Header Ads

Header ADS

SAVAŞ İLAN EDİLDİ – MÜSLÜMAN VE HIRİSTİYAN - Marks

Londra, Salı, 24 Mart 1854

Savaş, en sonunda, ilan edilmiş bulunuyor. Kraliçeliğin yazısı parlamentonun her iki meclisinde –Lordlar Kamarasında Lord Aberdeen, Avam Kamarasında ise Lord J. Russell tarafından– okundu. Bu yazı, alınmak üzere olan önlemleri, “Rusya’nın Türkiye’ye saldırılarına karşı duracak faal adımlar” diye tanımlıyor. Yarın The London Gazette185 resmî savaş bildirimini yayınlayacak, cuma günü de kraliçenin yazısına verilecek karşılık üzerinde parlamento görüşmeleri yapılacak. 

İngiltere’nin savaş ilanıyla, aynı zamanda, Louis Napoléon da kendi senatosuna ve Corps Législatif’e[176] benzer bir yazı gönderdi. 

Çara İngiliz-Fransız ultimatissimum’unu götüren Kaptan Black-wood, geçen cumartesi günü, Rusya’nın bu kağıt parçasına verecek bir yanıtı olmadığı karşılığıyla döndükten sonra, Rusya’ya karşı savaşın artık daha fazla ertelenmesi olanaksızdı. Kaptan Blackwood’un üstlendiği görev, aslında hiç de yararsız olmamıştı. Bu görev, Rusya’ya mart ayını, yani Rus ordusu için yılın en tehlikeli ayını kazandırmıştı. 

Çar ile İngiltere hükümeti arasındaki gizli yazışma, hükümete karşı kamuoyunun öfkesini parlatacak yerde, günlük ve haftalık basının, gerçekten böyle ulusal bir hükümete sahip olduğundan dolayı İngiltere’yi kutlaması için –incredibile dictu[177]– bir işaret oldu. Ama anladığıma göre, hükümetin gerçek tutumunu gözlerine perde çekilmiş Britanya halkına göstermek ve gözünü açmak amacıyla bir toplantı yapılacak. Toplantı gelecek perşembe günü, Store sokağındaki konser salonunda olacak. Toplantıya Lord Ponsonby’nin, Layard’ın, Urquhart’ın vb. katılması bekleniyor.

Hamburger Correspondent186 gazetesi şu haberi veriyor:

“Ayın 16’sında St. Petersburg’tan buraya gelen raporlara göre, Rus hükümeti, Doğu Sorununa ilişkin resmî belgeleri açıklamaya devam edecektir. Açıklanmasına karar verilmiş belgeler arasında Prens Albert’in yazmış olduğu bazı mektupların da bulunduğu söylenmektedir.”

Kraliyet mesajının Alt Kamarada okunduğu aynı akşam, hükümetin ilk yenilgisine o oturumda uğramış olması dikkate değer bir olaydır; “Poor-Settlement and Removal Bill”ın187 ikinci okunuşu, hükümetin çabalarına karşın 209 oya karşı 183 oyla 28 Nisana ertelendi. Hükümeti bu yenilgiye uğratan, Mylord Palmerston’dan başkası değildir. 

Öğrendiğimize göre, bu ayın 12’sinde Fransa, İngiltere ve Tür-kiye arasında üçlü bir ittifak antlaşması imzalanmış bulunuyor,188 ancak gene öğrendiğimize göre, sultanın kişisel dileğine karşın, ulema takımı tarafından desteklenen Şeyhülislam, Türkiye’deki hıristiyanların durumundaki değişikliklere ilişkin yüklentilere fetva189 vermeyi, Kuranın ilkelerine karşıt olduğu gerekçesiyle kabul etmemiştir. Lord Derby’nin aşağıdaki gözlemine yolaçan bu haberin büyük önem taşıdığı kabul edilmelidir:

“İngiltere, Fransa ve Türkiye arasındaki bu antlaşmada, karşıtı bulunduğumuz Rus koruyuculuğuna hiç değilse eşit sayılması gereken bizim tarafımızdan bir koruyuculuk yönetiminin kurulması hakkında maddeler bulunduğu konusunda son günlerde ortada dolaşmakta olan söylentilerde bir gerçek payı bulunup bulunmadığının hükümet tarafından açıklanması hususunda en içten umutlarımı dile getirmek isterim.”

Bugünkü The Times, hükümet siyasetinin, Lord Derby’nin siyasetiyle taban tabana karşıt olduğunu ilan ediyor ve ekliyor: “Eğer müftünün ya da ulemanın bağnazlığı, bu siyasete ciddi olarak direnmekte başarılı olduysa, buna derinden esef duymamız gerekir.” 

Türk hükümetiyle Türkiye’deki ruhani otoriteler arasında varolan ilişkilerin yapısını ve Babıâlinin hıristiyan uyruklarının korunması sorunuyla –ki görünüşe göre Doğu ihtilafının dibinde bu sorun yatıyor– ilgili olarak Türk hükümetinin içinde bulunduğu güçlükleri anlamak için olayın geçmişine ve gösterdiği gelişmelere, bir gözatmak gerekiyor.

Kuran ve ondan doğan müslümanlık yasaları, birbirinden farklı olan halkların coğrafyasıyla etnografyasını, iki ulus, iki ülke şeklinde basit ve kolay bir ayrıma indirger: Müminler ve Kafirler. Kafirler “harbî”dir, yani düşmandır, islamiyet, kafirler milletini reddeder. Böylece müslümanlarla inançsızlar arasında sürekli bir düşmanlık hali yaratır. Bu anlamda Berberi devletlerinin190 korsan gemileri, islamın kutsal donanmasıdır. Peki öyleyse, Babıâlinin hıristiyan uyruklarının varlığı Kuran’la nasıl bağdaştırılacaktır? 

Müslüman yasaları şöyle demektedir:
“Bir kentin teslim olması, ve orada oturanların müslüman bir hükümdarın reayası olmaya razı olmaları halinde, bu gibiler haraç [hıristiyan ahaliden alınan vergi] öderler; böylece bu insanlar, müslümanlarla bir savaş bırakışması sağlarlar, ve kimse artık mallarına elkoyamaz ya da evlerini alamaz. ... Bu durumda onların eski kiliseleri, mallarının bir bölümü sayılır; oralarda ayinlerini yapabilirler. Ancak yeni kilise yapmalarına izin verilmez. Yalnız mevcutları tekrar yapıp, yıkık bölümlerini onarmak hakkına sahiptirler. Belirli zamanlarda eyalet valilerinin gönderdiği komiserler, onarım işleri bahanesiyle yeni binaların yapılmış olup olmadığını saptamak için hıristiyanların kiliselerini ve kutsal yerlerini teftiş etmekle görevlidirler. Bir kent zor kullanarak zaptedilirse, orada oturanlar, kiliselerini ancak konut ya da sığınak olarak kullanmaya devam edebilirler, ama oralarda ayin yapamazlar.”191

Avrupa Türkiyesi’nin büyük kesimi gibi İstanbul da teslim olduğu için, özellikle, müslümanların koruyuculuğunu kabul etmelerinin sonucu olarak, oradaki hıristiyanlar, bazı ayrıcalıklara sahiptirler, işte hıristiyanların, müslüman yasaları altında müslümanlar tarafından yönetilmeye razı olmaları, onların ruhani önderi olan İstanbul Patriğinin, aynı zamanda, hıristiyanların siyasal temsilcisi ve baş yargıcı olması, sırf bu koşulun ürünüdür. Osmanlı İmparatorluğu’nda, her nerede bir Rum ortodoks reaya topluluğu görürsek, orada başpiskoposlar ve piskoposlar, yasa gereği, bölgesel meclisin üyesidirler ve Rumlara salınan vergiyi, Patriğin gösterdiği doğrultuda bölüştürürler. Dindaşlarının davranışlarından Babıâliye karşı Patrik sorumludur. Kendi kilisesinin reayasını yargılama hakkıyla donatılan Patrik, bu hakkı, kendi bölgeleri için metropolitlerle piskoposlara bırakır. Bunların vereceği kararların, Babıâlinin memurlarıyla kadılar tarafından uygulanması zorunludur. Bunlar, para ve hapis, falaka ve sürgün gibi cezalar vermek yetkisine sahiptirler. Bunun yanısıra, kendi kiliseleri de, onlara, afaroz yetkisini tanımıştır. Para cezalarından ayrı olarak sivil ve ticari davalardan değişik oranlarda harç da alırlar. Din adamları  sınıfının her kademesinin, parayla belirtilmiş bir bedeli vardır. Patrik, o makama atanabilmek için Divana büyük bir vergi öder, ancak o da başpiskoposlukları, piskoposlukları kendi dinine mensup din adamlarına satar. Başpiskoposlarla piskoposlar ise ödediklerini, daha alt makamları satarak ve papazlardan alınan haraçlarla karşılarlar. Bu alt kademe sahipleri ve papazlar ise, üstlerinden satın aldıkları gücü kendi kiliseleri çerçevesinde perakende olarak satarlar, vaftiz, evlendirme, boşama, vasiyet gibi işlerin ticaretini yaparlar. 

Bu exposénin açıkça gösterdiği üzere, Türkiye’deki Rum Orto-doks hıristiyanlar üzerindeki Tanrısal yönetimin (theocracy) dokusu ve hıristiyan toplumun tüm yapısı, özünü, reayanın, Kuran çerçevesinde başeğmesi esasından alır. Bu başeğme karşılığında, Kuran, onları kafirler olarak –yani sadece dinsel anlamda bir ulus– kabul eder ve onların din adamlarının dinsel ve dünyasal yetkilerini onaylar. Bu durumda onların Kuran çerçevesinde başeğişlerine, medeni özgürlükle son verirseniz, aynı zamanda onların kendi din adamlarına başeğişlerini de ortadan kaldırmış olursunuz ve böylece toplumsal, siyasal ve dinsel ilişkilerinde bir devrimi kışkırtırsınız. Bu devrim her şeyden önce ve kaçınılmaz olarak onları Rusların eline teslim eder. Eğer Kuranın yerine bir code civil[178] koyacaksanız, Bizans toplum yapısını tümden batılılaştırmamız gerekir. 

Müslümanlarla onların hıristiyan uyrukları arasındaki ilişkileri anlatırken bir soru daha var: Müslümanlarla inançsız bir yabancı arasındaki ilişkiler nedir? 

Kuran bütün yabancıları düşman olarak kabul ettiği için, hiç kimse, önceden önlemini almaksızın bir müslüman ülkesine gitmeye cesaret edemez. Bundan ötürüdür ki, bu tür bir halkla ticaret yapma şansını denemek isteyen Avrupalı ilk tacirler, başlangıçta kişisel olan, ama sonradan tüm kendi uluslarına genişletilen bazı ayrıcalıkları ve özel işlem görme hakkını elde etmişlerdir. Kapitülasyonların kaynağı da budur. Kapitülasyonlar, Babıâlinin, değişik Avrupa uluslarına bahşettiği ve onların uyruklarına müslüman ülkelere serbestçe girme, sükunet içinde işlerini görme ve dinsel inançları doğrultusunda tapınma yetkisini veren imparatorluk izin belgeleri ve ayrıcalık mektuplarıdır. Kapitülasyonlar, taraflar arasında görüşülen ve karşılıklı yararlar ve ödünler verilmesi koşuluyla kabul edilen antlaşmaların tersine, karşılıklı değildirler. Antlaşmalardan bu esaslı noktada ayrılırlar. Antlaşmaların tersine kapitülasyonlar, hak tanıyan hükümetin verdiği tek yanlı ödünlerdir. Bunun sonucu olarak, veren hükümet tarafından arzu edildiği anda geri alınabilirler. Babıâli birçok kez, bir ulusa tanıdığı ayrıcalıkları başkalarına da genişleterek ayrıcalık olmaktan çıkarmış ya da ayrıcalık tanımaya devam etmeyi reddederek bu haklan iptal etmiştir. Kapitülasyonların bu güvenilmezlik niteliği, onları, öteden beri anlaşmazlıkların ve elçi şikayetlerinin ve her yeni hükümdarla birlikte yenilenen birbiriyle çelişkin muazzam bir nota alış-verişi ve fermanların konusu yapmıştır. 

Babıâlinin hıristiyan uyrukları –reaya– üzerinde değil, ama Türkiye’yi ziyaret eden ya da orada oturan dindaşları üzerinde yabancı devletlerin koruyuculuk hakkı da bu kapitülasyonlardan çıkmıştır. Böyle bir koruyuculuk elde eden ilk devlet Fransa’dır. Fransa ile Osmanlı Babıâlisi arasında 1535’te Büyük Sülayman’la Francis I arasında, 1604’te Ahmet I ile Henry IV arasında ve 1673’te Mustafa II ile Louis XIV arasında yapılan kapitülasyonlar ,”Fransa sarayı ile Osmanlı Babıâlisi arasında yapılan antlaşmalar, eski ve yakın zamana ait kapitülasyonlar” adı altında derlenmiş, yenilenmiş, teyit edilmiş, yenileriyle genişletilmiştir. 

Bu antlaşmanın 32’nci maddesi, hangi ulustan olurlarsa olsunlar, Fransa’nın dinine bağlı olan manastırlar ile, kutsal yerleri ziyarete giden Fransızlar üzerinde Fransa’nın koruyuculuk hakkı bulunduğu hükmünü taşır. 

Rusya, Fransa örneğini taklit ederek, 1774 yılında, bir antlaşmaya, Kaynarca antlaşmasına kapitülasyonu koydurtan ilk ülke olmuştur. Bu durumun ardından 1802’de Napoléon, kapitülasyonun varlığını ve sürdürülmesini bir antlaşmanın maddesine konu yapmanın, böylece kapitülasyonlara ikili bir sözleşme niteliği vermenin uygun olacağını düşünmüştür. 

Peki, kutsal yerler sorunu ile koruyuculuğun ilişkisi ne? 

Kutsal yerler sorunu, Kudüs’te yerleşmiş Rum-hıristiyan toplulukların, onların kutsal topraklarda ellerinde bulunan yapılarının, özellikle Kutsal Mezar Kilisesinin[179] koruyuculuğu sorunudur. Ancak, burada, elde bulundurmaktan, mülkiyet hakkı anlaşılmamalıdır. Çünkü Kuran, mülkiyet hakkını hıristiyanlara tanımamış, yalnızca kullanma hakkı tanımıştır» Bu kullanma hakkı, öteki toplulukların aynı yerde tapınmalarını engeller. Bu kutsal yerleri elde bulunduranların, anahtarları elde tutmaktan, yapıya girmekten, onarmaktan, kutsal lambayı yakmaktan, süpürgeyle odaları temizlemekten, zenginliğin Doğusal simgesi olan halıları sermenin ötesinde başka bir ayrıcalıkları yoktur. Hıristiyanlığın kutsal yerde tepe noktasına yükselişi gibi, koruyuculuk sorunu da orada en  yüksek noktasına çıkmıştır. 

Kutsal yerlerin ve Kutsal Mezar Kilisesinin bazı bölümleri Katoliklerin, Rumların, Ermenilerin, Habeşlerin, Suriyelilerin ve Kıp-tîlerin elindedir. Bütün bu değişik hak iddiacıları arasında, orada bir çelişki başgöstermiştir. Bu dinsel kavgada, Doğudaki etkileri sorununu gören Avrupa hükümdarları, ilkin o toprakların efendilerine, durumlarını kötüye kullanan bağnaz ve açgözlü paşalara seslenmişlerdir. Başbelası bir système de bascule[180] uygulayan Osmanlı Babıâlisi ve temsilcileri, sırayla Katolikler, Rumlar ve Ermenilerden yana davranmışlar, hepsinden altın istemişler ve almışlar, herbirine kıs kıs gülmüşlerdir. Ermeniler daha dolu bir keseyle geldikleri zaman, Katolikler ele geçirmeye çalıştıkları kutsal bir yerde haklarını doğrulayan bir fermanı Türklerden pek alamamışlar, Ermenilere derhal çelişkin bir ferman verilmiştir. Babıâlinin birçok fermanında ve temsilcilerin “hüccet”lerinde (kararlar) resmen kaydedilen sahte ve yanlış unvanları nasıl elde edeceklerini bilen Rumlara karşı da aynı taktikler uygulanmıştır. Zaman zaman da sultan hükümetinin kararları, Suriye’de paşaların ya da aşağı düzeydeki temsilcilerin tamahı ve kötü niyeti sonucu, işletilmemiş, boşa çıkarılmıştır. Sonunda yeniden görüşmelere başlamak, yeni komiserler atamak ve yeni para fedakarlıklarında bulunmak zorunlu hale gelmiştir. Babıâli eskiden para için yaptıklarını, şimdi korunabilmek ve kendisinden yana davranılmasını sağlayabilmek düşüncesiyle, korkudan yapıyor. Fransa ile katoliklerin isteklerine hakkaniyetle davranan Babıâli, aynı hakları çabucak Ruslar ile Rumlara da tanımış ve böylece, karşılamakta güçsüz kaldığını hissettiği bir fırtınadan kaçınmıştır. Hiçbir tapınak, hiçbir kilise (chapel) ve Kutsal Mezar Kilisesinin hiçbir taşı yoktur ki, değişik hıristiyan topluluklar arasında kavga konusu yapmak amacıyla dokunulmamış olsun. 

Kutsal Mezarın çevresinde, değişik hıristiyan mezheplerinin biraraya geldiğini görüyoruz. Hepsinin dinsel iddialarının gerisinde birçok siyasal ve ulusal düşmanlık gizlidir. 

Kudüs ve kutsal yerlerde, değişik dinden uluslar yaşıyor: Katolikler, Rumlar, Ermeniler, Kiptiler, Habeşler ve Suriyeliler. 2.000 Rum, 1.000 Katolik, 350 Ermeni, 100 Kıptî, 20 Suriyeli, 20 Habeş var – toplam 3.490 kişi. Osmanlı imparatorluğunda 13.730.000 Rum, 2.400.000 Ermeni ve 900.000 Katolik görüyoruz. Bunların herbiri de kendi arasında ayrıca bölümlere ayrılmaktadır. Yukarda sözünü ettiğim Rum ortodoks kilisesini, yani İstanbul Patriğini ruhani önder olarak tanıyan, esas itibarıyla, çarı tanıyan Rus ortodoks kilisesinden ve başlıca otoriteleri Atina’daki kral ile Synod olan Helenlerden büyük ölçüde ayrılırlar. Bunun gibi Katolikler de Roma Katoliklerine, Birleşik Rumlara ve Marunilere bölünmüşlerdir. Ermeniler, Greguar Ermenileri ile Katolik Ermenilere ayrılmışlardır. Aynı bölünme Kıptîlerle Habeşler için de doğrudur. Kutsal yerlerdeki üç egemen din topluluğu Rumlar, Katolikler ve Ermenilerdir. Katolik kilisesinin, esas olarak, Latin soyunu; ortodoks kilisesinin Slavları, Türk-Slavları ve Helen soylarını; ve öteki kiliselerin de Asya ve Afrika soylarını temsil ettikleri söylenebilir. 

Kutsal Mezarı çembere almış bütün bu insanların, rahiplerin önderliğinde verdiği savaşı düşünün. Göründüğüne göre de, düşmanlıklarının nedeni, Beytülla mağarasından[181] bir yıldız, bir duvar halısı, bir mabet anahtarı, bir mihrap, bir kutsal yer, bir iskemle, bir minder – gülünç bir üstünlük yarışı! 

Böyle bir kilise savaşını anlayabilmek için, önce onların yaşam biçimini, ikinci olarak da yerleşme usullerini gözden geçirmek gerekir. Son zamanlarda oraları dolaşmış olan bir gezgin tüccar şöyle diyor:
“Çeşitli ulusların bu dinsel döküntüleri, Kudüs’te birbirinden bölünmüş, birbirine düşman ve birbirine güvenmeksizin sürekli olarak hacıların katılmasıyla taraftar toplayarak ve bulaşıcı hastalıklar ve yoksulluk yüzünden büyük bölümü durmadan ölen göçebe bir halk olarak yaşarlar. Avrupalı ya ölür ya da birkaç yıl sonra Avrupa’ya geri döner, paşalar ve muhafızları Şam’a ya da İstanbul’a gider, Araplar ise çöle kaçarlar. Kudüs, herkesin bir kez gittiği, ama hiç kimsenin kalmadığı bir yerdir. Kutsal kentteki herkes hayatını dini vasıtasıyla kazanır – Rum Ortodokslar ya da Ermeniler, her yıl Kudüs’ü ziyaret eden 1.200 ya da 1.300 hacıdan, katolikler ise Fransa’da, İtalya’da ve başka yerlerdeki dindaşlarının gönderdiği bağış ve sadakalarla geçinirler.”[182]
Hıristiyan uluslar, manastırlarının ve tapınaklarının yanısıra, Kudüs’te, Kutsal Mezar Kilisesine eklenmiş küçük konutlara ya da hücrelere sahiptirler. Buralarda rahipler oturur, gece-gündüz bu kutsal yeri gözlemek zorundadırlar. Belli aralıklarla, görevlerini kardeşleri yüklenir, onlar azledilirler. Bu hücrelerin sadece bir kapısı vardır, tapınağın içine doğru açılır, bu arada korucu rahipler yiyeceklerini ufak bir kapı aracılığıyla dışardan alırlar. Kilisenin kapılan kapalıdır ve Türkler tarafından korunur. Türkler bu kapılan paradan başka hiçbir şey için açmazlar, tamahları doyarsa  ya da canları isterse kapatırlar. 

Kilise adamları arasındaki kavga en zehirli olanıdır, demişti Mazarin. Şimdi, sadece bu tapmakların içinde değil, ama o tapınakların sırtından hep beraber yaşamak durumunda olan bu kilise adamlarını düşünün! 

Bu resmi tamamlamak için, katolik kilisesi papazlarının hemen hemen tümünün Romalı, Sardinyalı, Napolili, İspanyol ve Avusturyalı olduğunu, Fransa’nın koruyuculuğunu hepsinin kıskandığını, Avusturya’nın, Sardinya’nın ya da Napoli’nin koruyuculuğunu yeğ tutacak olduklarını, Sardinya ve Napoli krallarının her ikisinin birden Kudüs kralı unvanını da aldıklarını, Kudüs’un yerleşik halkının 15.500 kadar olduğunu, bunların 4.000’inin müslüman, 8.000’inin Yahudi olduğunu anımsamakta yarar var. Tüm nüfusun aşağı yukarı dörtte-biri kadar olan ve Türkler, Araplar, Faslılardan oluşan müslümanlar, İstanbul’daki hükümetlerinin zayıflığından etkilenmedikleri için, her bakımdan kentin efendisidirler. Kudüs’teki Yahudilerin sefalet ve ıstırabının bir eşi hiçbir yerde görülemez. Sinagogların bulunduğu Sion dağı ile Moriah arasında pis mahallede, hareth-el-yahud denen ve kentin en pis yeri olan bu mahallede otururlar. Müslümanların baskı ve hoşgörüsüzlüğünün sürekli olarak hedefidirler, Rumların hakaretine uğrarlar, katoliklerden eza görürler ve sadece Avrupa’daki kardeşlerinin aktardığı kıt sadakayla yaşarlar. Ancak Yahudiler yerli değildirler, başka başka ülkelerden, uzaklardan gelmişlerdir, kendilerini Kudüs’e çeken tek şey, Jehoshaphat vadisine yerleşme ve halasın beklendiği yerde ölme arzusudur. 

Bu Yahudilerin sefaletine sefalet katmak için olsa gerek, İngiltere ile Prusya, açık amacı Yahudilerin dinini değiştirmek olan bir Anglikan piskoposunu, 1840’ta Kudüs’e atamışlardır. Piskopos 1845’te öldüresiye dövülmüş, Yahudiler gibi, hıristiyanlar ve Türkler tarafından da alaya alınmıştır. Piskoposun, Kudüs’teki tüm dinlerin belki de ilk ve tek birleşme nedeni olduğu söylenebilir. 

Şimdi artık anlaşılacaktır ki, kutsal yerlerdeki hıristiyanların ortak tapınılan (ibaretleri), inançlıların birbirinden ayrı mezhepleri arasında, sürekli olarak, umutsuz bir İrlanda kavgasına gelip dayanmıştır. Bu kutsal kavgalar, yalnız ulusların değil, aynı zamanda soyların kirli savaşını da gizlemektedir. Batılılara gülünç, Doğululara her şeyden önemli görünen kutsal yerlerin korunması, Doğu Sorununun hiç durmaksızın ortaya çıkarılan, sürekli olarak bastırılan, ama hiçbir zaman çözümlenmeyen aşamalarından biridir. 

New-York Daily Tribune 
n° 4054,15 Nisan 1854

Blogger tarafından desteklenmektedir.