kredi yasası uyarınca, ve Louis Bonaparte'ın Paris ve Mülhausen'de yaptığı gibi. "İşçi sınıfının konut koşullarını düzeltmek amacıyla belediyelere, derneklere, ve ayrıca özel kişilere ... kredi vermelidir."' (s. 203.) Ancak kamu işleri kredi yasası da, yalnızca kâğıt üzerinde bulunmaktadır. Hükümet, komisyon üyelerinin emrine azami 50.000 £, yani en fazla 400 kulübe, ya da kırk yılda toplam olarak en fazla seksenbin kişiye onaltıbin kulübe ya da konut yapabilecek bir miktar vermektedir — kovada bir damla! Yirmi yıl sonunda komisyonun emrindeki fonların geri ödemeler nedeniyle iki katına çıktığını, dolayısıyla, son yirmi yıl içinde ek kırkbin kişiye daha konut yapıldığını varsaysak bile, bu, yine kovada bir damladır. Ve kulübeler ortalama olarak kırk yıl dayandığına göre, kırk yıl sonra en harap durumdakilerinin, en eski kulübelerin yenilenmesi için her yıl 50.000 £ ya da 100.000 £ likit aktifin kullanılması gerekir. Bu Herr Sax, 203. sayfada iddia etmektedir ki, ilkeyi doğru olarak "ve sınırsız bir boyutta" uygulamaya koymaktadır! Ve Herr Sax, İngiltere'de bile, devletin "sınırsız bir boyutta" hiç bir şey gerçekleştiremediği itirafıyla kitabını bitirmekte ancak ilkönce tüm ilgililere bir vaaz vermekten kendini alamamaktadır.[11*] (sayfa 413)

Bugün varolan şekliyle devletin, konut felaketini düzeltmek için bir şey yapmaya ne muktedir ne de istekli olduğu kesinlikle açıktır. Devlet, mülk sahibi sınıfların, yani toprak sahipleri ve kapitalistlerin, sömürülen sınıflara, yani köylülere ve işçilere karşı örgütlü birleşik gücünden başka bir şey değildir. Tek tek kapitalistlerin (ve burada sorun yalnızca onları ilgilendirmektedir, çünkü bu konuda, ilgili olan toprak sahibi esas olarak bir kapitalist olarak davranmaktadır) istemediğini, onların devleti de istemez. Dolayısıyla eğer bireysel kapitalistler konut darlığına üzülüyor, ancak onun en feci sonuçlarını yüzeysel olarak dahi hafifletmek için kıpırdatılamıyorlarsa, birleşik kapitalist, yani devlet, bundan pek fazlasını yapmayacaktır. En fazla yapacağı geleneksel hale gelmiş olan yüzeysel hafifletme ölçüsünün her yerde aynı şekilde uygulanmasını sağlamaktır. Ve durumun böyle olduğunu da gördük.

Ancak, denebilir ki, Almanya'da henüz burjuvazi egemen değildir; Almanya'da devlet bir dereceye kadar hâlâ toplumun üzerinde bağımsızca dolanan bir güçtür ki, tam bu nedenle toplumun birleşik çıkarını temsil etmektedir. Ve tek bir sınıfınkini değil. Böylesine bir devlet kuşkusuz, bir burjuva devletinin yapamayacağı pek çok şeyi yapabilir, toplumsal alanda da ondan oldukça farklı şeyler beklenmesi gerekir. Bu gericilerin dilidir. Gerçekte ise Almanya'da varolduğu şekliyle devlet aynı şekilde içinden geliştiği toplumsal tabanın zorunlu bir ürünüdür. Prusya'da —ve Prusya şimdi belirleyicidir— hâlâ güçlü bir toprak sahibi aristokrasisi ile, bugüne kadar ne Fransa'daki gibi dolaysız siyasal egemenlik kazanmış, ne de İngiltere'deki gibi azçok dolaylı bir egemenlik kazanmış olan oldukça genç ve son derece korkak bir burjuvazi birarada bulunmaktadır. Ancak entelektüel yönden çok gelişmiş, ve günbegün giderek daha fazla örgütlü hale gelen, hızla çoğalan bir proletarya bu iki sınıfla birarada bulunmaktadır. Biz, dolayısıyla, burada, eski mutlakıyetçi temel koşulunun yanısıra —toprak sahibi (sayfa 414) aristokrasi ve burjuvazi arasında bir denge— yanısıra modern bonapartçılığın temel koşulunu da —burjuvazi ve proletarya arasında bir denge— buluyoruz. Ama gerek eski mutlakıyetçi, gerek modern bonapartçı monarşide gerçek hükümet yetkisi, özel bir ordu subayları ve devlet memurları kastının elindedir. Prusya'da bu kast kısmen kendi saflarından kısmen daha az kökenli aristokrasiden daha ender olarak yüksek aristokrasiden ve en az da burjuvaziden beslenmektedir. Toplumun dışında, ve sözde üstünde bir konum işgal eder görünen bu kastın bağımsızlığı, devlete, toplumun karşısında bir bağımsızlık görünümü vermektedir.

Bu çelişik toplumsal koşullardan zorunlu bir tutarlılıkla Prusya'da (ve Prusya örneğini izleyerek Almanya'nın yeni Reich anayasasında) gelişen devlet biçimi, aynı zamanda, hem eski mutlakıyetçiliğin günümüzdeki yok olma biçimi ve hem de bunapartçı monarşinin varolma biçimi olan sahte-anayasacılıktır. Prusya'da sahte-anayasacılık 1848'den 1866'ya kadar mutlakıyetçi monarşinin ağır —ağır— yürüyüşünü yalnızca gizlemiş ve kolaylaştırmıştır. Ancak, 1866'dan, ve daha da belirgin olarak 1870'den beri toplumsal koşullardaki karışıklık, ve bununla eski devletin çözülüşü herkesin gözü önünde ve muazzam bir şekilde genişleyen bir boyutta ilerlemiştir. Hızlı sınai gelişmesi ve özellikle borsa dolandırıcılığı, bütün egemen sınıfları spekülasyon girdabına sürüklemiştir. 1870 yılında Fransa'dan ithal edilen topyekün yozlaşma görülmemiş bir hızla gelişmektedir. Strousberg ve Pereire birbirlerine şapkalarını çıkartmaktadırlar. Bakanlar, generaller, prensler ve kontlar, en kurnaz borsa kurtlarıyla rekabet halinde tahvillerle kumar oynamakta, ve devlet bu borsa kurtlarına topyekün baronluk payesi bahşederek eşitliklerini tanımaktadır. Şekerpancarı üreticisi ve konyak imalatçısı olarak uzun süreden beri sanayici olan kırsal soylular çok önceden eski onurlu günleri geride bırakmışlardır ve şimdi adları her çeşit güvenilir olan ya da olmayan anonim şirketin yönetici listelerini şişirmektedir. Bürokrasi tek gelirini artırma yolu olarak zimmete geçirmeyi gittikçe daha fazla hakir görmeye başlamıştır; devlete sırtını dönmekte ve sınai şirketlerin idaresindeki çok daha kârlı mevkiler peşinde koşmaya başlamaktadır. Görevde (sayfa 415) kalanlar ise üstlerinin örneğini izlemekte ve tahvil spekülasyonu yapmakta, ya da demiryolları ve benzerinde "hisse satınalmaktadır". Teğmenlerin de bazı spekülasyonlara el attığını varsaymak bile haklı görülebilir. Kısacası eski devletin tüm unsurlarının çözülmesi ve mutlakıyetçi monarşiden bonapartçı monarşiye geçiş en canlı dönemindedir. Bir sonraki büyük ticari ve sınai bunalımla yalnızca mevcut karışıklık değil, ama eski Prusya devleti de çökecektir.[12*]

Ve burjuva olmayan unsurların her geçen gün daha burjuva hale geldiği bu devlet, "toplumsal sorunu" ya da en azından konut sorununu çözebilecek mi? Tam tersine. Tüm ekonomik sorunlarda Prusya devleti giderek daha fazla burjuvazinin eline geçmektedir. Ve eğer 1866'dan beri ekonomik alandaki yasalar gerçek durumda olduğundan daha da fazla burjuvazinin çıkarına uydurulmadıysa bu kimin hatasıdır? Esas olarak bizzat burjuvazi sorumludur, çünkü, ilk olarak kendi istemlerini enerjik olarak bastırmak için çok korkaktır, ve ikinci olarak aynı zamanda tehditkâr proletaryaya yeni silahlar sağlayan her ödüne karşı çıkmaktadır. Ve eğer siyasal güç, yani Bismarck, burjuvazinin siyasal faaliyetlerini denetim altında tutmak amacı ile kendi koruyucusu proletaryayı örgütlemeye çabalıyorsa, bu, işçiler açısından, devleti, birkaç yardımsever terime, ve en çok à la Louis Bonaparte yapım şirketlerine en asgari düzeyde bir devlet yardımına indirgeyen zorunlu ve oldukça tanıdık bir bonapartçı reçeteden başka nedir?

İşçilerin Prusya devletinden ne beklemesi gerektiğinin en iyi kanıtı, Prusya devleti mekanizmasının topluma göre Fransız milyarlarının kullanımında yatmaktadır. Bu milyarların tek bir taleri dahi sokağa atılmış o Berlin işçi sınıf ailelerine barınak sağlamak için kullanılmış mıdır? Tam tersine güz yaklaştıkça devlet, yaz boyunca başları üzerinde geçici bir tavan sağlayan o sefil kulübeciklerin bile yıkılmasına neden oldu. Beş milyar, yeterince hızlı bir şekilde, insanlık uğruna harcanmaktadır: kaleler, toplar ve askerler için, (sayfa 416) ve Wagner'in eşekliklerine[264] ve Stieber'in Avusturya ile görüşmelerine[265] karşın, bu milyarlardan, Louis Bonaparte'ın Fransa'dan çaldığı milyonlardan Fransız işçilerine ayrılandan daha azı, Alman işçisine ayrılacaktır.

III

Gerçekte, burjuvazinin, konut sorununu kendi modeliyle çözmek —yani sorunu sürekli olarak yeniden ortaya çıkaracak bir şekilde çözmek— için yalnızca bir yöntemi vardır. Bu yönteme "Haussmann" denmektedir.

"Haussmann" deyimiyle yalnızca Parisli Haussmann'ın özellikle bonapartçı üslubunu kastetmiyorum — üstüste inşa edilmiş işçi mahallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmaktaki ve onların her iki yanına büyük lüks binalar sıralamaktaki amaç, barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanısıra hükümete bağımlı, özellikle bonaparçı bir inşaat kesimi proletaryası yaratmak ve kenti tam anlamı ile bir lüks kenti haline dönüştürmektir. "Haussmann" derken ben, büyük kentlerimizden, ve özellikle merkezi konumlu olanlarda, bu uygulama, ister kamu sağlığı ve güzelleştirme kaygıları, ister büyük merkezi konumlu iş yeri istemi, ya da ister demiryolları, sokaklar vb. yapımı gibi trafik gereksinmeleri nedeniyle ortaya çıkmış olmasından bağımsız olarak, şimdi genelleşmiş olan işçi sınıfı mahallelerinde gedikler açılması uygulanmasını kastediyorum. Nedenler ne kadar farklı olursa olsun, sonuç her yerde aynıdır: Bu pek büyük başarısından dolayı burjuvazinin her fırsatta kendini yüceltmesine refakat eder biçimde en rezilane ara sokaklar ve dar yollar ortadan kalkar, ama — hemen başka bir yerde, ve çoğunlukla en yakın mahallede tekrar ortaya çıkarlar.

İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu'nda Manchester'in 1843 ve 1844'teki durumuyla bir görünümünü vermiştim. O zamandan bu yana kentin merkezinden geçen demiryolunun yapımı, yeni yollar yapımı ve büyük kamu ve özel binaların dikilmesi orada tanımlanmış olan en kötü mahallelerden bazılarını ortasından bölmüş, ortaya çıkarmış, ve düzeltmiş, ve diğerlerini tümüyle ortadan kaldırmıştır; her ne kadar (sayfa 417) dar sağlık-inzibatı denetimi o zamandan bu yana daha sertleşmişse de, onların pek çoğu hâlâ aynı durumda, ya da o sırada olduklarından daha da beter harap olmuş bir durumdadır. Öte yandan, nüfusunda o zamandan bu yana yarıdan fazla bir artış görülen kentin muazzam gelişmesi sayesinde, o zamanlar hâlâ havadar ve temiz olan mahalleler, şimdi, kentin en kötü tanınan mahallelerinin eski durumları kadar sıkışık, kirli ve şişmiş bir durumdadır. İşte size yalnızca bir örnek: kitabımın 80. sayfası ve devamında,[13*] yıllardır Küçük İrlanda adı altında Manchester'in yüzkarası olan Medlick Nehri vadisinin dibinde yerleşmiş bir grup evi anlatmıştım. Küçük İrlanda çoktan yokolmuş ve şimdi yerinde yüksek bir temel üzerine kurulu bir tren istasyonu bulunmaktadır. Burjuvazi, Küçük İrlanda'nın mutlu ve sonal bir şekilde ortadan kalkışını büyük bir zafermişcesine böbürlenerek göstermektedir. Büyük kentlerimizde setler içine alınan büyük nehirlerin, genellikle her geçen yıl kolayca açıklanabilecek nedenlerle daha yaygın sellere yolaçtıkları gibi, geçen yaz da büyük bir sel baskını oldu. Ve o zaman, Küçük İrlanda'nın hiç bir şekilde ortadan kalkmadığı, ama yalnızca Oxford Caddesinin Güney yakasından Kuzey yakasına kaydığı ve gelişmeye devam ettiği ortaya çıkmıştı. Manchester'deki radikal burjuvazinin organı olan Manchester Weekly Times'ın 20 Temmuz 1872 sayısında neler yazdığını görelim:

"Medlock'un aşağı vadisi sakinlerinin geçen cumartesi başına gelen felaketin, iyi bir sonucu olacağı, yani halkın dikkatinin belediye yetkililerimizin ve belediye sağlık komitemizin burnunun dibinde çoktan beri müsamaha edilen tüm sağlık yasalarının bu açıkça çiğnenmesine yöneleceği umulmaktadır. Dün sabah baskımızda çıkan şiddetli bir makale, selin eriştiği Charles Street ve Brook Street yakınlarındaki bazı bodrum konutlarının rezilane durumlarını, yeterince güçlü olmamakla birlikte açığa çıkarmıştır. Bu makalede değinilen bir avlunun ayrıntılı incelemesi onlar hakkında yapılan bütün beyanları doğrulamamızı, ve bu avludaki bodrum katı konutlarının çok önceden kapatılmış olması ya (sayfa 418) da insan barınağı olarak hiç bir zaman müsamaha edilmemiş olması gerektiğini ileri sürmemizi mümkün kılmıştır. Squire's Court, Charles Street ve Brook Street'in köşesinde yedi ya da sekiz evden oluşmaktadır. Bir yaya Brook Street'in en aşağı kısmından demiryolu geçitinin altından her gün dahi geçebilir ve hiç bir zaman çok aşağılarda, ayaklarının altında, mağaralarda insanoğlunun yaşadığını hayal edemez. Avlunun kendisi halkın gözünden saklanmıştır ve ancak yoksullukları nedeniyle bu mezar ıssızlığında barınak aramak zorunda olanlar için erişilebilir niteliktedir. Medlock'un havuzlar arasına kapatılmış olan genellikle durgun suları normal düzeyini aşmasa bile bu konutların zeminleri nehir yüzeyinin ancak birkaç santim üzerindedir. Büyük bir sağnak yağış, pis, iğrenç suları drenajlardan yukarı çıkarıp, odaları, her selin gerisinde armağan olarak bıraktığı şekilde öldürücü gazlarla doldurabilir. ... Squire's Court, Brook Street'teki evlerin oturulmayan bodrumlarından da daha düşük bir düzeydedir ... ve sokak düzeyinin 20 fit altındadır, ve cumartesi günü drenajlardan yükselen zararlı sular çatılara erişmiştir. Bunu biliyorduk ve dolayısıyla orayı ya boş ya da yalnızca pis duvarları yıkayan ve evi dezenfekte eden sağlık yetkililerinin işgalinde bulacağımızı umuyorduk. Bunun tersine, bir berberin bodrum evinde ... bir köşede yatan bir yığın çürüyen pisliği bir tekerlekli elarabasına küreklemeye uğraşan bir adam gördük. Bodrumu azçok temizlenmiş olan berber bizi daha da aşağıda elinden gelse basına haber vereceğini, ve kapatılmalarını talep edeceğini ileri sürdüğü bazı meskenlere gönderdi. Ve böylece sonunda çamaşır teknesinde uğraşan güçlü ve sağlıklı görünüşlü bir İrlandalı kadını bulduğumuz Squire's Court'a geldik. O ve bir gece bekçisi olan kocası, bu avluda altı yıl yaşamışlardı ve kalabalık bir aileleri vardı. ... Yeni terkettikleri evde su hemen hemen tavana kadar yükselmişti. Pencereler kırılmış ve mobilyalar tamamıyla harap olmuştu. Adam, evde yaşayanın, her iki ayda bir kireç badana yaparak, kokunun dayanılmaz hale gelmesini önlediğini söyledi. ... Daha sonra gittiği iç avluda, muhabirimiz, arka duvarları, şimdi tanımlanan evlerin arka duvarlarına bitişik üç ev buldu. Bu üç evden ikisinde oturuluyordu. Oradaki pis koku öylesine korkutucuydu (sayfa 419) ki, en sağlıklı insan bile çok kısa bir zamanda midesinden rahatsızlanabilirdi. ... Bu iğrenç delikte, perşembe gecesi (suyun yükseldiği ilk gün) burada uyumuş olan yedi kişilik bir aile yaşıyordu. Ya da, kadının hemen düzelttiği gibi, uyumamışlardı, çünkü o ve kocası berbat koku nedeniyle gecenin büyük kısmında sürekli olarak kusmuşlardı. Cumartesi günü çocuklarını dışarı taşımak için göğüs hizasındaki su içinde yürümek zorunda kalmışlardı. Ayrıca kadın, oranın, domuzların yaşamasına dahi elverişli olmadığı kanısındadır, ancak düşük kira nedeniyle —haftada bir sterlin altı peni— ve kocası son zamanlarda hastalık yüzünden çok işsiz kaldığı için onu tutmuştur. Bu avlunun ve vakitsiz bir mezardaymışcasına içine doluşmuş olan sakinlerinin gözlemci üzerindeki görünümü mutlak bir çaresizlikti. Bu arada, belirtmek zorundayız ki, gözlemlerimize göre, Squire's Court —muhtemelen aşırı bir örnek olmakla birlikte— o mahalde, süregelen varlıklarını sağlık komitemizin izin vermekte kendini haklı gösteremeyeceği diğer pek çok yerin tipik örneğinden başka bir şey değildir. Bu yerler ileride kiralanırsa, komite bir sorumluluk yüklenmekte ve bütün çevre, ciddiyetini artık tartışmayacağımız bir salgın hastalık tehlikesine maruz bırakılacaktır."

Bu, burjuvazinin konut sorununu uygulamada nasıl çözümlediğinin çarpıcı bir örneğidir. Kapitalist üretim biçiminin işçilerimizi her gece içine kapattığı hastalıkların üreme yeri, rezilane delik ve bodrumlar ortadan kaldırılmamıştır; yalnızca başka yere kaydırılmıştır! Onları ilk yerinde yaratmış olan aynı ekonomik zorunluluk daha sonraki yerinde de yaratmaktadır. Kapitalist üretim biçimi varolmaya devam ettiği sürece, konut sorununun, ya da işçilerin yazgısını etkileyen herhangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözümleneceğini ummak budalalıktır. Çözüm, kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasında ve bütün geçim araçlarına ve iş araçlarına bizzat işçi sınıfının elkoymasında yatmaktadır. 


ÜÇÜNCÜ KISIM
PROUDHON VE KONUT SORUNU ÜZERİNE EK

I

Volkstaat'in 86. sayısında A. Mülberger, benim tarafımdan gazetenin 51. sayısında ve daha sonraki sayılarında eleştirilen makalelerin yazarı olduğunu açıklamaktadır.[14*] Yanıtında[250] beni öylesine bir seri suçlamaya boğmakta ve aynı zamanda bütün sorunları öylesine birbirine karıştırmaktadır ki, ister-istemez onu yanıtlamak zorunda kalıyorum. Ne yazık ki, büyük ölçüde bizzat Mülberger'in beni zorla soktuğu kişisel polemik alanında verilecek olan yanıtıma genel bir ilgi sağlamak üzere, Mülberger'in bir kez daha bütün bunların "ne kendisi, ne de Volkstaat'ın öteki okurları için esas olarak yeni bir şey içermediği"ni söylemesi tehlikesini de göze alarak, esas noktaları bir kez daha ve mümkünse öncekinden daha açık bir şekilde sunacağım.

Mülberger eleştirimin biçim ve kapsamından yakınmaktadır. Biçim açısından o sırada sözkonusu makaleyi kimin yazdığını dahi bilmediğimi söyleyerek yanıtlamak yeterlidir. Dolayısıyla, yazarlarına karşı herhangi bir kişisel "önyargı" sözkonusu olamaz; makalelerde ortaya konan konut sorunu çözümüne karşı ise, uzun süre önce onu Proudhon'dan tanıdığım, ve o konudaki kanım kesinlikle belirlenmiş olduğu için kuşkusuz "önyargı"lıydım.

Dostum Mülberger ile eleştirimin "tonu" üzerine tartışacak değilim. Benim kadar uzun süre hareket içinde olunca, saldırılara karşı oldukça kalın bir deri geliştirilir, ve dolayısıyla kolaylıkla diğerlerinde de aynısının varolduğu varsayılır. Mülberger'in zararını telafi edebilmek için bu kez "ton"umu derisinin duyarlığına uygun biçimde ayarlamaya çalışacağım.

Mülberger, onun bir prudoncu olduğunu söylediğim için özel bir acılıkta yakınmakta ve prudoncu olmadığını ileri sürmektedir. Doğal olarak ona inanmam gerekir, ama sözkonusu makalelerin —yalnızca onlarla yetinmek zorundaydım— (sayfa 421) katıksız prudonculuktan başka bir şey içermediğini tanıtlayacağım.

Ama Mülberger'e göre, Proudhon'u da "hafiflikle" eleştirmiş ve ona ciddi bir haksızlık yapmışım.

"Küçük-burjuva Proudhon'un öğretisi, Almanya'da, ondan bir satır dahi okumamış, pek çokları tarafından dahi benimsenen, genel kabul görmüş bir dogma haline gelmiştir."

Yirmi yıldan beri Latince kökenli dilleri konuşan işçilerin Proudhon'un eserlerinden başka zihinsel gıdaları olmamasından üzüntülerimi dile getirdiğim zaman, Mülberger, bunu, Latin işçileri açısından, "Proudhon tarafından formüle edilen ilkeler hemen her yerde hareketin itici ruhu"dur, diye yanıtlamaktadır. Bunu reddetmek zorundayım. İlk olarak, işçi sınıfı hareketinin "itici ruhu" hiç bir yerde "ilkeler"de değil, her yerde büyük sanayiin gelişmesinde, ve onun etkilerinde, yani bir yandan sermaye, öte yandan da proletarya birikimi ve yoğunlaşmasında yatmaktadır. İkinci olarak, Latin ülkelerinde Proudhon'un sözde "ilkeler"inin Mülberger'in onlara atfettiği belirleyici rolü oynadığını; "anarşizm, forces économiques[15*] örgütlenmesi, liquidation sociale[16*] vb. ülkelerinin orada ... devrimci hareketin gerçek taşıyıcıları haline geldiği"ni söylemek doğru olmaz. Her derde deva prudoncu ilacın, Bakunin tarafından sunulan daha acemice bir biçiminde ancak bir miktar etkinlik kazandığı İspanya ve İtalya hariç, uluslararası işçi sınıfı hareketini bilen, herhangi bir kimsenin Fransa'da prudoncular sayıca oldukça önemsiz bir mezhep oluştururken işçi sınıfının çoğunluğu Proudhon tarafından Liquidation sociale ve Organisation des forces économiques[17*] başlıkları altında hazırlanan toplumsal reform plan ile herhangi bir ilişkiyi reddettikleri pek ünlü bir olgudur. Bu, öteki şeyler yanısıra, Komünde gösterilmiştir. Her ne kadar prudoncular Komünde güçlü bir şekilde temsil edilmişlerse de, eski toplumun tasfiye edilmesi ya da ekonomik güçlerin Proudhon'un önerileri uyarınca örgütlenmesi yolunda en ufak bir çaba gösterilmemiştir. Tam tersine, bütün ekonomik önlemlerinde "itice (sayfa 422) ruh"un herhangi bir "ilkeler" grubu değil, ama basit, pratik gereksinmeler olması Komüne büyük onur verir. Ve dolayısıyla bu önlemler —fırınlarda gece çalışmasının kaldırılması, fabrikalarda para cezalarının yasaklanması, kapatılmış fabrikalar ve atelyelere elkonması ve işçi birliklerine devredilmesi— hiç bir şekilde prudonculuk ruhuna değil, ama kesinlikle Alman Bilimsel Sosyalizminin ruhuna uygundur. Prudoncuların uygulayabildiği tek toplumsal önlem, Fransız Bankasına elkonmaması kararıydı, ve bu da Komünün yıkılış nedenlerinden biridir. Aynı şekilde blankici olarak adlandırılanlar da yalnızca siyasal devrimciler olmaktan çıkıp —blankici göçmenlerin Londra'da bildirileri[18*] Internationale et Révolution'da yaptıkları gibi— belirli bir programla sosyalist işçi gurubu haline dönüşmek için bir çabada bulundukları zaman toplumun kurtuluşu için prudoncu planın "ilkeler"ini ileri sürmemişler, ama, Alman bilimsel sosyalizminin proletaryanın siyasal eyleminin ve sınıfların ve onlarla birlikte devletin ortadan kaldırılmasına geçiş olarak [proletarya] diktatörlüğünün gerekliliği üzerine görüş1erini —Komünist Manifesto'da[19*] ve o zamandan bu yana sayısız vesileyle zaten dile getirilmiş olanlar gibi görüşleri— hemen hemen aynen benimsemişlerdir. Ve eğer Mülberger Almanların Proudhon'u küçümsemelerinden hareketin Latin ülkelerinde "Paris Komününe kadar" bir kavrayış eksikliği içinde olduğu sonucunu çıkarırsa, bu eksikliğin kanıtı olarak bize Latin tarafından hangi yapıtın, Komünü, Alman Marx tarafından yazılmış olan Address of the General Council of the International on the Civil War in France[20*] kadar yaklaşık olarak dahi olsun doğru anlayıp tanımlandığını söylesin.

İşçi sınıfı hareketinin dolaysız olarak prudoncu "ilkeler"in etkisi altında olduğu tek ülke Belçika'dır ve tam bunun sonucu olarak Belçika hareketi, Hegel'in diyeceği gibi, "hiç bir şeyden, hiç bir şey yoluyla hiç bir şeye"[266] varmaktadır. (sayfa 423)

Yirmi yıl boyunca Latin ülkeleri işçilerinin dolaylı ya da dolaysız olarak kafaca, yalnızca Proudhon ile beslenmelerini bir şanssızlık saydığım zaman, Proudhon'un —Mülberger'in "ilkeler" olarak adlandırdığı— reform reçetesinin tümüyle mitsel egemenliğini değil, ama onların mevcut topluma yönelik ekonomik eleştirilerinin tümüyle yanlış prudoncu deyimler ile bozulduğunu ve siyasal eylemlerinin prudoncu etkilerle acemileştirildiğini kastetmiştim.

Böylece "prudonlaştırılmış Latin ülkeleri işçileri"nin, her durum ve koşulda, Alman bilimsel sosyalizminin kesinlikle Latinlerin Proudhon'u anladığından daha iyi anlayan Alman işçilerinden "daha fazla devrim yolunda olup olmadıklarını" ancak "devrim yolunda olmanın" gerçekte ne anlama geldiğini öğrendikten sonra yanıtlayabileceğiz. "Hıristiyanlık, gerçek inan, Tanrının merhameti yolunda" olan kişilerden sözedildiğini duyduk. Ama bütün hareketlerin en şiddetlisi olan devrimin "yolunda olmak"? O halde, "devrim" bir dogmatik din midir ki, kişi ona inansın?

Ardından, Mülberger, beni, makalesinin açık ifadesine karşın, konut sorununun yalnızca işçi sınıfına özgü bir sorun olduğunu iddia etmekle suçluyor.

Bu kez Mülberger gerçekten haklı. Sözkonusu pasajı gözden kaçırdım. Onu gözden kaçırmak benim sorumsuzluğumdu, çünkü bu, tezimin esas eğiliminin en belirgin bir özelliği idi. Mülberger açık sözcüklerle gerçekte şunu yazmaktadır:

"Çok sık ve yaygın bir biçimde sınıf politikası izlemek, sınıf egemenliği için çaba göstermek ve benzeri gibi gülünç saçmalamalarla karşı karşıya kaldığımız için, ilk olarak ve açıkça konut sorununun hiç bir şekilde yalnız proletaryayı etkileyen bir sorun olmadığını, ama, tam tersine, oldukça önemli ölçüde asıl orta sınıfları, küçük tüccarı, küçük-burjuvaziyi, tüm bürokrasiyi ilgilendirdiğini önemle belirtmek isteriz. ... Konut sorunu toplumsal reformun, bir yandan proletaryanın çıkarları, öte yandan da toplumun asıl orta sınıflarının çıkarlarının mutlak iç özdeşliğini açığa çıkaran bir husustur, orta sınıflar da kiralanmış meskenin ezici bağları altında en az proletarya kadar, ve muhtemelen daha fazla sıkıntı çekmektedirler. ... Bugün toplumun asıl (sayfa 424) orta sınıfları, genç, canlı ve enerjik işçi partisi ile ittifak halinde, toplumun değiştirilmesi sürecine, nimetlerinden en başta onların yararlanacağı bir değişime, katılmak için ... yeterli güç toplayabilme sorunu ile karşı karşıyadırlar."
Dolayısıyla dostumuz Mülberger burada aşağıdaki hususları belirtmektedir:

1. "Biz" herhangi bir "sınıf politikası" izlemiyoruz ve "sınıf egemenliği" için çabalamıyoruz. Ama Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi, yalnızca bir işçi partisi olduğu için, zorunlu olarak. bir "sınıf politikası", işçi sınıfının politikasını, izlemektedir. Herbir siyasal parti de, devlette kendi yönetimini kurmaya yöneldiği için, aynı nedenle Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi de zorunlu olarak kendi yönetimini, işçi sınıfının yönetimini, dolayısıyla "sınıf egemenliği"ni, kurmaya çabalamaktadır. Ayrıca, İngiliz çartistlerden bu yana, her gerçek proletarya partisi, bir sınıf politikasını, proletaryanın bağımsız bir siyasal parti olarak örgütlenmesini mücadelesinin birincil koşulu, ve proletarya diktatörlüğünü, mücadelenin en yakın amacı olarak öne sürmüştür. Bunu "saçma" olarak niteleyerek Mülberger, kendisini, proletarya hareketinin dışına ve küçük-burjuva sosyalizmi kampı içine sokmaktadır.

2. Konut sorunu, yalnızca bir işçi sınıfı sorunu değil, ama "asıl orta sınıfları", ondan "en az" proletarya kadar "ve muhtemelen daha fazla" sıkıntı çektiği için küçük-burjuvaziyi de "oldukça önemli ölçüde ilgilendirmektedir". Herhangi bir kimse, eğer küçük-burjuvazinin bir açıdan dahi olsa, "proletaryadan belki de daha fazla" sıkıntı çektiğini iddia ederse, küçük-burjuva sosyalistleri arasında sayıldığından ötürü yakınmaya hakkı yoktur. Dolayısıyla, şunları dediğim zaman Mülberger'in yakınmaya hakkı var mı:

"Proudhon'un da dahil olduğu küçük-burjuva sosyalizmi, işte çoğunlukla, işçi sınıfının öteki sınıflarla ve özellikle küçük-burjuvazi ile birlikle katlanmak zorunda kaldığı bu gibi zorluklarla uğraşmayı yeğlemektedir. Ve dolayısıyla, Alman, prudoncularımızın esas olarak gördüğümüz gibi hiç bir şekilde yalnızca bir işçi sınıfı sorunu olmayan konut sorununa eğilmesi hiç de raslantı değildir."[21*]

3. Toplumun "asıl orta sınıflarının" çıkarları ile (sayfa 425) proletaryanın çıkarları arasında bir "mutlak iç özdeşlik" vardır, ve toplumun gelecekteki değiştirilmesi sürecinin "nimetlerinden her şeyden önce yararlanacak" olan proletarya değil, asıl bu orta sınıflardır.

Dolayısıyla işçiler gelecekteki toplumsal devrimi "her şeyden önce" küçük-burjuvazinin çıkarları için yapacaklardır, ve, ayrıca, küçük-burjuvazinin çıkarları ile proletaryanınkiler arasında mutlak bir iç özdeşlik vardır. Eğer küçük-burjuvazinin çıkarları işçilerinkiyle bir iç özdeşliğe sahipse, o halde işçilerinki de küçük-burjuvazininkilerle bir iç özdeşliğe sahiptir. Küçük-burjuva görüş açısı dolayısıyla, hareket içinde, proletarya, görüş açısı kadar varolma hakkına sahiptir ve işte küçük-burjuva sosyalizmi olarak adlandırılan da bu hak eşitliği iddiasıdır.

Dolayısıyla, ayrı basımın 25. Sayfasında[248] Mülberger'in "bizzat kendi niteliği uyarınca bünyesinde üç etmeni: emek-edinme-mülk [etmenini] bileştirdiği için, ve bu üç etmenin bileşiminde, bireyin gelişme kapasitesine hiç bir engel koymadığı için" "küçük sanayii" "toplumun gerçek dayanağı" olarak övmesi; ve modern sanayii, özellikle normal insanoğlunun yetiştirildiği bu bakım yurdunu yıkmak ve "sürekli olarak kendini yenileyen mert bir sınıftan, kaygılı bakışlarını nereye çevireceğini bilemeyen bilinçsiz bir insan sürüsü yaratmakla" suçlaması pekâlâ tutarlıdır. Küçük-burjuvazi, dolayısıyla Mülberger için örnek insanoğlu, ve küçük sanayi, Mülberger'in örnek üretim biçimidir. O halde onu küçük-burjuva sosyalistleri arasına soktuğum zaman ona iftira mı etmiş oldum?

Mülberger, Proudhon için tüm sorumluluğu reddettiğinden, burada Proudhon'un reform planının nasıl toplumun bütün üyelerini küçük-burjuva ve küçük köylülere dönüştürmeyi amaçladığını daha fazla tartışma anlamsız olacaktır. Küçük-burjuvazi ve işçilerin çıkarları arasındaki iddia edilen özdeşlikle uğraşmak da aynı şekilde gereksiz olacaktır. Gerekli olan ise zaten Komünist Manifesto'da bulunabilir. (Leipzig baskısı, 1872, s. 12 ve 21.)

İncelememizin sonucu, dolayısıyla, "küçük-burjuva (sayfa 426) Proudhon miti" ile küçük-burjuva Mülberger gerçeğinin yanyana görünmesidir.

II

Şimdi esas noktalardan birine geliyoruz. Mülberger'in makalelerini ekonomik ilişkileri Proudhon tarzında yasal terminolojiye çevirerek tahrif etmekle suçlamıştım. Bunun bir örneği olarak, Mülberger'in aşağıdaki sözlerini almıştım:

"Bir kez yapıldıktan sonra, ev, gerçek değeri, sahibine, çok önceden kira biçiminde fazlasıyla ödenmiş olmasına karşın, toplumsal emeğin belirli bir bölümü için bir kalıcı yasal tasarruf hakkı hizmeti görür. Dolayısıyla, örneğin elli yıl önce yapılmış olan bir ev, bu dönem içersinde, kira kazancıyla, ilk maliyet fiyatının iki, üç, beş, on ve daha çok katı fazlasını karşıladığı anlaşılmaktadır."

Mülberger şimdi şöyle yakınıyor:

"Bu basit, ciddi olgunun dile getirilişi, Engels'in beni evin nasıl "yasal tasarruf hakkı" haline geldiğini anlatmam gerektiği —ki bu benim görev kapsamımın oldukça dışında kalıyordu— konusunda uyarmasına neden oluyor. ... Tanımlama bir şeydir, açıklama başka bir şey. Proudhon ile birlikte toplumun ekonomik yaşamından bir adalet kavramının etkisi altında olması gerektiğini söylediğim zaman, günümüz toplumunu, bütün adalet kavramlarının değil, ama devrimin adalet kavramının eksik olduğu bir toplum olarak tanımlıyorum ki, bu olguyu, Engels'in kendisi de itiraf edecektir."

Şimdilik yapılmış olan evden ayrılmayalım. Ev, bir kez kiraya verildikten sonra onun üzerinden yapılan kâr da dahil olmak üzere, arsa kirası, onarım masrafları, ve yatırılan yapım sermayesinin faizini, kira şeklinde karşılamaktadır; ve koşullara bağlı olarak tedricen ödenen kira ilk maliyet bedelinin iki, üç, beş katı ya da on katına varmaktadır. Bu, dostum Mülberger, "basit, ciddi olgunun", bir ekonomik "olgu"nun "dile getirilmesidir"; ve eğer biz, onun "nasıl olup da" varolduğunu öğrenmek istersek, araştırmamızı ekonomik alanda yapmalıyız. Dolayısıyla, bu olguya biraz daha yakından bakalım ki, artık bir çocuk dahi onu yanlış (sayfa 427) anlamasın. Bilindiği gibi, meta satışı, sahibinin kullanım-değerinden vazgeçmesi ve değişim-değerini cebine atması gerçeğinden oluşmaktadır. Metaların kullanım-değeri, diğer şeyler yanısıra, tüketimleri için gerekli değişik dönemler bakımından da birbirinden farklı olmaktadır. Bir somun ekmek bir günde tüketilmekte, bir pantolon bir yılda, ve bir ev yüz yılda eskimektedir. Bu nedenle, dayanıklı metalar açısından, bunların kullanım-değerini parça parça ve her seferinde belirli bir dönem için satma, yani kiralama olanağı doğurmaktadır. Dolayısıyla parça parça satış, değişim-değerini ancak tedricen gerçekleştirmektedir. Yatırılan sermayenin geri ödenmesi ve ona tahakkuk etmiş faizden vazgeçmenin bir tazminatı olarak satıcı, hiç bir şekilde keyfi biçimde değil, ekonomi politik yasaları uyarınca belirlenen, daha yüksek bir fiyat, faiz almaktadır. Yüz yılın sonunda ev tükenmiş, eskimiş, ve artık oturulamaz haldedir. Şimdi, ev için ödenen toplam kiradan aşağıdakileri çıkaralım: 1) sözkonusu dönemde kaydetmiş olabileceği herhangi bir artışla birlikte arsa kirası, ve 2) cari onarımlar için harcanan miktarı çıkarırsak, bakiyenin ortalama olarak aşağıdakilerden oluştuğunu görürüz: 1° ilk olarak eve yatırılmış olan yapım sermayesi, 2° bunun kârı, ve 3° tedricen vadesi gelen sermaye ve kâr faizi. Şimdi, bu dönemin sonunda kiracının evi olmadığı doğrudur, ama ev sahibinin de yoktur.

Ev sahibi yalnızca (ona ait olması koşuluyla) arsaya ve onun üzerindeki, artık bir ev olmayan yapım malzemesine sahiptir. Ve her ne kadar bu arada ev "ilk maliyetini beş ya da on katı karşılayan" bir miktar yaratmışsa da, bunun yalnızca arsa kirasındaki artıştan ileri geldiğini göreceğiz. Bu, Londra gibi ev sahibi ile arsa sahibinin çoğunlukla ayrı kişiler olduğu büyük kentler için doğrudur. Böylesine muazzam kira artışları, yapım mahallerindeki arsa kiralarının hemen hemen aynı kaldığı çiftçilikle uğraşan bir köyde değil, hızla büyüyen kentlerde ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de çok bilinen bir olgudur ki, arsa kirasındaki artışlar dışında, ev kiraları ortalama olarak ev sahibine yılda yatırılmış sermayenin (kâr dahil) yüzde-yedisinden fazlasını sağlamamaktadır, ve bu miktardan onarım giderlerinin, vb. ödenmesi gerekir. Kısaca, uygulamada işçiler kira anlaşması ile, ayrı basımın 4. sayfasında* ele aldığını, (sayfa 428) burjuva aldatmacasının binlerce biçiminden biri olarak yüzyüze gelirken, bir kira anlaşması, teorik olarak işçi açısından emek-gücünün alım ve satımını ilgilendirenler istisna edilirse herhangi bir diğer meta alışverişinden daha az ya da fazla önemli olmayan alelade bir meta alışverişidir. Ama orada tanıtladığı gibi bu biçimde ekonomik düzenlemeye tâbidir.

Öte yandan Mülberger kira anlaşmasını (ayrı basımın 19. sayfasında) yalın "keyfilik"ten başka bir şey değilmiş gibi düşünmekte, ve ona tersini tanıtladığım zaman "ne yazık ki yalnızca zaten bildiği şeyleri" söylediğimden yakınmaktadır.

Ancak ev kirası üzerine yapılan bütün ekonomik araştırmalar kiralanmış meskenlerin ortadan kaldırılmasını "devrimci düşüncenin doğurduğu en verimli ve görkemli amaçlardan biri" haline dönüştürmemizi mümkün kılmaz. Bunu gerçekleştirmek için ciddi ekonominin bu basit olgusunu gerçekten çok daha ideolojik olan hukuk bilimi alanına aktarmalıyız. "Ev", ev kirasına "kalıcı bir yasal tasarruf hakkı hizmeti görmekte", ve "dolayısıyla bunun sonucu olarak" bir evin değeri kira ile iki, üç, beş ya da on misli geri ödenebilmektedir. "Yasal tasarruf hakkı" bunun gerçekten nasıl olduğunu keşfetmemize zerre kadar yardımcı olmamaktadır, ve dolayısıyla ben de demiştim ki, Mülberger, bunun gerçekten nasıl "olduğunu" ancak evin nasıl bir yasal tasarruf hakkı haline geldiğini araştırarak bulabilir. Bunu, ancak, egemen sınıfın onu onayladığı yasal ifade çerçevesinde tartışacak yerde, benim yaptığım gibi, ev kirasının ekonomik niteliğini inceledikten sonra ancak keşfediyor. Kiranın kaldırılması için ekonomik önlemlerin alınmasını öneren herkesin ilkönce ev kirası hakkında, onun, "kiracının sermayesi kalıcı tasarruf hakkı için ödediği haracı temsil ettiğin"den biraz daha fazla bir şeyler bilmesi gerekir. Bunu Mülberger "Tanımlama bir şeydir, açıklama başka bir şeydir" diye yanıtlamaktadır.

Böylece evi, hiç bir şekilde sonsuz olmamakla birlikte, ev kirasına, kalıcı ve yasal tasarruf hakkı şekline dönüştürdük. (sayfa 429) Nasıl "oluşursa" oluşsun, bu yasal tasarruf hakkı sayesinde evin ilk değerinin birkaç katını kira biçiminde sağladığını gördük. Yasal terminolojiye geçiş sayesinde ekonomiden mutlu bir şekilde öylesine uzaklaştık ki, bir evin gayrisafi kira ile değerinin tedricen birkaç katının ödenmesi olgusundan başka bir şey göremiyoruz. Yasal terimler içinde düşünüp konuştuğumuzda, bu olguya, hak, adalet ölçü birimi uyguluyor ve onun haksız olduğunu, o her ne ise "devrimin hak kavramı" ile bağdaşmadığını ve dolayısıyla yasal tasarruf hakkının bir işe yaramadığını keşfediyoruz. Ayrıca aynı şeyin faiz getiren sermaye ve kiralanmış tarımsal toprak için de geçerli olduğunu keşfediyoruz, ve artık bu mülk sahibi sınıfları, ötekilerden ayırmak ve ayrıcalıklı muameleye tâbi tutmak için mazerete sahibiz. Bu, şu istemleri içermektedir: 1° sahibinin vazgeçme ihbarı verme hakkından, malının geri verilmesini isteme hakkından yoksun bırakılması; 2° kiralayana, yani borçlu ya da kiracıya, kendisine ait olmayan, ancak ona devredilen nesnenin bedelsiz kullanımının verilmesi, 3° sahibine uygun bir dönem içinde faizsiz ödeme yapılması. Ve bununla prudoncu "ilkeler"i bu açıdan tamamlamış oluyoruz. Bu Proudhon'un "toplumsal tasfiye"sidir.

Bu arada, bütün bu reform planının, onların küçük-burjuva ve küçük köylü durumlarını pekiştirdiği için, hemen hemen yalnızca küçük-burjuva ve küçük köylülere yarayacağı açıktır. Dolayısıyla, Mülberger'e göre efsanevi bir kişilik olan "küçük-burjuva Proudhon", burada birdenbire çok somut bir tarihsel varlık haline gelmektedir.

Mülberger devam ediyor:

"Proudhon ile birlikte toplumun ekonomik yaşamının bir adalet kavramının etkisi altında olması gerektiğini söylediğim zaman, günümüz toplumunu, bütün adalet kavramlarının değil, ama devrimin adalet kavramının eksik olduğu bir toplum olarak tanımlıyorum ki, bu olguyu, Engels'in kendisi de itiraf edecektir."

Ne yazık ki Mülberger'e bu iyiliği yapacak durumda değilim. Mülberger toplumun bir adalet kavramının etkisi altına girmesi gerektiğini talep etmekte ve buna tanımlama demektedir. Bir mahkeme bana bir borcun ödenmesini talep eden bir ihbarname ile bir icra memuru yollarsa, Mülberger'e (sayfa 430) göre, beni borcunu ödemeyen bir adam olarak tanımlamaktan başka bir şey yapmış olmuyor! Tanımlama bir şeydir, küstahça bir istem başka bir şey. Ve bilimsel sosyalizmi ile Proudhon arasındaki temel fark, işte tam da burada yatmaktadır. Biz ekonomik ilişkileri oldukları gibi ve geliştikleri gibi tanımlıyoruz —ve Mülberger'in tersine, bir şeyin her gerçek tanımı, aynı zamanda onun bir açıklamasıdır—, ve kesinlikle ekonomik olarak, onların gelişmelerinin aynı zamanda bir toplumsal devrimin unsurlarının gelişmesi olduğunu tanıtladık: bir yandan yaşam koşullarını zorunlu olarak toplumsal devrime yönelten bir sınıfın, proletaryanın ve öte yandan da kapitalist toplum çerçevesi ötesinde büyümüş olduğu için bu çerçeveyi zorunlu olarak çatlatacak olan, ve aynı zamanda bizzat toplumsal ilerlemenin çıkarı uyarınca sınıf farklarını ilk ve son kez ortadan kaldıracak araçları sunan üretim güçlerinin gelişmesi. Proudhon, tam tersine, günümüz toplumundan kendi ekonomik gelişme yasaları uyarınca değil, ama adalet hükümleri uyarınca kendini değiştirmesini istemektedir ("hak kavramı" ona değil Mülberger'e aittir). Proudhon ve onunla birlikte Mülberger'in vaaz verdiğini ve yas tuttuğunu böylece tanıtlıyoruz.

"Devrimin adalet kavramının" nasıl bir şey olduğunu kesinlikle tahmin edecek durumda değilim. Doğrudur, Proudhon, kendi "adalet"inin taşıyıcısı ve uygulayıcısı olan "devrim"den bir çeşit tanrıça yapıyor, ve böylelikle de 1789-94 burjuva devrimi ile gelecekteki proletarya devrimini birbirine karıştırmak gibi garip bir yanlışa düşüyor. Özellikle 1848'den beri bunu hemen her çalışmasında yapıyor; yalnızca birini, yani Devrimin Genel Fikri'ni 1868 baskısının 39 ve 40. sayfalarını aktaracağım.[22*] Ancak Mülberger, Proudhon için tüm sorumluluğu reddettiği için, "devrimin hak kavramını" Proudhon'dan açıklamama izin verilmiyor, ve dolayısıyla Mısır karanlığında kalıyoruz.

Mülberger devamla şöyle diyor:

"Ama ne Proudhon, ne de ben, mevcut haksız koşulları böylelikle açıklamak için 'sonsuz adalet'e başvurmuyor ve hatta, Engels'in bana atfettiği gibi bu koşulların bu adalete (sayfa 431) başvurularak düzeltilmesini dahi beklemiyoruz."

Mulberger, Proucthon'un "Almanya'da genellikle pek iyi bilinmediği" fikrine güvenmiş olmalı. Bütün çalışmalarında, Proudhon, tüm toplumsal, yasal, siyasal ve dinsel önermeleri, "adalet" ölçüsüyle ölçmekte ve "adalet" adını verdiği şeye uyup uymamasına bakarak reddetmekte ya da kabul etmektedir. Ekonomik Çelişkiler'inde[23*] bu adalet hâlâ "sonsuz adalet", "justice éternele" olarak adlandırılmaktadır. Daha sonra, sonsuzluk hakkında hiç bir şey söylememekte, ama bu anlam, sorunun özünü oluşturmaktadır. Örneğin, Devrimde ve Kilisede Adalet[24*] 1858 baskısındaki aşağıdaki pasaj bütün üç ciltlik vaazın metnidir. (c. I, s. 42):

"Esas ilke, toplumların organik, düzenleyen, egemen ilkesi, bütün diğerlerini kendine tâbi kılan, koruyan, zapteden, cezalandıran, ve hatta gereksinme anında bütün isyankâr unsurları bastıran ilke nedir? Bu, din mi, ideal mi, yoksa çıkar mı? ... Benim fikrime göre bu ilke adalettir. Adalet nedir? İnsanlığın esas özüdür. Dünyanın başlangıcından beri ne olmuştur? Hiç bir şey. Ne olmalıdır? Her şey."

İnsanlığın özü olan, adalet, sonsuz adalet değilse nedir? Şimdiye kadar gene de bir şey olmayan, ama her şey olması gereken, toplumların organik, düzenleyici, egemen temel ilkesi, bu bütün insanlık işlerinin ölçüleceği ölçü birimi, bütün anlaşmazlıklarda başvurulacak hakem değilse nedir? Ve ben, Proudhon'un ekonomik bilisizliği ve çaresizliğini, bütün ekonomik ilişkileri, ekonomik yasalar uyarınca değil, ama bu sonsuz adalet kavramına uyup uymamasıyla değerlendirerek gizlediğinden başka bir şey ileri sürdüm mü? Ve eğer Mülberger "modern toplumun yaşantısındaki bütün bu değişikliğin" "bir hak kavramının etkisi altında olması"nı, "yani her yerde kesin adalet gerekleri uyarınca yürütülmesi"ni talep ederse, Mülberger ile Proudhon arasındaki fark nedir? Ben mi okuyamıyorum, Mülberger mi yazamıyor?

Mülberger şöyle devam ediyor: "Proudhon, insan toplumundaki itici esas ruhun, yasal (sayfa 432) değil, ekonomik ilişkiler olduğunu Marx ve Engels kadar bilmektedir; ayrıca, bir halk arasındaki belirli hak kavramlarının ekonomik ilişkilerin —ve özellikle üretim ilişkilerinin— ancak ifadesi, görüntüsü ve ürünü olduğunu da bilmektedir. ... Bir deyişle, Proudhon için hak, tarihsel olarak gelişen bir ekonomik üründür."
Proudhon bütün bunları biliyorsa (Mülberger tarafından kullanılan açık olmayan ifadeleri görmezden gelmeye ve iyi niyetini kabul etmeye hazırım), Proudhon hepsini "Marx ve Engels kadar" biliyorsa üzerinde tartışacak ne kalır? Sorun odur ki, Proudhon'un bilgisine ilişkin durum biraz değişik. Belli bir toplumun ekonomik ilişkileri ilk olarak kendilerini çıkarlar olarak göstermektedir. Şimdi, yapıtında biraz önce aktarılmış olan bölümde Proudhon o kadar sözcük ile "toplumların düzenleyici, organik, egemen temel ilkesinin, diğer hepsini kendine bağımlı kılan ilkenin" çıkar değil, adalet olduğunu söylüyor. Ve aynı şeyi bütün çalışmalarının bütün önemli bölümlerinde yineliyorsa da bu Mülberger'in şöyle devam etmesini engellemiyor:

"... Proudhon tarafından çok derinlemesine Savaş ve Barış'ta[25*] geliştirilmiş olan ekonomik hak kavramı, Lassalle'ın Kazanılmış Haklar Sistemi'nin önsözünde öylesine yetkin bir biçimde dile getirilmiş olan o temel fikriyle tamamıyla çakışmaktadır."

Savaş ve Barış, Proudhon'un pek çok çocukça yapıtının hepsinin belki de en çocukçasıdır, ama bunun, Proudhon'un, tüm tarihsel olay ve fikirleri, tüm politikayı, felsefe ve dini, sözkonusu tarihsel dönemin maddi, ekonomik yaşam koşullarıyla açıklayan Alman materyalist tarih kavramını sözde anlayışının bir kanıtı olarak ileri sürülmesini beklemezdim. Kitap öylesine az materyalisttir ki, savaş kavramını bile, yaratıcının yardımına başvurmadan kuramıyor:

"Ancak, bizim için bu yaşam biçimini seçen yaratıcının, kendi amaçları vardı." (c. II, s. 100, 1869 baskısı.)
Kitabın hangi tarihsel bilgi üzerine dayandığı, Altın Çağın tarihsel olarak varolduğuna inanması gerçeğinden anlaşılmaktadır: (sayfa 433)

"İnsan soyunun dünya yüzeyine seyrek dağıldığı ilk başlarda, doğa onun gereksinmelerini güçlük çekmeden karşılıyordu. O Altın Çağıydı, barış ve bolluk çağı." (Ibid., s. 102.)

Ekonomik görüş açısı en koyu bir maltusçuluktur:

"Üretim iki misline çıktığı zaman nüfus da kısa zamanda iki misline çıkacaktır." (s. 105.)

O halde bu kitabın materyalizmi nerede? Savaş nedeninin şimdiye kadar ve bundan böyle de "yoksulluk" olduğunu ileri sürmesindedir. (Örneğin, s. 143). Bräsig Amca,[26*] 1848 konuşmasında, sükunetle şu pek büyük sözleri söylediği zaman en az onun kadar yetkin bir materyalistti: "büyük yoksulluğun nedeni büyük pauvreté'dir.[27*]"

Lassalle'ın Kazanılmış Haklar Sistemi, yalnızca hukuk bilimcisinin değil, aynı zamanda eski-hegelcilerin hayallerinin damgasını taşımaktadır. Sayfa VII'de, Lassalle, açıkça "ekonomide kazanılmış hak kavramının bütün gelişmenin itici gücü" olduğunu ileri sürmekte, ve "hakkın kendi içinden [ve, dolayısıyla, ekonomik önkoşullardan değil] gelişen bir rasyonel organizma" olduğunu tanıtlamaya çalışmaktadır. (s. IX.) Lassalle için bu, hakkı, ekonomik ilişkilerden değil, "hukuk felsefesinin yalnızca gelişmesi ve ifadesi olduğu, irade kavramının kendisinden" çıkarma sorunudur. (s. X.) O halde, bu kitabın yeri neresidir? Proudhon ile Lassalle arasındaki tek fark, Lassalle'ın gerçek bir hukukçu ve hegelci iken, Proudhon'un bütün öteki konularda olduğu gibi hukuk ve felsefede de, yalnızca bir amatör olmasındadır.

Sürekli olarak kendisiyle çelişme içersine düşmekle ün yapan bu adamın, Proudhon'un, arada bir fikirleri gerçeklere dayanarak açıkladığı görünümü veren beyanlarda bulunduğunu çok iyi biliyorum. Ancak, bu tür beyanlar, düşüncesinin temel eğilimi ile karşılaştırıldığı zaman önemli olmaktan uzaktır ve, ayrıca gerçekleştikleri zaman had safhada karışık ve doğuştan tutarsızdırlar.

Toplumun gelişmesinin çok ilkel, belirli bir aşamasında herkesin ortak üretim ve değişim koşullarına bağlı kılınmasını sağlamak ve ürünlerin, her gün yinelenen üretim, (sayfa 434) dağıtım ve değişim işlemlerini ortak bir kural altında toplamak gereği duyulmuştur Başlangıçta âdet olan bu kural kısa zamanda yasa haline gelmektedir. Yasa ile birlikte, onun korunmasıyla yükümlü organlar —kamu yetkesi, devlet— zorunlu olarak doğar. Daha ileri toplumsal gelişme ile, bu yasalar oldukça geniş kapsamlı bir yasal sistem haline dönüşmektedir. Bu yasal sistem daha karışık hale geldikçe ifade biçimi toplumun olağan ekonomik yaşam koşullarının dile getirildiği ifade biçiminden uzaklaşmaktadır. O, varlık nedenini ve daha ileri evriminin gerçekleşmesini ekonomik ilişkilerden değil, ama kendi iç dayanaklarından, ya da isterseniz "irade kavramı"ndan alan bağımsız bir unsur gibi görünmektedir. İnsanlar kendilerinin hayvanlar dünyasından geldiklerini unuttukları gibi, haklarının kendi ekonomik yaşam koşullarından geldiğini de unutmaktadırlar. Yasal sistemin karışık, geniş kapsamlı bir bütün haline gelişmesiyle, yeni bir toplumsal işbölümü zorunlu hale gelir; bir profesyonel hukukçular örgütü gelişmekte ve bunlarla hukuk bilimi doğmaktadır. Daha ileri gelişmesinde bu bilim çeşitli halkların ve çeşitli zamanların yasal sistemlerini belli ekonomik ilişkilerin bir yansıması olarak değil, ama kendi gerçekleşmelerini, kendi içlerinde bulan sistemler olarak kıyaslamaktadır. Kıyaslama, ortak noktalar varsaymakta, ve bunlar bütün bu yasal sistemlerde aşağıyukarı ortak olan şeyleri toplayan ve bunu doğal hak olarak adlandıran hukukçular tarafından bulunmaktadır. Ve neyin doğal hak olup, neyin olmadığını ölçmek için kullanılan birim, bizzat hakkın en soyut ifadesi olan, adalettir. Dolayısıyla, bundan böyle, hakkın gelişmesi, hukukçular için ve her konuda onların sözüne güvenenler için insan koşullarını yasal terimlerle ifade edildiği sürece, adalet, sonsuz adalet idealine daha da yaklaştırma çabasından başka bir şey değildir. Ve her zaman için bu adalet, bazan tutucu, bazan devrimci açıdan, mevcut ekonomik ilişkilerin ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır. Yunan ve Romalıların adaleti, köleliği haklı sayıyordu; 1789 burjuvasının adaleti feodalizmin haksız olduğu gerekçesiyle ortadan kaldırılmasını talep ediyordu. Prusyalı yunker için acınacak bölgelerin örgütlenmesi bile (District Ordinance) sonsuz adaletin bir çiğnenmesidir.[267] Dolayısıyla, (sayfa 435) sonsuz adalet kavramı, yalnızca zaman ve yere göre değil, ilgili kişiye göre de değişmekte, ve Mülberger'in doğru olarak "herkes farklı bir şey anlıyor" dediği şeyler arasına girmektedir. Günlük yaşantıda tartışılan ilişkilerin basitliği gözönüne alındığında, doğru, yanlış, adalet ve hak duygusu gibi kavramlar toplumsal konulara ilişkin olarak bile yanlış anlama olmaksızın kabul edilirken, gördüğümüz gibi, ekonomik ilişkilerin herhangi bir bilimsel incelemesinde örneğin modern kimyada filojiston teorisinin terminolojisi korunmuş olsaydı doğacak olan çaresiz karışıklığın aynısını yaratmaktadırlar. Proudhon gibi biri, bu toplumsal filojistona, "adalete", inandığı ya da Mülberger gibi biri, filojiston teorisinin oksijen teorisi[28*] kadar doğru olduğunu iddia ettiği zaman, bu karışıklık daha da kötü bir hale gelmektedir.

III

Mülberger, ayrıca, onun şu "önemli" sözlerini, "alkışlanan yüzyılımızın tüm kültürü için büyük kentlerde yaşayan nüfusun %90 ya da fazlasının benim diyebilecekleri bir yere sahip olmamalarından daha korkunç bir olay olamaz." sözlerini, gerici bir feryat olarak nitelememden dolayı yakınıyor.

Gerçekten de. Eğer Mülberger, iddia ettiği üzere, "zamanımızın korkuları"nı tanımlamakla yetinseydi, "o ve onun mütevazi sözleri" hakkında kuşkusuz bir tek kötü söz söylemezdim. Oysa, aslında, oldukça farklı bir şey yapmıştır. Bu "korkular"ı, işçilerin "benim diyebilecekleri bir yere sahip olmamaları" gerçeğinin bir sonucu olarak tanımlamaktadır. Bir insan, ister işçiler evlerinin mülkiyetini kaybettikleri için "zamanımızın korkuları" diye kederlensin, ya da ister, (sayfa 436) yunkerlerin yaptığı gibi feodalizm ve loncalar ortadan kalktıkları için kederlensin, her iki durumda da, bundan, gerici bir feryattan başka bir şey, tarihsel gerekliliğin kaçınılmaz gelişine yapılan bir ağıttan başka bir şey çıkmaz. Bu feryadın gerici niteliği tamamen Mülberger'in işçilerin müstakil ev mülkiyetini yeniden tesis etme arzusuna — tarih bu konuda çok önceden son sözünü söylemiştir; işçilerin kurtuluşu için herkesi tekrar kendi evinin sahibi yapmaktan başka yol olmadığına inanabilmesine dayanmaktadır.

"En çok üzerinde durarak açıklıyorum ki, gerçek mücadele kapitalist üretim tarzına karşı verilmelidir, ancak onun değiştirilmesiyle konut koşullarında bir düzelme umulabilir. Engels, bütün bunları görmemektedir. ... Kiralanmış konutun ortadan kaldırılması aşamasına varabilmek için toplumsal sorunun tümüyle çözümünü öngörmekteyim."

Ne yazık ki, şimdi bile bütün bunları göremiyorum. Adını hiç duymadığım birisinin beyninin gizli girintilerinde neleri öngördüğünü bilmeme kuşkusuz olanak yoktur. Yapabileceğim tek şey, Mülberger'in yayınlanmış makalelerine bağlı kalmaktı. Ve bunlardan bugün bile (yeni basımın 15. ve 16. Sayfaları[248]) Mülberger'in kiralanmış konutun ortadan kalkması aşamasına varabilmek için öngördüğü tek şeyin — kiralanmış konut olduğunu anlamaktayım. Sadece 17. sayfada "sermayenin üretkenliğini boynuzlarından" yakalıyor ki, bu konuya daha sonra değineceğiz. Verdiği yanıtta bile şöyle diyerek bunu doğrulamaktadır:

"Bu daha çok, mevcut koşullardan, konut sorununda tam bir dönüşümün nasıl sağlanabileceğini göstermek sorunudur."

Mevcut koşullardan ya da kapitalist üretim tarzının değiştirilmesinden (siz, bunu, ortadan kaldırma diye okuyunuz) birbirlerinden 180 derece farklı şeylerdir.

Herr Dollfus ve diğer imalatçıların, işçilerin kendi evlerine sahip olmalarına yardım etmek için gösterdiklerl hayırsever çabaları, onun prudoncu tasarılarının mümkün olan tek pratik uygulaması olarak görmemden dolayı Mülberger'in yakınmasına şaşmamak gerek. Proudhon'un toplumun kurtuluşu planının, tümüyle burjuva toplumunu temel alan bir fantazi olduğunun farkına varsaydı, doğal olarak, buna inanmazdı. Hiç bir zaman onun iyi niyetini kuşkuyla karşılamadım. Ama öyleyse neden Viyana Belediye Meclisine Dollfus'un tasarılarını öykünmeyi öneren Dr. Reschauer'i övmektedir?

Mülberger ardından şunları ileri sürmektedir:

"Özellikle kent ile kır arasındaki karşıtlık sözkonusu olduğunda, onu ortadan kaldırmak ütopiktir. Bu karşıtlık doğaldır ya da daha doğrusu, tarihsel olarak ortaya çıkmıştır. ... Sorun bu karşıtlığı ortadan kaldırmak değil, onun zararsız hatta gerçekten verimli hale gelebileceği politik ve toplumsal şekilleri bulmaktır. Bu yolla ayarlamayı, çıkarların kerteli bir dengelenmesini ummak mümkün olacaktır."

Bu yüzden, kent ile kır arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması ütopiktir, çünkü bu doğal bir karşıtlıktır, ya da daha doğrusu, tarihsel olarak ortaya çıkan bir karşıtlıktır. Aynı mantığı modern toplumun diğer karşıtlıklarına uygulayalım ve nereye vardığımızı görelim. Örneğin:

"Özellikle 'kapitalistler ile ücretli işçiler' arasındaki karşıtlık sözkonusu olduğunda onu ortadan kaldırmak istemek ütopiktir. Bu karşıtlık, doğaldır, ya da daha doğrusu, tarihsel olarak ortaya çıkmıştır. Sorun, bu karşıtlığı ortadan kaldırmak değil, onun zararsız, hatta gerçekten verimli hale gelebileceği siyasal ve toplumsal şekilleri bulmaktır. Bu yolla barışçı bir ayarlamayı, çıkarların kerteli bir dengelenmesini ummak mümkün olacaktır."

Ve bununla bir kez daha Schulze-Delitzsch'e ulaşmış olduk.

Kent ile kır arasında karşıtlığın ortadan kaldırılması, kapitalistler ile ücretli işçiler arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılmasından ne daha fazla, ne de daha az ütopiktir. Bu, günden güne, hem sınai hem de tarımsal üretimin gittikçe artan bir pratik istemi haline gelmektedir. Hiç kimse, bunu, insanın topraktan aldığını geri vereceğini her zaman ilk talep olarak öne sürdüğü, ve sadece kentlerin ve özellikle büyük kentlerin varlığının bunun önleyeceğini tanıtladığı tarım kimyası konusundaki yazılarında, Liebig kadar şevkle talep etmemiştir. İnsan sadece Londra'da bütün Saksonya kralının ürettiği gübre miktarından daha fazlasının her gün ne büyük harcamalarla denize döküldüğünü ve bu gübrenin tüm Londra'yı zehirlemesini önlemek için ne muazzam yapıların (sayfa 438) gerekli olduğunu gözlediğinde, kent ile kır arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması yolundaki ütopik öneri önemli bir pratik gerekçe kazanmış olur. Ve Londra'ya oranla daha az önemli olan Berlin bile, en az 30 yıldır kendi pisliğinin kötü kokuları içinde boğulmaktadır. Öte yandan Proudhon gibi, günümüzdeki burjuva toplumu yüceltirken köylüleri bulunduğu durumda tutmak istemek tamamen ütopiktir. Ancak bütün ülkedeki nüfusun mümkün olduğu kadar eşit dağılımı, ancak sınai ve tarımsal üretim arasındaki yakın bir bağıntı ile birlikte, böylelikle gerekli hale gelmiş, iletişim araçlarının genişlemesi —kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılması kaydıyla— kırsal nüfusu, binlerce yıldır hemen hemen değişmeden, içinde bir bitki gibi yaşadığı yalnızlık ve uyuşukluktan kurtarabilecektir. Ütopik olmak, insanlığın tarihsel geçmişinin şekillendirdiği zincirlerden kurtuluşunun ancak kent ve kır arasındaki karşıtlık ortadan kaldırıldıktan sonra tamamlanacağını savunmak değildir; ütopya, ancak, kişi, "mevcut koşullardan", günümüz toplumunun bu ya da herhangi bir diğer karşıtlığının çözümleniş biçimini belirlemeye cüret ettiği zaman başlar. Ve, konut sorununun çözümü için prudoncu formülü benimseyerek Mülberger'in yaptığı da budur.

Mülberger, ardından onu "Proudhon'un sermaye ve faiz ile ilgili korkunç fikirleri"nden bir dereceye kadar ortak sorumlusu addettiğimden dolayı yakınmakta ve şunu ileri sürmektedir:

"Üretim ilişkilerinin değişmesini gerçekleşmiş bir olgu olarak varsayıyorum ve faiz haddini düzenleyen geçiş yasası, üretim ilişkileri ile değil, toplumsal devredilişle dolaşım ilişkileri ile uğraşmaktadır. ... Üretim ilişkilerinin değiştirilmesi, ya da Alman ekolünün daha açıkça söylediği gibi, kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılması kuşkusuz Engels'in bana söyletmeye çalıştığı gibi, faizi ortadan kaldıran bir geçiş yasasının değil, bütün iş araçlarına gerçekten elkonması, sanayie bütün olarak işçi sınıfı tarafından elkonmasının sonucudur. O durumda işçi sınıfının anında kamulaştırmadan daha önce geri satınalmaya hürmet edip etmemesi (!) Engels'in ya da benim kararıma kalmış bir şey değildir."

Şaşkınlıkla gözlerimi oğuşturuyorum. Kiralanmış konutların satınalınmasının "bütün iş araçlarına gerçekten elkonması, sanayie bütün olarak emekçi halk tarafından elkonması"nı gerçekleştirilmiş bir olgu olarak varsaydığını söylediği pasajı bulmak için Mülberger'in yazısını baştan sona bir kez daha okuyorum, ama böyle bir pasaj bulamıyorum. Böyle bir yer yok. Hiç bir yerde "gerçekten elkonmasından" vb. bahis yok, ama sayfa 17'de şu sözler yer alıyor:

"Şimdi sermayenin üretkenliğinin, örneğin bütün sermayeler üzerindeki faizi yüzde-bir ile sabitleştiren, ancak dikkatinizi çekerim, bu faiz haddini giderek sıfır noktasına yaklaştırma eğilimi olan bir geçici yasa ile ergeç olacağı gibi boynuzlarından yakalandığını varsayalım, öyle ki, sonuç olarak sermayenin devri için gerekli olan emekten fazla hiç bir şey ödenmeyecektir."

Dolayısıyla burada, açık sözcüklerle, Mülberger'in en son fikir değişikliğine oldukça karşıt bir şekilde sermayenin üretkenliğinin, ki bu karmaşık deyimle kapitalist üretim tarzını kastettiğini itiraf etmektedir, faizi ortadan kaldıran bir yasa ile gerçekten "boynuzlarından yakalandığı", ve tam olarak böyle bir yasa sonucu "kiralanmış konutların geri satınalınmasının genel olarak sermayenin üretkenliğinin ortadan kaldırılmasının zorunlu bir sonucu" olduğu söylenmektedir. Şimdi Mülberger, hiç de değil demektedir. O geçiş yasası "üretim ilişkileri ile değil, dolaşım ilişkileri ile ilgilidir". Gœthe'nin diyeceği gibi "aptallar kadar akıllılar için de aynı ölçüde esrarengiz"[29*] olan bu kaba çelişki karşısında, benim yapabileceğim tek şey, birinin basılmasına neden olduğu şeyi diğerinin haklı olarak "ona söyletmiş olmamdan" yakındığı birbirinden farklı ve birbirinden ayrı iki Mülberger ile uğraştığımı varsaymaktır.

Gerçek elkoyma durumunda çalışan insanların "anında kamulaştırmadan önce geri satınalmaya hürmet" edip etmeyeceklerini ne bana, ne de Mülberger'e sormayacakları kesinlikle doğrudur. En büyük olasılıkla "hürmet" etmemeyi yeğleyeceklerdir. Ancak sorun emekçi halk tarafından bütün iş araçlarına gerçekten elkonmasında değil, yalnızca (sayfa 440) Mülberger'in (s. 17'deki) "konut sorununun çözümünün tüm kapsamı geri satınalma sözcüğünde özetlenmiştir" yolundaki iddiasındadır. Eğer şimdi bu geri satınalmanın son derece kuşkulu olduğunu ileri sürüyorsa, hem ikimize, hem de okurlarımıza bütün bu gereksiz zahmeti vermenin ne gereği vardı?

Ayrıca, bütün iş araçlarına "gerçekten elkonması", sanayie bütün olarak emekçi halk tarafından elkonmasının prudoncu "geri satınalmanın" tam karşıtı olduğunu da belirtmek gerekir. İkincisine göre, her işçi, konutun, çiftliğin, iş araçlarının sahibi olur; birincisine göre, "emekçi halk" evlerin, fabrikaların ve iş araçlarının ortaklaşa sahipleri olarak kalırlar, ve onların maliyeti tazmin edilmeksizin en azından geçiş döneminde bireyler ya da birlikler tarafından kullanılmalarına pek izin vermezler. Tıpkı, toprak mülkiyetinin ortadan kaldırılması toprak rantının ortadan kaldırılması değil, ama daha değişik bir biçimde olmakla birlikte, topluma devredilmesi gibi. Bütün iş araçlarına emekçi halk tarafından elkonması, dolayısıyla, hiç bir şekilde kira ilişkisinin alıkonmasını dıştalamaz.

Genel olarak sorun, iktidara geldiği zaman proletaryanın iş araçlarına, hammaddelere ve geçim araçlarına zor kullanarak elkoyup koymaması, ya da tazminat ödeyip ödememesi, ya da sözkonusu mülkü küçük taksit ödemeleriyle geri satınalıp almaması sorunu değildir. Böylesine bir sorunu önceden ve bütün durumlar için yanıtlamaya çabalamak ütopyacılık olacaktır; ve ben bunu başkalarına bırakıyorum.

IV

Mülberger'in çeşitli dolambaç ve dönemeçlerinden geçip, sorunun, Mülberger'in yanıtında dikkatle değinmekten kaçındığı esasına varacak bir yol açabilmek için pek çok mürekkep ve kâğıt tüketmek zorunda kaldı.

Bu makalede Mülberger'in olumlu önerileri nelerdi?

Birincisi: "Evin yapım alanının ve benzerinin ilk maliyet bedeliyle mevcut değeri arasındaki fark"ın hak olarak topluma ait olduğudur. Ekonomi terimleri içinde, bu fark, toprak rantı olarak adlandırılmaktadır. Proudhon da, (sayfa 441) Devrimin Genel Fikri adlı yapıtının 1868 baskısının 219. sayfasında görüleceği gibi bunu topluma maletmeyi istemektedir.

İkincisi: Konut sorununun çözümü, herkesin kendi konutunun kiracısı değil, sahibi olmasından ibarettir.

Üçüncüsü: Bu çözümün, kira ödemelerini, konutun alım fiyatı üzerinden taksit ödemelerine dönüştüren bir yasanın kabulüyle uygulamaya konmasıdır. 203. sayfasında sözkonusu yasaya ait bir tasarının zaten hazırlanmış olduğu, Devrimin Genel Fikri adlı yapıtın sayfa 199 ve devamında herkesin görebileceği gibi, iki ve üçüncü maddeler Proudhon'dan alınmıştır.

Dördüncüsü: Sermayenin üretkenliğinin, faiz oranını, ileride yeni indirimlere tâbi olmak kaydıyla, geçici olarak yüzde-bire indiren bir geçiş yasası ile boynuzlarından yakalanmasıdır. Bu madde de, ayrıntılı biçimde Genel Fikir'in 182. ve 186. sayfalarında okunabileceği gibi, Proudhon'dan alınmıştır.

Her madde için Proudhon'da Mülberger kopyasının aslının bulunabileceği bir pasaj gösterdim, ve şimdi bütünüyle prudoncu görüşleri, sadece prudoncu görüşleri içeren bir makalenin yazarını prudoncu olarak nitelemekte haklı olup olmadığımı soruyorum. Buna karşın, Mülberger, en çok "Proudhon'a özgü birkaç deyime rasladığım" için, onu prudoncu olarak nitelememden yakınmaktadır. Tam tersine. "Deyimler" tümüyle Mülberger'e, içeriği ise Proudhon'a aittir. Ve .ardından, ben, bu prudoncu yazıyı Proudhon ile tamamladığım zaman, Mülberger, kendisine Proudhon'un "korkunç görüşlerini" yakıştırmamdan yakınmaktadır!

Bu prudoncu planı ben nasıl yanıtladım?

Birincisi: Toprak rantının devlete devredilmesi, özel toprak mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıyla eşanlamlı olduğudur.

İkincisi: Kiralanmış konutların geri satınalınmasının ve o konutlardaki mülkiyet hakkının o zamana kadar kiracı olan tarafa devredilmesinin kapitalist üretim tarzını hiç bir şekilde etkileyemeyeceğidir.

Üçüncüsü: Büyük sanayi ve kentlerin günümüzdeki gelişmesi karşısında bu önerinin gerici olduğu kadar saçma da olduğu, ve her birey tarafından konutu üzerinde bireysel (sayfa 442) mülkiyetin yeniden getirilmesinin, geriye doğru bir adım olacağıdır.

Dördüncüsü: Sermaye üzerindeki faiz oranının zorunlu olarak indirilmesinin hiç bir şekilde kapitalist üretim biçimine bir saldırı olmayacağı; ve tam tersine, tefecilik yasalarının tanıtladığı gibi olanaksız olduğu kadar eski de olduğudur.

Beşincisi: Sermaye faizinin ortadan kaldırılmasının hiç bir şekilde evler için kira ödenmesini ortadan kaldırmayacağıdır.

Mülberger, şimdi, 2. ve 4. maddeleri kabul etmiştir. Öteki maddelere ise herhangi bir yanıt vermemektedir. Oysa bunlar tüm tartışmanın çevresinde oluştuğu maddelerdir. Ancak Mülberger'in yanıtları bir tekzip değildir: Belirleyici nitelikte olan tüm ekonomik konularla uğraşmaktan titizlikle kaçınmaktadır. Bu yalnızca bir kişisel yakınmadır. Başka bir şey değildir. Örneğin, devlet borçları, özel borçlar ve kredi gibi açıklanmış çözüm yollarını tahmin ettiğim ve çözümünün konut sorununda olduğu gibi faizin ortadan kaldırılması, faiz ödemelerinin, sermaye toplamının üzerinden yapılan taksit ödemeleri haline dönüşmesi, ve bedelsiz kredide olduğu gibi her yerde aynı olduğunu söylediğim zaman yakınmaktadır. Gene de, Mülberger'in bu makalelerinin gün ışığına çıkarıldığı zaman, esas içeriğinin Proudhon'un Genel Fikri ile çakışacağına bahse girmeye hâlâ hazırım; konut sorunu üzerine olan makaleleri aynı kitaptan aldığım pasajlarla nasıl çakışıyorsa, kredi de sayfa 182, devlet borçları da sayfa 186, özel borçlar da 196 ile öyle çakışmaktadır.

Mülberger, bu fırsattan yararlanarak, şimdi aralarına bir de idari özerklik sorununun katıldığı vergilendirme, devlet borçları, özel borçlar ve kredi gibi sorunların köylü için ve kırsal bölgede propaganda açısından çok büyük önem taşıdığı konusunda beni aydınlatmaktadır. Buna büyük ölçüde katılıyorum, ancak 1) şimdiye kadar köylüye ait hiç bar tartışma olmadı, ve 2) bütün bu sorunların prudoncu "çözümleri", konut sorununa getirdiği çözümde olduğu gibi, ekonomik açıdan saçma olduğu kadar esas olarak da burjuva niteliktedir. Mülberger'in köylüleri harekete çekmek gereğini değerlendiremediğim yönündeki imasına karşı (sayfa 443) kendimi savunma gereğini duymuyorum. Ancak, onlara bu amaçla prudoncu şarlatanlıkları öğütlemeyi de aptallık sayarım. Almanya'da hâlâ çok büyük toprak mülkiyeti vardır. Proudhon'un teorisi uyarınca, bütün bunların, mevcut tarımsal teknoloji ile ve Fransa ve Batı Almanya'nın küçük toprak mülkiyeti ile olan deneyleri karşısında, kesinlikle gerici olacak olan küçük köylü çiftliklerine bölünmesi gerekir. Mevcut olan büyük çiftlikler, daha çok bize, —bütün modern kolaylıklardan, makineden vb. yararlanabilen tek tarım sistemi olan— tarımın birleşmiş işçiler tarafından büyük ölçekte uygulanması, ve böylece küçük köylüye birleşme yolu ile büyük ölçekli faaliyette bulunmanın yararlarının gösterilmesi için elverişli bir temel oluşturacaktır. Bu açıdan bütün ötekilerden ilerde olan Danimarkalı sosyalistler, bunu çok uzun zaman önce görmüşlerdi.

İşçilerin mevcut rezilce konut koşullarını "önemsiz bir ayrıntı" saydığım şeklindeki imayı da yanıtlamayı aynı ölçüde gereksiz görüyorum. Bildiğim kadarıyla, Almanya'da ilk kez bu koşulları İngiltere'de varolan klasik biçimiyle tanımlayan bendim; ve bunu Mülberger'in sandığı gibi "adalet duygularımı zedelediği" için —adalet duygusunu zedeleyen her olgu üzerine kitap yazmakta ısrar edenlerin yapacak pekçok işi olur— değil, ama kitabımın[30*] önsözünde de okunabileceği gibi, modern büyük sanayi tarafından yaratılan toplumsal koşulları tanımlayarak, o sıralarda boş terimlerle gelişmekte ve yayılmakta olan Alman sosyalizmi için gerçekçi bir temel sağlamak üzere yapmıştım. Ancak, hiç bir zaman çok daha önemli gıda sorununun ayrıntıları ile meşgul olmadığım gibi, sözde konut sorununu da çözümlemeye çalışmak aklıma gelmemişti. Modern toplumumuz üretiminin bütün üyelerine yetecek yiyecek sağlamaya yeterli olduğunu, ve çalışan kitlelere, şimdilik geniş ve havadar yaşama yeri sağlamaya yetecek ev bulunduğunu tanıtlayabilirsem bu bana yeter. Gelecekteki bir toplumun gıda ve mesken dağıtımını nasıl örgütleyebileceği üzerine spekülasyonda bulunmak doğrudan doğruya ütopyaya götürür. En çok, şimdiye kadarki bütün üretim biçimlerinin temel koşullarına ilişkin (sayfa 444) kavrayışımızdan kapitalist üretim biçiminın yıkılmasıyla şimdiye kadar toplumda varolmuş olan belirli maledinme biçimlerinin olanaksız hale geleceğini söyleyebiliriz. Geçiş önlemleri bile, her yerde o an varolan ilişkilerle uyum halinde olmak zorundadır. Küçük toprak mülkiyeti olan ülkelerde, bunlar, büyük toprak mülkiyetinin yürürlükte olduğu ülkelerden çok farklı olacaktır, vb.. Konut sorunu gibi sözde pratik sorunlara ayrı çözümler bulmaya çabaladığı takdirde kişinin nereye varacağını, bizzat Mülberger herkesten iyi göstermektedir. İlkönce 28. sayfada "konut sorununa çözümün tüm kapsamının geri satınalma sözcüğünde özetlendiğini" açıklamakta, ve ardından, baskı altında kalınca, utanç içinde kekeleyerek evlerin gerçekten zilyetliğini ele geçirdikleri zaman "çalışan insanların geri satınalmayı" diğer herhangi bir mülksüzleştirme biçimine "yeğleyip yeğlemeyeceklerinin" kuşkulu olduğunu söylemektedir.

Mülberger pratik olmamızı, "gerçek pratik ilişkilerle karşılaşınca" "yalnızca ölü ve soyut formüllerle ortaya" çıkmamamızı, "soyut sosyalizmin ötesine geçerek toplumun belirli somut ilişkilerine yaklaşmamızı" talep etmektedir. Eğer Mülberger bunu yapmış olsaydı, belki de harekete büyük bir hizmette bulunmuş olacaktı. Toplumun belirli somut ilişkilerine yaklaşmada ilk adım kesinlikle onların ne olduğunun öğrenilmesi, onların mevcut karşılıklı bağlantıları uyarınca incelenmesidir. Oysa Mülberger'in makalelerinde ne buluyoruz? Bütün iki tümce, yani:

1. "Kiracının ev sahibine göre durumu, ücretli işçinin kapitaliste göre durumunun aynıdır."
Yeni baskının 6. Sayfasında[31*] bunun tamamıyla yanlış olduğunu tanıtladım, ve Mülberger yanıt olarak tek sözcük bile söyleyemedi.

2. "Ancak (toplumsal reformda) boynuzlarından yakalanması gereken boğa, gerçekte varolmayan, ancak görünüşteki varlığıyla günümüz toplumuna yük olan tüm eşitsizlikler için bir örtü görevi gören, liberal ekonomi politik okulunun deyişiyle, sermayenin üretkenliğidir."

Böylece, boynuzlarından yakalanması gereken boğa (sayfa 445) "gerçekte mevcut değildir" ve bu yüzden de "boynuzları" yoktur. Kötü olan, boğanın kendisi değil, ama uyduruk varlığıdır. Buna karşın, varlığı "görünüş"ten başka bir şey olmayan "sözde (sermayenin) üretkenliği, büyüyle evler ve kasabalar meydana getirmeye muktedirdir" (s. 12). Ve, sermaye ile emek ilişkisi konusunda bu ümitsizce karışık tarzın içinde saçmalayan bir adam, "Marx'ın Kapital'i onun için yabancı değil" ise de, Alman işçilerine yeni ve daha iyi bir yol göstermeye girişir, ve kendisini "gelecekteki toplumun mimari yapısı konusunda en azından genel çizgileriyle açık bir görüşe sahip olan usta yapıcı" olarak sunar!

"Toplumun belirli ve somut ilişkilerine" hiç kimse Marx'ın Kapital'de yaklaştığı kadar yaklaşamamıştır. Bunları her açıdan incelemek için yirmibeş yıl harcamış, ve eleştirilerinin sonuçları, bugün için mümkün olduğu kadarıyla, çözümler denen tohumları içermiştir. Ama bu, dostum Mülberger için yeterli değildir. Bütün hepsi, soyut sosyalizm, ölü ve soyut formüllerdir. "Toplumun belirli somut ilişkilerini" inceleyecek yerde, dostum Mülberger, kendisine toplumun belirli somut ilişkileri konusunda hemen hiç bir şey sunmayan, tam tersine, bütün toplumsal kötülükler için somut mucizevi çareler sunan, Proudhon'un birkaç cildini okumakla yetinmiştir. Daha sonra, "sistemlere elveda demek" istediğini söyleyerek, bu prudoncu sistemi, toplumsal kurtuluş için bu hazır planı, Alman işçilerine takdim etmektedir! Ben ise "aksi yolu seçiyorum". Bunu anlamak için benim kör, Mülberger'in de sağır olduğunu varsaymam gerekir, öyle ki, ikimiz arasında bir anlaşma kesinlikle olanaksızdır.

Ama yeter. Bu polemik başka hiç bir işe yaramasa bile, her ne olursa olsun, kendilerine özgü "pratik" sosyalistlerin uygulamalarının ne olduğunu tanıtladığı için değer taşır. Bütün toplumsal kötülüklerin ortadan kaldırılması için bu pratik öneriler, bu evrensel toplumsal her derde deva ilaçlar, her zaman ve her yerde proletarya hareketinin hâlâ çocukluk döneminde olduğu bir zamanda ortaya çıkan mezheplerin kurucularının uğraşları olmuştur. Proudhon da bunların arasına girmektedir. Proletaryanın gelişmesi kısa bir süre sonra bu kundak bezlerini bir yana atar ve, önceden icat edilmiş ve her yere uygulanabilir bu "pratik çözümler"den (sayfa 446) daha az pratik hiç bir şeyin olmayacağını ve pratik sosyalizmin kapitalist üretim biçimini çeşitli yönlerden oldukça doğru bir şekilde bilmeyi içerdiğini bizzat işçi sınıfı içinde anlaşılır duruma getirir. Bu konuda neyin ne olduğunu bilen bir işçi sınıfı, her durumda, esas saldırılarını yönelteceği toplumsal kurumların neler olduğu ve bu saldırıların hangi yolla yapılacağı konusunda hiç bir zaman kuşku içinde olmayacaktır. 

F. Engels tarafından
Haziran 1872-Şubat 1873 arasında yazılmıştır

Der Volksstaat'ın 26 Haziran, 3 Temmuz, 25 ve 28 Aralık 1872 tarihli
51., 52., 53., 103., ve 104. sayılarında;
4 ve 8 Ocak, 8, 12, 19 ve 22 Şubat 1873 tarihli
2., 3., 12., 13., 15. ve 16. sayılarında;
ve 1872/1873'te de Leipzig'de üç ayrı bölüm halinde yayınlanmıştır.

İmza: Friedrich Engels

[Türkçe'ye çevirisi, F. Engels, Konut Sorunu,
Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s: 364-447,
Birinci Baskı, Sol Yayınları, Temmuz 1977]
Blogger tarafından desteklenmektedir.