Header Ads

Header ADS

Komintern - Doğu Meselesi Üzerine Tartışma 5 Aralık 1922

DOGU MESELESİ ÜZERİNE TARTIŞMA

Komünist Enternasyonal Dördüncü Kongresi
Roy
( 5 Kasım - 5 Aralık 1922)

Yoldaşlar ! Aslında Kongrede Doğu meselesini döne döne tartışmamız gerekirdi. Bu meseleyi sermayenin saldırısı ile iç içe tartışmamız gerekirdi, çünkü sermayenin saldırısından söz ettiğimizde, bu saldırının bugün dayandığı ya da gelecekte dayanabileceği kaynakları gözardı edemeyiz. Ne var ki bu yapılmamıştır.

Ve nihayet bu meseleye sıra geldiğinde de, tartışmaya ayrılan zaman öyle kısıtlanmıştır ki, bu kısacık sürede meseleyi az çok anlaşılabilir bir biçimde bile ele almak olanaksızdır. Dolayısıyla Doğu ülkelerindeki durumu size kapsamlı ve ayrıntılı bir biçimde anlatabilecegimi pek sanmıyorum. Oysa bana kalırsa, Batı ülkelerindeki hareketin nihai zafere ulaştırılması açısından, Doğu ülkelerindeki durum oldukça önemlidir. Ama gene de, bana tanınan sürenin kısalığına karşın, elimden geleni · yapacağım.

Komünist Enternasyonal'in II. Kongresinde sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki milli kurtuluş mücadelesine ilişkin temel ilkeler saptanmıştı. Bu temel ilkeler, ekonomik bakımdan ileri ülkelerdeki proletarya devrimi ve proletarya hareketi ile geri halkların milli mücadelesi arasındaki ilişkiyi belirlemek amacıyla saptanmıştı.


Ama 1920 yıllarında, yani Komünist Enternasyonal'in II. Kongresi sırasında sahip olduğunuz tecrübe 
henüz daha kapsamlı ilkeler saptamaya yeterli değildi. O günden bu yana, son iki yıl içinde sömürge 
ve yarı-sömürge ülkelerdeki hareket, uzun bir gelişme dönemi geçirmiştir. Yapılması gerekli pek çok şey yapılmamış olduğu, özellikle de Komünist Enternasyonal ve Batı ülkelerinin komünist partileri bu hareketleri geliştirmek için onlarla daha yakın bağlar kurmayı ihmal ettikleri halde, biz bugün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki hareketlerden daha fazla bilgi, tecrübe ve anlayışla söz edebilecek durumdayız.

Komünist Enternasyonal'in II. Kongresinde kabul edilen tezlere göre sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki Ulusal hareket nesnel olarak ve dayandığı temel açılandan devrimci bir savaştır; bu niteliği ile de dünya devrim mücadelesinin 'bir parçasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla Batı ülkelerinin özellikle de emperyalist ülkelerin komünist partilerinin, bu hareketleri desteklemek için ellerinden geleni yapmaları kararlaştırılmıştı. Ama biz o zamanlar II. Kongrenin bu kararını, bu talimatını nasıl hayata geçireceğimizi bilemiyorduk. Çünkü o günlerde, «sömürge ve yarı-sömürge» gibi kapsamlı bir deyimin, çok çeşitli bölge ve halkları içine aldığını bilenlerin sayısı pek azdı. Bu bölge ve halkların ise, toplumsal gelişme düzeyleri çok çeşitli, içinde bu1undukları siyasi ve sınai gerilik birbirinden farklıydı. O zamanlar biz, bu ülkelerin hepsi siyasi, ekonomik ve toplumsal bakımdan geri olduklarına göre; topunu aynı sepete atabileceğimizi' ve bu meseleyi de gene bir mesele olarak çöze'bileğimizi sanıyorduk. Bu yanlış bir görüştü.

Bugün artık Doğu ülkelerinin ne siyasi ne ekonomik ne de toplumsal bakımdan bağdaşık bir birimmiş
gibi ele alınamayacağını hepimiz biliyoruz. Bu yüzcten Doğu meselesi, Komünist Enternasyonal için -Tabii eğer Komünist Enternasyonal onu ciddiye almak isterse- Batıdaki mücadeleden daha karmaşık bir meseledir.

Batı ülkelerindeki hareketin toplumsal niteliği, mücadele açısından aynıdır. Oysa Doğuda durum farklıdır.Doğu ülkelerini üçe ayırabiliriz. İlkin, kapitalizmin oldukça yüksek bir gelişme düzeyine ulaştığı ülkeleri görüyoruz. Bu ülkelerde sanayi, sadece büyük sermaye merkezlerinden ithal edilen sermayeler sayesinde gelişmiş değildir, bunun yanında yerli bir kapitalizm de yeşermiştir. Bu kapitalizm, sınıf bilinci gelişmiş bir burjuvaziyle, bunun karşıtı olan bir proletaryanın oluşmasına yol açmıştır. Aynı şekilde, bu proletarya da kendi sınıf bilincini geliştirmekte ve yavaş yavaş siyasi aşamaya yönelen ekonomik mücadeleler vermektedir.

İkinci olarak, kapitalist gelişmenin başladığı, ama henüz  geri bir düzeyde bulunduğu, toplumun belkemiğini ise hala feodalizmin oluşturduğu ülkeleri sayabiliriz.
üçüncü olarak ise, ilkel ilişkilerin egemen olduğu, feodal ataerkil düzenin topluma damgasını vurduğu ülkeler vardır.

Peki, o zaman «sömürge ve yarı-sömürge» başlığında toplanan ve böylesine çeşitli gruplara ayrılan bu ülkelerde devrimci hareketi geliştirmek için genel bir program çizmek ya da genel bir taktik yol göstermek nasıl mümkün olacaktır?

Bugün önümüzde II. Kongre tarafından saptanmış olan bu temel ilkeleri derinlemesine geliştirme görevi duruyor. Bugün karşımızdaki somut sorun, bu ülkelerdeki hareketin gelişmesine yardımcı olmak için ne yapmamız gerektiğidir. Çünkü, yukarıda saydığım farklılıklara karşın, bu ülkelerin her birinde devrimci bir hareketle karşı karşıyayız. Ne var ki, bu ülkelerin toplumsal yapısı farklılıklar gösterdiği için, devrimci hareketin doğası da farklıdır. Toplumsal nitelik farklı olduğu oranda hareketlerin programı da farklı olmalı, ona göre farklı taktikler uygulanmalıdır.

Kongremize katılan tüm Doğu heyetleri, bu gerçeği gözönünde tutmuş ve Komünist Enternasyonal'in Doğu Şubesiyle ortak olarak bazı tezler hazırlamışlardır. Bu tezler Kongreye sunuldu. Söz konusu tezlerde Doğudaki genel durum saptanıyor ve hareketin II. Kongreden bu yana gösterdiği gelişme anlatılıyor.

Ayrıca, bu ülkelerdeki hareketin . gelişmesini sağlayacak olan yöntemler de sıralanıyor.

II. Kongre sırasında, yani emperyalist savaştan hemen sonra, sömürge halklarında genel bir ayaklanma durumu saptadık. Bu ayaklanmalar, savaşın getirdiği yoğun ekonomik sömürünün bir sonucuydu. Bu büyük devrimci ayaklanma durumu bütün dünyanın ilgisini uyandırdı. 1919 yılında hem Mısır halkının hem de Kore halkının birden ayaklandığını görüyoruz.

Bu iki uç noktanın arasında kalan ülkelerde ise, derece derece yoğunluk ve yaygınlıkta devrimci ayaklanmalar oldu. Ama o tarihlerdeki bu hareketler büyük kendiliğinden ayaklanmalar olmanın ötesine geçmedi. O günden bu yana toplumsal ekonomik temelin gelişmesi oranında, 'bu hareketleri oluşturan çeşitli unsur ve toplumsal etkenler de berraklaşmıştır. Sonuç olarak, iki yıl önce bu hareketlere etkin bir biçimde katılmış olan unsurların giderek uzaklaştığını hatta hareketi terkettiğini saptıyoruz. Örneğin kapitalizmin daha gelişmiş ·olduğu ülkelerde 'burjuvazinin en üst tabakası, yani ülkede bir şeylere sahip olan, daha büyük bir sermaye yatırımı yapmış ve bir sanayi kurmuş olan kesimi, bugün emperyalizmin himayesi altında bulunmayı kendisi için daha yararlı görmektedir. Çünkü savaşın sonuna doğru büyük toplumsal ayaklanmalar başgösterip devrimci bir fırtınaya dönüştüğünde, bunun yolaçabileceği sonuçlar sadece yabancı emperyalistleri değil yerli burjuvaziyi de korkutmuştur. Söz konusu ülkelerin hiç birinde burjuvazi, yabancı emperyalizmin yerini doldurmayı umacak ve emperyalizmin yıkilışından sonra «düzeni ve huzuru» koruyacak kadar gelişmiş değildir. Aslında şimdi onlar, yabancı hakimiyetini yıkacak devrimci ayaklanmanın ardından bir anarşi, kargaşa ve iç · savaş döneminin gelmesinden korkuyorlar.

Böyle bir dönem onların çıkarlarına da zarar verecektir. Başka bir deyişle, burjuvazinin sanayiyi geliştirebilmek için, yabancı emperyalizmin bu ülkelerin çoğuna getirmiş olduğu düzene ve huzura ihtiyacı vardır. İşte bu düzen ve huzurun tehlikeye düşmesi, kargaşa ve devrimci ayaklanmalar olasılığının belirmesi karşısında yerli burjuvazi emperyalist efendilerle uzlaşmayı daha uygun sayıyor.

Doğal olarak bu durum bazı ülkelerdeki hareketleri geriletmişse de, bu geçici uzlaşma hareketlerin temellerini zayıflatamaz. Emperyalizm, bu ülkelerde iktidarı elde tutabilmek için yerel destek bulmak, bir toplumsal temele dayanmak, o toplumun şu ya da bu sınıfının desteğini sağlamak zorundadır. Bugün emperyalizm artık eski sömürü yöntemlerini terketmeyi uygun görüyor, yerli burjuvaziy ya da yerli burjuvazinin belli bir kesimine çeşitli siyası ve ekonomik ödünler veriyor. Bu ödünler, yerli burjuvaziyi şimdilik yumuşatmakla birlikte, önünde yeni ufuklar da açmıştır. Bu  ödünler sonucunda yerli burjuvazi, ekonomik gelişmenin tadını tatmış, ortaya kapitalist bir rekabet çıkmıştır. Çünkü, sömürge ülkelerde sanayi bir kez gelişmeye başladı mı, emperyalist sermayenin tekelci konumunun temelleri de sarsılmaya başlar. Dolayısıyla yerli burjuvaziyle emperyalist burjuvazi arasındaki bugünkü uzlaşma kalıcı olamaz. Bu uzlaşma, gelecek çatışmaların tohumlarını bağrında taşıyor. 

Toplumdaki yönetici unsurları, tefeci sermaye ve ticaret sermayesiyle feodal bürokrasi ve feodal militarizmin oluşturduğu ve milli harekete bunların önderlik ettiği ikinci tür ülkelerde de bu emperyalist uzlaşma siyaseti uygulanmıştır. Ne var ki buralarda bu siyaset, öteki ülkelerde görüldüğü oranda istenen sonuçları verememiştir. Bunun nedeni, feodal bürokrasiyle yerli burjuvazinin çıkarlarını uyuşturmak kadar kolay olmamasıdır.

İşte bundan dolayıdır ki, geçtiğimiz yılda Türkiye'deki mücadelenin, Türkiye'deki milliyetçi mücadelenin, sömürgelerdeki tüm mücadelelerden üstün olduğunu gördük. Ama Türkiye'deki son olaylar, aynı zamanda bu durumun zayıf yanlarını da gözler önüne seriyor. Hepimiz biliyoruz ki, bir halkın toplumsal ekonomisi feodal ataerkil sisteme bağlı kaldığı sürece, oradaki milli mücadele, siyasi anlamda millet olma duygusunu geliştirmeye yetmez. Toplumun önderliğini üstlenecek bir burjuvazi bulunmadığı sürece, tüm devrimci olanaklarıyla bir milli mücadele oluşamaz. Bu ülkelerin tümünde milli mücadele, burjuvazinin gelişmesine paralel olarak  derinleşmiştir. Sömürge ülkeler burjuvazisinin emperyalist burjuvaziyle sürekli olarak uzlaşmasının tehlikelerini bilsek bile, yukarıdaki tespitten dolayı, sömürgelerdeki burjuva milliyetçi hareketlerin nesnel olarak devrimci olduğunu ve bu nedenle de desteklenmesi gerektiğini her zaman için ilke olarak savunmalıyız. Ama bunun yanısıra; bu nesnel gücü kayıtsız şartsız kabul etmenin. doğru olmadığını ve özel tarihi nedenlerin de gözönünde bulundurulması gerektiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Burjuvazi, miyadını doldurmuş geri toplum biçimlerine karşı ayaklandığı zaman, devrimci bir etken olur. Yani, mücadele özünde feodal düzene yöneliyor ve burjuvazi bu mücadelede halka önderlik ediyorsa, durum böyledir. O zaman burjuvazi, devrimin öncüsü durumundadır.

Gelgelelim Doğu ülkelerinin yeni burjuvazisinin ya da bu burjuvazinin çoğunluğunun böyle bir durumu olduğu söylenemez. Bu ülkelerde mücadeleye burjuvazi önderlik etmektedir ama, mücadele feodalizme karşı değildir. Buralarda söz konusu olan, zayıf, gelişmemiş ve ezilmiş bir burjuvazi ile güçlü ve gelişmiş bir burjuvazi arasındaki mücadeledir. Bu bir sınıf mücadelesi olmayıp bir tür rekabet mücadelesidir, dolayısıyla uzlaşmanın unsurlarını da içinde barındırmaktadır.

Dolayısıyla sömürgelerdeki milliyetçi mücadele, milli gelişme için devrimci hareket, yalnızca burjuva ideolojisinden esinlenen ve yalnızca burjuvazinin önderliğindeki bir harekete dayandırılamaz. Bugün 'bu ülkelerdeki tüm bu yönetici unsurların, yani daha ileri ülkelerde liberal burjuvazi, ikinci grup ülkelerde ise feodal askeri zümrelerin, emperyalist yönetimle ve emperyalist kapitalizmle yavaş yavaş uzlaşma yolları aradığını görüyoruz.

Bu olgu akla şöyle bir soru getiriyor: Acaba bu mücadeleye başka bir toplumsal unsurun sahip çıkması ve önderliği bugüne değin mücadeleyi yönetmiş olan ellerden çekip alması mümkün müdür?

Kapitalizmin yeterince gelişmiş olduğu ülkelerde böyle bir toplumsal unsurun belirmeye başladığını görüyoruz. Bu ülkelerde bir proletarya sınıfı oluşmaktadır.  Kapitalizm, köylülüğü sıkıştırdığı her yerde büyük bir yoksul ve topraksız tarım işçisi kitlesinin ortaya çıkmasına yol açıyor. İşte bu kitlelerin yavaş yavaş mücadelenin içine çekilmesi sonucunda, mücadele artık saf ekonomik nitelikte olmaktan çıkıp her geçen günle daha fazla siyasi bir özellik kazanıyor. Henüz feodalizmle feodal askeri kliğin yönetimi elde tuttukları ülkelerde de aynı şekilde gittikçe büyüyen bir köylü hareketinin geliştiğini görüyoruz. Emperyalist sermayeyle yerli toprak sahiplerinin ve feodal sınıfın çıkarlarının özdeş olduğu, her çatışmada, her mücadelede görülüyor. Halk kitlesi ayaklandığında, milli hareket devrimci boyutlara ulaştığında, bu durum sadece emperyalist sermayeyi ve yabancı efendileri tehdit etmekle kalmamakta yerli üst sınıfların da yabancı sömürücülere yanaşmasına yol açmaktadır.

Sömürge ülkelerde ikili bir mücadelenin sürdüğüne tanık oluyoruz. Bu mücadele, hem yabancı emperyalizme hem de yabancı emperyalizmi dolaylı ya da dolaysız güçlendiren ve destekleyen yerli üst sınıflara karşı sürdürülmektedir.

Araştırmak zorunda olduğumuz meselenin özü de işte budur: Çıkarları emperyalizmin çıkarlarıyla çelişen ya da ekonomik gelişmeleri emperyalist hakimiyet yüzünden engellenen yerli burjuvazi ve yerli üst sınıfların mücadeleye atılmalarını sağlamak için onları nasıl yüreklendirmeli ve desteklemeliyiz? Bu etkenlerin nesnel devrimci öneminden yararlanma yolları bulmak zorundayız. Öte yandan bu unsurların etkinliğini yalnızca buraya kadar sürdürmenin doğru olduğunu, daha ileri gitmelerine izin vermemek gerektiğini de hiç bir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu unsurların belli bir sınıra geldikten sonra devrimi durdurmaya çalışacaklarını bilelim. Bu güne dek hemen hemen her ülkede buna benzer tecrübeler yaşadık. Tüm Döğu ülkelerindeki hareketin son yıllar içindeki durumunu incelemek,
yapacağımız programın maddelerini geliştirmemize yardımcı olurdu, ama, ne yazık ki buna zaman yoktur. Çoğunuzun bu ülkelerdeki hareketin gelişmesi hakkında oldukça iyi bilgi sahibi olduğuna inanıyorum.

Bildiğiniz gibi Mısır'daki ve Hindistan'daki hareket, burjuvazinin korkaklığı ve yalpalayan tutumu yüzünden duralamıştır. Oysa buralarda geniş köylü ve işçi kitlesini kucaklayan büyük bir devrimci hareket vardı. Bu hareket, emperyalizmi ciddi bir biçimde tehdit ettiği halde, emperyalizme ağır bir darbe indirememiştir. Bunun çok 'basit 'bir sebebi vardır: Hareketin önderliği burjuvazinin elindeydi!

Burjuvazinin iki gruba ayrıldığını görüyoruz. Sanayi bakımından gelişmiş olan ve emperyalist sermayeye bağlı büyük sanayi ve ticaret çıkarlarına sahip üst tabaka, kendi büyümesine yönelen tehlikeyi görerek emperyalizmin safına geçmiştir. Böylece, zaten zayıf bir toplumsal zemini olan devrimci milliyetçi hareketin önüne dikilen somut engellerden biri haline gelmiştir.

Bu burjuvazi, büyük devrimci hareketin' başına geçerek onu yürütecek cesarete ve kararlılığa sahip değildi. Bu unsurlar tarafından ihanet edilerek saptırılan hareket, işte bugünkü bunalıma düşmüştür.

Öte yanda ise Türkiye mücadelesinin örneği var.

Bu mücadele halen sürmektedir. Türkiye halkımn kazandığı önemli zaferin, 'bugün hareketin başında olan feodal askeri klik yüzünden, mantıksal sonuçlarına götürülemediğini hepiniz biliyorsunuz. Türkiye halkının nihai kurtuluşu, Türk milletinin siyasi ve ekonomik bakımdan tamamiyle kurtulması, sırf küçük bir feodal askeri zümrenin çıkarları korunsun diye tehlikeye atılmıştır ve atılacaktır. Bu zümre, kendini bir grup emperyaliste satmayı çıkarlarına uygun gördü; bir emperyalist gruba karşı öteki ile birleşmeyi ise, çıkarlarına daha da uygun görmektedir. Bu tutumları belki gruplarının daha da genişlemesine ve Mustafa Kemal Paşa'nın Sultanın yerine tahta çıkmasına hizmet edebilir (Mustafa Kemal Paşa, esas olarak İngiliz emperyalizminin bir aletiydi) ama, Türkiye'nin milli meselesinin çözümüne kesinlikle hizmet etmedi.

Bundan daha iki-üç ay önce, dünyadaki tüm devrimci unsurlar Mustafa Kemal Paşa'nın zaferlerini coşkuyla selamlarken, bugün Kemal, işçilerle köylülerin devrimci gücü sayesinde kurtulmuş olan özgür Türkiye'de, bu işçilerle köylülerin iyiliği için çalışan herkesi zalimce kovuşturuyor. İşte bu olgu, bu tür ülkelerin birinde ya da ötekinde burjuvaziyle feodal askeri kliğin milliyetçi devrimci mücadelenin önderliğini üstlenebileceğini, ama bir noktadan sonra bu insanların harekete mutlaka ihanet ederek karşı-devrimci bir güce dönüşeceklerini kanıtlıyor. Nesnel olarak daha devrimci olan öteki toplumsal unsuru siyasi bakımdan eğiterek bunların yerini alabilecek düzeye getiremediğimiz sürece, milliyetçi mücadelenin nihai zafer kazanması bugün için biraz zordur. İki yıl öncesinde bu sorunu bu açıklıkla göremiyorduk. Ama gene de nesnel olarak böyle bir eğilim vardı. Bugün Doğu ülkelerinin hemen hemen hepsinde komünist partileri, siyasal kitle partileri vardır.

Sözkonusu ülkelerin çoğunda bu partilere Batılı anlamda bir komünist partisi denemeyeceğini biliyoruz. Ama bu partilerin varlığı oradaki toplumsal etkenlerin halk kitlelerinin, işçilerle köylülerin talepleri ni, çıkar ve özlemlerini dile getirecek, yansıtacak siyasal partileri zorunlu kıldığını kanıtlamaktadır. Bunlardan beklenen yanlızca yerli burjuvazinin ekonomik gelişmesive siyasal bakımdan güçlenmesi için mücadele eden milliyetçiliğin yerine geçmeleri, burjuva siyasal partileri olmamalarıdır. Doğu ülkelerindeki komünist partilerin varlığını ve bunların tarihi rolü, meseleye başka bir açıdan baktığımızda daha da önem kazanıyor.

Bilindiği gibi sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde burjuvazi, mücadele sahnesine biraz geç, 150 yıl kadar geç çıkma gibi bir talihsizliğe uğramıştır. Dolayısıyla kurtarıcı rolü oynamaya hiçbir şekilde hazır değildir. Çünkü o, ancak belli bir noktaya kadar gidebilir, hem bu noktadan öteye geçmeyi zaten kendi de istemez. Ve milyonlarca halkın milli kurtuluş özlemi çektiği, ilerleyebilmek için kendisini hem ekonomik hem de siyasi bakımdan emperyalizminden kurtarmak zorunda olduğu bu ülkelerde, burjuvazinin önderlik ettiği bir milliyetçi devrimci hareket, yukarıdaki nedenlerden ötürü başarı kazanamaz.

İşte bu komünist partileri de bugün için birer hücreden öte varlık göstermeseler bile, bu bakımdan. zorunludurlar. Bu partiler büyük bir rol oynayacaklardır, çünkü burjuvazi milli devrim mücadelesine ihanet ederek onu terkettiğinde, bu mücadeledeki önderliği devralmaklagörevlidirler. Bu partiler, emperyalizmden kurtuluş mücadelesini sürdürecektir. Sömürge halklarının ve ezilen milliyetlerin tam siyasi ve ekonomik bağımsızlık kazanması ancak bu partilerin sayesinde mümkün olacaktır .

Tarih, bu partilere bu görevi veriyor. Bu partiler, işçilere ve köylülere, yani nesnel olarak en devrimci unsurlara dayandıkları için, bu görevin üstesinden gelme olanağına toplumsal açıdan da sahiptirler. İşçilerin ve köylülerin emperyalizmle hiç bir ortak çıkarları olamaz, ayrıca bu ülkeler kapitalist-emperyalist boyunduruk altında kaldığı sürece işçilerle köylülerin toplumsal durumlarının ve ekonomik koşullarının düzelmesi olanaksızdır.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı, bu ülkelerdeki milli devrim mücadelesi, ancak ve ancak işçilerle köylülerin önderliği altında, yani işçilerle köylüleri temsil eden bir siyasal partinin önderliği altında nihai zafer kazanabilir.

Yoldaşlar, bu ülkelerde komünist partilerin örgütlenmesi zorunluluğu, önümüze, bu komünist partilerin program ve taktikleri sorununu getiriyor. Komünist Enternasyonal'in program sorununu tartışırken, Doğu ülkelerinde bir program geliştirmenin Enternasyonal için son derece karmaşık bir görev olduğunu ciddi bir biçimde hesaba katmak gerekir. Bu noktaya 'burada dikkati çekmek istiyorum. Komünist Enternasyonal'deki yoldaşlarımız bu sorunları incelemeye bugüne değin çok az zaman ayırmış oldukları için -bunu ne yazık ki itiraf etmek zorundayız- sorun daha da karmaşıklaşmaktadır.

Doğu ülkelerindeki komünist partileri tarafından kabul edilebilecek bir program hazırlayıp taktikler geilştirmemizden önce, Enternasyonal'in çeşitli şubelerinin bu meselelere biraz daha fazla eğilmesi ve daha büyük bir titizlikle bunları incelemesi gerekir. Bu çalıŞmaları boşa gitmeyecektir, çünkü kendi ülkelerindeki burjuvazinin iktidarı da, bugün için sömürge ülkelerdeki duruma sıkıca bağlıdır. Emperyalizm bugün, sö­mürge ülkelerde sanayiyi geliştirme yoluyla kendini kurtarmaya çalışıyor. Savaş sırasında emperyalizm, özellikle de İngiliz emperyalizmi, geri sömürge ülkelerinin sanayileriyle ekonomilerindeki tekelci tutumunu birazcık gevşetmeyi uygun görmüştü. Sonuç olarak, örneğin Hindistan gibi tam 150 yıldan fazla bir süredir İngiliz sanayisinin tanın yedek deposu ve ham madde kaynağı olmuş bir ülkede savaş sırasında sanayinin az çok gelişmesine izin verildi. Avrupa'da kapitalist dengenin sarsılması, emperyalizmi. yeni pazarlar aramaya zorlamaktadır. Böylece dünya kapitalizminin dengesi yeniden kurulacaktır. Emperyalizm, bu pazarları sömürge ülkelerde bulmayı umuyor, bu amaçla Hindistan ve Çin gibi ülkelerde sanayiyi geliştiriyor. Bu sorunu bu yoldan çözmeye çalışıyor. İşte emperyalizm, Avrupa protletaryasına karşi saidırısını bu sömürge ülkeler kaynağından yararlanarak ölümcül bir zaferle noktalamayı ummaktadır. Bu eğilimi hiç bir zaman gözden uzak tutmamalıyız. Gerçi bu noktada şöyle bir itiraz öne sürülebilir: Hayır, bu olamaz, çünkü emperyalizmin
çıkarları sömürge ülkelerin ekonomik bakımdan geri kalmasını gerektirir, zira böylece hakim ülkelerde
üretilen mallar bu geri ülkelere satılabilecektir.

Güzel. Ne var ki bu, çok mekanik bir bakış tarzıdır. Sırf Çinlilerin etek boyunu üç-beş santim uzatmakla, dünya tekstil üretimini iki katına çıkarabilirsiniz. Sanayiyi geliştirerek 400 milyon Çinlinin hayat düzeyini yükseltmek ve böylece dünya tekstil üretimini iki katına çıkartmak mümkündür. Demek ki Çin'de sanayinin gelişmesi, kapitalist ana ülkelerde üretimin düşmesine yol açacak diye birşey yok. Bu ülkelerin sanayilerini geliştirmeleri için kendi üretemedikleri makinelere vb. ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla sömürge pazarları belki bazı mal türleri açısından daralır ama, makineler açısından genişler.

Aynca, İngiltere ve öteki ülkelerin bugüne dek Orta ve Batı Avrupa'da pazarlanan ürünleri içinde yeni alıcılar araması zorunludur. Bu yeni alıcılar ise, ancak sömürge ülkelerinin tüketim gücü arttırılarak bulunabilir.

Gördüğünüz gibi, kapitalizmin geniş boyutlu saldırısında emperyalist sermayenin sömürge ve yan-sömürge ülkelerdeki yerli sermaye ile birleşmesi önemli bir rol oynuyor. Avrupa ülkelerinde kapitalizmin saldırısıyla 'başa çıkabilmek için, mücadele güçlerimizi sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki hareketle uyum haline getirmemiz gerekmektedir.

Son iki yıl içinde kendi gücümüzle bu ülkelerdeki burjuva milliyetçi partilerin gücü arasında uyum sağlama deneylerimiz bize böyle bir birleşmenin her zaman için pratik olmadığını öğretti. Bu ülkelerde kendi partilerimizin bulunması gerekiyor, bu zorunludur ve bu partiler aracılığıyla burjuva-devrimci partilerden en ge­niş biçimde yararlanmamız mümkün olacaktır.

Bu bizi, emperyalizme karşı birleşik cephe meselesine götürüyor. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde emperyalizme karşı bir birleşik cepheyi, Batı ülkeleri işçilerinin birleşik cephesiyle omuz omuza örgütlemek zo­rundayız. Emperyalizme karşı bu birleşik cephenin hedefi, varolan tüm devrimci güçleri örgütleyerek emperyalizme karşı büyük bir birleşik cephe kurmak olmalıdır.

Son iki yılın deneyinin de gösterdiği gibi, bu cephenin örgütlenmesi burjuva partilerinin önderliğinde gerçekleştirilemez. Dolayısıyla bu cephenin yönetimini ve örgütlenmesini kendi elimize alabilmek için bu ülkelerdeki partilerimizi geliştirmek zorundayız. Batı ülkelerinde proletaryanın birleşik cephe taktiği nasıl örgütsel gücün birikimini sağlıyor ve çatışmayı somutlaştırarak sosyal-demokrat partilerin ihanetiyle uzlaşmacı taktiklerini açığa çıkarıyorsa, sömürge ülkelerde yürütülecek emperyalizme karşı 'birleşik cephe kampanyası da hareketin önderliğini korkak ve yalpalayan bur juvaziden kurtaracak, kitlelerin daha etkin bir biçimde öncü rolü oynamalarını sağlayacaktır. Böylece hareketin temeli toplumun en devrimci unsuruna dayanarak nihai zafer güvence altına alınabilecektir.

Komünist Enternasyonal,
Dördüncü Kongre Tutanağı
Almanca, s, 590 - 598
Blogger tarafından desteklenmektedir.