Header Ads

Header ADS

SON YAZILAR - SOSYALİST REJİMDE DEĞER YASASI ÜZERİNE

Son Yazılar 1950-1953 İkinci Bölümden

Değer yasasının bizde, sosyalist rejimimizde varolup olmadığı ve etkide bulunup bulunmadığı bazan sorulmaktadır.

Evet, vardır ve etkilidir. Nerede meta ve meta üretimi bulunuyorsa, değer yasası zorunlu olarak vardır.

Bizde, değer yasasının etki alanı, önce meta dolaşımını, metaların alım ve satım biçiminde değişimini, özellikle kişisel kullanım metalarının değişimini kapsar. Bu alanda değer yasası, kuşkusuz bazı sınırlar içinde, düzenleyici bir rolü sürdürmektedir.

Ancak değer yasasının etkisi, yalnızca metaların dolaşımı alanı ile sınırlanmaz. Değer yasası üretim alanında da etkilidir. Değer yasasının sosyalist üretimimizde düzenleyici bir rol oynamadığı doğrudur. Buna karşın üretimi etkilemektedir ve üretimi yönetmek için onu hesaba katmak gereklidir. Gerçek şudur ki, bizde, üretim sürecinde emek-gücü sarfiyatını karşılamak için gerekli tüketim ürünleri, değer yasasının etkisine bağlı metalar olarak imal edilmekte ve gerçekleştirilmektedir. Değer yasası, özellikle o alanda üretimi etkilemektedir. Böyle olunca, malî özerkliğin ve verimliliğin, maliyet-fiyatının, fiyatların vb. işletmelerimizde bugün güncel bir önemi bulunmaktadır. Bu yüzdendir ki, işletmelerimiz, değer yasasından vazgeçemezler ve vazgeçmemelidirler.


Bu iyi bir şey midir? Kötü bir şey değildir. Bugün içinde bulunduğumuz koşullarda, bu gerçekten kötü bir şey değildir, çünkü bu, ekonomi uzmanlarımızda, üretimi rasyonel bir biçimde yönetmek fikrini doğurmaktadır, onları disiplinleştirmiştir. Bu kötü bir şey değildir, çünkü ekonomi uzmanlarımız, üretim potansiyelini değerlendirmeyi, özenle değerlendirmeyi ve gelişigüzel alınmış "tahminî rakamlar" üzerinde gevezelik etmekle zaman yitireceğine, aynı özenle, üretimdeki gerçekleri hesaba katmasını böylece öğreniyorlar. Bu kötü bir şey değildir, çünkü ekonomi uzmanlarımız onları ayaklar altında çiğneyeceğine, üretimimizin derinliklerinde gizlenmiş bulunan, uyuyan rezervleri aramayı, bulmayı ve işletmeyi böylece öğreniyorlar. Bu kötü bir şey değildir, çünkü ekonomi uzmanlarımız imalât yöntemlerini sistemli bir biçimde iyileştirmeyi, maliyet-fiyatlarmı kısmayı, malî özerkliği uygulamayı ve işletmelerin verimliliğini sağlamayı böylece öğreniyorlar. Sosyalist üretimin gelişmesinin bugünkü aşamasında, bu, ekonomideki kadrolarımızı, üretimin gerçek yöneticileri durumuna getirmek üzere onların yükselişini hızlandıran iyi bir pratik okuldur.
Bahtsızlık, değer yasasının üretimimizi etkilemesinde değildir. Bahtsızlık, ekonomi ve planlama uzmanlarımızın, az istisna ile, değer yasasının etkisini iyi bilmemelerinde, onu incelememelerinde ve hesaplarında dikkate almayı bilmemelerindedir. Bizde fiyat politikasında hâlâ süregelen kargaşalığın nedeni budur. Birçok örnek arasından bir tanesini verelim. Bir süre önce, pamuk üretiminin yararına pamuk ve tahıl fiyatlarını ayarlamak kararı alınmıştı, pamuk üreticilerine satılacak tahılın fiyatı saptanacak ve devlete teslim edilen pamuğun fiyatı yükseltilecekti. Ekonomi ve planlama uzmanlarımız, buna ilişkin olarak, Merkez Komitesinin üyelerini şaşırtabilecek bir öneriyle geldiler, çünkü tahılın ton fiyatının, aşağıyukarı pamuğun ton fiyatı ayarına yükseltilmesi öneriliyor, tahılın ton fiyatı ise bir ton ekmeğin fiyatının düzeyine getirilmiş bulunuyordu. Merkez Komitesi üyeleri, öğütme ve pişirmenin gerektirdiği fazla harcamalar yüzünden, bir ton ekmeğin fiyatının, bir ton tahılın fiyatından yüksek olması gerektiğini; dünya pamuk ve tahıl fiyatlarının da ortaya koyduğu gibi, pamuğun, tahıldan genellikle daha pahalı olduğunu belirtince - öneriyi hazırlayanlar tatmin edici bir yanıt getiremediler. Zorunlu olarak Merkez Komitesi bu konuyu ele aldı, tahıl fiyatlarını indirdi ve pamuk fiyatlarını yükseltti. Bu yoldaşların önerisi yasalaşsaydı ne olurdu? Pamuk üreticilerini iflâs ettirmiş olurduk ve pamuksuz kalırdık.

Bu demek midir ki, değer yasası, bizde, kapitalist düzende olduğu kadar yaygın bir biçimde etkide bulunmaktadır? Kuşkusuz hayır. Gerçekte, bizim ekonomik sistemimizde, değer yasası etkisini sıkı bir biçimde sınırlanmış bir çerçeve içersinde duyurur. Önceden de belirtmiştik ki, bizim rejimimizde, meta üretimi, etkisini sınırlı bir çerçeve içersinde duyurur. Değer yasasının etkisi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Kuşkusuz, üretim araçlarının özel mülkiyetinin olmayışı ve bunların kentte de, kırda da toplumsallaştırılmış bulunmaları, değer yasasının etki alanını ye üretim üzerindeki etki derecesini ancak sınırlayabilir.

Ulusal ekonomimizde, üretimdeki rekabet ve anarşi yasasının yerini almış bulunan, uyumlu (orantılı) gelişme yasası aynı doğrultuda etkisini duyurmaktadır.

Yıllık ve beş yıllık planlarımız, ye genellikle ulusal ekonominin uyumlu gelişmesi yasasının gereklerine dayanan tüm ekonomik politikamız da aynı doğrultuda etkilerini duyurmaktadır.

Bütün bu olgular, birlikte ele alınırsa, değer yasasının etki alanının, bizde, sıkı bir biçimde sınırlı bulunduğunu, ve rejimimizde değer yasasının, üretimde bir düzenleyici rol oynayamayacağını tanıtlar.

Bu, sosyalist üretimin sürekli ve coşkun bir biçimde gelişmesine karşın, bizde, değer yasasının aşırı üretim bunalımlarına yolaçmaması ve ama kapitalist rejimde, geniş bir etki alanı olan aynı değer yasasının, kapitalist ülkelerde üretimdeki zayıf gelişme tempolarına karşın, devresel aşırı üretim bunalımlarına yolaçması olgusunu, bu "şaşırtıcı" olguyu da açıklar.

Deniliyor ki, değer yasası, tarihsel gelişmenin bütün dönemleri için zorunlu, değişmez bir yasadır; ve değer yasası komünist toplumun ikinci aşamasında değişim ilişkilerinin düzenleyicisi olarak gücünü yitirirse de, bu gelişme aşamasında da üretimin değişik dalları arasında düzenleyici olarak, üretim dalları arasında emeğin dağılımının düzenleyicisi olarak gücünü sürdürecektir.

Bunlar tamamen yanlıştır. Değer ve değer yasası, meta üretiminin varlığına bağlı bulunan tarihsel bir kategoridir. Meta üretiminin yokolması ile değer ve değer yasası da bütün biçimleriyle yokolacaklardır.

ikinci aşamasında, ürünlerin imali için harcanan emek miktarı, artık, meta üretimi döneminde olduğu gibi değer ve onun biçimleri aracılığı ile dolaylı yollardan ölçülmeyecektir; ama doğrudan ve dolaysız olarak ürünlerin imali için harcanan saat miktarı hesaplanarak saptanacaktır. Emeğin dağılımına gelince, bu da, o dönemde gücünü yitirmiş olacak, üretim dalları arasında değer yasasına göre ayarlanmayacak, ama toplumun ürün olarak gereksinmelerinin artışına göre saptanacaktır. Bu öyle bir toplum olacaktır ki, üretimi, toplumun gereksinmeleri saptayacaktır, ve toplumun gereksinmelerinin sayımı plancılık örgütleri için birinci derecede bir önem kazanacaktır.

Bugünkü ekonomik düzenimizde, yani komünist toplumun gelişmesinin ilk aşamasında, değer yasasının üretimin değişik dalları arasında emeğin dağılımının "oranlarını" sözümona düzenlediğini ileri sürmek, aynı şekilde kesin olarak yanlıştır.

Eğer bu doğru olsaydı, neden, çok kez daha az verimli olan ve bazan hiç de verimli bulunmayan ağır sanayi yerine, daha verimli olan hafif sanayimizi sonuna kadar öncelikle geliştirmeyelim?

Eğer bu doğru olsaydı, neden, işçilerin emeğinin "istenilen etkiyi" yaratmadığı, şimdilik verimsiz olan ağır sanayi işletmelerimiz kapatılarak, işçi emeğinin "en büyük etkiyi" yaratabileceği, verimli, yeni hafif sanayi işletmeleri açılmıyor?

Eğer bu doğru olsaydı, neden, bizde ulusal ekonomi için çok gerekli olmakla birlikte, az verimli olan işletmelerin işçileri, sözümona üretim dalları arasında emeğin dağılımının "oranlarını" düzenleyen değer yasası uyarınca daha verimli işletmelere doğru aktarılmıyorlar?

Kuşkusuz ki, bu görüşte olan yoldaşlara ayak uydurarak, üretim araçları üretimine verdiğimiz öncelikten vazgeçip, tüketim araçları üretimine hız vermemiz gerekirdi. Yani üretim araçları üretiminin önceliğinden vazgeçmek ne anlama gelir? Bunun sonucu, ulusal ekonomimizin sürekli gelişmesini olanaksız kılmaktır, çünkü üretim araçlarının üretiminin önceliği sağlanmadan, aynı zamanda, ulusal ekonominin sürekli gelişmesi sağlanamaz.

Bu yoldaşlar unutuyorlar ki, ancak üretim araçlarının özel mülkiyetinin, rekabetin, üretim anarşisinin, aşırı üretim bunalımlarının varoldukları kapitalist rejimde, değer yasası üretimin düzenleyicisi olabilir. Unutuyorlar ki, bizde, değer yasasının etki alanı, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, ulusal ekonominin uyumlu gelişmesi yasasının etkisi ve uyumlu gelişme yasasının yaklaşık gerekliliklerinin yansıması olan yıllık ve beş yıllık planlarımız tarafından da sınırlanmış bulunmaktadır.

Bazı yoldaşlar buradan şu sonucu çıkarıyorlar ki, ulusal ekonominin uyumlu gelişmesi yasası ve bu yasanın planlaştırılması, verimlilik ilkesini yoketmektedir.

Bu tamamen yanlıştır. İşin aslı bambaşkadır. Eğer verimliliği bir tek yıl süresince çeşitli işletmeler ya da üretim dalları yönünden değil de, örneğin on-onbeş yıl içinde, ulusal ekonominin tümü olarak gözönüne getirirsek -ki sorun ancak bu biçimde doğru olarak ele alınabilir-, çeşitli işletmelerin ya da üretim dallarının anî ve eğreti verimliliği, kararlı ve sürekli verimliliğin üstün biçimi ile hiç bir biçimde karşılaştırılamaz: bu verimlilik, bizi, topluma pek büyük zararlar veren, ulusal ekonomiyi yıkıcı devresel ekonomik bunalımlardan kurtaran ve bize, çok yüksek düzünleriyle ulusal ekonominin sürekli gelişmesini sağlayan ve ulusal ekonominin uyumlu gelişmesi yasasının ve bu yasanın planlaştırılmasının etkisinin bize sağladığı verimliliktir.

Kısaca, bugünkü sosyalist üretim koşullarımızda, değer yasasının, üretimin çeşitli dalları arasında, emeğin dağılımı konusunda "oranın düzenleyicisi" olamayacağında kuşku yoktur.


IV. KENT İLE KIR ARASINDAKİ, KAFA İLE KOL EMEĞİ ARASINDAKİ KARŞITLIĞIN ORTADAN KALDIRILMASI VE ARALARINDAKİ FARKLARIN GİDERİLMESİ ÜZERİNE

Bu başlık, birbirinden esasında farklı bulunan birçok sorunu ilgilendirmektedir; buna karşın, ben, bunları bir tek bölümde birleştiriyorum, bunu, sorunları birbirine karıştırmak için değil, açıklamamı kısaltmak için yapıyorum.

Kent ile kır arasındaki, sanayi ile tarım arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması sorunu, Marx ve Engels tarafından uzun zamandan beri ortaya konmuş, bilinen bir sorundur. Bu karşıtlığın ekonomik temeli, sanayiin ve ticaretin gelişmesi ve kapitalist kredi sistemi sonucu kapitalist rejimin yolaçtığı, kırın kent tarafından sömürülmesi, köylülüğün mülksüzleştirilmesi ve kırsal nüfusun çoğunluğunun iflâsa sürüklenmesindedir. Bu yüzden, kapitalist rejimde, kent ile kır arasındaki karşıtlığı bir çıkarlar karşıtlığı olarak görmek doğru olur. Kırın kente karşı, ve genellikle "kentliye" karşı bu düşmanca tutumu, bu temelden çıkmıştır.

Kuşkusuz ki, kapitalizmin ve sömürü sisteminin yokedilmesi ile, ülkemizde sosyalist düzenin güçlenmesi ile aynı zamanda kent ile kır, sanayi ile tarım arasındaki karşıtlık yokolmalıydı. Nitekim öyle oldu. Köylülüğümüze sosyalist kent tarafından, işçi sınıfımız tarafından, büyük toprak sahiplerini ve kulakları tasfiye için sağlanan büyük yardım, işçi sınıfı ile köylülüğün ittifakı yönünde sağlam bir zemin yaratmıştır; öte yandan, köylülüğün ve onun kolhozlarının sistemli bir biçimde traktörlerle ve birinci sınıf makinelerle donatılması, işçi sınıfı ile köylülük arasındaki ittifakın bir dostluğa dönüşmesini sağladı. Kuşkusuz, buna karşın, işçiler ve kolhozcu köylülük karşılıklı durumları dolayısıyla birbirinden farklı olan iki sınıf oluşturmaktadırlar. Ancak bu farklılık, dostluklarını hiç bir biçimde zayıflatmamaktadır. Tersine, ikisinin de çıkarları, aynı plan üzerinde, sosyalist rejimin pekişmesi ve komünizmin zaferi planı üzerinde bulunmaktadır. Böyle olunca, eski zamanlardaki kuşkudan ve kırın kente karşı olan kininden hemen hemen bir iz kalmamış bulunması şaşılacak bir şey değildir.

Bütün bunlar, kent ile kır arasında, sanayi ile tarım arasındaki karşıtlığa uygun olan ortamın şimdiki sosyalist rejimimiz tarafından şimdiden tasfiye edildiği anlamına gelir.

Kuşkusuz, bu demek değildir ki, kent ile kır arasındaki karşıtlığın kalkması, "büyük kentlerin gerilemesi" (bkz: Engels, Anti-Dühring) ile sonuçlanacaktır. Büyük kentler ölmeyecek, aynı zamanda, büyük entelektüel kültürün merkezi olacak, yalnızca büyük sanayiin merkezleri olmakla kalmayıp aynı zamanda tarımsal ürünlerin işletilmesi ve gıda sanayiinin bütün dallarının güçlü gelişmesinin merkezleri olacak, yeni, büyük kentler de gelişecektir. Bu, ülkenin kültürel kalkınmasına hizmet edecek ve kent ile kır arasındaki yaşam koşullarının eşitlenmesine yolaçacaktır.

Kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlığın kaldırılması için de durum aynıdır. Bu da, Marx ve Engels'in uzun zamandan beri ortaya attığı iyi bilinen bir sorundur. Kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşıtlığın ekonomik temeli, kafa emeğinin temsilcileri tarafından kol emekçilerinin sömürülmesinde yatmaktadır. Kapitalist rejimde, işletmelerde, kol emekçileri ile yönetici personel arasındaki uçurumu herkes bilir. Bilinmektedir ki, bu uçurum, işçilerde, müdüre, ustabaşıya, mühendise ve teknik personelin öteki temsilcilerine karşı düşmanca bir tutuma yolaçmıştır, işçiler bunlara düşman gözü ile bakmıştır. Anlaşılacağı gibi, kapitalizmin ve sömürü sisteminin kaldırılması ile kol emeği ile kafa emeği arasındaki çıkar karşıtlığının da yokolması gerekirdi. Nitekim bu karşıtlık, sosyalist rejimimizde yokolmuştur. Şimdi, kol emekçileri ve yönetici personel birbirlerine düşman değildirler, ama üretimin gelişmesiyle ve iyileşmesiyle yakından ilgilenen yoldaşlar ve dostlar olarak, tek bir üretici topluluğun üyesidirler. Eski karşıtlıktan iz kalmamıştır.

Kent (sanayi) ile kır (tarım) arasındaki farkların, kafa emeği ile kol emeği arasındaki farkların yokolması sorununun bambaşka bir niteliği vardır. Marksizmin klasikleri bu sorunu ortaya atmamışlardır. Bu, bizim sosyalist kuruluşumuzun pratiğinin ortaya çıkardığı yeni bir sorundur.

Bu sorun, bütünüyle uydurulmuş olmasın? Bunun bizim için pratik ya da teorik bir önemi var mıdır? Hayır, bu sorunun bütünüyle uydurulmuş olduğu söylenemez. Tersine, bu, bizim için son derece ciddî bir sorundur.

Örneğin tarım ile sanayi arasındaki fark incelenirse, bizde bu fark, tarımda çalışma koşullarının sanayideki çalışma koşullarından değişik olması ile kalmaz, her şeyden önce ve esas olarak bu fark, sanayimizde üretim araçlarının ve üretilen nesnelerin halkın malı olmasında, oysa tarımda bütün halkın değil, bir grubun, kolhozun mülkiyetinde bulunmasındadır. Bu olgu, önce de belirttiğimiz gibi, meta dolaşımının durumuna varır, ve ancak sanayi ile tarım arasındaki bu farkın yokolmasıyladır ki, meta üretimi ondan doğan bütün sonuçlarla birlikte yokolabilir. Böyle olunca, tarım ile sanayi arasındaki bu temel farkın yokolmasının bizim için birinci derecede bir önemi olması gerektiği yadsınamaz.

Kafa emeği ile kol emeği arasındaki temel farkın kaldırılması için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu sorun da bizim için birinci derecede önemlidir. Sosyalist yarışmanın yığınsal gelişmesinden önce, sanayimiz, gıcırdayarak gelişiyordu, hatta birçok yoldaşımız sanayi gelişmesinin düzününün yavaşlatılmasından sözetmekteydiler. Bunun nedeni, her şeyden önce, işçilerin kültürel ve teknik düzeyinin çok düşük olmasında ve teknik personelin düzeyinin çok gerisinde bulunmasında aranmalıdır. Sosyalist yarışmanın, bizde bir yığın özelliği kazanmasından beri durum köklü olarak değişmiştir. Bundan sonra sanayi, hızlı gelişmeler kaydetmiştir. Sosyalist yarışma neden bir yığın özelliği kazandı? Bunun nedeni şudur ki, işçiler arasında, yalnızca asgarî düzeyde teknik bilgiyi özümlemekle kalmayıp, bunun ötesine giden ve teknik personelin düzeyine erişen yoldaş grupları çıkmıştır; bunlar, teknisyenlerin ve mühendislerin yanılgılarını düzeltmeye, zamanı geçmiş olan eski normları [sayfa 86] yokedip, daha modern, yeni normları vb. kabul ettirmeye koyuldular. İşçi grupları yerine, işçilerin çoğunluğu kültürel ve teknik düzeylerini mühendislerin ve teknisyenlerin düzeyine kadar yükseltselerdi ne olurdu? O zaman, sanayimiz, öteki ülkelerin sanayiinin erişemeyeceği düzeylere yükselmiş olurdu. Böyle olunca, işçilerin kültürel ve teknik düzeyini teknik personelin düzeyine yükseltmekle kafa emeği ile kol emeği arasındaki temel farkın kaldırılmasının bizim için birinci derecede bir önemi olduğunu yadsımak mümkün değildir.

Bazı yoldaşlar, zamanla yalnızca sanayi ile tarımın, kol emeği ile kafa emeği arasındaki temel farkın kalkmayacağını, ama aralarındaki bütün farkların kalkacağını savunuyorlar. Bu yanlıştır. Sanayi ile tarım arasındaki temel farkın kalkması, aralarındaki bütün farkların kalkması sonucunu veremez. Önemsiz olsa bile, tarım ve sanayideki değişik çalışma koşullarından doğan belirli bir fark kalacaktır. Sanayide bile, ayrı ayrı işkol-ları hesaba katılırsa, çalışma koşulları her yerde aynı değildir: örneğin, maden işçisinin çalışma koşulları ile makineleşmiş bir kundura fabrikasının işçilerinin çalışma koşulları değişiktir; ocakta çalışan maden işçilerinin çalışma koşulları, makine sanayiindeki işçilerinkinden değişiktir. Eğer bu söylediklerimiz doğru ise, ister istemez, sanayi ile tarım arasında belirli bir farkın bulunacağı da doğrudur.

Kafa ile kol emeği arasındaki fark için de aynı şeyi söylemeliyiz. Kuşkusuz, kültürel ve teknik düzey bakımından aralarındaki temel fark yokolacaktır. Ancak, önemsiz olsa bile, hiç olmazsa işletmelerdeki yönetici personelin çalışma koşullarının işçilerin çalışma koşulları ile aynı olmamasından ötürü bir fark kalacaktır.

Bunun tersini savunan yoldaşlar, herhalde benim, sanayi ile tarım arasındaki, kafa ile kol emeği arasındaki farkların kaldırılmasından sözettiğim bazı konuşmalarıma dayanıyorlar, ancak bu konuşmalarımda temel farkın mı kalkacağı, bütün farkların mı kalkacağı açıklanmamıştı. Böylece bu yoldaşlar formülümü bütün farkların kalkması biçiminde anlamış olacaklar. Bu demektir ki, formül belirsizdi, yeterli değildi. Bu formülü kaldırmak, yerine, sanayi ile tarım, kafa emeği ile kol emeği arasındaki temel farkların yokolacağı ve temel olmayan farkların kalacağı biçiminde, yenisini koymak gerekir.
Blogger tarafından desteklenmektedir.