Marks-Engels Alman İdeolojisi - TARİHTE ZORUN (FETHİN) ROLÜ
Fetih olgusu, bütün bu tarih anlayışıyla çelişir görünmektedir. Şimdiye kadar zorbalık, savaş, yağma, cinayet ve soygunculuk, vb., tarihin itici gücü sayıldı. Biz burada, bellibaşlı noktalarla yetinmek zorundayız, bunun için de yalnızca en çarpıcı bir örneği, eski bir uygarlığın barbar bir halk tarafından yıkılması ve yeniden sıfırla başlayan yeni bir toplumsal yapının, onun yanısıra oluşması örneğini alıyoruz. (Roma ve Barbarlar, feodalite ve Galya, [Bizans] Doğu İmparatorluğu ve Türkler[42*].)
[63] Fetihçi barbar halkta, daha yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu halk için geleneksel ve ilkel üretim tarzından başka bir tarz mümkün olmadığı, nüfusun çoğalması, zorunlu olarak, yeni üretim araçları gereksinmesine yol açtığı için, savaşın kendisi, daha büyük bir şevkle başvurulan bir normal ilişki tarzıdır. İtalya'da, tersine (miras yoluyla, satınalma ve borçlandırma yoluyla gerçekleşen) toprak mülkiyetinin toplaştığı görülmektedir; (çünkü, törelerin son derece bozulması ve evlenmelerin seyrekliği eski ailelerin gitgide sönmesine neden oluyordu) ve bu ailelerin servetleri birkaç kişinin eline geçiyordu (üstelik, bu toprak mülkler, otlaklar haline çevrilmişti, zamanımızda da hâlâ geçerli olan ekonomik nedenler dışında, çalınan, yağma edilen ya da haraç adı altında zorla alınan tahılların ithali ve bunun sonucu olarak da İtalyan buğdayı için tüketici bulunmayışı, bu toprakların otlak haline dönüşmesine neden oluyordu). Bu koşullar yüzünden özgür halk hemen hemen tamamen kaybolmuştu, kölelerin kendileri sürekli yokolmak tehlikesi ile karşı karşıyaydılar ve sürekli olarak yerlerine başkalarının konması gerekiyordu. Kölelik bütün üretimin temeli olarak kaldı. Özgür insanlarla köleler arasında yer alan plebyenler hiçbir zaman Lumpenproletarya'nın üstünde bir duruma erişemediler. Ayrıca, Roma, hiçbir zaman kent aşamasını aşmamıştı; Roma, taşra eyaletlerine hemen hemen yalnızca siyasal bağlarla bağlıydı ki, elbette, siyasal olaylar da sırasında bu bağları pekâlâ koparabiliyordu.
Tarihte, şimdiye değin, yalnızca ele geçirmeler'in sözkonusu olduğu fikrinden daha yaygın bir şey yoktur. Barbarlar Roma İmparatorluğunu ele geçiriyorlar, eski dünyanın feodaliteye geçişi bu ele geçirme ile açıklanıyor. Ama, bu barbarlar tarafından ele geçirilme işinde sözkonusu olan, toprakları ele geçirilen ulusun, modern halklarda olduğu gibi, sınai üretici güçleri geliştirip geliştirmedikleri ya da ulusun üretici güçlerinin, yalnızca biraraya toplanmalarına[82] ve ortaklaşalığa (Gemeinwesen) dayanıp dayanmadığıdır. Ele geçirme, ayrıca, ele geçirilen nesne tarafından da koşullandırılır. Alıcı, ele geçirilen ülkenin üretim ve dolaşım koşullarına tabi olmadan, bir bankacının kağıttan ibaret olan servetine hiçbir zaman elkonulamaz. Modern bir sanayi ülkesinin bütün sanayi sermayesi için de durum aynıdır. Ve, sonu sonuna, ele geçirme, her yerde çabucak son bulur, ve artık alacak bir şey olmadığı zaman elbette üretime koyulmak gerekir. Çok erkenden [64] kendini gösteren bu üretim zorunluluğu, oraya yerleşen fatihlerin benimsedikleri ortaklaşa biçimin, bu fatihlerin orada buldukları üretici güçlerin gelişme evresine uygun düşmesi gereğini doğurmaktadır ve eğer bu hemen meydana gelen bir durum değilse, topluluk biçimi, üretici güçlerdeki değişikliklere uygun olarak değişikliğe uğramalıdır. Büyük istilaları izleyen dönemlerde, her yerde önemli görüldüğüne inanılan olayın açıklaması buradadır: Gerçekten de uşak efendi idi ve fatihler, ele geçirilen ülkenin dilini, kültürünü ve törelerini çabucak kabul ettiler.
Feodalite, Almanya'dan hiç de hazır olarak getirilmemiştir, ama fetihçiler yönünden, fetih sırasında bile, ordunun askeri örgütlenişinde kökeni vardır, bu örgütlenme fetihten sonra ele geçirilen ülkelerde bulunmuş olan üretici güçlerin etkisi altında gelişmiştir ve, ancak o zaman tam anlamıyla feodalite haline gelmiştir. Eski Roma'nın bilinçsiz anılarından doğma başka biçimleri kabul ettirmek için yapılan çabaların başarısızlığı (örneğin Charlemagne) feodal biçimin üretici güçler tarafından ne ölçüde koşullandırılmış olduğunu bize gösterir.
[9. BÜYÜK SANAYİ VE SERBEST REKABET KOŞULLARINDA ÜRETİCİ GÜÇLERLE İLİŞKİ TARZI ARASINDA GİTTİKÇE BÜYÜYEN ÇELİŞKİ. EMEK VE SERMAYE KARŞITLIĞI]
Büyük sanayide ve rekabette, bireylerin bütün varoluş koşulları, belirlenmeleri ve sınırlanmaları en basit iki biçim içinde erimiştir: özel mülkiyet ve emek. Paranın işe karışmasıyla ilişkinin her biçimi ve ilişkinin bizzat kendisi, bireyler için olması da, olmaması da mümkün şeyler olmaktadır. Demek ki, daha önceki ilişkilerin, bireylerin, birey olarak, aralarındaki ilişkiler değil, ancak, belirli koşullar içinde yaşayan bireylerin ilişkileri olması, paranın kendi niteliğindedir. Bu koşullar, şimdi artık yalnızca iki koşula indirgeniyorlar: bir yanda birikmiş emek ya da özel mülkiyet, öte yanda fiili emek. Eğer bu koşullardan biri ortadan kalkarsa değişim kesintiye uğrar. Modern iktisatçıların kendileri, örneğin Sismondi, Cherbuliez, vb. l'association des individus [bireyler birliği. -ç.] ile l'association des capitaux'yu [sermayeler birliği. -ç.] karşı karşıya getiriyorlar. Öte yandan bireylerin kendileri de tamamen işbölümüne bağımlıdırlar ve bu yüzden de birbirlerine karşı da tam bir bağımlılık içinde bulunurlar. Özel mülkiyet, iş içerisinde, emeğe karşıt olduğu ölçüde doğar, ve birikim zorunluluğu ile gelişir, ve başlangıçta, ortaklaşa biçimini korumakla birlikte, daha sonraki gelişmesinde özel mülkiyetin modern biçimine gittikçe yaklaşır. Ve hemen, işbölümü, daha şimdiden iş koşullarının, aletlerin ve malzemenin bölünümünü de içerir, ve bu bölünme ile birlikte, birikmiş sermayenin ayrı ayrı mülk sahipleri arasında parçalanmasını ve bunun sonucu olarak da sermaye ile emek arasında olduğu gibi bizzat mülkiyetin çeşitli biçimleri arasında da parçalanmayı içerir. İşbölümü yetkinleştiği ölçüde [65] birikim artar ve bu parçalanma da daha belirli bir durum alır. İşin kendisi, ancak, bu parçalanma koşulu varoldukça varlığını sürdürebilir.
*
(Ayrı ayrı ulusların bireylerinin —Almanların ve Amerikalıların— kişisel enerjisi, bu enerji daha önceden ırkların karışmasından doğmaktadır —dolayısıyla Almanların kretenizmi[16**]]—; Fransa'da, İngiltere'de, vb., daha önceden evrime uğramış bir toprağa yabancı halklar gelip yerleşmişlerdir. (sayfa 102) Amerika'da ise yepyeni bir toprağa yerleşmişlerdir, Almanya'ya gelince, ilkel nüfus yerinden kıpırdamamıştır.)
*
Demek ki, burada, iki olgu belirir. Birincisi, üretici güçler, bireylerden tamamen bağımsız ve kopuk, bireylerin yanında, ayrı bir dünya imiş gibi gözükmektedirler, ki, bunun da nedeni vardır, çünkü bireyler dağınık ve birbirleriyle çelişki halinde bireyler olarak bulunurken, öte yandan onların üretici güçlerini oluşturan güçler, ancak karşılıklı ilişkide ve bu bireylerin karşılıklı bağımlılığında gerçek güçler olabilmektedirler.[83] Demek ki, bir yanda, bir çeşit nesnel bir biçime bürünmüş bulunan ve bizzat bireylerin kendileri için artık bireylerin güçleri olmaktan çıkmış, tersine özel mülkiyetin ve dolayısıyla yalnızca özel mülkiyete sahip bulundukları ölçüde bireylerin güçleri olan bir üretici güçler bütünü. Daha önceki hiçbir dönemde, üretici güçler, birey olarak bireylerin karşılıklı ilişkilerine böylesine kayıtsız bir biçime bürünmemişti, çünkü bu ilişkiler henüz sınırlıydılar. Öte yandan da üretici güçlerden kopmuş ve bu yüzden de yaşantılarının gerçek içeriğinden yoksun kalan ve soyut bireyler haline gelmiş bulunan, ama özellikle bu nedenle ve ancak bu duruma geldiklerinde birbirleriyle bireyler olarak ilişkiler kurma durumuna gelmiş bulunan bireylerin çoğunluğunun bu üretici güçlerin karşısına dikildiği görülür.
Onları hâlâ üretici güçlerle ve kendi varlıkları ile birleştiren biricik bağ olan çalışma, her türlü öz faaliyet görünümünü yitirmiştir ve onlara yaşamlarını ancak bu yaşamı kısaltarak [66] devam ettirme, sürdürme olanağı tanımaktadır. Daha önceki dönemlerde öz faaliyet ile maddi yaşamın üretimi, sadece ayrı ayrı kişilere düşmekte ve maddi yaşamın üretiminin hâlâ bir öz faaliyeti olarak, bizzat bireylerin sınırlı niteliği yüzünden ayrılıyordu; bugün öz faaliyet ile maddi yaşamın üretimi öylesine birbirinden ayrılmıştır ki, maddi yaşam amaç gibi görünmekte ve maddi yaşamın üretimi, yani çalışma da, (bu çalışma şimdi artık öz faaliyetin mümkün olan biricik biçimi, ama gördüğümüz gibi olumsuz biçimi olduğuna göre) araç gibi görünmektedir.
[10. ÖZEL MÜLKİYETİN ORTADAN KALDIRILMASININ ZORUNLULUĞU, KOŞULU VE SONUÇLARI]
Bugün öyle bir noktaya gelmiş bulunuyoruz ki, bireyler, yalnızca kendi öz faaliyetlerini değil, salt varlıklarını sürdürebilmek için de, mevcut üretici güçlerin bütününü mülk edinmek zorunluluğundadırlar.[84]
Bu maledinmeyi, en başta mülk edinilen nesne —büyük bir bütünlük haline gelmiş olan ve ancak evrensel bir karşılıklı ilişkiler çerçevesinde varolan üretici güçler— belirler. Daha şimdiden, bu açıdan bu maledinme zorunlu olarak üretici güçlere ve karşılıklı ilişkilere uygun düşen evrensel bir nitelik göstermek zorundadır. Bu güçlerin mülk edinilmesi, bizzat maddi üretim aletlerine uygun düşen bireysel yeteneklerinin gelişmesinden başka bir şey değildir. Bu bakımdan da, bir üretim aletleri bütünlüğünün maledinilmesi, şimdiden, bizzat bireylerin yetenekler bütününün maledinilmesi demektir. Bu maledinmeyi, ayrıca, maledinen bireyler belirler. Ancak günümüzün her türlü öz faaliyetten dışlanmış proleterleridir ki, bir üretici güçler bütününün maledinilmesinden ve bunun içerdiği bir yetenek bütününün gelişmesinden oluşan ve artık herhangi bir sınırlılığı olmayan bir öz faaliyete ulaşabilecek durumdadırlar. Daha önceki bütün devrimci maledinmeler, sınırlıydılar. Öz faaliyetleri, sınırlı bir üretim aletiyle ve sınırlı karşılıklı ilişkilerle sınırlandırılmış bulunan bireyler, bu sınırlı üretim aletini malediniyorlardı [67] ve böylece ancak yeni bir sınırlılık üretmiş oluyorlardı. Kendi üretim aletleri kendi malları oluyordu, ama onların kendileri, işbölümüne ve kendi üretim aletlerine tabi kalıyorlardı. Daha önceki bütün maledinmelerde bir sürü birey bir tek üretim aletine tabi kalıyordu; proleterlerin mülk edinmesinde ise, her bireye bir sürü üretim aleti tabi kılınmakta ve onun mülkiyeti herkesin olmaktadır. Modern evrensel ilişkiler bireyler tarafından, o nedenle de ancak bu bireylerin tümü tarafından kontrol altına alınabilirler.
Maledinme, bundan başka, bu maledinme gerçekleştirilirken almak zorunda kaldığı biçimle de belirlenir. Bu maledinme ancak, proletaryanın karakteri gereği kendisi de ancak evrensel olabilecek bir birliktelik yoluyla; ve bir yandan bir önceki üretim tarzını, karşılıklı ilişkiyi ve toplumsal örgütlenmeyi devirerek, öte yandan ise, proletaryanın evrensel karakterini ve enerjisini geliştirerek —ki bu olmadan devrim gerçekleşemez—, ve nihayet, proletaryanın onu toplumdaki eski konumuna bağlayan ne varsa hepsinden kurtaracak bir devrim yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu aşamadadır ki, öz faaliyet bireylerin eksiksiz bireyler haline gelmelerine ve bütün doğal sınırlılıklardan kurtulmalarına tekabül eden maddi yaşamla örtüşür. Çalışmanın öz faaliyet haline dönüşmesi, eski sınırlı karşılıklı ilişkinin bireylerin bireyler olarak karşılıklı ilişkileri haline dönüşmesine tekabül eder. Üretici güçlerin bütününün birleşmiş bireyler tarafından maledinilmesi ile, özel mülkiyet ortadan kaldırılmış olur. Daha önceleri, tarihte, her özel koşul, daima raslansal olarak göründüğü halde, şimdi raslansal hale gelen şeyler bizzat bireylerin birbirlerinden ayrılması, herbirinin özel kazancıdır.
Artık işbölümüne bağımlı olmayan bireyleri [68] filozoflar, düşüncel olarak, "İnsan" adı altında tasarımlamışlar, ve geliştirmiş bulunduğumuz bütün bu süreci "İnsan"ın gelişimi olarak anlamışlardır; o kadar ki, geçmiş tarihin her evresinde "İnsan", mevcut olan bireylerin yerine konmuş ve tarihin itici gücü olarak gösterilmiştir. Bunun için, bütün süreç "İnsan"ın kendine yabancılaşması süreci olarak anlaşılmıştır ve bu da, esas olarak, daha sonraki dönemin sıradan bireyinin, daha önceki dönemin sıradan bireyinin yerine konmuş olması, daha sonraki bilincin daha önceki bireylere yüklenmiş olması olgusundan ileri gelmektedir.[85] Bir çırpıda gerçek koşullardan soyutlanan bu altüst oluş sayesinde, tüm tarihi, bilincin gelişme süreci haline getirmek mümkün oldu.
Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içersinde, bireylerin maddi karşılıklı ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. Sivil toplum, bir aşamanın ticari ve sınai yaşamının tümünü birden kucaklar ve bu bakımdan da her ne kadar dışarda ulus-topluluğu olarak kendini olurlamak ve içerde devlet olarak örgütlenmek zorundaysa da, devleti ve ulusu aşar. Sivil toplum terimi, 18. yüzyılda, mülkiyet ilişkileri, ilkçağ ve ortaçağ ortaklaşalığından kurtulur kurtulmaz ortaya çıktı. Sivil toplum, sivil toplum olarak ancak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla birlikte, üretimin ve karşılıklı ilişkinin doğrudan sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir.