BİRLEŞİK AMERİKA – FRANSA VE İNGİLTERE – YUNANİSTAN - Marks
KOSSUTH – DİSRAELI VE HUME – BİRLEŞİK
AMERİKA – FRANSA VE İNGİLTERE – YUNANİSTAN
Londra, Cuma, 24 Şubat 1854
Basına, Kossuth’un “savaş hazırlıkları” ve olası “hareketleriyle ilgili bir sürü gevezelik musallat oldu. Oysa, İstanbul’a gitmek üzere olan ve nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair eski valiye danışan Polonyalı bir subaydan öğrendiğime göre, Kossuth, kendisini Londra’dan ayrılma fikrinden caydırmış, Macar ya da Polonyalı subayların bugünkü Türk savaşına katılmaları fikrini hiç desteklemediğini, çünkü böyle bir durumda, bu subayların ya Çartoriski’nin bayrağı altına girmeleri ya da hıristiyanlık inançlarından dönmeleri gerekeceğini, ilk adımın siyaseti ile, ikinci adımın ise inançları ile çelişeceğini söylemiş.
Disraeli’nin, hükümet siyaseti üzerindeki usta konuşması öylesine etkin oldu ki, her şeye yetenekli hükümet, ölümden sonra otopsi yapma türünden bir işe girişmeyi uygun gördü. Bu amaçla hükümet ile Hume arasında düzenlenen ve oynanan güldürü, çarşamba sabahı Avam Kamarası oturumunda sahneye kondu.
Disraeli’nin, hükümetin ya hastalık ölçüsünde “safdil” ya da ihanet ölçüsünde “gözyumucu” olduğu şeklindeki taşlamalarına yanıt veren Lord Palmerston, topallayan konuşmasını, partinin ötesine geçirip, ülkenin tarafsız yargısına başvurmakla sonuçlandırdı. Tıpkı “Pyramus’la Thisebe’nin acı verici ölümu”nde marangoz Snug’ın arslan rolünü oynamak için seçilmiş olması gibi, ülke adına yanıt vermek üzere seçilen kişi de Hume idi. Hume, tüm parlamento yaşamını, muhalefeti zevkli hale getirmeye, sonradan geri almak üzere değiştirge önergeleri vermeye, ve gerçekte, kayıtlı yandaşları kararsızlık gösterdi mi Whig hükümetlerinin yardımına koşmak üzere bir çeşit artçılık görevini yüklenen ve adına bağımsız muhalefet denen bir muhalefeti yürütmeye ayırmıştır. Parlamentonun par excellence[153] büyük “yangı tulumbası”dır. Parlamentonun sadece radikal değil, üstelik bilgiç ve İngiliz lirasının değer yetirmesini sessizce geçiştirmekle, ama bir çeyrek peni bir kavga çıkarmakla görevli üyesidir, kamu kesesinin Cerberus’udur.[154] Hume, kendisinin de vurguladığı gibi, parlamento yaşamında ilk kez, kınamak için değil, “ödenek tahminleri”ni onayladığını bildirmek için söz aldı. Kendisinin de belirtmeyi unutmadığı bu olağanüstü olay, hükümetin, haksız parti iftiralarına karşı ülkenin sağlam yargısına boşuna başvurmuş olmadığının ve safdillik ya da gözyumuculuk suçlamalarına karşı aklandığının yadsınamaz kanıtıydı. Hume’ün öne sürdüğü savlar kendine özgüydü. Hükümet üyelerini safdillik ve gözyumuculuk suçlamasından kurtarmak için yaptığı şey, hükümetin Rusya’yla ilişkilerinde safdillik ettiğini kanıtlaması oldu. Şu halde Lord Palmerston’ın ülkenin hakemliğine başvurmasının gerçek anlamını anlamıştı. Hükümetin istediği tek şey, kasıtlı ihanet suçlamasından aklanmaktı. Safdilliğe gelince, şu şahane Sir James Graham “âlicenap aklın kuşkulanmakta acele etmediğini” çoktan söylememiş miydi? Kapının eşiğindeki savaşı hükümetin yanlış diplomasisi getirdiğine göre, kuşkusuz bu onların kendi savaşıydı, ve bundan ötürü, Hume’ün düşündüğü gibi, herkesin arasından, bu savaşı ustalıkla sürdürecek olanlar da bu hükümetin üyeleriydi. Önerilen savaş ödeneklerinin görece azlığı, Hume’ün görüşünce, niyetlenilen savaşın büyüklüğünün en inandırıcı kanıtıydı. Hume’ün ülke adına vardığı yargıya Lord Palmerston kuşkusuz şükranlarını bildirdi ve karşılık olarak dinleyicilerine devlete ait belgeler konusundaki teorisini lütfetti. Ona göre, sorunlar, devlete ait belgelerin yayımında hiçbir yarar bırakmayacak kadar karışmadıkça, kamuoyuna ve kamaraya açıklanmamalıydı. Karma hükümetin uzun uzadıya düşündükten sonra bula bula bunu bulmuştu. Hükümeti yöneten Lord Palmerston, sadece karşıtın konuşmasının etkisini zayıflatmakla kalmamış, kamaradan ülkeye yürek paralayıcı seslenişinin etkisini de bozmuştu. Liverpool milletvekili salı günü şu soruyu sormuştu:
“Yabancı uluslarla anlaşmalar ya da savaş durumunda bunları desteklemeyi öngören hükümetimizin önlemleri, tarafsız limanlardaki korsan gemilerinin İngiliz gemilerine saldırmak üzere silahlanmalarını etkili şekilde önleyecek midir?”
Buna Lord Palmerston’ın yanıtı şöyleydi:
“Bu sorunun, işlerin bugünkü durumunda açıklayıcı yanıt verilemeyecek bir soru olduğunu, saygıdeğer bayın ve kamaranın anlaması gerekir.”
Palmerston’ın özel organı olan Morning Post, sahibinin bu yanıtı hakkında şunları yazmaktadır:
“Bu sorun hakkında (hükümetin de bilmesi olası olduğu gibi) belki de şu anda görüşmeler konusu olan en nazik ve en zor sorunların tartışmasına girmeden soylu lord başka türlü bir yanıt veremezdi. Ama bunun memnun edici bir sonuca vardırılması isteniyorsa, sorun, yasal korsanlığı tekrar canlandırmak istemeyen devletlere bırakılmalıdır.”
Palmerston’cı gazete, bir yandan “güç konu”nun henüz askıda olan görüşmelerin konusunu oluşturduğunu ilan ediyor, öte yandan, bu hususu, ilgili devletlerin “kendi kendine oluşacak adalet duygusu”na bırakıyor. Çok fazla övünç konusu olan İsveç ve Danimarka’yla tarafsızlık antlaşması, St. Petersburg hükümeti tarafından yazdırılmadıysa, özel kişilere ait gemilerin, bu ülkeler limanlarında, savaş donanımıyla donatılmasının engellenmesi gerekir. Ama gerçekte, Baltık denizi İngiliz savaş gemileri tarafından işgal edileceğine ve Hollanda, Belçika, İspanya, Portekiz ve İtalyan limanlan tümden İngiltere’yle Fransa’nın elinde bulunduğuna göre, burada sözkonusu olan, ancak Amerika Birleşik Devletleri’dir. Türkiye savaşının, İngiltere ile Rusya arasında bir savaşa yolaçması halinde, St. Petersburg hükümeti, Birleşik Devletlerin ne gibi bir rol oynayacağını düşünmektedir? Bu soruyu, Pozzo di Borgo’nun 1825 güzünde Kont Nesselrod’a gönderdiği bir yazıdan, doğru olarak yanıtlayabiliriz. O sıralarda Rusya, Türkiye’yi istilaya kararlıydı. Şimdiki gibi, Rusya, işe, prensliklerin barışçıl işgaliyle başlanmasını öneriyordu.
“Bu planın kabul edildiğini varsayarsak” diyor Pozzo di Borgo, “Babıâliye en ölçülü koşullarla bazı açıklamalar yapmak ve kendini körükörüne bir savaşa atmak istemiyorsa, imparatorun bu ayrılıkları uzlaşma yoluyla bir sonuca bağlamak istediğine dair güvence vermek gerekir.”
Atmaları gereken bütün adımları sıraladıktan sonra Pozzo di Borgo, sözü şöyle sürdürüyor:
“İmparatorluk hükümetinin Amerika’ya beslediği saygının, Amerika kamuoyunu aydınlatmaya ve onayını kazanmaya verdiği önemin bir kanıtı olarak bütün bu hareketlerin Amerika Birleşik Devletleri’ne bildirilmesi salık verilir.”
İngiltere’nin Türkiye yanında yer alması ve Rusya ile savaşa tutuşması olasılığına karşı Pozzo di Borgo, şu hususu belirtiyor:
“Limanlarımızı ablukaya alırken, onlar [İngiltere], tarafsız devletlere karşı, denizcilik hakları bahanesini kullanabilirler. Birleşik Amerika bundan herhangi bir zarar görmez! Bundan tatsız kavgalar ve tehlikeli durumlar doğabilir.”
Şimdi, Rus tarihçi Karamzin, gayet doğru bir biçimde “Bizim [Rus] dış siyasetimizde hiçbir şey değişmez” dediğine göre, biz, Rusya’nın bugünkü durumda, belki de Şubat 1853’ten beri, Washington hükümetine yaranmak ve hiç değilse tarafsız bir tutum takınmasını sağlamak üzere “bütün hareketlerini Birleşik Devletler’e duyurmuş olduğunu” varsaymakta haklıyız. Bundan başka Rusya, İngiltere’yle savaş halinde, umudunu, “tarafsızların denizcilik hakları” konusunda çıkacak tartışmaların “tatsız kavgalar ve tehlikeli durumlar” yaratmasına ve bu durumun, Birleşik Devletleri, St. Petersburg ile, azçok açığa çıkmış bir ittifaka sokmasına bağlıyor.
Ünlü Pozzo di Borgo’nun yazışmalarından parçalar alırken, Avusturya’yla ilgili olan ve 1825’ten bu yana Galiçya, İtalya ve Macaristan’da geçen olaylara karşın güncelliğinden hiçbir şey yitirmeyen bir parçayı da aktarabilirim.
“Bizim siyasetimiz” diyor Pozzo, “bu devlete kendimizi müthiş bir güç olarak göstermemizi ve hazırlıklarımızla onu, bize karşı harekette bulunursa, üstüne çökebilecek fırtınaların en şiddetlisinin kafasında patlayacağına inandırmamızı buyurur. Prens Metternich, ya Türklere karşı, bizim prensliklere girmemizin, bizzat Türkler tarafından yapılan kışkırtmanın sonucu olduğunu ilan edecektir, ya da daha kolayına geliyorsa, Osmanlı İmparatorluğu’nun öteki eyaletlerini kazanmaya çalışacaktır. Birinci durumda, o bizimle görüş birliğinde olacak, ikinci durumda biz onunla görüş birliğinde olacağız. Göze almamız gereken tek olasılık, bize açık bir karşıtlık göstermesidir. Metternich akıllıysa savaştan kaçınacaktır; şiddetten yana ise cezalandırılacaktır. Onun hükümeti böyle bir durumda olduğuna göre, bizimki gibi bir hükümet, aradaki ayrılıkları gidermenin bin türlü yolunu bulacaktır.”
Lord John’un meydan okuyan söylevi, İngiltere’nin onuru diye kös dövmeleri, Rusya’nın dönekliği karşısında büyük öfke gösterisi, Sivastopol ve Kronstadt surları önünde İngiltere’nin yüzer bataryalarının kolgezdiği görüntüleri, silah gümbürtüleri, askerlerin gösterişli biçimde gemilere doldurulması, bütün bu dramatik olaylar, kamuoyunun anlayışını şaşırtır ve gözlerinin önüne bir sis perdesi gerer. Bu sis perdesi kamuoyunun, ancak hayal ettiği şeyleri görmesini sağlar, başka bir şey görmesini engeller. Mavi Kitapların açıklamalarından sonra, bu hükümetin, bir çırpıda sadece savaşçı bir hükümete değil, ama Rusya’ya karşı –sahte bir savaş ya da kendisine karşı gösteriş olsun diye savaş ilan edilmiş bir düşmanın çıkarına olacak savaş hariç– gerçek bir savaşı omuzlayabilecek bir hükümete dönüşebileceğine inanmaktan daha büyük hayal olur mu? Savaş hazırlıklarının hangi koşullar altında yürütüldüğüne bakalım.
Rusya’ya karşı resmen savaş ilan edilmiş değil. Savaşın tam amacını hükümet açıkça ortaya koyamıyor. Gemilere doldurulan askerlere, nereye gidecekleri kesinlikle söylenemiyor, istenen bütçe ödenekleri, büyük bir savaş için çok az, küçük bir savaş için çok fazla. En ciddi vaatlerini tutmamak ve en ivedi reformları geciktirmek için kuluçkadan çıkarır gibi bahane üstüne bahane bulmakta ne kadar usta olduğunu göstererek ün yapan karma hükümet, içinde bulunulan bunalımı daha karışık hale getirmek amacıyla alelacele verilmiş sözüne her nedense, aşın bir bağlılık göstererek, ülkenin karşısına birdenbire yeni bir reform tasarısı çıkarıyor. Bu reform tasarısı, en amansız reformcuların dahi zamansız gördükleri, hiçbir dış baskının zorlamadığı, herkesin kuşkuyla ve ilgisizlikle karşıladığı bir taşandır. Öyleyse hükümetin amacı, kamuoyunun dikkatini, büyük bir iç soruna çekmek ve dış siyasetten uzaklaştırmaktan başka bir şey olamaz.
İngiltere’nin yabancı ülkelerle ilişkileri konusunda kamuoyunu yanıltmak için açık çaba gösteriliyor. Fransa’yla şimdiye dek bağlayıcı bir antlaşma yapılmış değil, ama böyle bir antlaşmanın yerini tutacak bir “karşılıklı nota alış-verişi” olmuştur. Aslında bu notalar, 1839’da Louis-Philippe’in hükümetiyle alınıp verilmiştir. Bu notalara göre, birleşik donanmalar, Doğu olayları nedeniyle Rusya’nın girişebileceği müdahaleleri durdurmak üzere ya tek başlarına, ya öteki devletlerle beraber Çanakkale Boğazına gireceklerdi. O zaman alınıp verilen bu notalardan nasıl bir sonuç doğduğunu hep biliyoruz: Fransa’ya karşı Kutsal İttifak172 ve Çanakkale antlaşması. İngiliz-Fransız ittifakının ne ölçüde içten olduğu, Avam Kamarasının dünkü oturumunda tanık olunan bir olaydan da pekala çıkarılabilir. Moniteur’de gördüğünüz gibi, Bonaparte, Yunan isyancıları tehdit ediyor, Kral Otho’nun hükümetine de aynı yolda bir protesto gönderdi. Sir T. Walsh, bu konuda hükümeti sorguya çekti. Lord John Russell, “sözkonusu sorunda, Fransa ve İngiltere hükümetleri arasında herhangi bir anlaşma olduğuna dair bilgisi olmadığını” açıkladı.
Britanya hükümeti, Rusya ile gerçekten savaşmak niyetindeyse neden savaş ilanının uluslararası ölçülerine uymaktan kaçınmakta bu kadar titizlik gösteriyor? Hükümet, Fransa ile gerçek bir ittifak yapmak istiyorsa, uluslararası ittifakların yasal biçimlerinden neden bu kadar sakınıyor? Alman devletlerine gelince, Sir James Graham, bu devletlerin, İngiltere ile ittifak yaptıklarını açıklıyor, aynı günün akşamı Lord John Russell, bu ülkelerle ilişkiler, Doğu olaylarının başlangıcında nasıl idiyse şimdi de öyle olduğunu bildirerek onunla çelişkiye düşüyor. Hükümet, kendi açıklamasına göre, Türkiye ile anlaşmaya varmak üzere ve bu ülkeyle bir ittifak kurmayı öneriyor. Henüz Türkiye ile anlaşma yapmadan, İstanbul’u işgal düşüncesiyle gemilere asker dolduruyorlar. Bu durumda, İstanbul’dan gelecek bir haberle, Babıâlinin gizli bir temsilcisinin, çara özel bir uzlaşma önermek üzere Viyana’dan St. Petersburg’a gönderildiğini öğrenirsek şaşırmayalım. “Türklerin” diyor muhabir, “kendilerine dost görünenlerin ihanetini ve budalalığını anladıktan sonra, akıllı düşmanla ittifak yaparak öç almaları gayet makuldür. Sözde dostların Türkiye’ye kabul ettirmeye çalıştığı koşullar, Mençikov’un isteklerinden on kat daha yıkıcıdır.”
Gemilere doldurulan askerlerin ne yapmasının istendiği, en azından İngiltere hükümetinin niyetinin ne olduğu, birleşik donanmaların şimdiye dek yaptıklarına ve şimdi yapmakta olduklarına bakarak bulunabilir. Donanmalar, Karadeniz’e girdikten yirmi gün sonra İstanbul Boğazına dönmüşlerdir. Ondan birkaç gün önce, “Babıâli hükümeti, İngiltere hükümetinin serzenişleri üzerine, The Telegraph of the Bosphorus adlı Rum gazetesinin yazıişleri müdürünü, İngiliz ve Fransız donanmalarının kısa süre içinde Karadeniz’den boğaza döneceklerini yazdığı için, cezaevine koymak zorunda kalmıştı. Journal of Constantinople’un173 yazıişleri müdürüne, her iki donanmanın Karadeniz’de kalmaya devam edeceklerini açıklama izni verilmişti.”
İngiliz ve Fransız amirallerin gözyıldırmasına ne kadar saygı duyduğunu göstermek amacıyla Rus amiral, geçen ayın 19’unda Şefkatil’deki Türkleri top ateşine tutmak üzere iki buharlı gemi gönderdi, ayrıca Rus buharlı gemileri Trabzon önlerinde dolaşıyor. Onlar böyle yaparken, Sivastopol açıklarındaki bir Fransız ve bir İngiliz buharlı gemisi dışında, birleşik donanmaların Karadeniz’de hiç gemisi yok. Öyleyse birleşik donanmaların övünebileceği iki kahramanlık, Rus gemilerinin Sinop ve Şefkatil’i top ateşine tutmasından ibaret. Lord Stratford de Redcliffe, Amiral Dundas’ı kabul etmeyi reddettiği için, Baraguay d’Hilliers de Fransız amiral ile subaylarını baloya çağırmadığı için ilişkileri tümden kopan amiraller ile elçiler arasındaki kavga, büyük bir önem taşıyor. Böyle ufak-tefek işlerle uğraşan ve yazışmalarının Londra ve Paris’te yayınlanması karşısında durumları kötüleşen diplomatlar, gemi ve mürettebatı tehlikeye atma pahasına, yitirdikleri ünü kurtarmaya çalışabilirler.
Ama sorunun asıl ciddi yönü, elçilere verilen açık buyrukların, amirallere verilen bir dizi gizli buyrukla iptal edilmesi ve amirallerin, çelişen buyrukları yerine getiremez olmasıdır. Kendilerine bir savaş ilanı karan bildirilmediğine göre amiraller başka türlü nasıl davranabilirler ki? Bir yandan, Karadeniz’den Sivastopol’a çekilmelerini zorlamak üzere Rus gemilerine saldırmaları buyruğu veriliyor, bir yandan da yalnızca savunmada kalmaları, bundan sapmamaları isteniyor. Son olarak, eğer ciddi bir savaş düşünülüyorsa, İstanbul’daki İngiliz elçi, Türk hükümetindeki savaş yanlısı grubun önderi Mehmet Ali Paşanın savaş bakanlığından atılmasını, yerine barışçı Rıza Paşanın geçmesini, Reşit Paşanın bendesi Mehmet Paşanın da Kaptanı Deryalığa atanmasını sağlamış olmasını, nasıl oluyor da büyük bir zafer olarak görebiliyor!
Önemli bir başka nokta daha var. İngiliz ve Fransız askerler, Arnavutluk’taki Rumların ayaklandığı, ayaklanmanın Tesalya ile Makedonya’ya yayıldığı haberlerinin Londra’yla Paris’e ulaşması üzerine gemilere bildirilmeye başlandı.174 Russell, Clarendon ve Lord Stratford ve Redcliffe arasındaki yazışmaların kanıtladığı üzere, İngiltere hükümeti, bu isyanı, başından beri sabırsızlıkla bekliyordu. Çünkü bu olay İngiltere’nin Rusya’yla Türkiye’nin arasına giriyormuş bahanesi arkasında, sultanla onun hıristiyan uyrukları arasına girmesi için en iyi fırsattır. Katolikler, Rumlara (bu sözcüğü sadece dinsel anlamıyla kullanıyorum) müdahale ettiği andan itibaren, Avrupa Türkiyesi’nde yerleşmiş 11.000.000 kişi ile çar arasında bir uyuşma kurulacağına inanabilirsiniz. Çar işte asıl o zaman, onların dinsel koruyucusu olarak ortaya çıkacaktır. Müslümanlarla onların Rum uyrukluları arasında dinsel bir mezhep tartışması sözkonusu değil, ancak, Türkiye’de yerleşmiş olan Rum ortodoks inancına bağlı değişik soylar arasındaki ortak bağı, katoliklere karşı mezhep düşmanlığının oluşturduğu söylenebilir. Bu açıdan bakınca, Mehmet II’nin İstanbul’u kuşattığı, Bizans İmparatorluğu’nun en etkin kişisi Rum Amiral Lucas Notaras’ın, başkentte katolik şapkasındansa Türk sarığının muzaffer olduğunu görmeyi yeğ tutacağını söylediği, buna karşılık, Allanın belası kafir Rumların kökü kazınmadıkça ve İstanbul Türkler tarafından yıkılmadıkça hıristiyanların günyüzü görmeyeceğine dair Macarların kehanetinin dillerde dolaştığı günlerden beri hiçbir şey değişmemiş görünüyor. Bu durumda sultan ile onun Rum uyrukluları arasına Batılılardan gelebilecek herhangi bir müdahale, çarın işine yarayacaktır. Sırbistan’daki Rus yanlılarının bu prenslikteki ihanet tasarımlarını boşa çıkarma bahanesiyle Avusturya’nın, 1791’de yaptığı gibi Sırbistan’ı işgale kalkışması halinde de, buna benzer bir sonuç ortaya çıkacaktır. Bir noktayı daha eklememe izin verin. Londra’da dolaşan söylentilere göre, İngiliz makamların denetlemediği İyonya adaları halkı Epir asilerine katılmışlar, onları desteklemişlerdir. Bunun yanısıra, karma hükümetin yayın organı The Times, cumartesi günkü sayısında Rum ayaklanmasını, tam zamanında patlamış bir olay olarak ilan etmiştir.
Bana gelince, ben, karma hükümetin gürültülü-patırtılı savaş hazırlıklarının gerisinde ihanetin pusuya yattığından kuşku duymuyorum. Bonaparte, doğal olarak, savaşa girmeyi yürekten istiyor. Ya ülke içinde devrim, ya da ülke dışında savaştan başka seçeneği yoktur. Napoléon I’in haşin istibdadıyla Louis-Philippe’in kokuşmuş barış siyasetini, şimdiye dek yapmış olduğu gibi, bundan sonra da birleştirmesi ve sürdürmesi olanağı yoktur. Eğer aynı zamanda Fransız ordularını sınırların ötesine göndermeye cesaret edemezse, Cayenne’e yeni tutuklu kafileleri göndermekten de vazgeçmelidir. Ancak Bonaparte’ın ortaya çıkan niyetleriyle İngiltere karma hükümetinin gizli tasarımları arasındaki çatışma, işleri daha da karıştırmaktan başka bir şeye yaramıyor. Bütün bunlardan çıkardığım sonuç, savaş olmayacağı sonucu değil, tam tersine savaşın, karma hükümetin küçük adamlarınca dahi kuşkulanılmayan korkunç ve devrimci boyutlara ulaşacağı sonucudur. Yerel bir çatışmayı büyük bir Avrupa yangınına dönüştürecek olan şey, bizzat onların ihanetidir.
Britanya hükümeti yanlış olduğu kadar içten olabilseydi bile, müdahalesi, Osmanlı imparatorluğunun başaşağı gidişini hızlandırmaktan başka bir şey yapamazdı. Britanya hükümeti, Babıâlinin hıristiyan uyrukları için bazı yüklenimlerde bulunulmasını istemeksizin bir müdahalede bulunamaz ve o yüklenimleri de, Babıâliyi yıkılmaya mahkûm etmedikçe koparamaz. Açık bir Türk yanlısı olan, daha önce kendisinden bazı satırlar aktardığım İstanbul muhabiri dahi itiraf etmekten geri duramıyor: “Babıâlinin bütün uyruklarını sivil ve dinsel eşitliğe getirmesine ilişkin Batı önerisi, derhal anarşiye içsavaşa ve imparatorluğun kesin ve ivedi olarak yıkılışına yolaçacaktır”.
New-York Daily Tribune
n° 4025, 13 Mart 1854