Header Ads

Header ADS

Savaş Üzerine - ÖNSÖZ


Clausewitz
May Yayınları, Nisan 1975, 

Çeviren: Şiar Yalçın

YAZARIN ÖNSÖZÜ 

"'Bilimsel' kavramının sadece, ya da esas itibariyle, bir sistemden veya hazır bir öğretim yönteminden oluşmadığını bugün bilmeyen kalmamıştır. Bu kitapta bir sistem arayan ilk bakışta hayal kırıklığına uğrayacaktır; kesin bir öğreti ve teori yerine de sadece bunlar için gerekli malzemeyi bulacaktır. 

Bu kitabın bilimsel yönü, savaş olayının özünü, ilgili bulunduğu diğer olaylarla birlikte ele alıp incelemek çabasından yatar. Yazar hiç bir yerde felsefe yapmaktan kaçınmış değildir, ama iş kılı kırk yarmaya döküldüğünde sözü kısa kesmeyi tercih etmiş ve öne sürülen görüşleri deneylerle kanıtlamak yoluna gitmiştir. Nasıl ki, bazı bitkilerin meyve vermesi boylarının fazla uzamamasına bağlı ise, uygulamalı sanatlarda da, kuramsal yaprakların ve çiçeklerin fazla büyümemesi, fazla yer tutmaması gerekir; onların yetişmesine en elverişli toprak deney olduğundan onları bu doğal ortamdan uzaklaştırmaya gelmez.

Bir buğday tanesinin kimyasal öğelerine bakarak başağın biçimini incelemeye kalkışmak saçma bir şey olur; hazır başakları görmek için buğday tarlasına gitmek yeter. Araştırma ve gözlem, felsefe ve deney ne birbirine dudak bükmeli ne de biri diğerinin yerini almaya [sayfa 37] kalkmalıdır; tam tersine, karşılıklı olarak birbirine hayat hakkı tanımalı, birbirini desteklemelidir. Bu kitabın önerileri, zorluklarının iç mimarisiyle birlikte, ya deneylere ya da savaş kavramının kendisine dayanır: bu bakımdan temelden yoksun oldukları söylenemez. (*) 


(*) Askerilik konularında kalem oynatan bir çok yazarların, özellikle savaşın kendisini bilimsel bir yaklaşımla ele almak iddiasında olanların tutumu genellikle bu değildir; bunlar lehteki ve aleyhteki görüşlere o kadar çok yer ayırırlar ki, birbirini yiyen bu görüşlerden geriye iki aslanın hikayesinde olduğu gibi kuyruklarından bile eser kalmaz. 
Belki de, zengin fikirli ve özlü sistematik bir savaş teorisi kurmak imkansız bir şey değildir, fakat şimdiye kadar rastladıklarımız bu niteliklerden çok uzaktır. Bilim dışı oldukları bir yana, tutarlı ve eksiksiz olma iddialarına karşın, saçma sapan, basmakalıp ve harcıalem bir gevezelikler kumkuması olmaktan öteye gidememişlerdir. Bunlara bir örnek göstermek gerekirse, Lichtenberg'in bir yangına karşı korunma yönetmeliğinden alındığı şu parçayı okumak yeter: 

"Bir evde yangın çıktığı zaman, ilk önce soldaki evin sağ duvarını ve sağdaki evin sol duvarını korumaya bakmalıyız; çünkü, örneğin, soldaki evin sol duvarını korumaya kalkışacak olursak, evin sağ tarafı sol duvarın sağına düşecektir, ve yangın bu duvarın sağında olduğuna göre (çünkü evin yangının solunda bulunduğunu farz etmiştik), sağdaki duvar yangına soldaki duvardan daha yakın olacaktır ve evin sağ duvarı, evin korunmuş olan sol duvarına sıçramadan önce korunmadığı takdirde alev alabilecektir; dolayısıyla, korunmamış olan bir şey yanabilecektir ve başka bir şeyden, bu şeyin korunmamış [sayfa 38] bile olsa, daha çabuk yanabilecektir; dolayısıyla, berikini korumaktan vazgeçmeli ve ötekini korumalıyız. Bu durumu gözümüzün önünde canlandırmak için, evin yangının sağ tarafında mı, yoksa sol tarafında mı bulunduğuna bakmamız gerekir: eğer ev yangının sağ tarafında bulunuyorsa, sol duvarını, sol tarafında ise sağ duvarını korumamız lazımdır."

Aklı başında okuyucunun bu ipsiz sapsız şeylerle gözünü korkutmamak ve geriye işe yarar bir şey kalmışsa üzerine su dökerek tadını kaçırmamak için, yazar, savaş üzerinde uzun yıllar süren düşüncelerinin, yetenekli kimselerle ilişkilerinin ve kişisel deneylerinin ürünü olan izlenim ve inançlarını küçük saf maden külçeleri halinde sunmayı tercih etmiştir. 
Bu kitabın, aralarındaki bağlantıları belki ilk bakışta göze çarpmayabilecek olan fakat yine de mantıki bir ilinti ve tutarlılıktan yoksun bulunmadığına inandığımız bölümleri bu şekilde meydana çıkmıştır. Belki de yakından daha akıllı birisi ortaya çıkar ve bu dağınık zerreler yerine, konunun bütününü bize cürufsuz ve katıksız bir döküm hilende verir. [sayfa 39] 

CARL VON CLAUSEWITZ 
SAVAŞIN NİTELİĞİ 

BÖLÜM 1 SAVAŞ NEDİR? 
1. Giriş 
Amacımız, konumuzun ilk önce çeşitli öğelerini, sonra muhtelif kısım ve bölümlerini, en sonra da iç ilişkileri içinde bütününü incelemektir. Bu suretle basitten mürekkebe doğru gitmiş olacağız. Ancak konumuz, başka her konudan daha çok, önce bütününe bir göz atmakla işe başlamamızı gerekli kılmaktadır; çünkü parça ile bütünü birlikte göz önüde tutmanın bu kadar önemli olduğu başka hiç bir alan yok gibidir. 

2. Tanımlama 

Savaşın çapraşık ve bigiççe bir tanımlaması ile işe girişmeyelim. Savaşın özüne, düelloya bakmakla yetinelim. Savaş, çok daha büyük çapta olmak üzere, düellodan başka bir şey değildir. Bir savaşı oluşturan sayısız kişisel düelloları tek bir kavram içinde toplamak istersek, iki güreşçiyi düşünmemiz uygun olur. Her biri, fiziki gücü sayesinde, diğerini iradesine boyun eğdirmeye çalışır;  en yakın amacı hasmını alt etmek, yıkmak, böylece tüm direnişini yok etmektir.

Demek oluyor ki, savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir.

Şiddet, şiddeti göğüslemek için, bilim ve sanatların buluşları ile silahlanır. Gerçi kaydedilmeye değmez bazı ufak tefek sınırlamaları devletler hukuku yasaları adı altında kabul eder ama, bunlar uygulamada savaşın gücünü zayıflatmaz. Şiddet, yani fizik kuvvet (çünkü Devlet ve Kanun kavramlarının dışında manevi kuvvet diye bir şey yoktur), böylece savaşın aracı olmaktadır; ereği ise düşmana irademizi zorla kabul ettirmektir. Bu ereği tam bir güven içinde geçekleştirebilmek için, düşmanı silahtan arındırmak gerekir, ve işte bu silahsızlandırma, tanımlama gereği, savaş operasyonlarının gerçek anlamda ilk amacıdır. Bu amaç son ereğin yerini almakta, onu bir bakıma, savaşın kendisine ait bir şey değilmişcesine, bir kenara itmektedir. 

3. Sınırsız kuvvet kullanma 

İnsancıl kişiler belki kolaylıkla, düşmanı çok kan dökmeden silahsızlandırmanın ve yenmenin etkin bir yöntemi bulunduğunu, ve gerçek savaş sanatının bu amaca yöneldiğini düşünebilirler. Ancak bu istenilir bir şey gibi görünmesine karşın, aslında bir çırpıda bir kenara itilmesi gereken bir yanılgıdır. Savaş gibi tehlikeli bir işte, iyi yüreklilikten gelen hatalar başa gelebilecek şeylerin en kötüsüdür. Fizik gücün sonuna kadar kullanılması hiç bir zaman zekanın kullanılmaması anlamına gelmediğinden, bu fizik gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf, aynı şekilde hareket etmeyen diğer tarafa oranla avantajlı bir durum elde eder. Neticede  de iradesini hasmına kabul ettirir. Böylece her iki taraf da aynı şeyi düşündüğünden, birbirlerini aşırı hareketlere iterler ve bu aşırılıklar karşı tarafın güç ve direncinden başka bir sınır tanımaz.

İşte soruna bu açıdan bakmak gerekir. Bize iğrenç geliyor diye vahşet unsurunu ihmal etmek ve işin gerçek yüzünü görmezlikten gelmek anlamsızdır ve insanın kendi çıkarına aykırı düşer.

Uygar milletlerin savaşları uygar olmayan milletlerin savaşlarına göre çok daha az zalim ve yıkıcı ise, bunun nedeni bu devletlerin gerek kendi gerek karşılıklı ilişkilerini düzenleyen sosyal durumlarıdır. Bu sosyal durumdan ve bu ilişkilerden çıkar savaşlar; onlara biçim veren, onları sınırlayan ve şiddetlerini kesen bu koşullardır. Ancak bunlar tek başlarına savaşın birer parçası değillerdir; sadece, savaştan önce de var olan koşullardır. Yoksa savaş felsefesinin özünde hafifletici bir unsur aramak abes olur.

İnsanlar arasındaki çatışma aslında iki değişik unsura bağlıdır: düşmanlık duygusu ve düşmanlık niyeti. Savaşı tanımlarken ayırıcı özellik olarak bunlardan ikincisini seçtik, çünkü daha genel olanı odur. En hırslı, en vahşi, en içgüdüsel nefret duygusu bile, düşmanca niyetler olmadan düşünülemez. Oysa, öyle düşmanca niyetler olabilir ki, bunlara hiç bir kin, hiç değilse açık ve aşırı bir düşmanlık duygusu katılmayabilir. Örneğin, vahşi kabilelerde duyarlılığın esindirdiği niyetler, uygar milletlerde ise aklın emrettiği niyetler ön plandadır. Bununla birlikte, bu fark vahşilikle uygarlığın öz niteliklerinden ileri gelmeyip bir takım koşullara, kurumlara, v.b. bağlıdır. Bu nedenle de ayrıksız her özel durumda var olmayıp sadece çoğu hallerde bulunur. Bir kelime ile ifade etmek gerekirse, en uygar milletler bile vahşi bir kinin etkisinde kalabilirler.

Görülüyor ki, uygar milletler arasındaki savaşı hükümetlerin akli tasarruflarına indirgemek yanlış olur: öyle olmuş olsaydı, işin içine hiç bir hırs ve tutku karışmaz, [sayfa: 45] silahlı kuvvetlerin maddi gücü bile gereksiz hale gelirdi: aralarındaki teorik ilişkilerle —bir çeşit harekât cebri ile— ihtilâf halledilirdi.

Teori bu yola sapmak üzere iken, son savaşın olaylarından ders alarak yönünü değiştirdi. Savaş bir şiddet hareketi ise de, duyarlılığın da payını yadsımamak gerekir. Savaş doğrudan doğruya duyguların eseri olmamakla birlikte, onları az veya çok etkiler ve bunun derecesi uygarlık düzeyine değil, karşılıklı çıkarların önemine ve süresine bağlıdır.

Uygar milletler savaş tutsaklarını öldürmüyor, kentleri ve köyleri yakıp yıkmıyorlarsa, bu, savaşın yönetilmesinde zekânın daha önemli bir yer tutmasından ve uygar milletlerin, kendilerini içgüdülerinin vahşetine kaptırmadan, kuvveti daha etkin bir şekilde kullanmasını öğrenmiş olmalarından ötürüdür.

Barutun keşfi ve ateşli silahların gelişmesindeki sürekli ilerlemeler, savaş kavramının özünde var olan düşmanı yok etme eğiliminin uygarlığın ilerlemesi ile hiç bir şekilde engellenmemiş ve ortadan kaldırılmamış olduğunu göstermeye yeterlidir. 
O halde savımızı yineleyelim: savaş bir şiddet hareketidir ve bu şiddetin sınırı yoktur. Diğer taraflardan her biri diğerine iradesini kabul ettirmek ister, bundan da karşılıklı bir eylem doğar ki, kavram olarak ve mantıken, sonuna kadar gitmeyi gerektirir. Bu birinci karşılıklı eylem ve karşılaştığımız birinci aşırılıktır. (Birinci karşılıklı eylem) 

4. Amaç düşmanı etkisiz hale getirmektir 

Düşmanı etkisiz hale getirmenin savaşın amacı olduğunu  söylemiştik. Şimdi bunun hiç değilse teorik olarak zorunlu olduğunu göstereceğiz.

Düşmanın irademize boyun eğmesi için, onu kendisinden istediğimiz fedâkarlıktan daha elverişsiz duruma sokmamız gerekir. Bununla birlikte duru, durumunun elverişsizliği geçici olmamalı, hiç değilse öyle görünmemelidir, aksi halde, düşman daha elverişli bir anı kollar ve teslim olmaz. Bu itibarla, savaş faaliyetinin devamının düşmanın durumunda meydana getireceği her değişikliğin, hiç değilse teorik olarak, kötüye doğru olması gerekir. Savaş halinde bulunan bir kimse için en kötü durum, tamamen etkisiz hale geldiği durumdur. Öyleyse düşmanı bir savaş hareketi ile irademize boyun eğecek duruma getirmek istiyorsak, ya onu gerçekten silahtan tecrit etmek, ya da kendisini öyle bir tehdit altında hissedeceği bir hale getirmek gerekir. Bundan çıkan sonuç şudur ki, düşmanın silahtan tecridi veya bozguna uğratılması —adına ne dersek diyelim— askeri harekâtın amacıdır.

Şimdi, savaş canlı bir gücün ölü bir kitle üzerindeki hareketi değil, daima iki canlı ve düşman gücün çarpışmasıdır, çünkü mutlak bir karşı koymama hali savaşın inkârı anlamına gelir. Bu itibarla, savaş faaliyetlerinin nihai hedefi için söylediklerimiz iki taraf için de geçerlidir. Burada da bir karşılıklı eylem vardır. Ben düşmanı yenmedikçe onun beni yenmesinden korkabilirim. Artık kendi kendimin efendisi olmaktan çıkarım; artık, vaktiyle benim ona istediğimi yaptırdığım gibi, o bana istediğini yaptıracaktır. Bu ikinci karşılıklı eylemdir ve ikinci bir aşırılığa yol açar. (İkinci karşılıklı eylem). 

5. Güçlerin son haddine kadar kullanılması 

Eğer düşmanı alt etmek istiyorsak, çabalarımızı onun direnme gücüne uydurmamız gerekir. Bu direnme gücü birbirinden ayrılmasına imkan bulunmayan iki faktöre bağlıdır: Elindeki olanakların genişliği ve iradesinin kuvveti.

Elindeki olanakların genişliği bir dereceye kadar  tahmin edebiliriz, çünkü bunlar (büsbütün değilse bile) rakamlara dayanır. Fakat irade gücü için aynı şeyi söyleyemeyiz, çünkü onu, düşmanımızı harekete geçiren etkenin gücüne göre, ancak yaklaşık olarak kestirebiliriz. Düşmanın direnme gücünü aşağı yukarı doğru bir şekilde değerlendirdiğimizi varsayacak olursak, o zaman kendi olanak ve çabalarımızı buna göre ayarlayabilir, yani ya bunları üstünlüğümüzü sağlayacak surette arttırır, ya da, bunu yapamadığımız takdirde, bu yolda elimizden geleni yapmaya çalışırız. Ancak düşman da aynı şeyi yapacaktır; bu yüzden de yeni bir yarışma başlayacak ve tarafları bir kez daha aşırı hareketlere itecektir. Burada üçüncü karşılıklı eylem ve üçüncü aşırılıkla karşılaşmış oluyoruz. (üçüncü karşılıklı eylem). 

6. Realitedeki değişiklikler 

Soyut düşünce aleminde kaldığımız sürece bunun sonu gelmez ve aşırılıklardan aşırılıklara gitmekten başka çare yoktur, çünkü konumuz aşırılığın ta kendisidir: kendi hallerine terk edilmiş ve kendi yasalarından başka bir sınır tanımayan güçlerin çatışması. Mutlak savaş kavramından, önceden tasarlanmış mutlak bir amaç ve bunu gerçekleştirmenin yollarını çıkarmaya çalışacak olursak, bu sürüp giden karşılıklı eylemler bizi adeta gözle görülmez bir mantıki incelikler silsilesinin eseri, salt bir hayal oyunu olan aşırılıklara götürür. Eğer mutlak kavramlara sıkı sıkıya bağlı kalarak tüm güçlükleri bir kalem darbesiyle bir kenara itmeye çalışır, katı bir mantık açısından her zaman her şeye hazır olmamız ve tüm çabalarımızı bu yolda, yani en aşırı durumları göğüslemek için harcamamız gerektiğini savunacak olursak, bu iddiamız kağıt üzerinde kalmaya ve hiç bir zaman gerçek hayata uygulanmamaya mahkumdur.

Bu aşırı çabanın da kolaylıkla saptanabilir bir mutlak olduğunu kabul etsek bile, insan aklının kolay kolay bu gibi mantık fantezilerine boyun eğmeyeceği gerçeğini [sayfa: 48] yadsıyamayız. Bir çok hallerde bu boşuna bir güç israfına yol açar ki, hükümet etme sanatının başka ilkelerine ters düşer bu durum. Çünkü o zaman güdülen amaçla orantılı olmayan bir irade gücü gerekir ve fakat insan iradesi gücünü hiç bir zaman mantıki inceliklerden almadığı için bunu gerçekleştirmek mümkün olmaz.

Oysa, soyuttan gerçeğe geçtiğimiz zaman işin rengi değişir. Soyut planda kaldığımız sürece, her şeyin iyimserlikle düşünülmesi gerekir, ve her iki tarafın da mükemmelin peşinde koştuğunu ve hatta buna eriştiğini kabul etmez lazım gelir. Fakat bu gerçekte böyle olabilir mi? Olur, eğer:

1) Savaş, Devletin daha önceki hayati ile hiç bir bağlantısı olmayan, birdenbire patlak veren tamamen soyut bir olay ise;

2) Tek bir karara, veya aynı zamanda alınmış birden çok karara dayanıyorsa; 
3) Kendi kendine yeterli tam ve mükemmel bir çözüm getiriyorsa ve meydana gelecek politik durumun önceden hesaplanabilecek sonuçlarından etkilenmeyecekse. 

7. Savaş hiçbir zaman soyutlanmış bir hareket değildir. 

Birinci nokta bakımından şunu hatırlamak gerekir ki, iki hasımdan hiç biri diğeri için soyut bir kişi değildir, ve bu, direnişinin dış etkenlere bağlı olmayan unsuru, yani iradesi bakımından da doğrudur. Bu irade bütün bütün bilinmeyen bir şey değildir. Bugün ne olduğuna bakarak yarın ne olacağını öğrenebiliriz. Savaş hiç bir zaman birdenbire patlak vermez: yayılması ve genişlemesi bir anlık bir iş değildir. Bu itibarla, taraflardan her biri diğeri hakkında, ne olması ve ne yapması gerektiğine göre değil de, gerçekte ne olduğuna ve ne yaptığına göre, iyi kötü bir fikir edinebilir. Bununla birlikte, dört başı mamur bir yaratık olmayan insan mutlak kemal çizgisinin daima berisinde [sayfa: 49] kalır, ve bu eksiklikler her iki taraf için de söz konusu olduğuna göre, değiştirici, düzeltici bir faktör rolünü oynarlar. 

8. Savaş tek ve ani bir darbeden ibaret değildir 

İkinci nokta şu düşüncelere yol açmaktadır:

Savaşın sonucu tek bir karara ya da aynı zamanda alınmış birden çok karara bağlı olsaydı, bu karar veya kararlara yönelen hazırlıkların doğal olarak aşırılığa kaçması gerekirdi. Çünkü kaçırılmış bir fırsatı bir daha elde etmeye imkan yoktur. Gerçekler aleminin bize bu konuda, yani alınacak tedbirler konusunda verebileceği ipucu, bilebildiğimiz kadarı ile, hasmımızın aldığı tedbirler olabilirdi çok çok; geri kalanını bir kez daha soyut alanda aramamız gerekirdi. Ancak sonuç birbirini izleyen çeşitli işlemlerden meydana geldiği takdirde, bunlardan her biri, bütün evreleri ile, sonrakinin bir ölçüsü yerine geçebilir, ve o zaman bir kez daha soyut kavramlar dünyasından gerçek aleme dönmüş ve dolayısıyla aşırılık eğilimini hafifletmiş oluruz.

Ne var ki, mücadelenin gerektirdiği ve elde mevcut imkânların hepsi aynı zamanda harekete geçirilmiş olsa veya olabilse, tüm savaşlar tek bir karar veya aynı zamanda alınmış bir çok kararlara indirgenmiş olurdu. Çünkü olumsuz bir sonuç bu imkânları ister istemez azaltır, ve ilk kararda bunların hepsi kullanılmış ise, ikinci bir karar tasavvur etmeye imkân kalmaz. Bu takdirde, birincisini izleyecek olan bütün savaş hareketleri esasında onun birer parçası olmaktan öteye gidemeyecek ve sadece savaşın süresini meydana getirecektir.

Ancak yukarda gördük ki, savaş hazırlıkları evresinde bile, gerçek dünya soyut kavramlar alanının yerini almış; ve gerçek tedbirler farazi aşırılıkları telafi etmiştir. Salt bu nedenle de olsa, taraflardan her biri, karşılıklı eylem sırasında şiddetin en son derecesine varmadan durmak durumundadır; dolayısıyla tüm güçleri aynı zamanda seferber edilmiş olmayacaktır.

Kaldı ki, bu güçlerin ve kullanılış biçimlerinin niteliği de onların aynı zamanda harekete geçirilmesini imkansız kılar. Bu güçler şunlardır: dar anlamdaki askeri kuvvetler, toprağı ve nüfusu ile ülke ve müttefikler.

Toprağı ve nüfusu ile ülke sadece tüm askeri kuvvetlerin kaynağı olmakla kalmayıp, aynı zamanda savaş üzerinde etkili tüm faktörlerin ayrılmaz bir parçasıdır. Çünkü ülke savaş harekâtının sahnesi, hiç değilse onu derinden etkileyen bir unsurdur.

Şimdi, hareket halindeki tüm askeri güçleri hep birden seferber etmek mümkündür, fakat tüm kaleleri, akarsuları, dağları, insanları, kısaca tüm ülkeyi aynı şekilde hep birden harekete geçirmeye imkan yoktur; meğer ki ülke, ilk savaş hareketi tümünü kapsayacak kadar küçük olsun. Üstelik, müttefiklerin işbirliği tarafların iradesine bağlı değildir, ve politik ilişkilerin niteliği icabı olarak bu işbirliği ancak sonradan kendini gösterir, ya da bozulan dengeyi yeniden kurmak için güçlenir.

Derhal harekete geçirilmesine imkan bulunmayan direnme araçlarının bir çok hallerde ilk bakışta sanıldığından daha önemli olduğunu, ilk kararın güçler dengesini ciddi bir şekilde sarsacak bir şiddetle uygulanmış olması halinde bile bu dengenin yeniden kurulabileceğini ilerde daha uzun boylu anlatacağız. Şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim ki, tüm güçlerin aynı anda mükemmel bir şekilde bir araya getirilmesi savaşın niteliğine aykırıdır. Ancak bu, ilk sonucu elde etmek için harcayacağımız çabaların yoğunluğunu azaltmamız için bir neden değildir. Olumsuz bir sonuç kimsenin isteyerek göze alacağı bir şey değildir. Çünkü ilk hareketi başka hareketler izlese bile, ilk hareket ne kadar kesin olursa sonrakiler üzerinde etkisi o kadar büyük olur. Ancak, insanın aşırı bir çaba harcamak konusundaki isteksizliği onu daha sonraki kararlardan alınabilecek bir sonuca bel bağlamaya iter, öyle ki, ilk karar için gerekli çabaların tümü harcanmaz  ve bütün enerji ile kullanılmaz. Taraflardan birinin zaaf göstererek fırsatı kaçırması diğer taraf için, onu kendi çabalarını gevşetmeye iten gerçek bir objektif neden olur; böylece, bu karşılıklı eylem sonucunda, aşırı eğilimler bir kez daha sınırlanır. 

9. Savaş hiç bir zaman mutlak bir sonuç doğurmaz. 

Son olarak, tüm bir savaşın nihai sonucu bile her zaman kesin ve mutlak sayılmamalıdır. Çoğu kez, yenilen Devlet uğradığı bozgunu geçici bir talihsizlik sayar, gelecekteki politik koşulların durumu telafi edebileceğini umar. İşte bu da gerilimin şiddetini ve harcanan çabaların yoğunluğunu geniş ölçüde yumuşatan bir etkendir. 

10. Gerçek hayatın olasılıkları "aşırı" ve "mutlak" kavramlarının yerine geçer. 

Böylece tüm savaş eylemi, güçleri şiddetin son haddine iten katı yasaların pençesinden kurtulmuş olur. Artık aşırıyı aramaz ve ondan kaçmazsak, harcanacak çabanın sınırını muhakememizle saptayabiliriz. Bu da ancak, gerçek hayattaki olayların sağladığı verilerden hareket edilerek ihtimaller kanununa göre yapılabilir. İki taraf artık soyut birer kavram olmaktan çıkıp bireysel Devletler ve hükümetler olunca, savaş da artık teorik olmaktan çıkıp kendi öz yasalarına göre gelişen bir eylem haline girince, gerçek durum bize tahmini mümkün olaylar, bilinmeyen faktörler hakkında gerekli bilgileri sağlar.

Taraflardan her biri diğerinin hareketini tahmin etmeye çalışacak ve bunun için hasmının karakterinden, kurumlarından, durumundan ve içinde bulunduğu koşullardan sonuçlar çıkaracak ve ihtimaller kanunundan yararlanarak kendi eylemini buna göre ayarlayacaktır. 

11. Politik amaç yeniden ortaya çıkmakta 

Burada, ikinci paragrafta ertelemiş olduğumuz bir konu, yani savaşın politik amacı konusu yeniden dikkatimizi [sayfa: 52] çekmektedir. Şimdiye dek, aşırılık yasası, düşmanı silahsızlandırmak ve yenmek niyeti bu politik amacı bir ölçüde gözümüzden saklamıştı. Bu yasa şiddetini yitirince ve düşmanı yenmek niyeti gerçekleşmeyince, savaşın politik amacı ister istemez yeniden meydana çıkar. Bütün düşündüğümüz, belirli insanlara ve koşullara dayalı bir olasılıklar hesabından ibaret olunca, harekete geçmemizin ilk nedeni olan politik amaç temel bir faktör hallini alır. Düşmandan istediğimiz fedakârlık ne kadar küçük olursa, bunu reddetmek için bize karşı girişeceği direnme o kadar az olacaktır. Ancak onun çabaları ne kadar zayıf olursa bizimkiler de o ölçüde zayıf olacaktır. Kaldı ki, politik amacımız ne kadar az önemli olursa, ona o kadar az değer veririz ve ondan vazgeçmeye o kadar daha yatkın oluruz. Bu da kendi çabalarımızı gevşek tutmamız için ek bir neden yaratacaktır.

Böylece, savaşın ilk saiki olan politik amaç, hem askeri harekâtın hedefini, hem de bunun için gerekli çabaların ölçüsünü tayin edecektir. Politik amaç, kendi başına ve kendisi için bir ölçü olamaz, fakat kavramlarla değil gerçeklerle uğraştığımıza göre, karşı karşıya gelen iki Devlete ilişkin bir ölçü olacaktır. Tek ve aynı politik amaç, çeşitli milletlerde, ya da aynı ülkede fakat ayrı ayrı dönemlerde değişik tepkiler yaratabilir. Onun içindir ki, politik amaç, ancak ilgilendirdiği kitleleri göz önünde tuttuğumuz takdirde geçerli bir ölçü olabilir. Demek ki, her şeyden önce bu kitlelerin niteliğini göz önünde bulundurmamız [sayfa: 53] gerekir. Böylece, bu kitlelerin eylemin şiddetlenmesinden ya da gevşemesinden yana olmalarına göre, sonucun değişeceğini kolayca anlayabiliriz. İki millet veya Devlet arasında öyle bir gerginlik ve öyle bir düşmanlık unsuru bulunabilir ki, aslında çok önemsiz gibi görünen bir savaş nedeni bu durumla hiç de orantılı olmayan bir etki, adetâ bir patlama yaratabilir.

Bu, politik amacın iki Devlette yaratacağı çaba bakımından geçerli olduğu gibi, askeri harekât için saptanacak hedef bakımından da geçerliğidir. Kimi zaman politik amaç bu hedefin ta kendisi olabilir: örneğin, belirli bir eyaletin fethi söz konusu olduğu zaman. Bazen ise politik amaç askeri harekâtın hedefini teşkil edecek nitelikte olmaz: o zaman, onun yerini tutacak bir hedef saptamak ve barış imzalanırken ona dayanmak gerekir. Ancak burada da ilgili Devletlerin özelliklerinin gereği gibi dikkate alındığı varsayılmalıdır. Bazı koşullar, politik amaç askeri harekâtın hedefi aracılığı ile gerçekleştirilecekse, bu sonuncusunun birincisinden daha önemli olmasını gerektirir. Kitleler ne kadar kayıtsız olurlarsa, ve iki Devletin ilişkileri arasındaki gerginlik başka alanlardakine göre ne kadar az olursa, politik amaç o ölçüde ön plana geçecek ve tayin edici bir rol oynayacaktır. Bazı hallerde ise tek başına kader tayin edici bir etken olacaktır.

Askeri harekâtın hedefi politik amacın yerine geçmişse, onunla özdeşleşmişse, bu harekât genellikle politik amacın öneminin azalması ölçüsünde şiddetini yitirecektir; politik amaç ne kadar hakimse, bu kural o kadar daha geçerli olacaktır. Bu da niçin çeşitli savaşlar arasında önem ve şiddet bakımından farklar bulunabileceğini, örneğin imha savaşından basit keşif operasyonlarına kadar çeşitli askeri hareketlere raslanabileceğini ve bunda hiçbir çelişki bulunmadığını izah etmektedir. Fakat bu bizi şimdi tahlil etmek ve cevaplandırmak zorunda olduğumuz başka bir soruna getirmektedir.

12. Şimdiye kadar söylediklerimiz savaş harekâtına ara verilmesini izah etmemektedir. 

Hasım tarafların politik talepleri ne kadar önemsiz olura olsun, kullanılan araçlar ne kadar zayıf ve askeri harekât için saptanan hedef ne kadar sınırlı olursa olsun, bu harekâta bir an için dahi olsa ara vermek mümkün müdür? İşte konunun ta özüne değinen bir soru.

Her eylem, gerçekleşmek için, belirli bir zamana muhtaçtır: bu zamana eylemin süresi deriz. Bu süre, eylemi yürüten kişinin tez davranıp davranmamasına göre, kısa veya uzun olabilir.
Biz burada bu sürenin uzunluğuna veya kısalığına değinmeyeceğiz. Herkesin kendine göre bir davranışı vardır; fakat ağır bir adam elini tez tutmuyorsa, bu daha fazla zaman harcamak istediği için değil, yaradılışı gereği işi daha çabuk yapamadığı içindir; acele edecek olursa işi daha da kötü yapacaktır. Demek ki bu zaman iç nedenlere bağlıdır ve eylemin gerçek süresini belirler.

Savaş eylemlerinden her birine bu zorunlu süreyi tanıyacak olursak, hiç değilse ilk bakışta şunu itiraf etmek zorunda kalırız ki, bu süreyi aşan her türlü zaman israfı, ani savaş eylemine her türlü ara verme, abes gibi görünür. Burada unutulmaması gereken bir nokta, taraflardan birinin ilerlemesinin değil, savaş harekâtının tümüne ilişkin ilerlemenin söz konusu olduğudur. 

13. Harekâtı durdurabilecek tek neden vardır ve bu neden taraflardan sadece biri için geçerlidir. 

İki taraf muharebe için silahlanmış ise, aralarında bir düşmanlık var demektir. Silahlarını elden bırakmadıkça, yani aralarında bir barış akdetmedikçe, bu düşmanlık ister istemez sürecektir. Taraflardan biri ancak bir tek nedenle bu düşmanlığın etkisinden sıyrılabilir: o da harekete geçmek için daha uygun anı kollamaktır. Oysa, bu nedenin taraflardan sadece biri için geçerli olabileceği açıktır, çünkü diğeri için zorunlu olarak ters yönde bir etki yaratacaktır. Taraflardan birinin harekete geçmekte çıkarı varsa, diğerinin çıkarı beklemekte olacaktır.

Güçler arasında tam bir denge hiç bir zaman harekâtın durdurulmasına yol açmaz, çünkü olumlu amacı güden (saldıran) taraf insiyatifi elden bırakmamak için bu durumdan yararlanacaktır.

Fakat olumlu amacı güden ve dolayısıyla daha kuvvetli bir etkenin baskısı altında bulunan tarafın aynı zamanda daha zayıf kaynaklara sahip olduğu bir denge durumunu düşünecek olursak, yine aynı şeyi söyleyebiliriz: bu denge durumunda hiç bir değişiklik öngörülmüyorsa, taraflar barış yapmak zorunda kalacaklardır. Buna karşılık, bir değişiklik olasılığı varsa, bu taraflardan sadece birine yarayacak ve bu da ister istemez diğer tarafı harekete geçirecektir. Böylece denge düşüncesinin çarpışmanın durdurulmasını izah etmediğini ve daha elverişli bir fırsat kollamaktan başka bir anlama gelmediğini görmüş bulunuyoruz. Farzedelim ki, taraflardan biri olumlu bir amaç gütmektedir: barış sırasında yararlanmak için düşman eyaletlerinden birini ele geçirmeyi düşünmekte ve istemektedir. Bu eyalet işgal edildikten sonra, politik amacı gerçekleşmiş olacağından o taraf için artık hareketini sürdürmek zorunluluğu kalmayacaktır, istirahata çekilmek mümkün olacaktır. Eğer düşman onun bu başarısını tanımak istiyorsa barışa yanaşacaktır; yoksa kendisi harekete geçecektir. Belki de bir aylık bir süreden sonra daha iyi örgütlenmiş olacaktır; bu itibarla hareketini geciktirmek için yeterli bir nedeni var demektir.

Bu andan itibaren artık insiyatif karşı tarafa geçmiş görünmektedir: yoksa yenilen taraf yeniden harekete geçmek için hazırlanmaya fırsat bulmuş, vakit kazanmış olacaktır. Elbette bütün bunları söylerken iki tarafın da olayları tam olarak bildiklerini kabul ediyoruz. [sayfa 56] 

14. Böylece askeri harekât işleri yeniden kızıştıran bir süreklilik kazanır. 

Eğer savaş harekâtında bu süreklilik mutlak bir gerçek olsaydı, herşey bir kez daha aşırılığa itilmiş olurdu. Bu sürekli eylem ihtirasları körükleyip ilkel güçlerin şiddetini artırdıktan başka, olaylar arasında zincirleme bir bağ kurar, neden-sonuç ilişkilerinin dışardan etkilenmesini önlerdi. Böylece her askeri hareket bir öncekinden daha önemli, dolayısıyla daha tehlikeli bir nitelik taşırdı.

Oysa bilinen bir şeydir ki, askeri harekât, hiç bir zaman değilse bile ancak çok seyrek hallerde böyle bir süreklilik gösterir. Nitekim öyle savaşlar vardır ki, bunlarda hareket çok az bir yer tutar, durgunluk ve hareketsizlik ise çok daha ağır basar. Bunun her zaman için anormal bir durum olduğunu kabul etmeye imkan yoktur. Demek oluyor ki askeri harekâta ara vermek mümkündür ve bunda bir çelişki yoktur. Şimdi bunun gerçekten böyle olduğunu ve nedenlerin anlatmaya çalışacağız. 

15. İşin içine bir kutuplaşma ilkesi girmektedir. 

Başkomutanlardan birinin çıkarları ötekinin çıkarları ile aynı önemde ise, bunun gerçek bir kutuplaşmayı içerdiğini yukarda kabul etmiştik. İlerde bu ilkeye özel bir bölüm ayırmak istiyoruz. Ancak şimdiden bu konuda bir iki şey söylemeyi gerekli sayıyoruz.

Kutuplaşma ilkesinin geçerli olabilmesi için, kutuplaşmanın aynı şeyi hedef alması, yani olumlu amaç ile karşıtı olan olumsuz amacın birbirini yok etmesi gerekir. Örneğin, bir muharebede taraflardan ikisi de kazanmak ister: işte gerçek bir kutuplaşma, çünkü taraflardan birinin zaferi ötekinin zaferini imkansız kılar. Buna karşılık, iki farklı şey söz konusu olup da aralarında sadece dışardan gelen ortak bir ilişki bulunuyorsa, bu kutuplaşma bu şeyin kendisine değil, aralarındaki ilişkilere ait bir kutuplaşma olur. [sayfa 57] 

16. Saldırı ve savunma başka başka nitelikte ve eşit olmayan güçte ayrı ayrı şeylerdir; onun için aralarında bir kutuplaşmadan söz edilemez. 

Tek bir savaş biçimi, yani sadece düşmanın saldırısı söz konusu olsaydı ve dolayısıyla savunma diye bir şey olmasaydı; diğer bir söyleyişle, saldırının savunmadan tek farkı birinde bulunup ötekinde bulunmayan olumlu amaçtan ibaret kalsaydı ve mücadele yöntemleri arasında bir fark bulunmasaydı, taraflardan birinin kazandığı üstünlük diğerinin aynı ölçüde bir dezavantajına tekabül eder ve gerçek bir kutuplaşma söz konusu olurdu.

Ne var ki, savaş eylemi iki farklı biçim alır: saldırı ve savunma. İlerde pratik olarak kanıtlayacağımız gibi, bu ikisi son derece değişik ve aynı güçte olmayan şeylerdir. Bu itibarla, kutuplaşma saldırı ya da savunmanın kendisinde değil, her ikisinin ortak yanı olan kararda gösterir kendisini.

Komutanlardan biri kararı geciktirmek isterse, diğeri onu çabuklaştırmak isteyecektir: tabii muharebe biçimi aynı olmak şartıyla. A'nın çıkarı düşmana savaş meydanında hemen saldırmayıp da dört hafta sonra saldırıya geçmekte ise, B'nin çıkarı dört hafta sonra değil, hemen saldırıya uğramaktadır. Burada dolaysız bir çelişki vardır. Fakat bu demek değildir ki B'nin A'ya hemen saldırmakta çıkarı vardır. Bunun bambaşka bir şey olduğu açıktır. 

17. Kutuplaşmanın etkisi çoğu zaman savunmanın saldırıya üstünlüğü karşısında kaybolur, ve işte bu savaş eyleminin ertelenmesini izah eder. 

İlerde göstereceğimiz gibi, savunma biçimi saldırı biçiminden daha kuvvetli ise, ortaya şu sorun çıkmaktadır: kararı ertelemenin taraflardan birine sağladığı üstünlük acaba savunma biçiminin diğer tarafa sağladığı üstünlük ayarında mıdır? Eğer değilse, zıddı olan bir şeyle bu üstünlüğünü telafi edemez ve savaş eyleminin ilerlemesini etkileyemez. Görülüyor ki, çıkarların kutuplaşmasından [sayfa 58] doğan itici güç, saldırı ve savunma güçleri arasındaki farkın içinde kaybolabilir ve böylece etkisiz bir hale gelebilir.

Bu itibarla, içinde bulunduğu durum kendisinin lehinde olan taraf savunmanın avantajlarından vazgeçebilecek kadar kuvvetli değilse, kendisi için daha az parlak bir geleceği sineye çekmekten başka çaresi yoktur. Çünkü ne olacağı belli olmayan bir gelecekte bir savunma savaşı vermek, şimdi hemen saldırıya geçmekten ya da barış yapmaktan daha yararlı olabilir. Böylece savunmanın (doğru anlaşılmak şartıyla) üstünlüğünün çok büyük, sanıldığından çok daha büyük olduğuna kanaat getirdiğimiz takdirde, savaşta meydana gelen hareketsizlik dönemlerini çelişkiye düşmeden izah etmenin mümkün olduğunu görürüz. Harekete itici sebepler ne kadar zayıf olursa, saldırı ile savunma arasındaki fark onları o derece eritecek, nötralize edecek, ve dolayısıyla, tecrübenin de gösterdiği gibi, askeri harekât sık sık duraklayacaktır. 

18. İkinci bir neden durumun iyi bilinmemesidir. 

Ancak savaş harekâtının geçici olarak durdurabilecek olan bir neden daha vardır, o da durumun iyi bilinmemesidir. Her generalin ancak bir durum hakkında kesin bir bilgisi olabilir: Kendi durumu. Hasmının durumunu ancak doğruluğu kesin olarak belli olmayan raporlardan öğrenebilir. Böylece bir değerlendirme hatasına düşebilir ve bu hatanın sonucunda, gerçekte kendi elinde olan insiyatifin hasmında olduğunu sanabilir. Gerçi bu yanılgı mevsimsiz bir hareketsizliğe yol açabileceği kadar mevsimsiz bir harekete de yol açabilir ve bu itibarla askeri hareketin ne geciktirilmesine ne de çabuklaştırılmasına katkıda bulunur. Ama bu bilgi noksanlığına yine de savaş hareketini durduran doğal nedenlerden biri diye bakılmalı ve bunda her hangi bir çelişki görülmemelidir. Ancak, insan tabiatının gereği olarak, düşmanın gücünü küçümsemekten çok abartmaya yatkın olduğumuzu düşünecek [sayfa 59] olursak, durumu yeteri kadar bilmemenin askeri harekatı durdurmaya ve ilkesini değiştirmeye genellikle geniş ölçüde katkıda bulunduğunu kabul etmemiz gerekir.

Bir ateşkes olanağı savaş hareketine yeni bir ılımlılık getirir. Onu zaman faktörü içinde yumuşatır, ilerlemesi tehlikesini frenler ve güçler dengesini yeniden kurmak olanaklarını artırır. Savaşı doğuran gerginlikler ne kadar büyük olursa, savaş ne kadar büyük bir enerjiyle yürütülürse, bu hareketsiz geçen dönemler o kadar kısa olur. Buna karşılık, düşmanca duygular ne kadar zayıfsa, bu dönemler o kadar uzar. Zira güçlü etkenler, enerjiyi tahrik eder ve bu da, bildiğimiz gibi, her zaman için güçlerimizin verimini artıran bir faktördür. 

19. Savaşta sık sık meydana gelen hareketsizlik dönemleri savaşı mutlak kavramından daha da uzaklaştırıp onu bir ihtimaller hesabı haline getirir. 

Öte yandan, askeri hareket ne kadar yavaş ilerlerse, hareketsizlik dönemleri ne kadar uzun ve sık olursa, bir hatayı düzeltmek o kadar kolay olur. Bu itibarla, bir general hesabında ne kadar cesur ve kararlı olursa, mutlak çizginin o kadar berisinde kalır ve tüm faaliyetlerini ihtimal hesapları ve varsayımlar üzerine kurar. Böylece, savaşın seyri ne kadar yavaş olursa, somut olayın niteliğinin gerektirdiği şeye, yani belirli şartlara dayalı ihtimaller hesabına o kadar çok zaman ayrılmış olur. 

20. Savaşı bir kumar haline getirmek için eksik olan tek şey tesadüf unsuru idi; oysa savaş tesadüfün en çok rol oynadığı faaliyet alanlarından, biridir. 

Bütün bunlar bize, savaşın objektif niteliğinin onu bir ihtimaller hesabına ne kadar benzettiğini göstermektedir. Şimdi bir unsur daha olsa, savaş bir kumar olur: tesadüf veya şans unsuru. Ve kuşkusuz bu unsur eksik değildir savaşın yapısında. Hatta denilebilir ki, başka hiç bir beşeri faaliyet alanı savaş kadar tam ve evrensel bir şekilde [sayfa 60] tesadüfe bağlı değildir. Kaza ve baht da, tesadüfle birlikte, savaşta büyük bir rol oynar. 

21. Savaş objektif niteliği ile olduğu kadar subjektif niteliği ile de kumara benzer. 

Şimdi de savaşın subjektif niteliğine bir göz atacak olursak, yani bir savaşı yürütmek için gerekli güçler üzerinde durursak, savaşın kumara benzediğini daha da açık bir şekilde görürüz. Tehlike savaş faaliyetlerinin başlıca unsurudur, savaş tehlike içinde cereyan eder; peki, tehlike ile karşı karşıya bulunan bir insanda aranılacak moral niteliklerin en üstünü hangisidir? Elbette cesaret. Oysa, cesaret ve ihtiyat, ruhun ayrı ayrı cephelerini yansıtan başka başka şeyler olmakla birlikte, pekala bir arada bulunabilirler. Öte yandan, yiğitlik, başarıya güven, cüret ve gözüpeklik cesaretin çeşitli görüntülerinden başka şeyler değildir, ve ruhun bütün bu eğilimleri doğal ortamları olan tesadüf unsurunu ararlar.

Görüyoruz ki, daha başlangıçtan beri, savaşın mutlak, matematik unsuru, savaş sanatının ihtimal hesaplarına dayanak olabilecek sağlam bir temelden yoksundur. Bir sürü olanak ve olasılıklar, iyi ve kötü talih işin içine karışır, ve böylece savaş bütün öteki insan faaliyetlerinden daha çok bir kağıt oyununu andırır. 

22. Bu genellikle insan zihni ile en iyi bağdaşan bir unsurdur. 

İdrakimiz genellikle berraklığa ve kesinliğe yönelmiş olmakla birlikte, zihnimiz çok zaman kararsızlığı da sever. İdrakimiz, kendi bilincine bile varamadan, bütün tandık nesnelerin kendisine yabancı geldiği meçhul diyarlara varmak için felsefi araştırmanın ve mantıki (çıkarsamaların) istidlâllerin girintili çıkıntılı yolları içinden kendisine bir çıkış yolu arayacak yerde, hayal gücü sayesinde tesadüfler aleminde [sayfa 61] kalmayı tercih eder. Zorunluluğa ve çaresizliğe boyun eğmektense, olanaklar evreninde kanat çırpmayı yeğler. Korkusuz bir yüzücünün kendisini dalgaların kucağına atması gibi, cesaret ve kahramanlığın kanatlarında tehlikelere göğüs gerer.

Teori onu orada bırakıp kendi kendisinden memnun bir halde mutlak sonuç ve kurallara doğru mu yönelmelidir? Bu takdirde teorinin bize hiç bir pratik yararı olmaz. Teori insan unsurunu hesaba katmalı ve cesarete, yiğitliğe, hatta cürete yer vermelidir. Savaş sanatı canlı ve moral güçlerle uğraşır; bu itibarla, hiç bir zaman mutlak ve kesin olana ulaşamaz. En küçük işlerde olduğu gibi, en büyük işlerde de daima arızi ve tesadüfi olana bir pay bırakmak gerekir. Bir yanda bu tesadüf faktörü bulunduğu gibi, öbür yanda cesaret ve kendine güven duygusu bulunmalı ve aradaki boşluğu doldurmalıdır. Cesaret ve kendine güven duygusu ne kadar büyükse, tesadüfe o kadar çok yer bırakılabilir. Görülüyor ki cesaret ve kendine güven savaş için son derece önemli unsurlardır. Bu itibarla, teori ancak bu en zorunlu ve en asıl askeri erdemlerin her çeşit ve derecesine olanak ve hareket serbestliği sağlayan yasalar koymalıdır. Yüreklilik, akıl ve hatta ihtiyattan bütün bütün yoksun değildir; ancak değer yargıları başka başkadır. 

23. Ancak savaş her zaman için ciddi bir amaca yönelen ciddi bir araçtır. Ek tanımlamalar. 

İşte savaş, işte onu yöneten komutan ve işte ona yön veren teori. Ancak savaş, ne sadece bir vakit geçirme ve eğlence, ne sadece tehlikeli girişimlere girme ve kazanma tutkusudur. Ne de gemi azıya almış bir coşkunun ürünüdür. Savaş ciddi bir amaca yönelik ciddi bir araçtır. Talihin türlü cilvelerinden gelen o tantanası ve göz kamaştırıcılığı, tutku, cesaret, hayal coşkudan gelen bütün o ürpertileri bu aracın sadece bir takım özellikleridir.

Bir toplumun -tüm milletlerin ve özellikle uygar milletlerin- savaşı mutlaka politik bir durumdan doğar ve politik bir etkenden çıkar. İşte bunun içindir ki savaş politik bir eylemdir. Ancak eğer savaş hiçbir engel tanımayan tamamen başına buyruk bir eylem olsaydı, mutlak kavramından çıkarabileceğimiz gibi mutlak bir şiddet gösterisinden ibaret bulunsaydı, o zaman savaş politikanın yardımına çağrılır çağrılmaz onun yerini alır, ve tıpkı bir kere atıldı mı artık önceden ayarlandığı yoldan başka bir yol izlemesine imkan bulunmayan bir torpil gibi kendi yasalarına uyardı. Nitekim, politika ile savaş yönetimi arasındaki ahenksizlik bu tür teorik ayırımlara yol açmaya görsün, mesele hep bu biçimde ele alınmıştır. Oysa, hiç de öyle değildir ve bu tamamen yanlış bir düşüncedir. Yukarda gördüğümüz gibi, gerçek alemde savaş böyle bir defada gerilimi boşalan aşırı bir şey değildir; hep aynı biçimde ve aynı ölçüde gelişen güçlerin değil, kah atalet ve sürtünmenin karşısına çıkardığı direnmeyi yenecek dereceye çıkan, kah hiç bir etkisi olmayan güçlerin eseridir. Savaş bir bakıma şiddetin düzenli kalp atışlarına benzer, kısa veya uzun bir süre içinde gevşeyip gücünü yitirir. Diğer bir deyişle, amacına erken veya geç, ulaşır, fakat katettiği yol boyunca bu amacı şu veya bu yönde etkileyecek ve yol gösterici bir zekanın iradesine bağlı kalacak kadar sürer. Bu itibarla, savaşın politik bir amaçtan doğduğunu düşünecek olursak, bu amacın sonuna  kadar ona yön vermesini doğal karşılamak gerekir. Bununla birlikte, politik amaç zorba bir kanun koyucu değildir; elindeki araçların niteliğine uymak zorundadır ve bunun için de zaman zaman değişikliklere uğrar, fakat yine de ön plandaki yerini muhafaza eder. Böylece politika savaş eylemi ile iç içedir ve onun üzerinde savaşın patlayıcı güçlerinin elverdiği ölçüde sürekli bir etki icra etmekten geri kalmaz. 

24. Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. 

Böylece savaşın sadece politik bir eylem olmakla kalmayıp gerçek bir politik araç, politik ilişkilerin bir devamı ve bunların başka araçlarla gerçekleştirilmesi olduğunu görüyoruz. Savaşın bütün özelliği kullandığı araçların özelliğinden ileri gelir. Genellikle savaş sanatı, ve somut olaylarda komutanlar, politikanın eğilim ve amaçlarının bu araçlarla uyuşmazlık halinde bulunmamasını isteyebilirler, ve bu istek elbette yabana atılamaz. Ancak bazı hallerde bu askeri isterler politik amaçlar üzerinde ne denli etkili olurlarsa olsunlar, bunları değişikliğe uğratmaktan ileri gidemeyeceklerini kabul etmek gerekir. Zira politik amaç, gaye, savaş ise bir araçtır, ve araç hiç bir zaman amaçtan ayrı olarak düşünülemez. 

25. Savaş niteliklerinde çeşitlilik. 

Savaş nedenleri ne kadar önemli ve güçlü olursa, milletin tüm varlığını o kadar derinden etkiler. Savaştan önceki gerginlik ne kadar şiddetli olursa, savaş mutlak ve soyut şekline o kadar yaklaşır; savaş düşmanın imhasına yöneldiği ölçüde, askeri amaçla politik amaç birleşir ve savaşın askeri niteliği politik niteliğine ağır basar. Buna savaş nedenleri ve gerginlik ne kadar önemsiz olursa savaş unsurunun doğal eğilimi olan şiddet eğilimi politik gereklere o kadar çok tabi olur, ve savaş doğal eğiliminden uzaklaştığı ölçüde, politik amaçla ideal bir savaşın amacı arasındaki fark keskinleşir ve savaş o ölçüde politik bir nitelik kazanmış olur.

Ancak okuyucunun yanlış fikirlere kapılmaması için şu noktayı belirtmemiz gerekir ki, savaşın doğal eğiliminden söz ederken onun sadece felsefi eğilimini, salt mantığını düşünüyor, yoksa çatışmaya bilfiil katılmış güçlerin eğilimini, örneğin savaşçıların heyecan ve tutkularını hesaba katmıyoruz. Kuşkusuz bir çok hallerde bu duyguları öylesine kışkırtmak ve coşturmak mümkündür ki, onları artık politik çizgide tutabilmek güçleşir; ancak çoğu zaman böyle bir çelişki doğmaz, çünkü bu derece güçlü bir heyecan faktörünün varlığı onunla ahenk halinde bulunan büyük bir planın da varlığı demektir. Oysa, bu plan sadece önemsiz bir amaca yönelik bulundukça, kitlelerin duygusal güçleri de o ölçüde zayıf olur ve frenleyici bir etkiden çok itici bir etkiyi gerektirir. 

26. Tüm savaşlara politik eylemler gözü ile bakılabilir 

Asli konumuza dönelim: her ne kadar bazı savaşlarda politik unsurun hemen tamamen kaybolduğunu, diğer bazılarında ise ilk plana çıktığını ve ağır bastığını görmüş bulunuyorsak da, her iki savaş türünün de politik olduğunda kuşku yoktur. Çünkü politikaya şahıslaşmış Devletin zekası olarak bakacak olursak, politik gökyüzündeki hareketlerini hesaplamak zorunda bulunduğu tüm burçlar arasında, durumu belirleyen şartların niteliği gereği, birinci türden bir savaşın kaçınılmazlığı ihtimalinin de bulunabileceğini kabul etmemiz gerekir. Ancak politikadan genel durumun doğru olarak bilinip değerlendirilmesini değil de, kurnazlık, ikiyüzlülük, şiddete karşı olma, aşırı ihtiyatkârlık gibi tutumları anlıyorsak, o zaman haklı olarak ikinci tür savaşın bu geleneksel politika anlayışına daha uygun düştüğü sonucuna varabiliriz. 

27. Bu görüşün savaş tarihini daha iyi anlamamıza ve teorinin temellerine etkisi 

Demek ki, ilk gördüğümüz şey şu oluyor. Her türlü şartlar altında savaş bağımsız bir şey olmayip politik bir araçtır. Olaylara ancak bu açıdan baktığımız takdirdedir ki, tüm savaş tarihi ile çelişkiye düşmekten kurtulmuş oluruz. Büyük kitabın anahtarı bu görüştedir, yoksa okuduklarımızın içinden çıkamayız. İkinci olarak, bu bakış açısı bize savaşların birbirine benzemediklerini, tersine kendilerini doğuran etkenlerin ve şartların niteliğine göre çok değişik biçimlere büründüklerini göstermektedir. 
Bu itibarla, bir Devlet adamının, bir başkomutanın ilk, en önemli ve kader tayin edici yargısı, giriştiği savaşın türünü doğru olarak değerlendirmek ve böylece onu olmadığı bir şey yerine koymamak ve olamayacağı bir şey olmasını istememektir. Stratejik sorunların birincisi, en geniş kapsamlısı budur. Savaş planına ilişkin bölümde bu sorunu daha yakından incelemek fırsatını bulacağız.

Şimdilik, araştırmalarımızı bu noktaya kadar getirmiş ve bu suretle savaşın ve teorisinin başlıca hangi açıdan ele alınması gerektiğini göstermiş olmakla yetinelim. 

28. Teori için sonuç 

Savaş, gördüğümüz gibi, her somut olayda niteliğini bir ölçüde değiştiren sahici bir bukalemun olmakla kalmayıp, aynı zamanda, bir bütün olarak bakıldığında, belirgin eğilimleri bakımından üç yanlı şaşırtıcı bir olaydır: bir yanda, niteliğinin özünü teşkil eden şiddet, doğal ve kör bir içgüdü sayılması gereken kin ve nefret; öte yanda, savaşı ruhun özgür bir faaliyeti haline getiren ihtimal hesapları ve tesadüfler; son olarak da, savaşı salt akla bağlayan bağımlı bir politik araç kimliği.

Bu üç, cephenin birincisi daha çok milleti, ikincisi daha çok komutanı ve ordusunu, üçüncüsü daha çok hükümeti ilgilendirir. Savaş içinde gemi azıya alan ihtiraslar halkların sinesinde önceden yer etmiş olmalıdır; ihtimaller [sayfa: 66] ve tesadüfler aleminde cesaret ve istidadın oynayacağı rolün önemi komutanın ve ordusunun özelliklerine bağlıdır, politik amaçlarla ilgili karara gelince, onu ancak hükümet alır. 

Birer kanun koyucuya benzeyen bu üç eğilim, derece farkları göstermelerine rağmen, konumuzun niteliğine derinden kök salmış durumdadırlar. Bunlardan bir tanesini hesaba katmak istemeyen, ya da bunların arasında keyfi bir ilişki kurmaya yönelen teori derhal gerçekle öyle bir çelişkiye düşer ki, sırf bu yüzden tüm değerini yitirir. 

Bu itibarla, bütün mesele teoriyi bu üç eğilim arasında, üç ayrı çekim merkezi arasında bulunuyormuş gibi, denge halinde tutmaktan ibarettir. 

Bu güç sorunu çözümlemek ne şekilde mümkün olabilir? Bu hususu savaş teorisine ilişkin kitapta incelemeye çalışacağız. Yukarda tanımlanan savaş kavramı, her halükarda, bize teorinin, gerçek temelini gösteren ve bunun başlıca unsurlarını meydana çıkarıp aralarında bir ayırım yapmamızı sağlayan ilk ışık demeti olacaktır. 


BÖLÜM II
SAVAŞTA AMAÇ VE ARAÇLAR
Blogger tarafından desteklenmektedir.