SAVAŞ SANATI VEYA SAVAŞ BİLİMİ
Clausewitz
BÖLÜM III
SAVAŞ SANATI VEYA SAVAŞ BİLİMİ
1. Terimlerde henüz kesinlik yok (Yapabilmek ve bilmek. Bilgi söz konusu olduğu vakit, bilim; amaç yapmak ise, sanat)
Mesele basit gibi görünüyorsa da, kullanılacak terim üzerinde bir anlaşmaya varılamadığı gibi, bunun için nasıl bir kıstasa başvurmak gerektiği konusunda da bir karara varılamamıştır. Bilmenin başka şey, yapabilmenin başka şey olduğuna daha önce işaret etmiştik. Bunlar o kadar farklı şeylerdir ki, ikisini hiç bir zaman birbirine karıştırmamak gerekir. İnsanın yapabileceği şey hiç bir zaman bir kitapta yer almamalı, ve "sanat” kelimesi hiç bir zaman bir kitabın başlığı olmamalıdır.(*) Ancak bir sanatın icrası için gerekli bilgileri, (ayrı ayrı birer bilimin konusu olabilecek bilgileri) "... sanatının teorisi” ya da sadece "... sanatı” adı altında özetlemek adet olduğundan, bu ayırımı muhafaza etmek, ve yaratıcı güce değinen her şeyi sanat (örneğin, mimarlık sanatı), sadece bilgiyi amaçlayan konuları ise (matematik ve astronomi gibi) bilim diye nitelemek yerinde olur.
Her sanatta bazı özel temel bilimlerin bulunabileceği açıktır ve bu bizi şaşırtmamalıdır. Fakat her bilimde de bir parça sanat bulunduğunu ve sanatsız bilim olamayacağını da unutmamak gerekir. Örneğin, matematikte hesap (aritmetik) ve cebir birer sanattır, ama bu bütün meseleyi halletmez. Bunun nedeni şudur: beşeri bilgileri meydana getiren kategoriler içinde bilmek ile yapabilmek arasındaki fark ne kadar açık ve belirgin olursa olsun, insanın kendisinde bu sınırı çizmek kolay değildir. (sayfa 158)
(*) Almancada Kunst (sanat) ile Können (yapabilmek) sözcüklerinin kökü aynıdır. (P.N.)
2. Algılamayı yargıdan ayırmanın zorluğu (Savaş sanatı)
Her düşünme eylemi bir sanattır. Mantıkçının bir çizgi çizdiği yerde, idrakin sonucu olan öncüllerin bittiği ve yargının başladığı yerde, sanat da başlar. Dahası var: aklın algıları da bir yargı, dolayısıyla bir sanattır, ve son tahlilde duygularımızla edindiğimiz bilgiler de sanattır. Bir kelime ile, nasıl ki bilme yeteneğine sahip fakat yargıdan yoksun bir insan, ya da bunun tersi, tasavvur edilemezse, sanat ve bilim de birbirinden tamamen ayrılamaz. Bu ince ışık pırıltıları dış dünyanın biçimlerine ne kadar bürünürlerse, alanları o kadar ayrı imiş gibi görünür. Bir kez daha yineleyelim: yaratıcılık, üretim sanatın alanıdır; araştırma ve bilgi ise bilimin alanıdır. Bütün bunlardan, savaş sanatı demenin savaş bilimi demekten daha doğru olduğu sonucu çıkmaktadır.
Onlarsız yapamayacağımız bu kavramlar hakkında bu kadar açıklama yeter. Fakat şunu da hemen ekleyelim ki, savaş, gerçek anlamda, ne bir sanat ne de bir bilimdir, ve işte kuramcıların bunu gözden uzak tutmaları yüzündendir ki, savaş çoğu kez başka sanatlara ya da başka bilimlere benzetilmiş ve bu bir çok yanlışlıklara yol açmıştır.
Eskiden de bunun farkına varanlar olmuş ve bu yüzden savaşın bir meslek olduğu ileri sürülmüştür. Fakat bunun zararı yararından daha fazla olmuştur, çünkü bir meslek, ya da bir zanaat ikinci sınıf bir sanattan başka bir şey değildir ve bu sıfatla da daha kesin ve daha katı yasalara tabidir. Nitekim, savaş, condottieri'ler (*) (sayfa 159) devrinde, bir zanaat gibi gelişti. Fakat onu bu yola iten iç etkenler değil, dış etkenler oldu, ve savaş tarihi bunun eşyanın tabiatına ne kadar aykırı olduğunu göstermiştir.
(*) Condottieri'ler, XIV-XVI. yüzyılları arasında Avrupa ordularından çoğunu oluşturan profesyonel paralı askerlerdi; bu orduları meydana getirmeyi üstlenenlere de aynı ad verilirdi (A.R.).
3. Savaş insan ilişkilerinin bir biçimidir
Biz diyoruz ki, savaş aslında ne bir sanat ne bir bilimdir, sosyal varlığın bir parçasıdır. Büyük çapta çıkarların kanla halledilen bir çatışmasıdır ve sadece bu yönü ile diğer çatışmalardan ayrılır. Savaşı sanatlardan birine benzetmektense, ticarete benzetmek belki, daha yerinde olur: çünkü ticaret veya ticarette rekabet de insan çıkar ve faaliyetlerinin bir çatışmasıdır. Fakat savaşı asıl politikaya benzetebiliriz, çünkü politika da, hiç değilse kısmen, büyük çapta bir ticari rekabetten başka bir şey değildir. Üstelik, politika savaşın dölyatağıdır; ilkel bir biçimde de olsa oluşan anahatları, canlı varlıkların oğulcukta saklı özellikleri gibi, politikanın dölyatağında biçimlenir.
4. Aradaki fark
Sanat ve bilimlerle savaş arasındaki temel fark şuradadır: savaş, mekanik sanatlar gibi cansız bir maddeye uygulanan bir irade faaliyeti değildir; ne de, güzel sanatlarda olduğu gibi canlı fakat edilgin ve uysal bir maddeye, yani insan aklına veya insan duygularına etki yapan bir faaliyettir. Sanat ve bilimlerin ideolojik şemalarının savaşa ne kadar az uyduklarını görmek insanı şaşırtır, ve böylece cansız varlıklar aleminden çıkarılan yasalara benzer yasalar bulma istek ve çabalarının nasıl sürekli yanılgılara yol açtığını anlamak kolaylaşır. Buna rağmen, savaşı özellikle mekanik sanatlara benzetmek isteyenler olmuştur. Güzel sanatları taklit etmeyi önerenlere pek raslanmamıştır, çünkü bunların kendileri henüz belirli yasa ve kurallara bağlanmış değildi. Uygulanmasına çalışılmış olanların ise yetersiz ve tek yanlı oldukları (sayfa 160) hemen anlaşılmış, fikirlerin, duyguların ve geleneklerin akımıyla silinip süpürülmüşlerdir.
Savaşta oluştuğunu ve çözüldüğünü gördüğümüz türden bir canlı ihtilafın bir takım genel yasalara bağlı olup olmadığı, ve bunların yararlı bir eylem kılavuzu sağlayıp sağlayamayacağı sorunu kısmen bu kitabın konusunu meydana getirmektedir. Fakat muhakkak olan bir şey varsa o da şudur: bu sorun, idrakin sınırlarını aşmayan bütün öteki sorunlar gibi, akıl yolu ile aydınlatılabilir ve kendi iç bütünlüğü içinde iyi kötü açıklanabilir; bu da kuramcıların çabalarını haklı göstermeye yeter.
BÖLÜM IV
YÖNTEMCİLİK (METODİZM)
Savaşta çok büyük bir rol oynayan yöntem ve yöntemcilik kavramlarını açıkça belirtebilmek için, eylem dünyasını adeta resmen kurulmuş otoriteler gibi yöneten mantıki hiyerarşiye kısa bir göz atalım.
En genel kavram olan yasa kavramı hem bilgi hem de eylem için geçerlidir, açıkça sübjektif ve keyfi bir yönü bulunmakla birlikte, bizim ve bizim dışımızda bulunan şeylerin kendisine tabi olduğumuzu ifade eden bir terimdir yasa. Bilgi konusu olarak yasa eşya arasındaki ilişkiyi ve eşyanın birbiri üzerindeki etkisini özümler; irade konusu olarak ise, eylemin etkenidir ve o zaman emir ve yasaklama ile eş anlamlıdır.
İlke de aynı şekilde bir eylem yasasıdır, ancak aynı resmi ve kesin anlamda değil; ilke yasanın sadece ruhu ve anlamıdır, ve gerçek dünyanın çeşitliliği bir yasanın kesin şekli içine sığdırılamadığı hallere muhakememize (sayfa 161) daha büyük bir serbestlik alanı bırakır. Muhakememiz, bir ilkenin niçin uygulanamayacağına kendisi karar vermek durumunda olduğuna göre, bu ilke bizim için bir çeşit yol gösterici, bir kutup yıldızı gibidir.
İlke objektif bir gerçeğin sonucu olduğu zaman objektiftir, yani herkes için eşit ve geçerlidir. Buna karşılık, sübjektif ilişkileri içerdiği ve dolayısıyla sadece onu kendisi için yapmış olan kimse bakımından bir değer taşıdığı takdirde, ilke sübjektiftir, ve bu halde ona genellikle şiar adı verilir.
Kural çok kez yasa anlamına kullanılır fakat bu takdirde daha ziyade ilke anlamına gelir. Çünkü "istisnasız kural yoktur” dediğimiz halde, "istisnasız yasa yoktur” diyemeyiz. Demek ki kural uygulamada bize daha büyük bir uygulama özgürlüğü tanımaktadır.
Daha değişik bir anlamda, kural, saklı bir gerçeği daha gözönünde bir işaretten tanımak için kullanılan bir araçtır, ve bundan maksat tüm gerçeğe uygulanan eylem yasasını bu özel işarete bağlamaktır. Bütün oyun kuralları, matematikteki bütün kısaltılmış yöntemler, vb. bu anlamda kurallardır.
Yönetmelik ve talimatlar, genel yasaların kapsamı içine alınamayacak kadar çok ve önemsiz ayrıntıları ilgilendiren eylem kılavuzlarıdır.
Nihayet, yöntem veya metod, yani eylem biçimi, aynı derecede mümkün başka davranışlar arasından seçilen sürekli bir davranış tarzıdır; yöntemcilik veya metodizm ise, genel ilkeler veya özel talimatlar yerine yöntemlerle tayin edilen eylemler için kullanılan bir terimdir. Bu, böyle bir yöntemin uygulanabileceği hallerin genel çizgileri bakımından birbirlerine benzemelerini gerektirir. Bunların hepsi birbirine benzeyemeyeceğine göre, önemli olan benzer unsurların mümkün olduğu kadar çok olması, diğer bir söyleyişle, yöntemin en muhtemel hallere dayanmasıdır. Böylece yöntemcilik kesin ve özel mukaddimelere değil, benzer durumların ihtimal ortalamasına dayanır. Nihai gayesi ortalama bir gerçek (sayfa 162) saptamaktır: bunun sürekli ve tekdüze bir biçimde uygulanması çok geçmeden bir çeşit mekanik uygulama niteliğine bürünür ve bize doğru olanı adeta şuursuzca yaptırır.
Savaş yönetiminde, insan bilme yeteneğine ilişkin yasa kavramından pekala vazgeçebilir, çünkü savaşın çapraşık olayları yeteri kadar düzenli, ve düzenli olayları yeteri kadar çapraşık olmadıkları için, bu kavram bize basit gerçekten daha fazla yardımcı olamaz. Sade kavramlar ve sade bir dil yeterli olduğu zaman, girift sözlere ve fikirlere başvurmak bilgiçlik olur. Eyleme uygulandığında, yasa kavramını savaş yönetimi teorisinde kullanmaya imkan yoktur, çünkü olayların sık sık değişmesi ve büyük bir çeşitlilik göstermesi nedeniyle, yasa adına layık yeteri kadar genel nitelikte bir hüküm koyma olanağı yoktur.
Buna karşılık, ilkeler, kurallar, yönetmelikler ve yöntemler, olumlu bir öğreti sağladıkları ölçüde gerçekçi bir savaş teorisinin vazgeçilmez kavramlarıdır, çünkü gerçek ancak bu gibi biçimler içinde billurlaşabilir.
Taktik, savaş yönetiminin, teorinin olumlu bir doktrin formüle etmesine en elverişli dalı olduğuna göre, bu kavramlara taktikte daha sık raslarız.
Zaruret bulunmadıkça, henüz kayıp vermemiş piyadeye karşı süvarinin kullanılmaması; ateşli silahların ancak etkili menzile girdikten sonra kullanılması; muharebede de mümkün olduğu kadar çok sayıda kuvvetlerin en sonraya saklanması: işte belli başlı taktik ilkeler. Bütün bu kurallar her durumda istisnasız şekilde uygulanamaz; ama yine de komutanın zihninde yer etmelidirler ki, özümledikleri gerçekten, yeri ve zamanı geldiğinde yararlanabilsin.
Bir birlik karargâhındaki alışılmadık faaliyetten düşmanın çekilmek üzere olduğu sonucunu çıkardığımız takdirde, birliklerin muharebedeki düzeni bir gösteriş saldırısı yapılacağını gösteriyorsa, gerçeğin bu yoldan (sayfa 163) öğrenilmesine kural adı verilir, çünkü gözle görülen tek bir durumdan bu duruma uygun bir niyet çıkarılmaktadır.
Eğer düşman toplarını muharebe alanından çekmeye başlar başlamaz ona taze bir enerji ile saldırmak bir kuralsa, bunun nedeni, bu münferit olayın düşmanın genel durumunu hedef alan hareket zincirinin halkalarından birine bağlanmasıdır: yani düşmanın durumunu, örneğin mücadeleyi bırakmak eğiliminde olduğunu, geri çekilmeyi planladığını ve ne sonuna kadar bir direnmeyi ne de düşmandan her ne pahasına olursa olsun kaçınmayı düşünmediğini bu tek olaya bakarak tahmin etmiş oluruz.
Yönetmelikler ve yöntemler, savaş hazırlığı ile ilgili teoriler olarak bizi meşgul ederler, çünkü disiplinli ve eğitilmiş silahlı kuvvetler bunlarla aşılanır. Birlikler, eğitim ve sahra hizmeti için hazırlanmış talimatların tümü yöntem ve yönetmelikleri oluşturur. Eğitim talimatlarında yönetmelikler, sahra hizmeti ile ilgili olanlarda ise yöntemler ön planda gelir. Savaşın gerçek sevk ve idaresi bunlara bağlanır, onları belirli davranış biçimleri olarak benimser. Onun için savaş yönetimi teorisinde bunlara da bir yer ayırmak gerekir.
Silahlı kuvvetlerin kullanımına girmeyen faaliyetler için, yönetmelikler, yani kesin talimatlar söz konusu değildir; çünkü bunlar hareket serbestliğini kısıtlardı. Buna karşılık, görevlerin nasıl yapılacağını genel olarak gösteren ve yukarda belirttiğimiz gibi ortalama ihtimale dayanan yöntemler, ilke ve kuralların egemen bir şekilde uygulanmasını ifade ederler; olduklarından farklı bir şey gibi gösterilmemek, mutlak ve zorunlu davranış biçimleri (sistemler) olarak değil, sadece genel biçimlerin en iyisi olarak telakki edilmek ve ferdi kararın yerini tutacak kestirme yolun seçilmesine olanak sağlamak şartıyla, yöntemler de savaş yönetimi teorisinin kapsamı içine alınabilirler.
Savaşın yönetiminde sık sık yöntemlere başvurulması, sadece bazı tahminlere dayanılarak ya da tam bir (sayfa 164) belirsizlik içinde yürütülen hareketlerin çokluğunu düşünecek olursak, bize son derece gerekli ve kaçınılmaz bir şey gibi görünecektir. Düşman, aldığımız tedbirleri zorunlu kılan bütün koşulları bilecek durumda değildir: buna ya olanakları elvermez, ya da zamanı yoktur. Kaldı ki, bu koşullar bilinse bile, bunlar o kadar çeşitli ve girifttir ki, gerekli bütün tedbirleri almak imkansızdır. Dolayısıyla hazırlıklarımızı yine bir takım ihtimallere dayandırmak zorunda kalırız. Tek bir olayda bile etkisini hissettiren ve bu itibarla mutlaka dikkate alınması gereken önemsiz koşulların sayısını düşünecek olursak, bunlardan zincirleme sonuçlar çıkarmaktan ve tertibatımızı genel ve muhtemel durumlara göre almaktan başka çare bulunmadığını görürüz. Subayların sayısı küçük rütbelere doğru indikçe artar ve bu alt kademelerde görüş ve yargıların isabetine güvenmek zorlaşır. Hizmet kuralları ve tecrübenin dışında bilgiler aramanın doğru olmadığı komuta kademelerinde, yöntemciliğin "rutin”ine başvurmak gerekir. Bu hem yargımıza bir destek, hem de tecrübenin çok pahalıya mal olduğu savaş gibi bir alanda abartmalı ve tümden yanlış düşüncelere engel olur.
Yöntemcilik harekât için zorunlu olduktan başka, olumlu bir yararı bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Durmadan tekrarlanan belirli biçimleri uygulamak bize birliklerin yönetiminde, doğal sürtünmeyi azaltan ve makinanın işleyişini kolaylaştıran bir alışkanlık, bir dakiklik, bir güven kazandırır.
Demek oluyor ki, rütbeler hiyerarşisinin basamaklarından aşağı doğru inildikçe, yöntem daha yaygın bir biçimde kullanılır ve daha zorunlu bir hale gelir. Buna karşılık, yukarı doğru çıkıldıkça, bunun önemi azalır ve, en yüksek mevkilerde tamamen ortadan kalkar. Bu nedenle yöntemin yeri stratejiden çok taktiktedir.
Yüksek bir düzeyde savaş, farklılıklarına rağmen birbirine benzeyen ve kullandığımız yöntemin iyiliğine veya kötülüğüne göre iyi veya kötü bir şekilde kontrol altına alınabilecek olan sayısız küçük olaylardan değil, ayrı ayrı (sayfa 165) ele alınmaları gereken büyük çapta ve belirleyici nitelikte tek tek olaylardan oluşur. Savaş, sapların biçimine bakmadan, iyi bir orakla iyi, kötü bir orakla kötü biçilen bir buğday tarlası değil; her kütüğün özel biçimine ve meyline göre balta kullanılmasını ve buna çok dikkat edilmesini gerektiren gür bir ormandır.
Yöntemcilik askeri harekâtın hangi düzeyinde durmalıdır? Bunu aslında rütbe değil olaylar belirler. Eğer hiyerarşinin üst kademelerinde yöntemciliğe daha az yer veriliyorsa, bunun tek nedeni bu mevkilerin görev alanına giren faaliyetlerin çok daha geniş ve şümullü oluşudur. Değişmeyen bir muharebe düzeni, öncü birliklerin ve ileri karakolların değişmeyen düzeni, komutanın sadece astlarının değil, bazı hallerde kendi elini kolunu da bağlayan yöntemlerdir. Gerçi komutan bu yöntemleri kendisi icat etmiş ve koşullara uygulamış olabilir; fakat birliklerin ve silahların genel niteliklerine dayandıkları ölçüde teori konusu da olabilirler. Buna karşılık, savaş veya sefer planları hazırlamak ve bunları bir makineden çıkar gibi hazır şekilde dağıtmak amacını güden yöntemler kesinlikle bir kenara atılmalıdır.
Kabul edilebilir bir teori, yani savaşın sevk ve idaresini incelemenin güvenilir bir kitabı olmadıkça, yöntemcilik sınırlarını aşarak daha yüksek faaliyet alanlarına taşmak istidadını gösterir; çünkü bu alanlarda sorumluluk taşıyan insanlar her zaman okumak ve yüksek yaşantı şekilleri ile temasa gelmek suretiyle kendilerini eğitmek imkanını bulmuş olmayabilirler; bu yüzden de teorilerin ve eleştirilerin labirentleri içinde yollarını şaşırabilirler, sağduyuları bunları reddeder ve ellerinde tecrübenin getirdiğinden başka bir tutamak kalmaz. Bunun içindir ki, özgür ve kişisel bir inisiyatifi gerektiren ve buna izin veren hallerde, tecrübenin kendilerine sağladığı araçlardan yararlanırlar, yani büyük komutanların yöntemlerine öykünürler ve böylece yöntemcilik dediğimiz şey kendiliğinden meydana çıkmış olur. Büyük Frederik' in generallerinin her zaman eğik denilen muharebe (sayfa 166) düzeni içinde ilerlediklerini, Fransız İhtilâli komutanlarının uzun ve geniş muharebe hatları boyunca hep çevirme hareketlerine başvurduklarını, Napolyon'un subaylarının yoğun kitlelere özgü korkunç bir enerji ile saldırıya geçtiklerini gördüğümüz zaman, hep aynı şekilde tekerrür eden bu hareketleri belli bir yöntemin kabul edilmiş olmasına bağlayabiliriz ki, bu da yöntemciliğin bazen en yüksek kademelere kadar çıkabildiğini gösterir. Daha iyi bir teori savaş yönetiminin incelenmesini kolaylaştırdığı, en yüksek komuta kademelerinde bulunan insanların akıl ve muhakemesini daha iyi eğittiği zaman, yöntemcilik belki önemini yitirecek, ve ara sıra kullanılmasında zorunluluk olsa bile, hiç değilse basit bir taklit olmaktan çıkarak teorinin bir parçası haline gelecektir. Büyük bir komutan yaptığı işi ne kadar iyi yaparsa yapsın, bunu yapış biçiminin daima sübjektif bir yanı olacaktır; ve belirli bir üslübu bulunduğuna göre bunda kişiliğinin de büyük bir payı olacaktır; fakat bu kişilik kendisini taklit etmeye çalışan kimsenin kişiliği ile her zaman bağdaşmaz.
Bununla birlikte, sübjektif yöntemciliği veya üslübu savaş konusundan tamamen çıkarıp atmak ne mümkün ne de doğru bir hareket olur: onda daha ziyade bir savaşın genel karakterinin, ayrı ayrı olayları üzerindeki etkisinin bir tezahürünü görmek, ve bu genel karakteri önceden görüp dikkate alacak bir teorinin yokluğunda teorinin yerine geçtiğini kabul etmek gerekir. Fransız İhtilâli savaşının kendine özgü yöntemler kullanmış olmasından daha doğal ne olabilir? Ve hangi teori bu özel yöntemi kapsamı içine alabilirdi? İşin kötü tarafı şudur ki, (sayfa 167) özel bir durumun ortaya çıkardığı böyle bir tarz kolaylıkla sürüp gidebilir, şartlar yavaş yavaş değiştiği halde yerinde sayabilir. İşte teorinin açık-seçik ve rasyonel bir eleştiri sayesinde önlemesi gereken şey budur. 1806 yılında Prusya'lı generallerden Prens Louis, Saalfeld'de; Tauentzien, Jena civarında bulunan Dornberg'te; Grawert, Kappellendorf'un önünde ve Rüchel Kappellendorf'un arkasında, Büyük Frederik'in eğik muharebe düzenini uygulayarak kendilerini felaketin uçurumuna attıkları ve Hohelohe'nin ordusunu o zamana kadar hiç bir ordunun muharebe alanında dahi imha edilmemiş olduğu biçimde yok etmeyi becerdikleri zaman, bütün bunlara sebep sadece modası geçmiş bir tarz değil, yöntemciliğin şimdiye kadar yol açtığı belki de en büyük ahmaklıktı.
BÖLÜM V
ELEŞTİRİ
Teorik gerçeklerin pratik hayat üzerindeki etkisi öğretimden çok eleştiri yolu ile olur: eleştiri teorik gerçeklerin gerçek olaylara uygulanması olduğuna göre, sadece bu gerçekleri hayata yaklaştırmakla kalmayıp uygulamalarını sürekli olarak tekrarlamak suretiyle zihni bu gerçeklere alıştırır. Bu itibarla, teori üzerindeki görüşlerimizi belirttikten sonra, şimdi eleştiri ile ilgili görüşlerimizi açıklamanın uygun olacağını sanıyoruz.
Tarihi bir olayın eleştirici anlatımı ile salt anlatımı arasında bir ayırım yapmak gerekir: bu ikincisi olayları peşpeşe sıralamakla, olsa olsa en yakın ve dolaysız nedenlerine dokunmakla yetinir.
Eleştirici anlatımda ise zihnin üç ayrı faaliyetine raslamak mümkündür.
Birincisi, şüpheli olayların tarih bakımından araştırılması ve doğruluk derecelerinin saptanmasıdır. Bu salt tarihi bir araştırmadır ve teori ile bir ilgisi yoktur.
İkincisi , sonuçlardan nedenlere doğru çıkmak, olaylar arasında neden sonuç ilişkisini kurmaktır. Bu gerçek eleştirici araştırmadır; bu araştırma teori için şarttır, çünkü teoride saptanması, desteklenmesi veya sadece izah edilmesi gereken her şey ancak bu şekilde deneylere oturtulabilir.
Üçüncüsü, kullanılan araçların sınanmasıdır. Bu övgü kadar kınamayı da kapsayan gerçek eleştiridir. Burada tarihe, daha doğrusu tarihten çıkarılması gereken derslere yardımcı olan, teoridir.
Tarihi araştırmanın gerçekten eleştirici bir nitelik taşıyan bu son iki bölümünde, her şeyden önce olayların derinine inmek, ilk nedenlerini ortaya çıkarmak, yani, çoğu zaman yapılageldiği gibi yarı yolda durmak, keyfi bir durum veya varsayımda karar kılmak yerine, su götürmez gerçeklere varmak gerekir.
Sonuçları nedenleri ile izah etmek bakımından, eleştirici araştırma sık sık başa çıkılması imkansız gibi görünen bir zorlukla karşılaşır: çünkü gerçek nedenler çoğu zaman bilinemez. Bu duruma hayatın başka hiç bir alanında savaşta olduğu kadar sık raslanılmaz: savaşta olaylar ve özellikle gerçek nedenleri hemen hemen hiç bir zaman tam olarak ortaya çıkmaz, çünkü ya bu olayları çıkaranlar onları isteyerek gizlerler, ya da olayların kendileri o kadar geçici ve arızi bir nitelik taşırlar ki tarihin derinliklerine gömülüp giderler. Onun için eleştirici anlatım çoğu zaman tarihi araştırma ile elele vermek zorundadır; her şeye rağmen, sonuç ile neden arasında sık sık görülen bağlantı eksikliği, sonuçları bilinen nedenlerin zorunlu neticeleri olarak kabul etmemize imkan bırakmaz. Böylece ister istemez bazı boşluklar, yani öğretici bir niteliği bulunmayan tarihi sonuçlar ortaya çıkar.
Teorinin isteyebileceği tek şey, araştırmanın bu boşluğa gelinceye kadar dikkat ve özenle sürdürülmesi, fakat bu noktadan itibaren sonuç çıkarma çabalarından kaçınılmasıdır. Asıl sakıncalı olan, bilinenden her ne pahasına olursa olsun sonuçları izah etmesini istemek, böylece ona sahte bir değer vermektir.
Eleştirici inceleme, bunun dışında, zatında mündemiç bir önemli zorlukla daha karşılaşır: savaşta sonuçlar nadiren tek ve basit bir nedenden doğar, bunlar çoğu zaman çeşitli bir nedenler yumağının eseridir, ve bu bakımdan tarafsızlık ve iyi niyet göstererek olayları kaynaklarına kadar izlemek yeterli değildir, ayrıca mevcut nedenlerden her birine hak ettiği ağırlığın verilmesi gerekir. Bu bizi, nedenlerin niteliğini daha yakından incelemeye götürür: bu sayede eleştirici inceleme bize belki asıl teori alanının yolunu gösterebilir.
Eleştirici inceleme, yani araçların sınanması, bizi şu soruyu sormaya sevk eder: Kullanılan araçlara özgü sonuçlar hangileridir ve bu sonuçlar eylemde bulunan kişi tarafından istenmiş midir?
Araçlara özgü sonuçlar bizi bunların niteliğini araştırmaya götürür ki böylece bir kez daha teori alanına girmiş oluruz.
Yukarda gördük ki, eleştiride en önemli nokta kuşku götürmez gerçeklere varmaktır. Bunun için de başkaları için geçerli olmayan keyfi önermelerle yetinmemek gerekir, çünkü bunlara karşı belki aynı derecede keyfi başka önermeler ileri sürülebilir, ve böylece lehte ve aleyhte tartışmaların keşmekeşi içinde hiç bir olumlu sonuca varılamaz, dolayısıyla hiç bir şey öğrenilemez.
Yine gördük ki, nedenlerin araştırılması, araçların sınanması gibi, bize teorinin, yani tek tek durumlardan çıkarılmayan evrensel gerçeklerin kapısını açar. İşe yarar bir teori varsa, eleştirici düşünce okuyucuyu teorinin saptadığı kanıtlara yollamakla yetinecek, daha ileri gitmeyecektir. Ama böyle bir teorik gerçek yoksa, araştırma derinleştirilmeli, kaynaklara kadar çıkılmalıdır. Bu (sayfa 170) zorunluluk sık sık ortaya çıktığı takdirde, tarihçi, ister istemez bitip tükenmek bilmeyen ayrıntılar içinde dolaşıp duracak, adeta bir labirent içindeymiş gibi yolunu kaybedecektir. Elleri dolup taşacak, her ayrıntıya gerekli dikkati vermek olanağından yoksun kalacaktır. Sonuç olarak, düşünce ve araştırmalarına bir sınır çizmek için keyfi bir takım iddialar ileri sürecek, bunlar kendisini inandırsa bile, ne aşikar ne de kanıtlanabilir olmadıklarından başkalarını inandıramayacaktır.
Bu itibarla, işe yarar bir teori eleştirinin asıl temelidir ve akılcı bir teorinin yardımı olmadan eleştirinin gerçekten öğretici olmaya başladığı noktaya varmasına, yani inandırıcı ve susturucu bir kanıt sağlamasına imkan yoktur.
Ancak, her gerçeği açıklayan ve eleştiriye bu gerçeklere kendilerine uygun yasaları uygulamaktan başka iş bırakmayan bir teoriyi mümkün sanmak hayalperestlik olur. Kutsal teorinin sınırlarına varır varmaz eleştiri durmalı ve gerisin geriye dönmelidir diye bir kural koymak gülünç bir bilgiçlik taslamaktan öteye gidemez. Teorinin kaynağını oluşturan araştırma ve tahlil ruhu eleştiriye yol göstermeli, ve bu arada belki sık sık teori alanına girerek özellikle ilgilendiği noktaları aydınlatmaya çalışmalıdır. Buna karşılık, eleştiri teoriyi otomatik bir şekilde uygulamakla yetinirse amacından tamamen sapmış olur. Teorik araştırmaların tüm olumlu sonuçları, tüm ilkeler, tüm kurallar ve yöntemler, uygulamalı bir müspet öğreti niteliğine büründükleri ölçüde, evrensellik ve mutlak gerçekler olmak karakterlerini kaybederler. Bu kurallar gerektiğinde kullanılmak içindirler, uygun olup olmadıklarına ancak muhakememiz karar verir. Eleştiri teorinin bu sonuçlarını hiç bir zaman birer norm veya standart olarak kullanmamalı, eylemde bulunan kimsenin muhakemesini destekleyen bir rehber saymakla yetinmelidir. Genel olarak muharebe düzeninde süvarinin piyade ile aynı hizada değil de gerisinde yer alması her ne kadar taktik bir kural ise de, bu ilkeden her sapmayı suçlamak çılgınlık (sayfa 171) olur. Eleştiri sadece bu sapmanın nedenlerini araştırmakla yükümlüdür; eğer bunlar yeterli değilse, ancak o zaman teorice saptanan kuralları öne sürmeye hakkı olur. Öte yandan, bölünmüş bir saldırının başarı ihtimalini azalttığı teoride kabul edilmiş ise de, böyle bölünmüş bir saldırının her başarısızlığa uğrayışında, ikisi arasında gerçekten bir ilişki kurmaya yer olup olmadığını araştırmadan, hemen başarısızlığı bölünmüş saldırıya bağlamak da aynı derecede saçma olur. Tabii bunun tersini yapmak, yani bölünmüş bir saldırı başarıya ulaştığı takdirde teorik kuralın yanlış olduğuna hükmetmek de akıl kârı değildir. Eleştirinin araştırıcı özü bunların ikisine de engeldir. Demek ki eleştiri esas itibariyle teorinin analitik araştırmalarının sonucuna dayanır. Teorinin halletmiş olduğu sorunların yeni baştan eleştirilmesine yer yoktur; çünkü bir şey teorice karara bağlanmış ise, bu eleştirinin eline hazır bir araç vermek içindir.
Eleştirinin, hangi nedenin hangi sonucu doğurduğunu ve kullanılan falanca aracın güdülen amaca uygun düşüp düşmediğini araştırmaktan ibaret bulunan görevi, neden ve sonuç, araçlar ve amaç birbirine yakın bulundukları takdirde, kolaydır.
Bir ordu baskına uğramış ve bu yüzden kaynaklarını düzgün ve akıllı bir biçimde kullanamamış ise, baskının sonucu şüphe götürmez. Eğer teori, muharebede çevirme biçiminde bir saldırının daha büyük fakat daha az emin bir başarıya yol açtığı kuralını koymuşsa, o zaman bu saldırı biçimini seçen komutanın ilk planda neyi düşündüğünü, neyi amaçladığını bilmek gerekir; eğer her şeyden önce büyük bir başarı kazanmayı hedef almışsa, doğru araçları kullanmış demektir. Yok eğer maksadı başarı şansını arttırmak idiyse ve bu maksadı özel ve somut şartlara değil de, çevirme suretiyle saldırının genel niteliğine dayanmış ise, o zaman, uygulamada yüzlerce örneği görüldüğü gibi, yanlış aracı seçmiş ve büyük bir hata işlemiş demektir.
Burada askeri araştırma ve eleştirinin işi kolaydır; (sayfa 172) olaylar ve en yakın amaçlarla yetinildiği sürece bu hep böyledir. Parçaları bütünü ile olan ilişkileri içinde değil de, sadece belirli bir açıdan ele almak şartıyla, bu yola başvurmak isteğimize kalmış bir şeydir.
Fakat savaşta, dünyada her şeyde olduğu gibi, bütünün parçaları arasında daima bir ilişki vardır, her şey birbirine bağlıdır; dolayısıyla, ne kadar küçük olursa olsun, her neden ta sonuna kadar savaşın her safhasını etkiler ve nihai sonucu bir ölçüde de olsa değiştirir. Aynı şekilde, kullanılan her araç son amacın elde edilmesine kadar etkisini gösterir ve sürdürür.
Bu bakımdan, bir nedenin sonuçlarını izlenmeye değdikleri sürece izleyebilir, ve aynı şekilde bir aracı yalnız en yakın amacı bakımından değil, daha yüksek bir gayeye hizmet eden bir araç olarak da sınayabilir, ve böylece birbirine bağlı amaçlar zincirini tırmanarak en üst halkasına kadar, yani artık hiç bir incelemeyi ve kanıtlamayı gerektirmeyecek kadar kesin ve zorunlu olan son amaca kadar çıkabiliriz. Bir çok hallerde, özellikle büyük ve kesin kararlar almak söz konusu olduğunda, incelememizi savaşın nihai gayesine, yani doğrudan doğruya barışı hazırlamaya yönelik gayeye kadar sürdürmemiz gerekir.
Bu yükselişin, birbirlerini izleyen bu safhaların muhakememize yeni görüş ufukları açacağı aşikârdır. Öyle ki, belirli bir basamaktan yararlı gibi görünen bir aracın daha üst bir basamaktan bakıldığında sakıncalı görülerek değiştirilmesi zorunluluğu doğabilir.
Bir eylem eleştirilirken, bir olayın nedenlerinin araştırılması ile araçların hizmet ettikleri amaçla karşılaştırılması elele gitmelidir. Zira sadece nedenlerin araştırılması sayesindedir ki, incelenmeye değer şeylerin neler olduklarını keşfedebiliriz.
Bu nedenler zincirinin aşağıdan yukarıya ve yukardan aşağıya doğru izlenmesi karşımıza bir takım güçlükler çıkarabilir. Çünkü aradığımız neden bir olayın ne kadar ötesinde ise, aynı zamanda dikkate alınmaları (sayfa 173) gereken o kadar çok başka nedenler var demektir: bunları, olaylarda oynadıkları rolün önemine göre, bulup meydana çıkarmak ve elemek gerekir. Çünkü bir olay, nedenler zincirindeki yeri ne kadar yukarda ise, onu belirleyen çeşitli güçler ve şartlar da o kadar çoktur. Bir muharebenin kaybedilmesi nedenlerini bulmuş isek, aynı zamanda kaybedilen bu muharebenin savaşın bütünü bakımından meydana getirdiği sonuçlara ait nedenlerin de bir kısmını bulmuş olduğumuzu tereddütsüz söyleyebiliriz. Fakat sadece bir kısmını diyoruz, zira mevcut şartlara göre, diğer nedenlerin etkileri de nihai sonuca katkıda bulunacaklardır.
Araçların incelenmesinde ve denenmesinde de, ne kadar yüksek bir görüş açısından bakarsak, işlerin o kadar çatallaştığını görürüz. Çünkü amaçlar yükseldikçe, onlara ulaşmak için kullanılacak araçların sayısı da çoğalır. Savaşın nihai gayesi bütün orduların aynı zamanda göz önünde tuttukları hedeftir; onun için, bu gaye uğrunda yapılmış veya yapılmış olabilecek her şeyin göz önüne alınması gerekir.
Bütün bunlar kuşkusuz düşünce ve araştırmalarımızın önünde çok geniş ufuklar açar, fiilen vuku bulmadıkları halde meydana gelmeleri ihtimal dahilinde olan ve bu itibarla mutlaka dikkate alınmaları gereken şeyler üzerine bir takım varsayımlar yürütmenin zorlukları içinde insan kolayca yolunu şaşırabilir.
1797 Mart'ında, Bonapart, İtalya ordusunun başında, Arşidük Charies'a karşı-saldırıya geçmek için Tagliamento'dan yola çıktığı zaman, Arşidükü, Ren üzerinde bulunan takviye kuvvetleri yetişmeden önce bir karara varmaya zorlamak için yapmıştı bunu. Sadece en yakın amacı göz önüne alacak olursak, aracın iyi seçilmiş olduğuna ve elde edilen sonucun bunu haklı çıkardığına hükmedebiliriz: nitekim, Arşidük henüz o kadar zayıftı ki, Tagliamento üzerinde sadece bir direnme teşebbüsünde bulunmakla yetindi ve hasmının son derece kuvvetli ve kararlı olduğunu görerek muharebe alanını ve Noricum (sayfa 174) Alplerine açılan geçiti Bonapart'a bıraktı. Fakat Bonapart'ın bu başarıyı sağlamaktaki asıl amacı neydi? Avusturya imparatorluğunun kalbine nüfuz etmek, Moreau ve Hoche komutasındaki iki Ren ordusunun ilerlemesini kolaylaştırmak ve onlarla irtibatı sağlamak. İşte Bonapart'ın istedikleri bunlardı ve bu açıdan haklıydı. Fakat eleştiri olaylara Direktuar idaresinin baktığından daha yüksek bir düzeyden bakar: nitekim Fransız hükümeti Ren seferinin ancak altı hafta sonra başlayacağını bilecek durumda idi ve bunu bilmesi gerekirdi; iste o zaman, Bonapart'ın Noricum Alplerini aşmasını ancak bir çılgınlık sayabiliriz, çünkü eğer Avusturya'lılar Ren nehri kıyılarından Steiermark'taki ordularını takviye için yeteri kadar yedek kuvvet getirmiş ve Arşidüke İtalya ordusuna saldırma olanağını vermiş olsalardı, sadece İtalya ordusu imha edilmiş olmakla kalmaz, ayrıca bütün İtalya seferi kaybedilmiş olurdu. Nitekim, bu düşünce Vitlach yakınlarında bulunan Bonapart'ın kafasını kurcalamaya başlayınca, çarçabuk Leoben mütarekesini imzalamak zorunda kalmıştır.
Eleştiri olaylara daha da yüksek bir düzeyden baktığı takdirde, Avusturya'lıların Arşidük Charies'in orduları ile Viyana arasında hiç yedek kuvvetleri bulunmadığını bildiğine göre, İtalya ordusunun ilerlemesinin Viyana' yı tehdit ettiğini göstermekte güçlük çekmez.
Bonapart'ın Avusturya başkentinin savunmasız olduğunu, üstelik Steiermark'ta bile Arşidükün ordusundan sayıca çok üstün olduğunu bildiğini farzedecek olursak, o zaman Avusturya İmparatorluğunun kalbine doğru süratle ilerlemesinin bir anlamı bulunduğu ortaya çıkar; çünkü bu ilerleyişin önemi sadece Avusturya'lıların başkentlerini elden çıkarmamaya verdikleri öneme bağlıydı. Eğer buna çok önem veriyor, ve şehri kaybetmektense Bonapart'ın kendilerine teklif ettiği barış şartlarını kabul etmeye hazır bulunuyor idiyseler, o zaman Viyana'yı tehdit etmek Bonapart'ın nihai amacı olmuş olurdu. Eğer Bonapart şu veya bu nedenle bunu biliyor idiyse, eleştirinin (sayfa 175) daha öteye gitmeye ihtiyacı yoktur; yok eğer olayların sonucu şüpheli idiyse, o zaman eleştiri daha yüksek bir düzeye çıkmalı ve şunu sormalıdır: Eğer Avusturya'lılar Viyana'yı terk ederek hâlâ ellerinde kalan, eyaletlerin geniş topraklarına doğru çekilmiş olsalardı ne olurdu? Fakat Ren nehrinin iki kıyısındaki ordular arasında neler cereyan etmiş olabileceğini dikkate almadan bu soruya cevap verilemeyeceği açıktır. Fransızların kesin sayı üstünlüğüne bakacak olursak (80.000'e karşı 130.000 kişi), sonuçtan şüphe etmeye pek yer kalmaz; ancak o zaman da Direktuar idaresinin bu zaferi nasıl bir amaç için kullanmak istediği sorunu ortaya çıkardı. Üstün durumundan yararlanarak Avusturya imparatorluğunun karşı sınırlarına kadar ilerler, yani bu Devleti tamamen ortadan kaldırmak yoluna mı giderdi? Yoksa düşmanı barışa zorlamak için sadece ülkesinin önemli bir kısmını işgal etmekle mi yetinirdi? Her iki halde de, Direktuar'ın muhtemel tercihinin ne yolda olmuş olacağına karar verebilmek için, bunun muhtemel sonuçlarını tahmin edip değerlendirmemiz gerekir. Farzedelim ki, bu tahmin ve değerlendirmelerin sonucu şu olsun: Fransız kuvvetleri Avusturya İmparatorluğunu tamamen ortadan kaldırabilecek güçte değildi, hatta böyle bir şeye teşebbüs edilmiş olsaydı durum tersine dönebilirdi; öte yandan, ülkenin büyük bir kısmını feth ve işgal etmek de Fransızları, üstesinden gelemeyecekleri bir stratejik duruma sokardı. Şimdi bu sonuç, İtalya ordusunun da durum muhakemesini etkileyecek ve bu yönden de umut kırıcı olacaktı. İşte Bonapart'ı, Arşidükün umutsuz durumunu bilmesine rağmen, Campo-Formio barışını imzalamaya ve barış şartları arasında Avusturya'lılara, talihleri ne kadar yaver giderse gitsin zaten hiç bir zaman geri alamayacakları eyaletlerin kaybından başka bir fedakarlık yüklememeye zorlayan neden kuşkusuz buydu. Ancak Fransızlar, iki sorunu göz önüne almamış olsalardı, ılımlı hükümlerine rağmen Campo-Formio anlaşmasına bile bel bağlayamazlar ve dolayısıyla onu cüretli ilerleyişlerinin hedefi yapamazlardı. Bu (sayfa 176) sorunların birincisi şuydu: Avusturyallılar yukarda sözünü ettiğimiz iki sonuçtan her birine nasıl bir değer biçiyorlardı, ve her iki halde de başarıya ulaşmak ihtimali bulunsa bile, acaba bunları savaşı sürdürmenin gerektirdiği fedakarlıklara değer buluyorlar mıydı, yoksa çok elverişsiz olmayan barış şartlarını kabul ederek bu fedakarlıklardan kurtulmayı tercih mi ediyorlardı? İkinci sorun da şuydu: Avusturya hükümeti, geçici yenilgilerin etkisinden sıyrılıp ve bunların yarattığı umutsuzluktan kurtulup, sonuna kadar sürdürülecek inatçı bir direnmenin tehlikelerini ciddi olarak göze alabilecek miydi?
Birinci sorunun konusunu teşkil eden mülahaza kılı kırk yarmaya çalışan bir safsatadan ibaret olmayıp, tam tersine büyük bir pratik önem taşır ve ne zaman savaşı aşırılığa iten bir plan yapılsa mutlaka ortaya çıkar ve çoğu zaman bu planın uygulanmasını önler.
İkinci sorun da aynı derece önemlidir, çünkü savaş soyut bir düşmana karşı değil, hiç bir zaman gözden uzak tutulmaması gereken gerçek bir düşmana karşı yapılır. Cüretli Bonapart'ın bunun farkında olduğundan, yani kılıcının ortalığa saldığı dehşetten yararlanmasını bildiğinden kuşkumuz olmasın. Onu 1812'de Moskova'ya kadar götüren bu güveni olmuştur. Fakat orada bu güveni kendisini terketti, çünkü saldığı korku giriştiği dev mücadelelerin içinde törpülenmiş, keskinliğini kaybetmişti. 1797'de bu korku henüz taze idi ve sonuna kadar sürdürülen bir direnmenin sırrı henüz keşfedilmemişti. Fakat 1797'de bile, eğer önsezisi ona ılımlı Campo-Formio barışını imzalayarak çıkmazdan kurtulmanın yolunu göstermemiş olsaydı, ataklığı onu mutlaka olumsuz bir sonuca götürürdü.
Mülahazalarımıza burada bir son vermek gerekiyor. Eleştirici incelemenin, son amaçlara kadar çıkıldığında, yani yüksek bir düzeyde geniş kapsamlı ve kesin kararlar almak gerektiğinde, ne kadar geniş, çeşitli, çetrefil ve zor sorunlarla karşılaştığını yeteri kadar gösterdiğimizi sanıyoruz. Ayrıca şunu da göstermiş bulunuyoruz ki, (sayfa 177) konu üzerinde teorik bir bilgiye sahip olmanın yanısıra, doğal yetenek de kritik incelemenin değerini belirleyen önemli bir faktördür, çünkü olaylar arasında gerekli ilişkileri kurmak ve bu sayısız ilişkiler içinden en esaslı olanlarını seçip ayırmak bir yetenek işidir.
Fakat yeteneğin bir başka görevi daha vardır. Eleştiri sadece bilfiil kullanılan vasıtaların analizi değil, ayrıca kullanılması mümkün olan tüm araçların analizidir; bunların ise daha önce ortaya konulması yani keşfedilmesi gerekir, ve daha iyisi bulunmadıkça bir aracı eleştiri yolu ile saf dışı bırakamayız. İmdi, çoğu hallerde mümkün kombinezonların sayısı ne kadar az olursa olsun, kullanılmamış olanların tespiti işinin mevcut şeylerin basit bir analizi olmayıp, ancak dehaya vergi yaratıcı bir faaliyeti gerektirdiği yadsınamaz.
Her şeyin pratik bakımdan mümkün bir kaç basit kombinezonla halledilebileceği meselelerde bir dehanın ortaya çıkmasını bekleyemeyiz elbette. Bir mevziin çevrilmesini, sırf yeni bir buluş olduğu için, sık sık yapılageldiği gibi, büyük bir dehanın belirtisi saymak kadar gülünç bir şey olamaz; ne var ki, eleştiricinin yaratıcı bir güce sahip olması şarttır, ve eleştirinin değeri ancak bununla ölçülür.
30 Temmuz 1796'da Bonapart Mantua kuşatmasını kaldırmaya, Wurmser'in üzerine yürümeye ve Garda gölü i!e Mincio nehri arasında ayrılmış bulunan muharebe kollarını yenilgiye uğratmak için tüm kuvvetlerini toplamaya karar verdiği zaman,.bu parlak zaferlere ulaşmanın en emin yolu olarak görünmüştü. Nitekim bu zaferler kazanıldı, ve daha sonra kaleyi kurtarma teşebbüsü yenilendiğinde daha da parlak bir şekilde tekrarlandı. Bu konuda tam bir oybirliği vardır ve sadece katıksız bir hayranlığı yansıtır.
Ne var ki, Bonapart 30 Temmuz'da, Mantua'yı kuşatmak fikrinden tamamen vazgeçmedikçe bu yolu seçemezdi, çünkü kuşatmaya yardım eden ulaştırma kolunu kurtarmak imkansızdı ve bu seferde bunları (sayfa 178) yenileme olanağı da yoktu. Nitekim, kuşatma sadece bir ablukaya dönmüştü, ve kuşatma devam etmiş olsaydı sekiz gün içinde düşmesi beklenebilecek olan şehir, Bonapart' ın açık arazide kazandığı zaferlere rağmen altı ay dayandı.
Eleştiri, daha iyi bir direnme şekli bulamadığı için bu durumu kaçınılmaz bir akibet saymıştır.
Bir kurtarma ordusunun ilerleyişine karşı bir kuşatma tahkimatı hattının içinde direnmek o kadar itibardan düşmüştü ki, böyle bir vasıtaya başvurmak kimsenin aklına gelmedi. Oysa, XIV. Louis zamanında, bu tedbire sık sık başvurulmuş ve aşağı yukarı her zaman başarı sağlanmıştı. Buna rağmen, yüz yıl sonra böyle bir tedbirin kimsenin aklına dahi gelmemiş olması olsa olsa modanın bir kaprisi olarak kabul edilebilir. Eğer böyle bir olanak kabul edilmiş olsaydı, koşulların daha yakından tetkiki, Bonapart tarafından Mantua önünde iyice tahkim edilmiş kuşatma siperleri hattının gerisine yerleştirilmiş dünyanın en iyi piyadesine mensup 40.000 askerin, Wurmser komutasında şehri kurtarmaya gelen 50.000 Avusturya'lıdan korkmaları için hiç bir neden bulunmadığını, düşmanın bu hatlara karşı saldırıya geçmeye teşebbüsü bile kolay kolay göze alamayacağını gösterirdi. Bu iddianın ayrıntılarına girmeden, yalnız şu kadarını söyleyelim ki, böyle bir çarenin düşünülmüş olması gerekirdi. Acaba Bonapart'ın kendisi harekat sırasında bunu düşündü mü? Bunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz, çünkü ne kendi Anılarında ne de başka yazılı kaynaklarda bunun izine raslamıyoruz. Sonraki eleştiriciler de bu konuya dokunmamışlardır, çünkü dediğimiz gibi bu tedbir tamamen unutulmuştu. Bunu bugün hatırlatmak marifet değildir, modanın pençesinden kendisini kurtarmış olan herkes düşünebilir bunu. Fakat bu tedbiri Bonapart'ın başvurduğu vasıtalarla kıyaslamak için onu dikkate almamız gerekir. Bu karşılaştırmanın sonucu ne olursa olsun, eleştiri bunu ihmal etmemelidir.
1814'te Napolyon, onları Etoge, Champaubert, (sayfa 179) Monmirail ve daha başka yerlerde yendikten sonra Blücher'in ordularına sırtını döndüğü ve Montereau ve Mormant'da yendiği Schwarzenberg'in üzerine yeniden saldırdığında, herkes hayranlık içinde kaldı, çünkü Napolyon, asıl kuvvetleri ile düşmanlarından önce birine sonra diğerine saldırmakla, ayrı ayrı ilerleyen müttefiklerin bu hatasından göz kamaştırıcı bir şekilde yararlanmasını bilmişti. Eğer düşmana her yönden indirilen bu parlak darbeler kendisini kurtaramamış ise, bunun hiç değilse kendi kabahati olmadığı sanılmıştır. Oysa bugüne kadar kimse, Schwarzenber'e yönelecek yerde Blücher'e saldırmaya devam edip kendisini Ren nehrine kadar takip etmiş olsaydı, sonucun ne şekilde tecelli etmiş olacağını düşünmemiştir. Bizim kesin kanımıza göre, bu takdirde seferin kaderi tamamen tersine döner ve müttefiklerin ordusu (*) Paris'e girecek yerde Ren nehrinin gerisine çekilirdi. Bu kanımızın herkesçe paylaşılmasını istemiyoruz, ancak böyle bir seçenek söz konusu olduğuna göre, eleştirinin bunu dikkate alması gerektiğinden hiç bir uzmanın kuşkusu olamaz.
(*) Fransızca çeviride Büyük Ordu denilmektedir ki bununla, bilindiği gibi, Napolyon'un ordusu kastedilir. Oysa, kanımızca bu takdirde cümleden bir anlam çıkmamaktadır. (Ç. N.).
Bu örnekte kıyaslama olanağı bir önceki olaya oranla çok daha yüzeydedir. Fakat buna rağmen, tek yanlı görüşler hakim olduğundan ve önceden saptanmış olan bir yola körü körüne bağlı kalındığından, hiç kimse bunun üzerinde duramamıştır.
Suçlanan vasıtaların yerine daha iyi, daha uygun bir vasıtanın gösterilmesi zorunluğu, bugün eleştirinin tek geçerli biçimi sayılan bir eleştiri türünün ortaya çıkmasına yol açmıştır: buna göre, daha isabetli sayılan yöntemin belirtilmesi ile yetinilmekte fakat bunun gerçek nedeni gösterilmemekte, üstünlüğü kanıtlanmamaktadır. Dolayısıyla, kimi buna kanaat getirmez, kimi aynı şeyi tekrarlar, böylece sağlam bir muhakemeye dayanmayan boş (sayfa 180) tartışmalar sürüp gider. Askerlik edebiyatı bunun Örnekleri ile doludur.
İstediğimiz kanıtlama, önerilen yöntemin üstünlüğü hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık olmadığı bütün hallerde zorunludur. İki yöntemden her biri özgünlüğü ve değeri bakımından incelenmeli ve güdülen amaçla karşılaştırılarak buna uygun olup olmadığı saptanmalıdır. Olaylar böylece basit gerçeklere indirgendikten sonra da, tartışmalara son verilmeli veya hiç değilse yeni sonuçlara varılmalıdır. Yoksa lehte ve aleyhteki görüşler sürüp gider ve birbirini yerler, ve hiç bir olumlu sonuç elde edilmez.
Yukardaki örnek bakımından, ileri sürülen savlarla yetinmek istemez de Blücher'i ısrarla takip etmenin Schwarzenberg'in üzerine dönmekten daha isabetli olmuş olacağını ispat etmeye kalkışacak olursak, şu basit gerçeklere dayanabiliriz:
1. Genellikle, kuvvetlerimizi sağa sola dağıtmaktansa, darbelerimizi bir noktada yoğunlaştırmak daha faydalıdır, çünkü kuvvetleri dağıtmak zaman kaybına yol açar. Üstelik, verdiği önemli kayıplar yüzünden düşmanın morali zayıflarsa, yeni başarılar kazanmak bizim için daha da kolaylaşır ve elde edilen üstünlükten alabildiğine yararlanmak olanağı sağlanmış olur.
2. Blücher, Schwarzenberg'den daha zayıf olmasına rağmen, girişkenliği bakımından daha tehlikeli bir düşman olduğu için, diğerlerini yörüngesinde sürükleyen asıl ağırlık merkezi Blücher'di.
3. Blücher'in uğradığı kayıplar yenilgiye kadar vardığı ve Napolyon'a büyük bir üstünlük sağladığı için, Ren nehrine kadar çekilmesi muhakkak gibiydi ve bu hat üzerinde hiç bir önemli takviye yoktu.
4. Başka hiç bir sonuç o kadar ürkütücü olamaz, düşmanın muhayyilesine o kadar dev boyutlar içinde görünemezdi. Bu ise, karargâhının kararsızlığı ve ürkekliği dillere destan olan Schwarzenberg'e karşı önemli bir koz olarak kullanılabilirdi. Prens Schwarzenberg, Montereau'da (sayfa 181) Würtemberg velıahtının, Mormant'da Wittgenstein Kontunun başına gelenleri yeterince biliyordu; fakat Blücher'in, Marne nehrinden Ren nehrine kadar uzanan tamamen tecrit edilmiş cephe hattı üzerinde uğramış olacağı büyük kayıplar Schwarzenberg'in kulağına ancak çığ gibi büyüyen söylentiler şeklinde ulaşacaktı. Napolyon'un Mart ayının sonunda, stratejik bir çevirme hareketinin müttefikler üzerindeki etkisini denemek için Vitry üzerine yönelttiği umutsuz harekat da besbelli korku ve yılgınlık yaratmak amacını güdüyordu; ancak koşullar çok farklı idi, çünkü Napolyon Laon'da ve Arcis'de başarısızlığa uğramıştı ve Blücher 100.000 askeriyle Schwarzenberg',in yanındaydı.
Kuşkusuz bu kanıtlarla ikna edilemeyecek insanlar çıkacaktır; fakat bunlar hiç değilse çıkıp da şöyle diyemezler: "Napolyon Ren nehrine doğru ilerleyerek Schwarzenberg'in üssünü tehdit ederken, Schwarzenberg de Paris'i, yani Napolyon'un üssünü tehdit ediyordu.” Çünkü yukarda sıraladığımız nedenlerle, Schwarzenberg Paris üzerine yürümeyi aklından bile geçirmemiş olacaktı.
1796 seferi ile ilgili olarak verdiğimiz örnek bakımından da şunları söyleyebiliriz: Bonapart benimsediği planı, Avusturyalıları bozguna uğratmanın en emin yolu sayıyordu. Fakat bu doğru olsa bile, bununla elde etmiş olacağı sonuç, Mantua'nın düşmesi üzerinde bir etkisi olmayan zaferden başka bir şey olmazdı. Bizim seçtiğimiz yol, kanımızca, Mantua kuşatmasının kaldırılmasını önlemek konusunda çok daha etkili olurdu; fakat biz de Fransız generali gibi düşünmüş ve kesin bir başarıya ihtimal vermemiş olsak bile, bu defa da şu sorun ortaya çıkardı: bir yandan daha muhtemel fakat daha az yararlı ve dolayısıyla daha önemsiz bir başarı, öte yandan daha az muhtemel fakat çok daha kesin ve önemli bir başarı arasında bir tercih yapmak gerektiği takdirde, ne yolda bir karar verilmelidir? Sorun bu biçimde ortaya konulunca, cüretli bir komutanın ikinci yolu seçmiş olması gerekeceğini söyleyebiliriz. Oysa, duruma yüzeysel bir (sayfa 182) açıdan bakıldığından bunun tam tersi olmuştur. Bonapart'ın cüretten yoksun olduğunu söyleyemeyiz kuşkusuz, sadece onun meseleyi ve sonuçlarını bizim bugün "bittecrübe” gördüğümüz gibi açık ve seçik bir şekilde göremediğini öne sürebiliriz.
Eleştiricinin, kullanılan araçları incelerken sık sık askerlik tarihine başvurmak zorunda kalması doğaldır, çünkü savaş konusunda tecrübenin her hangi bir felsefi gerçekten çok daha büyük bir değeri vardır. Fakat bu tarih yolu ile kanıtlamanın da kendine özgü koşulları vardır ki, bunlardan ilerde söz edeceğiz. Ne yazık ki, bu koşullar çok seyrek gerçekleşir ve onun için çoğu zaman tarihten örnek getirmek fikir keşmekeşini büsbütün arttırmaktan başka bir işe yaramaz.
Önümüzde çözümlememiz gereken önemli bir konu daha kalıyor ki o da şudur: Eleştirinin, belirli bir durumu değerlendirirken, olaylara yüksek bir düzeyden bakmaya ve dolayısıyla başarılı sonuçların getirdiği kanıtlardan yararlanmaya ne dereceye kadar hakkı ve hatta mecburiyeti vardır? eleştiri ne zaman ve nerde, bunun tam tersine, kendisini hareketi yöneten komutanın yerine koyarak, sonradan edinilmiş bilgileri ve tecrübeleri tamamen bir kenara bırakmalıdır?
Eğer eleştiri komutanı övmek veya kınamak istiyorsa, elbette ki kendisini onun yerine koyması, yani sadece bu kimsenin bildiklerini ve saiklerini araştırıp bunları göz önüne alması gerekir; bunun doğal sonucu olarak da, komutanın bilmediği veya bilmek durumunda bulunmadığı şeyleri, ve tabii en başta sonucu araştırmalarının dışında bırakmak zorundadır. Ne var ki, bu sadece bir amaç olarak kalmaya ve hiç bir zaman tam olarak gerçekleştirilememeye mahkümdur, çünkü bir olayı belirleyen şartlar hiç bir zaman eleştiricinin gözüne aynen komutana göründüğü gibi görünmez. Kararı etkilemiş olabilecek ayrıntılı koşullardan bir çoğu tamamen kaybolmuş ve sübjektif etkenlerin bir çoğu hiç bir zaman gün ışığına çıkmamıştır, Bunları ancak komutanların anılarından ya da (sayfa 183) yakın arkadaşlarından öğrenebiliriz. Fakat bu anılarda olaylar çok kez müphem bir şekilde anlatılır, hatta kimi zaman isteyerek tahrif edilir. Böylece, komutanın dikkate almış bulunması gereken birçok hususlar eleştiricinin bilgisi dışında kalır.
Öte yandan, haddinden fazla bildiklerini dikkate almamak eleştiri için daha da zordur. Bu ancak arızi şartlar, yani doğrudan doğruya söz konusu olan durumdan çıkmış olmayıp sadece ona karışmış olan şartlar bakımından mümkündür; fakat önemli ve esaslı olaylar bakımından bu hemen hemen imkansızdır.
Önce sonucu ele alalım. Eğer bu bir raslantıdan ibaret değilse, bunu bilmenin içinden doğduğu koşulların değerlendirilmesini etkilemeyeceği düşünülemez. Çünkü bu koşulları ancak sonucun ışığında inceleyebiliriz ve hiç değilse bir ölçüde bu sonuç sayesindedir ki bu koşulları bilip değerlendirmek olanağına kavuşuruz. Askerlik tarihi, anlattığı bütün olaylarla, bizzat eleştiri için bir ders kaynağıdır, ve eleştirinin belirli olayların üzerine heyeti mecmuasının mütalaasından çıkan ışığı tutması doğaldır. Bazı hallerde sonucu mütalaalarının dışında bırakmak istese bile, bunu hiç bir zaman tam olarak başaramaz.
Bu sadece sonuç, yani sonradan meydana gelen şeyler bakımından değil, aynı zamanda o anda mevcut olan, yani eylemi belirleyen veriler bakımından da doğrudur. Çoğu hallerde, eleştirinin elindeki bilgiler komutanın elindeki bilgilerden çok daha fazladır. Bunları bir kenara atmak kolay gibi görünürse de, hiç de öyle değildir. Mukaddem ve müterafık şartlar hakkında bilinenler sadece kesin bilgilere değil, bir çok öngörü ve varsayımlara dayanır. Hatta diyebiliriz ki, tamamen tesadüfi şeylerle ilgili bilgiler dışında kalan hiç bir bilgi yoktur ki daha önceki bir öngörü veya varsayıma dayanmasın. Bunlar daima kesin bilginin bulunmadığı yerde onun yerini tutarlar. 0 halde sonradan yapılan eleştiri, daha önce veya aynı zamanda var olan bütün şartları bildiğine göre, eylem sırasında bilinmeyen şartlardan hangileri muhtemel sayılmak (sayfa 184) gerekirdi sorusuna cevap ararken, elbette bunların etkisi altında kalacaktır. Sonuçlar için olduğu gibi, bu halde de ve aynı nedenlerle, bu şartlardan tam olarak tecerrüd etmenin imkansız olduğu kanısındayız.
Dolayısiyle, belirli bir eylemi över veya kınarken, eleştirici kendisini hiç bir zaman tam anlamıyla eylemi yapan kimsenin yerine koyamaz. Belki bazen pratik ihtiyaçlara cevap verecek şekilde bunu başarabilir; fakat bazı hallerde buna hiç bir suretle muktedir olamayacaktır ve işte bunu hiç bir zaman gözden uzak bulundurmamak gerekir.
Fakat öte yandan, eleştiricinin kendisini tamamen eylemi yapanın yerine koyması zorunlu ve hatta istenilir bir şey de değildir. Savaşta, maharet isteyen bütün işlerde olduğu gibi, "virtüozluk” dediğimiz doğal bir yeteneği geliştirmek şarttır. Bu büyük veya küçük olabilir. Büyükse askeri eleştiricinin yeteneklerini fersah fersah geride bırakıyor demektir. Zira hangi eleştirici, bir Büyük Frederik'in ya da bir Bonapart'ın "virtüozitesine” sahip olmakla övünebilir? Bu itibarla, eğer eleştiri büyük komutanlar hakkında görüşler ileri sürmekten tamamen men edilmeyecekse, daha geniş ufkunun sağladığı imtiyazdan yararlanmasına izin vermek gerekecektir. Eleştiri büyük bir komutanın karşılaştığı bir meseleyi bir hesap problemini çözer gibi çözemez; başarılarına, olayların kendisini nasıl doğruladığına bakarak, önce bir dehanın üstün faaliyetlerinin zaferi önünde hayranlıkla eğilmeli ve dehanın içgüdüsel bir şekilde kavradığı gerçekleri öğrenmeye çalışmalıdır.
Fakat ne kadar küçük olursa olsun, belirli bir "virtüoziteye” ulaşabilmek için eleştirinin olaylara mümkün olduğu kadar yüksek bir düzeyden bakması gerekir. Böylece mümkün olduğu kadar çok objektif faktörler elde edebileceğinden, muhakemesi sübjektif olmaktan geniş ölçüde kurtulacak ve eleştirici kendi küçük aklını hakem yerine koymaya özenmeyecektir.
Eleştirinin bu üstün tutumu, olaylara hakkiyle nüfuz ederek yaptığı övgü ve kınamalar bizi gücendirmemelidir; eğer eleştirici kendisini şahsen ileri sürer ve olayların (sayfa 185) incelenmesinden elde edilen bilgileri kendi öz yeteneği sayarak konuşursa, ancak o zaman kızmaya hakkımız olur. Bu kendini beğenmiş insanların sık sık başvurdukları kaba bir aldatmacadır ve haklı olarak başkalarının canını sıkar. Öte yandan, eleştirici böyle bir niyeti ve iddiası bulunmadığı halde, eğer bunu açıkça belirtmemiş ise, okuyucu ona bu niyeti sık sık kendiliğinden mal eder ve eleştirici hemen muhakeme yeteneğinden yoksun olmakla suçlanır.
Bu itibarla, bir eleştiricinin Büyük Frederik'in ya da Bonapart'ın bir hatasını belirtmesi kendisinin hiç bir zaman bu hataya düşmemiş olacağı anlamına gelmez. Hatta bu komutanların yerinde olmuş olsaydı çok daha ağırlarını işlemiş olacağını kabul edebilir; fakat o bu hataları olaylar zincirinden çıkarır ve komutanın ferasetinin bunlara meydan vermemiş olması gerektiğini belirtebilir.
Görülüyor ki, burada olaylar zincirinden, dolayısıyla sonuca bakarak çıkarılan bir görüş karşısında bulunuyoruz. Fakat bir de bizzat sonucun muhakeme üzerinde yaptığı tamamen farklı bir etki vardır: yani eleştiri sonucu belirli bir tedbir veya hareketin isabetinin ya da isabetsizliğinin kanıtı olarak gösterebilir. Buna sonuca bakarak hüküm verme denir. İlk bakışta tamamen değersiz gibi görünür, ama aslında hiç de öyle değildir.
Napolyon 1812'de Moskova'ya yürüdüğü zaman, her şey şu noktada düğümleniyordu: başkentin işgali ve daha önceki olaylar acaba Çar Alexander'i, 1807'de Friedland muharebesinden sonra yaptığı gibi, ya da Napolyon'un Austerlitz ve Wagram muharebelerinden sonra İmparator François'yı barışı imzalamaya zorladığı gibi, barışı imzalamaya zorlayacak mıydı? Çünkü Napolyon Moskova'da barış elde edemediği takdirde, geri çekilmekten, yani stratejik bir yenilgiyi kabul etmekten başka çaresi kalmayacaktı. Napolyon'un Moskova'ya varmak için neler yaptığını, bu ilerleme sırasında Çar Alexander'i barış yapmaya zorlayabilecek bir çok fırsatları kaçırıp kaçırmadığını bir yana bırakalım. Geri çekilmesinin feci koşullarını, (sayfa 186) nedenlerini belki de seferin yönetiliş tarzına bağlayabileceğimiz bu koşulları da bir kenara bırakalım. Sorun yine aynı sorundur; çünkü Moskova üzerine yürüyüşün sonucu ne kadar parlak olursa olsun, Alexander'i barış yapmaya zorlayacak kadar korkutmuş olup olmayacağını kesinlikle tayin etmeye imkan yoktur. Ve Napolyon'un büyük ricatı getirdiği bütün felaketleri getirmemiş olsaydı bile, yine de büyük bir stratejik yenilgi olmaktan kurtulamayacaktı. Eğer Çar Alexander kendisi için elverişsiz bir barışa yanaşmış olsaydı, 1812 seferi Austerlitz, Friedland ve Wagram seferlerinin yanında yer almış olacaktı. Fakat bu seferler de, eğer barışla sonuçlanmış olmasalardı, Moskova ricatına benzer felaketlere yol açmış olabilirlerdi. Dünya fatihinin gücü, yeteneği, mahareti, dehası ne olursa olsun, "kadere sorulan soru” aynı kalacaktı. Şu halde, 1805, 1807 ve 1809 seferlerini bir kenara itip, 1812 seferi yüzünden bunların hepsinin düşüncesizce hareketler olduğuna, başarıya ulaşmış olmalarının eşyanın tabiatına aykırı olduğuna ve nihayet 1812'de stratejik adaletin kör talihin üstesinden geldiğine mi hükmetmek gerekir? Bu savunulması imkansız bir görüş, keyfi bir yargı olurdu, ve hiç bir insan gözü olayların bağlantısını yenik düşmüş hükümdarların kararına kadar izleyemeyeceğinden ancak yarı yarıya ispatlanabilirdi.
1812 seferinin diğer seferler gibi zaferle sonuçlanmaya layık olduğunu, aksinin doğal olmadığını söylemek ise büsbütün yanlış olur; çünkü Alexander'in kararlılığını ve metanetini doğal olmayan bir şey sayamayız.
Napolyon'un 1805, 1807 ve 1809 yıllarında düşmanlarının gücünü doğru olarak değerlendirdiğini, 1812'de ise yanıldığını söylemekten daha doğal ne olabilir? Demek ki, ilk üç halde Napolyon haklı, sonuncusunda ise haksızdı, ve sonuç bu yargıyı doğrulamaktadır.
Savaşta her hareket, daha önce de söylediğimiz gibi, kesin başarıları değil, muhtemel başarıları hedef alır. (sayfa 187) Kesinlik olmayınca insan kadere, ya da talihe, adına ne derseniz deyin, güvenmek zorunda kalır. Kuşkusuz kader veya talihe mümkün olduğu kadar az bir yer bırakmaya çalışmak hakkımızdır, ama yalnız belirli bir durumda. Yoksa tesadüfe en az yer veren durumun her zaman tercih edilmesini isteyemeyiz. Bu çok büyük ve fahiş bir hata olur: teori bunu kesinlikle kanıtlamıştır. Bazı durumlarda, en büyük riski göze almak en büyük akıllılıktır.
Sonucun kadere terk edildiği durumlarda, komutanın yetenekleri ve dolayısıyla sorumluluğu söz konusu olmaz gibi görünürse de, bir umudun gerçekleşmesi halinde duyulan sevinci ve bir umudun boşa çıkması halinde uğranılan hayal kırıklığını büsbütün görmezlikten gelemeyiz. Bir hareketi doğru veya yanlış bulduğumuz, yani yargımızı hareketin sadece sonucuna, daha doğrusu bu sonuçta gördüğümüz şeye dayandırdığımız zaman, söylemek istediğimiz bundan ibarettir.
Ancak başarıdan duyduğumuz sevincin, başarısızlık karşısında uğradığımız hayal kırıklığının bir çeşit esrarengiz duyguya dayandığı inkar edilemez; kadere atfedilen
başarı ile komutanın dehasının eseri olduğuna inandığımız başarı arasında akıl gözü ile görülemeyen gizli bir bağ bulunduğunu farzederiz ve bundan hoşnutluk duyarız. Bu fikri doğrulayan bir husus da, başarı veya başarısızlık sık sık aynı komutanın şahsında tekrarlanırsa, sempatimizin daha da artması ve kesin bir duygu halini almasıdır. Böylece şansın savaşta kumarda olduğundan çok daha soylu bir nitelik kazandığı görülür. Bizi kendisinden soğutacak başka bir neden bulunmadıkça, talihli bir savaş kahramanını mesleğinde izlemek bize daima zevk verir.
Bu itibarla, insanın öngörü ve kanılarına sığan her şeyi ölçüp biçtikten sonra, eleştiri olayların sonucuna bakacaktır: hiç değilse aralarındaki derin ve gizli ilişkiler elle tutulur biçimde açığa çıkmadığı ölçüde. Yüksek bir otoriteden çıkan bu sessiz kararı basmakalıp fikirlerin (sayfa 188) şamatasından koruyacak ve bu büyük mahkemeyi bozuk para gibi harcamak isteyenlere karşı çıkacaktır.
Başarılı sonucun bu kararı, insanın kavrama yeteneğinin dışında kalan şeylerin yerini tutar; özellikle manevi güçler ve faaliyetler tarafından yardıma çağırılacaktır, çünkü bir yandan bunları doğru olarak değerlendirmek çok daha zordur ve öte yandan irade ile yakın ilişkileri iradeyi etkilemeye daha elverişlidir. Korku veya cesaret kararı çabuklaştırdığı zaman, artık aralarında objektif bir bağ yoktur, dolayısıyla basiret ve hesap bizi muhtemel sonuca götürecek bir ipucu olamaz.
Şimdi de eleştirinin aracı, yani kullandığı dil üzerinde birkaç gözlemde bulunalım, çünkü bunun bir bakıma savaş harekatı ile yakın ilişkisi vardır: eleştirici inceleme, eylemden önce gelen düşüncedir aslında. Bu bakımdan eleştiri dilinin savaşta düşüncenin taşıdığı niteliği taşıması bizce çok önemlidir, yoksa pratikte bir yararı olmaz ve eleştiriye gerçek hayatın kapılarını açmaz.
Savaş yönetiminin teorisi üzerindeki düşüncelerimizi anlatırken, savaş liderinin zihnini eğitmesi, daha doğrusu bu eğitime yön vermesi gerektiğini söylemiş, teorinin amacının komutanın kafasını birer araç olarak kullanacağı bir takım doktrin ve sistemlerle doldurmak olmadığını eklemiştik. Fakat belirli bir olay hakkında karar verebilmek için bilimsel formüllere gerek yoksa, gerçek sistematik bir biçimde ve dolaylı olarak değil, zihnin doğal bir algısı ile doğrudan doğruya ortaya çıkmışsa, eleştiri de aynı yolu izlemelidir.
Şartların niteliğini fazla irdelemenin bizi çok uzaklara götüreceği hallerde, eleştirinin teorinin tespit ettiği gerçeklerle yetinmesi gerektiğini yukarda görmüştük. Fakat nasıl ki savaşta komutan bu teorik gerçeklere kati bir yasa gözü ile bakarak değil, onları içine sindirerek itaat ederse, eleştiri de bunlardan, her seferinde uygulanmasını göstermeye ihtiyaç bulunmayan yabancı bir yasa ya da bir cebir formülü olarak değil, onların içine nüfuz ederek yararlanmalı, sadece daha karmaşık ayrıntıların (sayfa 189) kanıtlanmasını teoriye bırakmalıdır. Eleştiri böylelikle karanlık ve esrarengiz terimler kullanmak zorunda kalmadan, berrak ve gözle görülür bir fikir silsilesini meydana çıkarmak için söyleyeceklerini sade bir dille söyler.
Kuşkusuz bu her zaman mümkün olmaz, ama eleştirinin asıl amacı bu olmalıdır. Eleştiri bilginin girift ve karmaşık biçimlerinden mümkün olduğu kadar kaçınmalı, bilimsel yapılar kurarak bunlardan yanılmaz bir sistem gibi yararlanmaya kalkışmamalı, her şeyde zekasının doğal ve özgür kıvraklığına güvenmelidir.
Oysa, kritik çözümlemelerde böyle bir çabaya nadiren raslanmaktadır. Yazarların çoğu gösteriş merakına kapılmışlar, fikirlerini tumturaklı bir şekilde ifade etmek hevesinden kendilerini kurtaramamışlardır.
En yaygın kusur, bazı tek yanlı sistemleri yanlış ve beceriksiz bir şekilde kullanmak, bunları gerçek birer yasa sanmaktır. Fakat böyle bir sistemin yetersizliğini göstermek hiç de zor değildir, ve bu bir kez gösterilince ona dayanan kritik yargılar da çürütülmüş olur. Burada yapacağımız şey bellidir, ve nihayet mümkün sistemlerin sayısı pek fazla olamayacağından, mesele o kadar önemli de değildir.
İşin asıl kötü tarafı terminoloji, teknik terimler ve mecazlardadır. Buntar bu sistemlere musallat olan bir sürü asalaklardır. Ya hiç birini beğenmediği ya da hiç birini doğru dürüst hazmedemediği için dört başı mamur bir sistemin düzeyine çıkmasını beceremeyen her eleştirici, hiç değilse bunlardan birinin bir parçasını bir cetvel kullanır gibi kullanmak ister ve bu sayede bir komutan tarafından işlenmiş hataları gösterebileceğini sanır. Eleştiricilerden çoğu, ara sıra bilimsel askeri teorinin bu bölük pörçük parçalarına dayanmadan doğru dürüst bir muhakeme yürütmesini bile beceremezler. Bu parçaların en küçükleri basit bir takım teknik terimler veya benzetişler olup kritik anlatımın süslerinden ibarettir. Oysa, bir sisteme ait olan tüm teknik ve bilimsel terimlerin, bu sistemin bütününden koparılıp genel birer mütearife veya (sayfa 190) küçük birer kristal tılsım gibi kullanılmaya başlandıkları andan itibaren bütün özelliklerini kaybettikleri (eğer böyle bir özellikleri var idiyse) bilinen bir gerçektir.
İşte bu nedenledir ki, teorik ve kritik eserlerimiz, yazarın hiç değilse ne dediğini bildiği ve okuyucunun da ne okuduğunu anladığı sade ve açık bir dille yazılmış bilimsel kitaplar olmaktan çıkıp, anlaşılması zor bir takım teknik tabirler, okuyucuyu yazardan koparan karanlık noktalarla dolup taşmaktadır. Fakat çok kez bu kitapların daha da ileri giderek içi boş birer kabuk halini aldıklarını görürüz. Artık yazarın kendisi de ne demek istediğini pek bilmez ve sade bir dil içinde bile kimseyi tatmin etmeyecek olan bir takım karışık fikirlerle sadece sayfa doldurur.
Eleştirinin üçüncü bir kusuru tarihi örneklerin kötüye kullanılması ve derin bir bilgi sergilemeye kalkışılmasıdır. Savaş sanatının ne olduğunu daha önce anlattık, tarihi örneklere ve genellikle askerlik tarihine de ilerde özel bölümler ayıracağız. Gelişi güzel bir şekilde değinilen bir olay bile en çelişmeli görüşleri desteklemek için kullanılabilir; en uzak ülkelerden veya en eski zamanlardan bulunup çıkarılan ve birbirine hiç bir şekilde benzemeyen durumlara ait böyle dört beş örnek, hiç bir şeyi ispat etmeden aklımızı şaşırtmaktan ve muhakememizi yanıltmaktan başka bir işe yaramaz; çünkü biraz daha yakından bakıldığında, yazarın sözde derin bilgisini ortaya dökmek için kullanılan saçma sapan şeyler oldukları anlaşılır.
Bu karanlık, yarı doğru yarı yanlış, karmakarışık ve keyfi kavramlardan pratik hayatta işimize yarayacak ne gibi dersler çıkarabiliriz? Aslında pek az şey, ve bunun içindir ki teori, var olduğu günden beri, pratiğin tam bir antitezi olmuş ve çok zaman da savaş meydanlarında askeri yeteneklerini ispat etmiş olanların alay konusu haline gelmiştir.
Eğer teori sade bir dille savaş yönetiminin asıl konusunu ele almış ve sadece tespit edilebileni tespit etmekle yetinmiş olsaydı, bu durum hiç bir zaman meydana (sayfa 191) gelmezdi. Fakat o, konusu içinde kalacak ve savaş meydanlarında işleri kendi dehaları ile idare edenlerle elele yürüyecek yerde, gösterişe kapılarak boş ve yanlış iddialar ileri sürmekten, yersiz bilimsel formüller ve tarihi paralellerle göz boyamaya çalışmaktan hiç bir zaman geri kalmamıştır.
BÖLÜM VI
ÖRNEKLER HAKKINDA
Tarihten alınan örnekler her şeyi aydınlatır, üstelik deneysel bilimlerde de en inandırıcı kanıtları sağlarlar. Fakat bunun doğruluğunu en iyi savaş alanında görürüz. Savaş üzerine yazılmış en iyi el kitabının yazarı olan General Scharnhorst, tarihi örneklerin bu bakımdan son derece önemli olduklarını söyler ve kendisi de onlardan herkesi hayran bırakacak şekilde yararlanır. Eğer vurularak öldüğü savaştan sağ çıkmış olsaydı, bu tecrübeden çıkaracağı derslerle bize kuşkusuz eşsiz gözlemlerinin ve kavrayışının daha da parlak delillerini vermiş olurdu.
Fakat teori yapımcılarının tarihi örnekleri bu şekilde kullanmalarına ne yazık ki çok seyrek raslıyoruz. çoğunun bunlara başvurma tarzları insanı sadece tatmin etmemekle kalmayıp adeta kızdırıyor. Bu itibarla, tarihi örneklerin doğru ve yanlış kullanılmaları üzerinde özel olarak durmayı uygun bulduk.
Savaş sanatının dayandığı bilgi dalı kuşkusuz deneysel bilimlere girer; çünkü her ne kadar bir ölçüde eşyanın tabiatından çıkmış gibi görünürse de, çoğu zaman eşyanın bu tabiatını da ancak deney yolu ile öğrenebiliriz. Üstelik, bu bilgilerin pratik uygulamasını değişikliğe (sayfa 192) uğratan o kadar çok koşullar vardır ki, sonuçları hiç bir zaman sadece araçların niteliğini incelemek suretiyle anlayamayız.
Barutun etkilerini bize deney öğretmiştir, bugün de askeri faaliyetlerimizin bu başlıca faktörünün etkilerini daha iyi anlayabilmek için deneyler sürdürülmektedir. Barutun saniyede 1000 kademlik bir hız kazandırdığı bir demir güllenin yolu üzerinde rasladığı bütün canlıları yok ettiğini deneysiz de anlayabiliriz. Fakat bu etkiyi meydana getirmek için, bazıları ancak tecrübe ile öğrenilebilen yüzlerce şart bir araya gelmiştir. Kaldı ki, önemli olan sadece fiziki etki değildir; bizi asıl ilgilendiren manevi etkidir ve bunu öğrenmek ve değerlendirmek için elimizde tecrübeden başka bir araç yoktur. Orta Çağlarda, ateşli silahlar yeni icat edildiğinde, fiziki etkileri, kusurlu yapımları yüzünden bugüne oranla çok daha azdı, fakat buna karşılık manevi etkileri çok daha fazlaydı. Savaşta tehlikelere göğüs gere gere pişmiş, kazandıkları parlak zaferler sayesinde kendilerinden her gün daha büyük fedakarlıklar istenilebilecek duruma gelmiş gözüpek ve dayanıklı askerlerin neler yapabileceklerini anlamak için, Bonapart'ın eğittiği ve kumanda ettiği o yığınları en şiddetli ve aralıksız topçu ateşi altında nasıl kılları kıpırdamadan durduklarını görmüş olmak yeter. Sadece hayal gücü ile buna inanılamaz. öte yandan, günümüzde bile bazı Avrupa ordularında, birkaç top atışı ile kolayca dağıtılabilecek Kazak, Tatar ve Hırvat birliklerinin bulunduğu bilinen bir gerçektir. Ancak hiç bir deneysel bilim, dolayısıyla hiç bir savaş sanatı teorisi gerçekleri her zaman tarihi örneklerle ispat etmeye muktedir değildir. Bu hem örnek gösterilebilecek olayların çokluğu bakımından, hem de bu olaylardan her biri için deneye başvurmanın zorluğu bakımından olanaksızdır. Savaşta bir aracın etkinliği denenir ve saptanırsa o araç hemen kullanılır; biri diğerini taklit eder ve bir de bakarsınız moda haline gelmiş; artık deneyin de desteğinde adetlerimiz arasına girer ve yavaş yavaş teoride de yerini alır; teori ise genellikle bunun (sayfa 193) yerinde bir şey olduğunu ispat etmek için değil, sadece kaynağını göstermek için tecrübeden faydalanır.
Oysa, kullanılagelen bir aracı bırakmak, şüpheli bir aracı kullanmaya karar vermek ya da bir yenisini benimsemek için tecrübeye başvurulduğunda durum tamamen farklıdır; o zaman delil olarak tarihi örnekler göstermek gerekir.
Tarihi bir örneğin kullanılışını daha yakından inceleyecek olursak, dört farklı görüş açısı bulunduğunu görürüz.
İlk önce, tarihten alacağımız örneği sadece bir fikri izah etmek için kullanabiliriz. Çünkü bir durumu soyut planda incelerken, karşımızdaki bizi kolayca yanlış anlayabilir ya da hiç anlamayabilir. Bu sakıncayı önlemek için, yazar tarihten bir örnek getirerek anlatmak istediği düşünceye ışık tutar, okuyucunun kendisini iyice anlamasını sağlar.
İkincisi, tarihi örnek bir düşüncenin uygulanmasını gösterebilir; çünkü örnek, genel fikir içinde bir araya getirilmesi mümkün olmayan tali şartların kavranmasını kolaylaştırır. Teori ile deney arasındaki asıl fark işte buradadır. Bu iki hal gerçek anlamda örneklerle ilgilidir. Bundan sonrakiler tarihi deliller kategorisine girer.
Çünkü üçüncü durumda, yazar söylediklerini ispat etmek için tarihi bir olayı delil diye gösterebilir. Bir olayın veya bir sonucun sadece mümkün olduğunu göstermek istediğimiz sürece bu yeterlidir.
Son olarak, tarihi bir olayı ayrıntıları ile sunarak ve birçok olayları bir arada sıralayarak bir teori türetebilir veya bir teoriyi destekleyebiliriz, ve bu teori bu şekilde ispatlanmış olur.
Birinci durumda genellikle söz konusu olan, sadece belirli bir görüş açısından görülmüş olan bir olaya değinip geçmektir. Tarihi gerçek o kadar önemli değildir, uydurulmuş bir örnek de pekala işe yarayabilir. Fakat tarihi örneğin pratik önemi ne de olsa daha fazladır, çünkü (sayfa 194) canlandırmaya yaradığı düşünceyi pratik hayatın devresine sokar.
İkinci durumda olaylar daha geniş ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır, fakat tarihi gerçeklere uygunluk yine ikinci derecede önemli bir sorun olarak kalır ve bu itibarla birinci durum için söylediklerimizi burada da tekrarlayabiliriz.
Üçüncü amaç için, doğruluğu şüphe götürmeyen bir olayı sadece zikretmek genellikle yeterlidir. Bazı şartlar altında tahkim edilmiş mevzilerin amacı gerçekleştirebileceğini ileri sürersek, bu savımızı doğrulamak için Bünzelwitz mevziini örnek göstermek yeter. Fakat tarihi bir olayı anlatmakla genel bir gerçeği ispat etmek istediğimiz takdirde, o zaman o olayın bütün yönlerini inceden inceye ve doğru bir şekilde çözümlememiz, ve gerçeği olduğu gibi okuyucunun gözleri önüne sermemiz gerekir. Bunu tam olarak yapamadığımız sürece, tarihi delil etkisiz kalır ve örnek olarak aldığımız olayın inandırıcı gücünün eksikliğini telafi etmek için çok sayıda olaylar zikretmemiz gerekir; çünkü tek bir olaya ilişkin olarak tespit edemediğimiz ayrıntılı şartların, etkileri bakımından, çok sayıda olaylarla karşılanmış olacağını haklı olarak kabul edebiliriz.
Süvariyi piyade ile bir hizada değil de gerisine yerleştirmenin daha doğru olduğunu deneylerle ispat etmek istediğimiz takdirde, süvarinin kanatlara yerleştirildiği bazı hallerde muharebenin kaybedildiğini, ya da süvarinin piyadenin gerisine yerleştirildiği bazı hallerde muharebenin kazanıldığını ileri sürmek yetmeyecektir. Aynı şekilde, kesin bir sayı üstünlüğümüz olmadıkça, muharebe meydanında veya savaş sahnesinde, yani taktik veya stratejik olarak, birbirinden uzak kollarla geniş bir kuşatma harekatına girişmenin çok tehlikeli olduğunu yine deneylerle ispat etmeye kalkışacak olursak, Rivoli veya Wagram muharebelerini hatırlatmak, ya da 1796'da Avusturyalıların İtalyan topraklarındaki saldırısını veya aynı yıl Fransızların Alman topraklarındaki saldırısını örnek (sayfa 195) göstermek maksada yetmez. Her iki halde de, bu mevzilenme ve saldırı biçimlerinin münferit olaydaki başarısız sonuca ne şekilde katkıda bulunduğunu, bütün koşulları ve olayları tam ve eksiksiz olarak anlatmak suretiyle göstermemiz gerekir. Ancak o zamandır ki, bu biçim veya tertiplerin ne ölçüde zararlı oldukları ve kınanmaları gerektiği açıklığa kavuşmuş olur. Buna mutlak surette ihtiyaç vardır, çünkü genel bir kınama ve suçlama gerçekle bağdaşmaz.
Bir olayın bütün ayrıntılarıyla anlatılmasının mümkün olmadığı hallerde, ispatlama gücü eksikliğinin gösterilen örneklerin sayısıyla telafi edilebileceğini kabul etmiş bulunuyoruz; ancak bu sık sık kötüye kullanılan tehlikeli bir yoldur. Ayrıntıları ile ortaya konulan tek bir örnek yerine, üç veya dört örneğe üstünkörü değinilmekle yetinilmekte, böylece inandırıcı bir delilin sadece izlenimi verilmektedir. Oysa, örnek olarak ileri sürülen bir düzine olayın bile hiç bir şeyi ispat etmediği haller vardır: bunlar sık sık meydana gelen olaylar oldukları için, tam aksi sonucu vermiş olanlardan da bir düzine örnek göstermek suretiyle ilk ispat etmek istediğimiz tezin tam karşıtını ispat edebiliriz. Örneğin, ayrılmış kollarla saldırıya geçildiği için kaybedilen bir düzine muharebe ile karşımıza çıkana, aynı düzenle kazanılmış bir düzine muharebeyi örnek göstererek cevap verebiliriz. Bu yoldan hiç bir yere varılamayacağı açıktır.
İnsan bu noktalar üzerinde dikkatle durursa, örneklerin ne kadar kolaylıkla kötüye kullanılabileceğini anlamakta zorluk çekmez.
Tüm unsurları içinde özenle adeta yeniden yaşatılacak yerde, geçerken rasgelen değinilen bir olay çok uzaktan bakılan bir cisme benzer; neresinden bakılsa aynı görünür ve parçalarının ayrıntıları fark edilemez. Nitekim, böyle örnekler en zıt görüşleri ve fikirleri desteklemekte kullanılmışlardır. Kiminin gözünde Avusturyalı Mareşal Von Daun'un seferleri birer akıllılık ve ihtiyatkarlık modelidir. Kimine göre ise, bir çekingenlik ve kararsızlık (sayfa 196) örneğidir. Bonapart'ın 1797'de Noricum Alplerini, geçişi kimine bir kararlılık şaheseri, kimine bir çılgınlık olarak görünebilir. 1812'deki stratejik yenilgisi bazılarınca kabına sığmayan enerjisinin bir sonucu, bazılarınca enerji yetersizliği olarak yorumlanabilir. Bütün bu görüşler ortaya atılmıştır ve bunun nedenini anlamak kolaydır: herkes olayların akışına dilediği açıdan bakmıştır. Oysa, birbiriyle çelişen bu fikirleri bağdaştırmak mümkün değildir: biri mutlaka yanlıştır.
Çok değerli bir asker olan Feuquilleres'e (*) Anılar'ında ortaya koyduğu çok sayıdaki örnekler için minnet borçluyuz. O olmasaydı yoksun kalacağımız zengin bir tarihi bilgi hazinesini bize aktarmış olması bir yana, Feuquilleres teorik yani soyut fikirler ile pratik hayat arasında çok yararlı bir paralel kurmaya girişmiş olanların başında gelmektedir, çünkü zikrettiği olaylar teorik iddiaları izah ve tarif ederek doğrulamaktadır. Bütün bunlara rağmen, Feuquilleres'in günümüzün tarafsız okuyucusu karşısında amacını, yani teorik gerçekleri tarihi örneklerle kanıtlamak amacını gerçekleştirmiş olduğunu savunmak kolay değildir. Çünkü olayları kimi yerde inceden inceye anlatmakla birlikte, bunlardan çıkardığı sonuçların gerçekten o olayların iç ilişkilerinin sonuçları olduğuna okuyucuyu inandırdığı pek söylenemez.
(*) Antoine-Manasses de Pas, Feuquilleres (1648-1711). XVII. yüzyıl sonlarında bir çok seferlere katılmış Fransız generali; " Savaş Anıları” adlı bir eseri 1736'da yayımlanmıştır. (P.N.)
Tarihi olaylara yüzeysel bir biçimde değinmekle yetinmenin bir diğer sakıncası da, okuyuculardan bazılarının ya bunları hiç bilmemelerinden ya da bu konuda yazarın niyetini anlayacak kadar bilgi sahibi olmamalarından ileri gelir. Böyle olunca da, ya yazarın dediklerini körü körüne kabul ederler ya da söylenilenlerin hiç birine inanmazlar.
Kuşkusuz tarihi olayları canlandırarak bunları yazarın ileri sürdüğü tezlerin birer kanıtı olabilecek şekilde (sayfa 197) okuyucunun gözleri önüne sermek kolay bir iş değildir. Çünkü yazarların genellikle buna ne olanakları, ne zamanları ne de yerleri vardır. Fakat biz yine o kanıdayız ki, yeni veya tartışmaya açık bir fikri kabul ettirmek söz konusu olduğunda, on örneği sadece sıralamaktansa, inceden inceye çözümlenmiş tek bir örnek vermek çok daha öğreticidir. Bu yüzeyde kalan sıralamanın en zararlı yanı, yazarın bunları doğru olmayan yorumlarını kanıtlamak için kullanmak istemesinden ziyade, kendisinin de aslında bu olaylar hakkında hiç bir zaman tam ve derin bir bilgi edinmemiş olmasıdır. Bu yüzden de, yazarın bu yanlış ve gelişigüzel tutumu, tarihe bu gayrı ciddi yaklaşımı, yüzlerce hatalı fikirlerin ve temelden yoksun teorilerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Oysa, yazar tarihten çıkarmak istediği her yeni teoriyi olayların doğru bir tahliline ve aralarındaki ilişkilerin incelenmesine dayanmayı görev bilmiş olsaydı, bu zararlı sonuçlardan hiç biri meydana gelmezdi.
Tarihi örnekleri kullanmanın güçlüğünü ve bu konuda gösterilmesi gereken dikkat ve titizliği göz önüne aldığımız takdirde, yakın tarihin bu örnekleri seçmek için en uygun zemin olduğunu anlarız; tabii iyice hazmedilerek sunulmaları şartıyla.
Daha eski çağlarda gerek savaşla ilgili koşullar gerekse savaşı yönetme usulleri farklı idi, onun için onlardan çıkaracağımız dersler bizim için hem teorik hem de pratik bakımdan daha az yararlıdır; bundan başka, askerlik tarihi, diğer tarihler gibi, zamanın geçmesiyle birçok özelliklerini ve ayrıntılarını kaybeder, solmuş veya kararmış bir tablo gibi renginden ve hayatiyetinden çok şey yitirir ve geriye sadece silik bir fon ya da büyük lekeler kalır.
Savaş yönetiminin bugünkü durumuna baktığımızda, Avusturya Veraset savaşlarından bu yana cereyan eden savaşların hiç değilse kullanılan silahlar bakımından bugünün savaşları ile büyük bir benzerlik arz eden belki yegane savaşlar olduğunu ve değişen birçok küçük ve (sayfa 198) büyük şeylere rağmen bunlardan hala yararlı dersler alabileceğimizi görürüz. İspanya Veraset savaşları için ise aynı şeyi söyleyemeyiz, çünkü bu savaşlar sırasında ateşli silahlar daha o kadar gelişmiş değildi ve süvari hala en önemli sınıf sayılıyordu. Daha gerilere doğru gittiğimizde, askerlik tarihi önemini kaybeder ve bugün için bize fazla bir yarar sağlamaz. Antik dünyaya ait savaşlar ise öğretici yönü en kısır olanlardır.
Bununla birlikte, bu eski savaşların hiç işimize yaramadığını da söyleyemeyiz; sadece, ayrıntıların bilinmesine bağlı olan veya savaşın sevk ve idaresinde meydana gelen büyük değişikliklerden etkilenen konular bakımından faydasızdırlar. İsviçrelilerin Avusturyalılara, Burgonyalılara ve Fransızlara karşı verdikleri muharebeler hakkında ne kadar az şey bilirsek bilelim, bunlar yine de bize ilk kez iyi bir piyadenin en iyi bir süvariye üstünlüğünü kesin bir şekilde gösteren savaşlar olmuştur. Condottieri'ler dönemine bir bakış, bize savaş yönetiminin ne dereceye kadar kullanılan araçlara bağlı olduğunu göstermeye yeter, çünkü başka hiç bir dönemde silahlı kuvvetler bu kadar bağımsız bir karaktere sahip olmamışlar, sosyal ve politik hayatın öteki yönlerinden bu kadar kopuk bir manzara göstermemişlerdir. Roma'nın, ikinci Kartaca savaşı sırasında, Anibal henüz İtalya'da yenilmemiş olduğu halde, İspanya ve Afrika'da Kartaca'ya saldırısı ve bu saldırıda kullanılan yöntemler çok öğretici bir incelemenin konusu olabilir, çünkü bu dolaylı direnmenin dayandığı Devletlerarası ve ordulararası genel ilişkiler yeteri kadar bilinmektedir.
Fakat insan ne kadar büyük çizgilerden ayrılıp teferruata dalarsa, eski çağların örnek ve deneylerine başvurmak o kadar zorlaşır; çünkü bunları doğru olarak değerlendirmek olanağına sahip bulunmadığımız gibi tamamen farklı olan modern yöntemlerimize de hiç bir şekilde uygulayamayız.
Fakat maalesef tarihçilerin öteden beri eski çağların olaylarına karşı zaafları olmuştur. Bunda ne kadar kendini (sayfa 199) beğenmişliğin ne kadar şarlatanlığın payı bulunduğunu araştıracak değiliz. Fakat çoğu zaman dürüst bir niyetin, samimi bir öğretme ve inandırma çabasının yokluğunu esefle müşahede etmemek mümkün değildir. Onun için bu eski çağlar tutkusuna, boşlukları doldurmaya ve kusurları örtmeye yarayan bir çeşit süsleme sanatı olarak bakmaktan kendimizi alamıyoruz.
Savaş sanatını, Feuquilleres'in önerdiği gibi, sadece tarihi örneklerle öğretmeye çalışmak kuşkusuz övgüye değer bir çabadır, ama bunun için insanın bütün ömrünü bu ise harcaması gerekir, çünkü böyle bir girişimde bulunacak kimsenin gerçek savaş alanında uzun bir tecrübeye sahip olması gerekir.
İçinden geçen bir tutku ile böyle bir görevi üstlenecek insanın kendisini bu kutsal göreve uzun bir hacca hazırlanır gibi hazırlaması gerekir. Bütün zamanını bu işe ayıracak, hiç bir çabadan kaçmayacak, hiç bir şeyden, hiç bir kuvvetten korkmayacak, her türlü övünmeyi ve sahte alçak gönüllülüğü bir kenara bırakacak ve Fransız kanunundaki yemin formülünün tabirleriyle gerçeği, sadece gerçeği ve tüm gerçeği söylemeye çalışacaktır.