BUNALIM DÖNEMİNDE ULUSAL SORUN KARŞISINDA SINIFLARIN TUTUMU - 1989
Demokratik devrimin tamamlandığı, dolayısıyla kapitalizmin alt-yapıdan üst-yapıya kadar tüm topluma egemen olduğu ülkelerde, ulusal sınıf bileşimi iki temel üzerindedir: Kapitalist sınıf ve proletarya. Ancak kapitalist bir toplum bu iki temel sınıftan meydana gelmekle birlikte, bunların arasında yer alan ara tabakalar ve sınıflar bulunmaktadır. Bunlar, toprak sahipleri, kent ve kır küçük-burjuvazisidir. Dolayısıyla I. bunalım döneminde ulusal sorun karşısında sınıfların tutumu irdelenirken bu üç kesim ayrı ayrı ele alınmalıdır.
I. bunalım döneminde demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerde ise sınıfların durumu biraz değişiktir. I. bunalım döneminde ulusal hareketlerin gündemde olduğu ülkelerde, "ezilen ulus" düzeyinde şu sınıf ve tabakalar mevcuttur: Milli burjuvazi, kent küçük-burjuvazisi, bir bütün olarak köylülük, feodal toprak sahipleri (işbirlikçi kesimler bunların dışındadır) ve proletarya.
Şimdi bu sınıfların ulusal sorun karşısındaki tutumlarını ele alalım.
a) Bir bütün olarak burjuvazi, özel olarak emperyalist-kapitalist ülkelerin burjuvazisi:
Burjuvazinin ulusal sorunlar karşısındaki tavrı, tümüyle emperyalist sömürgecilikten kaynaklanmaktadır. Yağmacılık olarak ortaya çıkan emperyalist sömürgecilik, üstünde yükseldiği kolonyalist ilişkilerce belirlenmiştir. Sermaye ihracı, geçmiş dönemlerde koloniler aracılığıyla ve büyük ölçüde yerli halkın köleleştirilmesi temelinde (gerekirse başka ülkelere bu kölelerin taşınmasıyla) gerçekleştirilen hammadde üretiminin genişletilmesi ve rakip emperyalist ülkelerle rekabet edecek düzeyde bir maliyetle sağlanması amacıyla yapılmaktadır. Bu, aynı zamanda buraların dünya pazarının içine çekilmesi sonucunu doğurmaktadır. Gerçek anlamda emperyalist sömürü gündemdedir. Bu nedenle, emperyalist-kapitalist ülke burjuvazisi, ulusların gelişmesinin ve bağımsız olarak var oluşlarının karşısındadır. Genel olarak mevcut statünün devamından yana tavır alırken, kendi aralarındaki uzlaşmaz çelişki tarafından belirlenen özgün tavırlar sergilerler.
I. bunalım döneminde ileri emperyalist ülke olan İngiltere ile eşitsiz ve sıçramalı gelişimle ileri fırlayan Almanya arasındaki pazar mücadelesi, ulusal sorun karşısında iki ayrı tavır ortaya koymuştur. Bu tavırların ortak yanını, "düşmanın düşmanı dostumdur" politikası oluşturmaktadır. 1914'de başlayan paylaşım savaşıyla doruk noktasına varan İngiltere-Almanya çelişkisi, 1900-1914 arasındaki "barış" döneminde ulusal hareketlerin bu iki emperyalist güç tarafından (müttefikleriyle birlikte) desteklenmesi ya da ezilmesi şeklinde kendini dışa vurmuştur. Almanya ile sınırdaş olan ulusların topraklarını ilhak etmiş bulunan Çarlık Rusyası ile Alman emperyalizminin karşı karşıya gelişi, Çarlığın, İngiltere ile ittifakının da temelini oluşturmaktadır. Aynı şekilde Almanya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ittifakı da bu zorunlulukla belirlenmiştir. Yine deniz aşırı topraklarda sömürgeler oluşturma olanağına sahip olmayan Almanya için, en yakın pazar yerlerinden bir diğeri de Fransa ile olan sınır bölgesidir. (Alsace-Lorren, Lüxemburg, Belçika vb.) Bu da Fransa'nın İngiltere ve Çarlık Rusyası ile ittifakını getirmektedir. Bu durumda, Almanya'nın gelişen pazar sorununu çözümlemek için ulaşabileceği kara topraklarının en genişi olan Osmanlı İmparatorluğu olmaktadır. Osmanlılar ise Kuzey Afrika ve Arabistan'da İngiliz ve Fransız emperyalistleri karşısında sürekli toprak yitirmektedir. Böylece Almanya'nın Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasına karşı çıkması, Osmanlı İmparatorluğunun "bağımsızlığı"ndan yana olması kolayca anlaşılmaktadır. Ama bu tutum aynı zamanda Almanya ile Osmanlılar arasında kurulan ittifakın da temeli olmaktadır.
Sözcüğün tam anlamıyla emperyalist ülke burjuvazilerinin ulusal sorun karşısındaki tutumları, pazar sorunu olarak vardır. Destekledikleri ulusal hareketler, rakip emperyalist ülkenin sömürge ya da yarı-sömürge durumundaki ülkelerdeki ulusal hareketlerdir. Böylece tekelci kapitalizm koşullarında tarihsel olarak burjuvazinin devrimci niteliğini yitirmiş olması, siyasal olarak gericileşmesi ve yağmacı bir politika izlemesi açık hale gelmektedir. Bu koşullarda bağımlı ulusun yapabileceği şeyler ise, ya bir başka emperyalist ülkenin himayesini (mandası) kabul ederek mevcut egemen emperyalist ulusa karşı çıkmaktır; ya da tüm emperyalist ülkelerden bağımsız olarak ulusal sorununu kendisinin çözmesidir. Her iki durumda da sorunun çözümü emperyalistler arası bir savaş koşullarına ve dolayısıyla bu savaşın sonuçlarına bağlıdır. Böylece "ezilen ulus" burjuvazisinin tavrı da ortaya çıkmaktadır. Bu tavır, esas olarak, olası bir emperyalistler arası savaşta hangi emperyalist ülkenin zafer kazanacağını kestirmeye ilişkindir. Bu da kapalı kapılar ardında, gizli diplomasi yoluyla yapılacak anlaşmalarla sorunun çözümünü beklemek demektir. Bunun kaçınılmaz öncülü ise, bağımlı ulusun egemen sınıfları arasında belli bir "uzlaşma" ya da "birliğin" oluşturulması gereğidir. Böylece bağımlı ulus burjuvazisi aristokrasi ile (feodal egemenlerle) ittifak kurmaktadır. Ve bu ittifak temelinde egemen emperyalist ülke ile uzlaşma yolları arar. Ama bunu yaparken, diğer yandan da egemen emperyalist ülkenin düşmanı ile gizli pazarlığa girişirler. (Bu aynı zamanda tepeden oluşturulmuş iç ulusal birliğin iç çelişkilerinin dışa vurumudur da.) Lenin bu tutumu, kendi bağımsız ulusal-devletini en kolay ve en doğal biçimde gerçeğe dönüştürebileceğini düşündüğü iki ulusun, Polonya ve Finlandiya'nın tahlilini yaparken şöyle belirtmektedir: "1905 devrim deneyimi göstermiştir ki, bu iki ulus içinde bile, egemen sınıflar, toprak sahipleri ve burjuvazi, özgürlük için devrimci mücadeleyi reddetmekte, Finlandiya ve Polonya'nın devrimci proletaryasından korktukları için, Rusya'nın egemen sınıflarıyla ve Çarlık monarşisiyle rapprochement (uzlaşma) yollarını aramaktadırlar" (abç)
Ve yine Lenin, bir başka yerde, burjuvazinin bu tutumunu şöyle ifade etmektedir: "Uluslara yapılan her baskı, geniş halk yığınlarının direncini davet eder; ulus olarak baskı altında kalan halkın direnci, her zaman, ulusal ayaklanma eğilimi gösterir. Ezilen ulus burjuvazisinin (hele hele Avusturya ve Rusya'da) bir yandan pratikte, kendi halkından gizli olarak ve ona karşı, ezen ulusun burjuvazisiyle gerici anlaşmalara girerken, bir yandan da ulusal ayaklanmadan söz etmesi hiçte seyrek görülen bir şey değildir." [56] (abç)
Ezilen ulusun burjuvazisinin, kendi devrimini yapmaktan bu uzaklaşışı (devrimci niteliğini yitirmesi) ulusal sorunun çözümünde tarihsel bir olasılığın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Doktrinerliğe düşmeksizin hesaba katılmamazlık edilemeyecek bu olasılığı Lenin şöyle ifade eder: "Şimdiki savaşın (I. yeniden paylaşım savaşı kastediliyor-b.n.) belli bir sonuca ulaşması durumunda Avrupa'da yeni devletler (Polonya, Finlandiya vb.) kurulmasının, emperyalizmin ve onun iktidarının gelişmesi koşullarını bozmaksızın tam olarak 'gerçekleştirilmesi' mümkündür. Tam tersine, böyle bir durum, mali-sermayenin etkisini, değini noktalarını ve baskısını artırır. Fakat savaşın daha başka bir sonuca ulaşması halinde de yeni Macaristan, Çekoslavakya vb. devletlerin kurulması, aynı şekilde 'gerçekleştirilebilir'. Britanya emperyalistleri, zafer kazanacaklarını hesaplayarak, şimdiden bu ikinci sonucu planlıyorlar. Emperyalist çağ, dünya emperyalist ilişkilerinin sınırları çerçevesinde ulusal siyasal bağımsızlık için çaba gösterilmesini ya da bunun 'elde edilebilirliği'ni yıkmıyor. Ne var ki, bu sınırların dışında, cumhuriyetçi bir Rusya, ya da genel olarak, dünyanın herhangi bir yerinde büyük bir demokratik dönüşüm, bir dizi devrimlere girişmeksizin 'gerçekleştirilemez' ve sosyalizm olmaksızın istikrarlı hale gelemez." [57] (abç)
b) Küçük-burjuvazinin ulusal sorun karşısındaki tutumu:
1848'den beri küçük-burjuvazinin demokratik devrim karşısındaki tutumu ve küçük-burjuva milliyetçiliği, bu sınıfın ulusal sorun karşısındaki konumunu belirlemektedir. Küçük-burjuvazinin, ilk büyük burjuva devrimlerinden sonra, kapitalizmin dünya çapında egemen hale gelmesiyle büyük burjuvazinin aristokrasi ile ittifaka girmesiyle başlayan siyasal gericilik döneminde, demokratik harekete katılışı ve bu hareketler içindeki yerini birinci bölümde görmüştük. Emperyalist dönemde gecikmiş burjuva devrimlerine sahne olan ülkelerde küçük-burjuvazinin durumunu kavramak için bu konuyu biraz açalım.
1848 devrimleri döneminde küçük-burjuvaziyi Marks-Engels ayrıntılı biçimde tahlil etmişlerdir. Bu tahlillerin tarihsel önemi, aynı dönemde formüle edilen "kesintisiz devrim" teorisi ile birlikte anlaşılabilir. "1848'de Alman liberal burjuvazisinin halka karşı oynadığı haince rolü, yaklaşan devrimde 1848 öncesinde liberal burjuvazinin tuttuğu yerin aynısını şimdi muhalefette tutan demokratik küçük-burjuvazi üstlenecektir. İşçiler için eski liberal partiden çok daha tehlikeli olan bu parti, demokratik parti, üç unsurdan oluşuyor:
1) Büyük burjuvazinin, feodalizmin ve mutlakiyetçiliğin derhal ve tamamıyla kaldırılması amacını güden en ileri kesimleri ...
2) Esas amaçları az çok demokratik bir federal devletin kurulması olan demokratik-anayasacı küçük-burjuvazi,
3) İsviçre'dekine benzer federatif bir Alman cumhuriyetini ülkü edinmiş olan ve şimdi de, büyük sermayenin küçük sermaye üzerindeki, -büyük burjuvazinin küçük-burjuvazi üzerindeki- baskısını kaldırmak gibi kutsal bir arzu güttüklerinden kendilerini, kızıl ve sosyal demokrat olarak adlandıran cumhuriyetçi küçük-burjuvazi." [58] (abç)
Bu nitelikleri ve bölümleri ile küçük-burjuvazi karşısında proletaryanın tutumunu Marks-Engels şöyle belirlerler: "Devrimci işçi partisinin, küçük burjuva demokratlar karşısındaki tutumu şöyledir: Devirmeyi amaçladığı kesime karşı, onlarla birlikte ilerler; kendi çıkarları uğruna konumlarını pekiştirmeye çalıştıkları her şeyde onlara karşı çıkar."[59] (abç)
Bu, proletaryanın "hem dostluk, hem mücadele" ilkesinin en özlü ifadesidir.
Ancak Marks-Engels, sorunun bu şekilde genel çözümü ile yetinmemişler, değişik koşullar altında, bu tutumun nasıl kullanılacağını da ele alıp irdelemişlerdir. Marks-Engels, proletaryanın ve partisinin demokratik küçük-burjuvazi karşısındaki tutumunu üç durumda ele alırlar:
1) Küçük-burjuvazinin proletarya gibi ezildiği koşullar,
2) Üstünlüğün küçük-burjuvaziye geçmesine yol açacak olan bir devrimci mücadele sırasında,
3) Her devrimci mücadele sonrasında, alaşağı edilmiş sınıflar ve proletarya üzerinde üstünlük dönemi sırasında küçük-burjuva demokrasisine karşı tutum.
İlk durumda, yani "mevcut düzen içinde", proletarya ile küçük-burjuvazinin ezildiği koşullarda, demokratik küçük-burjuvazi, proletaryaya "genel olarak birlik ve uzlaşma öğüt"lediği, "ona elini uzattığı" ve "her türden görüşü demokratik bir parti içinde kucaklayacak geniş bir muhalefet partisinin kurulması için" çalıştığı bir ortam vardır.
Proletarya bu noktada, sınıfın bağımsız siyasal örgütlenmesini savunur ve bu tür "geniş" muhalefet örgütlenmesinin tek bir çatı altında yapılmasını reddeder. Çünkü aksi halde proletarya, sahip olduğu ve büyük emeklerle sağlanmış bağımsız konumunu yitirecek ve bir kez daha resmi burjuva demokrasisinin eklentisi durumuna düşecektir Bu nedenle küçük-burjuvazinin "birlik" çağrısı "en keskin biçimde reddedilir". Bu proletaryayı, bu döneme kadar olduğu gibi "burjuva demokratlarının tezahürat korosu" olma durumundan kurtaracaktır.
Marks-Engels, küçük-burjuvazinin "birlik" çağrısının bu reddi üzerine yapılabilecek ittifakın "eşit güçle ve eşit haklarla" iki tarafın yan yana duracağı bir ittifak olabileceğini söylerler. Eğer demokratik küçük-burjuvazi bunu kabul etmezse bu mücadelenin bölünmesini getirmeyecektir. Çünkü "ortak bir düşmana karşı mücadele durumunda, herhangi bir özel birliğe gerek yoktur." [62] Her sınıf kendi sınıf amaçları doğrultusunda kendi düşmanına karşı (ki burada ortak durumundadır) kendi gücüyle ve kendi üstüne düşen görevleri yerine getirmek durumundadır. Bu açıdan proletarya kendisini silahlandırarak ve kendi öz örgütüyle mücadeleyi sürdürür. Böylece mücadelenin sonucunda "öz-devrimci işçi hükümeti" kurulabilmesi olanaklı hale gelir.
İkinci durumda, yani devrimci mücadele sırasında birinci durumdaki tutum sürdürülür. İşçilerin "silahlanmış ve örgütlenmiş olması" bu dönemde temel amaçtır.
Üçüncü durum, "yeni hükümetler kendi durumlarını pekiştirir pekiştirmez, işçilere karşı mücadeleleri başlatacakları" döneme ilişkindir. "Demokratik küçük-burjuvaziye karşı etkin bir muhalefet ortaya koyabilmek için, burada, herşeyden önce, işçilerin bağımsız olarak örgütlenmeleri ve kulüpler içinde toplanmaları zorunludur." [63] (abç)
Yeni hükümetlerin kurulmasının ilk sonucu, "temsili meclis seçimi" olacağını belirten Marks-Engels, bu seçimde proletaryanın "bağımsız sınıf adaylarını seçimlere sokması gerektiğini" söyler. Diğer taraftan da, "demokratlar nasıl köylülerle birleşiyorlarsa, işçiler de o ölçüde kır proletaryası ile birleşmelidir." [64] Bu, küçük-burjuvazinin proletarya ile feodalizmin tasfiyesi konusunda çatışmasının bir ifadesidir. Sonuçta proletaryanın tavrı şöyle ortaya çıkar: "İşçiler ... tek ve bölünmez bir Alman cumhuriyeti için çalışmakla kalmamalı, bu cumhuriyet içinde iktidarın en kesin bir biçimde devlet otoritesinin ellerinde toplanması için de çalışmalıdırlar. Topluluklar için özgürlük, öz yönetim vb. demokratik sözlerle yanlış yola saptırılmalarına fırsat verilmemelidir. Ortadan kaldırılacak bunca orta-çağ kalıntısının hâlâ bulunduğu, kırılması gereken bunca yerel ve bölgesel inatçılığın bulunduğu Almanya gibi bir ülkede, her köyün, her kentin ve her eyaletin, ancak merkezden gelen güçle tam yol ilerleyebilecek olan devrimci eylemin önüne yeni bir engel çıkartmasına hiçbir koşul altında izin verilmemelidir." [65] (abç)
Bu nedenle, "hareketin başlangıcında işçiler, elbette, henüz hiçbir doğrudan komünistçe önlem öneremezler. Ama şunları yapabilirler: 1) Demokratları, o güne kadar var olmuş toplumsal düzenin olabildiğince çok alanına müdahale etmek, bu düzenin akışını bozmak ve kendileri ile uzlaştırmak ve olabildiğince çok üretici gücü, ulaşım aracını, fabrikaları, demiryollarını vb. devletin elinde toplama zorunda bırakmak. 2) Her durumda devrimci değil, yalnızca reformist bir biçimde hareket edecek olan demokratların önerilerini en son sınırına dek itmeli ve bunları özel mülkiyete doğrudan saldırı biçimine dönüştürmelidirler." [66]
Sonuç olarak, proletarya, "sınıf çıkarlarının neler oldukları konusunda kafalarını açıklığa kavuşturarak, bağımsız bir parti olarak kendi yerlerini bir an önce alarak ve demokratik küçük-burjuvazinin ikiyüzlü sözleriyle proletarya partisinin bağımsız örgütünden vazgeçme yolunda bir an önce ayartılmaya fırsat vermeksizin, nihai zaferleri için elden geleni bizzat yapmalıdırlar. Savaş naraları 'devrimin sürekliliği' olmalıdır." [67]
Ulusal sorunun bir iç sorun olduğu evrede küçük-burjuvazinin değişik tutumlarını ve bunlar karşısındaki proleter tutumu bu şekilde özetleyebiliriz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta Marks-Engels'in tahlillerinde yer alan küçük-burjuvazinin Almanya gibi gecikmiş burjuva demokratik devrimine konu olan kapitalist ülkelere ilişkin olduğudur. Ama yine de bu sınıfın genel özelliklerini içermektedir.
Emperyalist aşamada, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerde küçük-burjuvazinin niteliğini Lenin şöyle ortaya koyar: "Kapitalist ülkelerde önde gelen kesimleri II. ve II½. Enternasyonaller tarafından temsil edilen küçük-burjuva demokratları, bugün kapitalizmin ana dayanağı olmaya devam ediyorlar. Çünkü bunlar, eğer devrim patlak verirse, emperyalizmin ayrıcalıkları sayesinde yaratılan küçük-burjuva refahını yitireceklerinden korkan sanayi ve ticaret işçileri ile büro görevlilerinin çoğunluğu veya önemlice bir kesimi üzerinde etkilerini sürdürüyorlar."
Diyebiliriz ki, emperyalist aşamada demokratik devrimin tamamlandığı ülkelerde küçük-burjuvazi "devrimci demokrat" niteliğini yitirmiştir. Ancak bu tümüyle karşı-devrimci olduğu demek değildir. Onlar içte tam anlamıyla "konformist" bir tutumla "statükocu" olmuşlardır. Mevcut düzenin (emperyalist) sürmesinden yanadırlar. Dışta ise, emperyalizmin getirmiş olduğu avantajlar nedeniyle, sermaye ihracının destekleyicisidirler. Fakat finans oligarşisinden farklı olarak, "uygar" bir emperyalizmden yanadırlar. Bu da onların "milliyetçiliği"nin muhtevasını belirler. Onlar, Lenin'in deyişiyle, "oktobrist kapitalizm"in kendilerinden uzaklaştırılmasından yanadırlar ve bunun sermaye ihracı ile birlikte "vahşilere" aktarılmasından rahatsız değildirler. Ama "vahşi"lerin (barbarlar) zaman içinde emperyalizme karşı tutum almaları küçük-burjuva milliyetçiliğinin gerçek içeriğini açığa çıkarır. Mücadelenin devamı koşullarında ise tutumları "demokratik" bir görünüm kazanabilir. Bu da küçük-burjuvazinin ulusların eşitliğini savunması olarak kendisini dışa vurur. Ama "küçük-burjuva milliyetçiliği, sadece ulusların eşitliğinin tanınmasını enternasyonalizm olarak nitelendirir ve ulusal egoizme dokunmaz."
Lenin'in ifade ettiği gibi, emperyalist aşamada, kapitalist ülkelerde küçük-burjuvazinin ikili karakteri kendisini sosyal-demokrat partilerin politikasında açığa vurur. II. Enternasyonal'in küçük-burjuva milliyetçiliğine ve giderek sosyal-şovenizme sapmasının temelinde bu yatar. Böylece bu hareket Marksizm dışında bir siyasal hareket olarak varlığını sürdürmek durumundadır.
I. bunalım döneminde emperyalist-kapitalist ülkelerdeki küçük-burjuvazinin ulusal sorun karşısındaki tutumu bu şekilde ortaya çıkarken, "ezilen ulus" ya da "bağımlı ulus" düzeyinde bazı farklılıklar ortaya çıkar. Ulusal baskı koşulları altında küçük-burjuvazi (kent ve kır) milliyetçilik temelinde kendi ulusunun kurtuluşu yönünde tutum takınır. Ancak ülkede demokratik devrim tamamlanmadığı için aynı zamanda devrimci-demokratik bir niteliğe de sahiptir. Bir başka deyişle, emperyalist aşamada bağımlı ulus küçük-burjuvazisi devrimci-milliyetçi niteliktedir ve ulusal sorun karşısındaki tutumu bu niteliğine bağlı olarak ortaya çıkar. Devrimcidir, çünkü burjuva demokratik devrimin tamamlanmasını ister; milliyetçidir, çünkü demokratik devrimin en temel engellerinden birisi "ezen ulus" ve onun yerli-feodal işbirlikçileridir. Ancak I. bunalım döneminde demokratik devrimin tamamlanmadığı bağımlı uluslarda burjuvazi bir bütün olarak devrimci niteliğini henüz yitirmiş değildi. Bu nedenle küçük-burjuvazi ulusal ve demokratik mücadelede tek burjuva güç durumunda değildir. Dolayısıyla 1848 devrimlerinde görüldüğü gibi büyük burjuvazinin karşı-devrimci olduğu koşullardaki gibi, görece bağımsız bir siyasal güç olarak faaliyet gösteremez. I. bunalım döneminde demokratik devrimin tamamlanmadığı bağımlı uluslarda burjuvazi içindeki sınıf çelişkileri ikincil durumdadır. "Uzlaşıcı" ulusal burjuvazi ile küçük-burjuvazinin bu ittifakı, bu dönemde ulusal hareketin temelini oluşturmaktadır. Bu dönemde bu ulusların hareketlerini "burjuva kurtuluş hareketi" olarak niteliyoruz. Bu nedenle I. bunalım döneminde "ezilen ulus" düzeyinde küçük-burjuvazinin ulusal sorun karşısındaki tutumu bir bütün olarak ulusal burjuvazi tarafından belirlenmektedir.
Milli burjuvazi, bu koşullar altında, doğrudan kendi ulusal (burjuva) çıkarlarını ön plana alarak, ulusların kendi kaderini tayin hakkını ayrılmanın mutlaklaştırılmasıyla birleştirerek ele alır. Onlara göre, sorun "pratik"tir ve yanıtlanması gereken soru "ezilen ulus"un ayrılmasını kabul edip etmemek. Bir başka deyişle, ayrılma sorununu ön plana alarak buna karşı kesin bir "evet" ya da "hayır" yanıtı verilmesini isterler. Demokratik bir hak olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, kendi ulusunun ayrılma hakkı ile sınırlandıran burjuvazi bu hakkın her zaman ve her koşulda ayrı devlet kurma şeklinde kullanılmasına indirgeyerek "pratik" bir politika belirler. "Gerçekte bu, saçmadır; böyle bir tutum, teoride, metafizik bir anlayışı gösterir, pratikte ise, proletaryanın burjuva politikasına boyun eğmesi anlamını taşır. Burjuvazi, her zaman kendi ulusal taleplerini ön plana sürer. Bunları kesinlikle ileri sürer. (Mutlaklık derecesinde ileri sürer-b.n.) Ama proletarya için bu talepler, sınıf mücadelesinin çıkarlarına tabidir. Teorik bakımdan, belirli bir ulusun başka bir ulustan ayrılmasının ya da bu ulusun bir başka ulusla eşitliğinin, burjuva demokratik devrimini tamamlayıp tamamlamayacağını önceden kestirmek olanaksızdır. Her iki halde de proletarya için önemli olan şey, kendi sınıfının gelişmesini güvence altına almaktır. Burjuvazi için önemli olan şey, bu gelişmeyi baltalamak ve 'kendi' ulusunun amaçlarını proletaryanınkilerden öne almaktır. Bu nedenle proletarya, kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması isteğinin, deyim uygun düşerse, olumsuz yönüyle yetinir. Ve hiçbir ulusa, başka bir ulusun sırtından üstünlük güvencesi vermeye, bu konuda taahhütlerde bulunmaya kalkışmaz."
"Ezilen ulusların burjuvazisi, taleplerinin 'pratik' olduğu iddiasıyla, proletaryayı, özlemlerini kayıtsız şartsız desteklemeye çağıracaktır. Belirli bir ulusun ayrılma hakkı için sadece bir 'evet' demek, ayrılma hakkı olan bütün ulusların lehine olarak 'evet' demekten daha pratiktir.
Proletarya, bu pratikliğin karşısındadır. Proletarya, eşitliği ve ulusal-devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir, ve her ulusal talebi, her ulusun ayrılma hakkını, işçilerin sınıf mücadelesi açısından değerlendirir. Pratikliğe çağrı, burjuva özlemlerinin kayıtsız şartsız kabulüne çağrıdan başka bir şey değildir." (Lenin) [71]
Genel olarak küçük-burjuvazinin bu dönemdeki tutumunu bu şekilde ortaya koymakla birlikte "ezen ulus" şovenizmi yanında "ezilen ulus"un ya da tek bir devlet içinde bulunan yerel şovenizmin de önemli bir tehlike olduğunu vurgulamak gerekir. Çokluk "ezen ulus" ile "ezilen ulus" milliyetçiliği arasında bir ayrım yapılırken, yerel şovenizmin tehlikeli sonuçları gözden kaçırılır. Burada "ezilen ulus"un milliyetçiliğinin, "ezen ulus" milliyetçiliğinden kesinkes ayrılması, bunların dünya demokratik devrim mücadelesinde karşıt konumlarının göz önünde tutulması gerekliliğinin vurgulanması zorunludur. Özellikle "ezilen ulus"un milliyetçiliğinin, "ezen ulus" şovenizmine karşı bir "savunma biçimi" [72] olduğu unutulmamalıdır. Ancak öte yandan da her milliyetçilik gibi, ezilen ulus" milliyetçiliğinin, zaman içinde "saldırgan bir milliyetçiliğe" ya da şovenizme dönüşme eğilimi içinde olduğu da unutulmamalıdır. Çokluk "ezilen ulus" milliyetçiliği, ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını elde ettiği ve bunu bağımsız bir devlet kurmayla somutladığı koşullarda, bu milliyetçilik "yerel şovenizm"e, "saldırgan milliyetçiliğe" dönüşebileceği, daha güçsüz ulusları boyunduruk altına almaya yönelebileceği bilinmelidir. Yine de bu yanın öne geçmesi için, "ezilen ulus"un bu durumdan kurtulması önkoşul değildir. Kimi durumlarda henüz kendi kaderini tayin hakkına sahip değilken bile, milliyetçilik şovenizme dönüşebilmektedir. I. bunalım döneminde Kafkas-ötesindeki uluslarda bu tür bir gelişme sık sık ulusal çatışmalara ve katliamlara yol açmıştır.
Genel olarak ulusal sorunun bir köylü sorunu olduğu gözden kaçırılarak, "ezilen ulus" düzeyinde de ortaya çıkabilecek köylü milliyetçiliğinin saldırgan yanı unutulur. "Ezilen ulus" düzeyinde köylülüğün talebi topraktır ve ulusal toprakların bir başka ulus tarafından ilhak edildiği koşullarda, bu talep ulusal kurtuluş hareketine yol açar. Kendi "ulusal" toprakları üzerinde yabancı ülkenin mülk edinmesinin (ilhak yoluyla) ortadan kaldırılması köylünün kendine ait toprağa sahip olmasına hizmet edeceği düşünülür. Bu, köylü kitlesinin ulusal harekete katılışının maddi temelini oluşturur. Ve bu boyutu ile köylü milliyetçiliği belirginleşir. İşte bu milliyetçilik ile toprak talebi arasındaki ilişki, "ezilen ulus" milliyetçiliğinin "saldırgan milliyetçiliğe" dönüşmesinin maddi temelidir de. Örneğin I. yeniden paylaşım savaşında ve sonrasında Yunanistan'ın durumu böyledir. Böyle bir gelişme tarihsel olarak burjuva demokratik devriminin tamamlanmadığı ülkelerde, burjuvazinin kendi devrimini yapmak yerine feodalizmle ittifaka girmesiyle bağlantılıdır. Toprak devriminin yapılmamışlığı, köylünün toprak talebinin "daha güçsüz uluslar"ın topraklarının ele geçirilmesiyle karşılanmasına yönelinmektedir.
c) Feodal egemen sınıfların ulusal sorun karşısındaki tutumu
Emperyalizmin I. bunalım döneminde ulusal hareketlerin gündemde olduğu uluslar açısından, feodalizmin ve feodal egemen sınıfların durumu, bunların ulusal sorun karşısındaki tutumunu belirleyebilmek için, herşeyden önce "ezen" ya da "ezilen" ulus düzeyinde üretim ilişkilerinin kapitalist niteliğinin göz önünde tutulması gerekir. Uluslaşma sürecini tamamlamış, ancak bir başka ulus tarafından toprakları ilhak edilmiş ulusların demokratik devrimini tamamlamamış olmaları, bu dönemde feodal egemen sınıfların ulusal hareket karşısındaki tutumunu belirlemektedir. "Ezilen ulus" düzeyinde, alt-yapıda kapitalizmin egemen olmasına karşın, üst-yapı feodal niteliktedir. Ancak ülke emperyalist-kapitalist bir başka ulus tarafından ilhak edildiğinden, üst-yapının feodal niteliği yanında, "ezen ulus"un askeri ve idari yönetimi bulunmaktadır. Klâsik sömürge yönetim sistemi ile feodal yönetimin bu iç içeliği, son tahlilde "ezen ulus"un, yani emperyalizmin feodalizmle ittifak kurmasından başka birşey değildir. Bu açıdan ulusal hareket kaçınılmaz olarak anti-feodal yani demokratik nitelik almaktadır. Bu dönemdeki ulusal hareketlerin kaçınılmaz olarak demokratik nitelikte olmalarının temeli burada bulunmaktadır.
"Ezilen ulus"un kendi kaderini tayin hakkı için yürüttüğü mücadelenin anti-feodal mücadele ile birleşmesi, hareketin burjuva-demokratik niteliğini, demokratik devrimin tamamlanması yönünde bir hareket olmasını göstermektedir. Bu uluslarda feodal egemen sınıflar, bir yandan gelişen kapitalizmin tehdidi altında iken, diğer yandan "ezen ulus"un sermayesinin getirdiği tehditle yüzyüze bulunmaktadır. Onların eski ayrıcalıklarını koruyabilmelerinin tek yolu "ezen ulus" ile yaptıkları ittifakın sürmesinden geçmektedir. Bu ise, ulusun kendi kaderini tayin hakkına sahip olmaması, "ezilen ulus" statüsünü sürdürmesiyle özdeştir. Ancak yine de gerek iç dinamiğin baskısı, gerekse "ezen ulus" burjuvazisiyle "ezilen ulus" burjuvazisi arasında belli bir "uzlaşma" nın ortaya çıkaması ile feodal egemen sınıflar, ulusal topraklar üzerinde eski güçlerini sürekli yitirmekle yüzyüzedirler. İşte bu koşullar içinde, feodal egemen sınıf ulusal taleplerin sözcüsü olmaya çalışır. Ancak üretim ilişkilerinin kapitalist niteliği ile ulusun burjuva özü karşısında, bu son manevraları da fazlaca işe yaramamaktadır. Genellikle feodal egemen sınıf kendisinin egemen olduğu toprakların her açıdan ilhak edildiği ve her türden yerel otoritelerin etkisizleştirildiği koşullarda ulusal sorunla ilgilenmeye başlamaktadır. (Zaten bu durum "ezen ulus" ile kurduğu ittifakın sonu demektir) Stalin, feodal egemen sınıfların gerek iç dinamikle gelişen kapitalizmin etkisiyle, gerekse "ezen ulus"un ilhaklarıyla etkinliğini yitirmesi karşısındaki tutumunu şöyle ortaya koymaktadır: "Sözgelişi bizde Gürcü aristokrasisi Gürcistan'ın Rusya'ya bağlanmasından sonra Gürcü kralların yönetiminde sahip olduğu eski ayrıcalıkları ve iktidarı yitirmenin kendisi için ne kadar yararsız olduğunu anlayarak 'sırf bu bağımlılığın bile' saygınlığını düşürücü olduğunu düşünerek 'Gürcistan'ın kurtuluşunu' istediği zaman 'aristokrasinin ulusal sorunu' denilen ulusal sorun vardı. Aristokrasi bununla, Gürcistan'ın başına Gürcü krallarıyla aristokrasiyi getirmek ve böylece Gürcü halkının kaderini bunlara teslim etmek istiyordu. Bu bir feodal krallık milliyetçiliği idi. Bu hareket Gürcistan'ın yaşamında önemli hiçbir iz bırakmadığı gibi, Gürcü soylularının Kafkasya' daki Rus iktidar sahiplerine karşı giriştikleri birkaç komplo dışında onun başarı kazandığı hiçbir olay da yoktur. Zaten zayıf olan bu hareketi temelden yok etmek için toplumsal yaşamın olaylarının ona sadece hafifçe dokunuvermesi yetecekti. Ve gerçekten de meta ekonomisinin gelişmesi, köleliğin kaldırılması, soylular bankasının kurulması, köyde ve kentte sınıf mücadelesinin güçlenmesi güçlenen köy yoksulları hareketi vb. bütün bunlar Gürcü aristokrasisine ve aynı zamanda onunla birlikte 'feodal kralcı milliyetçiliğe' öldürücü bir darbe indirdi. Gürcü aristokrasisi iki gruba ayrıldı. Bunlardan biri her türlü 'milliyetçilikten' vazgeçerek, karşılık olarak Rus otokrasisinden sıcak koltuklar, ucuz kredi, tarım araçları ve hükümetin köy eşkıyalarına karşı korunmasını vb. şeyleri sağlamak için elini ona uzattı. Gürcü aristokrasisinin daha zayıf olan diğer grubu Gürcü piskoposları ve arşımantridleriyle yeniden dostluk kurarak yaşamdan kovulan 'milliyetçiliğe' kilisenin kanatları altına sığınarak sağladı. Bu grup, yıkılmış Gürcü kiliselerinin, bir zamanki büyüklüğünün göstergesi anıtlarının yeniden yapımı (programının en önemli yeri burasıdır) için büyük bir zevkle çalışıyor ve dalgın feodal krallık 'arzularını' gerçekleştirmeye gelecek büyük bir mucizeyi bekliyordu.
Feodal krallık milliyetçiliği, böylece yaşamının son anlarında dinsel bir kılığa büründü." [73] (abç)
Ulusun kurtuluşu ve demokratik devrimin tamamlanması ile birlikte tümüyle tasfiye olacak olan feodalizmin bu tarihsel durumu, kaçınılmaz olarak, onların, sınıf olarak (eski düzenin) ulusal hareket karşısında gerici ve geciktirici bir güç olmasını ifade eder. (Ancak bu feodal egemen sınıf üyelerinin, tek tek, yani bireysel düzeyde ulusal harekete katılmayacakları demek değildir. Örneğin 19. yüzyılda Polonya'da olduğu gibi aristokrasinin en önde gelen üyeleri Polonya'nın kurtuluş mücadelesine aktif olarak katılmışlar ve hareketin demokratik niteliğine sahip çıkmışlardır.)
d) Proletaryanın ulusal sorun karşısındaki tutumu:
Proletaryanın ulusal sorunlar karşısındaki tutumu, ulusal sorunun sınıf mücadelesiyle, özel olarak proletaryanın iktidar mücadelesiyle olan bağlantısıyla ilintilidir ve buradan kaynaklanır. Yani proletaryanın bağımsız siyasal-sınıfsal tavrı olarak belirginleşir. Son tahlilde, ulusal sorun demokrasi sorunudur; demokratik devrimin bir sonucu olarak çözümlenir. "Bütün dünyada ulusal hareketler, her zaman böyle bir devrimin doğal sonucu olmuştur, olmaktadır." (Lenin)
Böylece proletaryanın tutumu, emperyalist dönemde, yani burjuvazinin devrimci niteliğini yitirdiği, bu yüzden kendi devrimini yapamadığı bir çağda, demokratik devrim sorunu ile birlikte ulusal sorunu ele alır ve bu devrim perspektifine bağlı olarak çözer.
Daha önce gördüğümüz gibi, ulusal sorunun çözümü olarak ortaya çıkan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, genel olarak demokratik hak ve özgürlüklerin bir parçasını oluşturmaktadır. Bu, ulusal sorunun, feodalizme karşı burjuva demokratik devriminin çözüme bağladığı bir sorun olmasıyla kendisini belirginleştirir; bu bağlamda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, diğer demokratik haklar gibidir ve proletaryanın burjuva demokratik haklar karşısındaki tutumunun bir parçasını oluşturur. "Proletarya demokrasi aracılığıyla, yani demokrasiyi tam uygulayarak ve mücadelenin her adımını, en kararlı biçimde formüle edilmiş demokratik isteklerle ilişkilendirerek zafer kazanabilir, böyle yapmaksızın kazanamaz. Sosyalist devrimi ve kapitalizme karşı devrimci mücadeleyi, demokrasinin sorunlarından yalnızca biriyle, burada ulusal sorunla karşı karşıya koymak saçmadır. Kapitalizme karşı devrimci mücadeleyi, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu, resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz." [74]
Emperyalist dönemde burjuvazinin devrimci niteliğini yitirmesi, gericileşmesi koşullarında, proletaryanın demokrasi karşısındaki tutumu ve demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi için yürüteceği mücadele, burjuvazinin kendi devrimini yaptığı dönemdekinden farklı olacağı açıktır.
Tekelci kapitalizmin "siyasal üst-yapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder." [75] Bu koşullar altında demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi ya da varlıklarının korunması, proletaryanın demokratik mücadelesinin amaçlarını ortaya koyar. Emperyalizmde, "bütün demokratik istemler, siyasal bakımdan elde edilmelerinin zor oluşu yada bir dizi devrimlere başvurmaksızın elde edilemeyişleri" [76] demokratik devrimin proletaryanın öncülüğünde yapılmasını zorunlu kılar. Genel demokrasi sorununun bir parçası olan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı da, bu nedenle bir devrim sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak emperyalizm koşullarında bir bütün olarak demokratik hak ve özgürlüklerin bir devrimle elde edilebilirliği ile bunların bazılarının devrimsiz, yani reformlar yoluyla elde edilebilirliğini ortadan kaldırmaz.
Demokratik devrim programında, proletaryanın ortaya koyduğu bazı istemlerin ve amaçların, mevcut düzen sınırları içinde elde edilebilirliği, proletaryanın demokratik mücadelesinin içeriğini belirler. Bu bağlamda, demokratik mücadelenin yasal ve yarı-yasal yollarla düzenin sınırları içinde bazı demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi mücadelesi olarak belirginleşir. Ancak bu mücadele ile demokratik devrim mücadelesi bütün olarak birbirine karıştırılmamalıdır; demokratik devrim mücadelesi siyasal iktidarın ele geçirilmesi ile bütün demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesini ifade eder. Diğeri ise, bu mücadele süreci içinde bazı demokratik hak ve özgürlüklerin tek tek ve parçada gerçekleştirilmesine yöneliktir. Bu şekilde elde edilmiş hakların, kalıcı ve sürekli olabilmesi için yine bir demokratik devrime gereksinmesi vardır. İşte bu iki yönden birincisi proletaryanın demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerde siyasal mücadelesinin ilk evresini oluştururken; ikincisi ekonomik-demokratik mücadele alanını ifade eder.
İşte ulusal sorun, mevcut çerçeve içinde elde edilebilir bir hakkı kapsayan ve bu bağlamda çözümlenebilir bir sorun durumunda bulunmaktadır. Ancak burada emperyalizmin I. bunalım döneminde bağımlı uluslarda, henüz burjuvazinin devrimci niteliğini yitirmemiş olması özel bir yere sahiptir. Emperyalizm koşullarında, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, demokratik hakların bir bütün olarak elde edilmesinin dışında elde edilebilir niteliktedir. Ve demokratik devrim mücadelesinin içinde, ama demokratik devrimden önce ya da demokratik devrim sırasında elde edilmesinin koşulları bulunduğu için, bunun için ayrıca mücadele edilebilir. Ancak ulusların kaderlerini tayin hakkı, giderek emperyalist sömürüden kurtulma ve emperyalist sistemden ayrılma sorunu haline geldikçe, bu hakkın elde edilmesi, kaçınılmaz olarak bir devrim olmaksızın olanaksız hale gelir.
Bunlar, emperyalizmin I. bunalım döneminde proletaryanın asgari programının bazı hedeflerine, kapitalizm koşullarında ve emperyalist dönemde ulaşılabileceği demektir. Bu konuda Lenin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi bir demokratik hakkın emperyalizm koşullarında bir devrim olmaksızın gerçekleşebileceğini söyleyerek, ekonomik-demokratik mücadelenin bir parçası olarak ele alınabileceğini saptar. (Lenin'in emperyalist-ekonomistlerle olan tartışmasının özünü bu oluşturmaktadır.) Ancak bu noktada proletaryanın demokratik devrim mücadelesi dışında bir mücadeleyi, yani reformlar için mücadeleyi yürütüp yürütmeyeceği söz konusu olabilir. Lenin "Ne Yapmalı?"da sorunun bu şekilde ortaya konulamayacağını belirtir. Sorunun, proletaryanın ve partisinin temel ve asıl görevleriyle tali ve ikincil görevlerini birbirine karıştırılarak, ikincil görevlerin birincil görevlerin yerine getirilmesi için bir "başlangıç" ya da "çıkış" noktası olarak ele alınması olduğunu söyleyerek bu anlayışa şiddetle karşı çıkar. (Lenin'in ekonomistlerle olan tartışmasının özü budur) Aynı şekilde birincil görevlerin tek görev olarak ele alınarak, ikincil görevlerin ihmal edilmesi ya da ortadan kaldırılması da hatalıdır. Sorun, bu görevleri bir bütün olarak ele almak ve proletaryanın iktidar mücadelesine tabi kılabilmektir. "En geniş siyasal ajitasyonun ve bunun sonucu olarak da her yönlü siyasal teşhirin yürütülmesinin, eylemimizin, eğer bu eylemimiz gerçekten sosyal-demokrat bir eylem olacaksa, mutlak olarak zorunlu ve başlıca görevi olduğunu gördük. Ama biz, bu sonuca, sadece işçi sınıfının en ivedi gereksinmesinden, siyasal bilgi ve siyasal eğitim gereksinmesinden hareket ederek vardık. Oysa sorunu bu biçimde koymak, çok dar olarak koymak olur. Çünkü burada sosyal-demokrasinin ve özellikle bugünün Rus sosyal-demokrasisinin genel demokratik görevlerini göz önünde tutmamış oluyoruz." [77] (abç)
Proletaryanın ve partisinin bu görevleri sorunu, I. bunalım döneminde şöyle belirmektedir:
1) Burjuva demokratik devrimin tamamlandığı ülkelerde proletarya sosyalist devrim için siyasal mücadelesini yürütürken, emperyalizmin getirdiği demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, sınırlandırılması ya da ortadan kaldırılması çabalarının karşısına çıkar. Bu, proletaryanın demokratik mücadelesi olarak, tüm halkın (kır ve şehir küçük-burjuvazisi ile tarım proletaryasının) demokratik mücadelesine kılavuzluk etmesi demektir. Böylece artık eski dönemlerdeki ulus, emekçi halk ile yer değiştirmekte ve demokratik haklar açısından burjuvazi halkın içinde yer almamaktadır. Bir başka deyişle eski dönemin halk-ulus eşitliği, artık yerini emekçi halka bırakmıştır. Ve bu halk, artık ulusun gerçek temsilcisi ve ifadesi durumundadır. Böylece de proletarya kendisini ulusal bir sınıf olarak ortaya koymuş olmaktadır. Demokratik devrimin tamamlandığı ülkelerde demokratik mücadele genel olarak yasal ve parlamenter biçimler altında yürütülür. Burjuvazinin tekelci kesimlerinin demokrasiyi sınırlandırma çabaları karşısında proletaryanın demokratik mücadelesi öz olarak böyledir. Bu ülkelerde burjuvazi-proletarya çelişkisi başat durumunda bulunduğu için proletaryanın iktidar mücadelesi ile genel demokratik mücadelenin birbirine karıştırılması oldukça güçtür. Ve ulusal sorun, bu ülkelerde büyük oranda çözümlendiği için ulusal mücadele (eski içeriğiyle) söz konusu değildir.
2) Demokratik devrimin tamamlanmadığı kapitalist ülkelerde, proletarya, burjuva demokratik devrimin tamamlanması sorunu ile yüzyüzedir. Burjuvazinin bir bütün olarak ve sistemin bütününde kendi devrimini yapmaktan çıkmış olması, bu dönemde henüz tek tek ülkelerde belirginleşmiş değildir. Bu açıdan proletaryanın demokratik mücadelesi daha özgün bir biçim kazanmaktadır. (Ve Lenin "İki Taktik"te sorunu bu boyutlarıyla ele alır) Proletarya partisi asgari programıyla burjuva demokratik devriminde proletaryanın istemlerini ortaya koyar ve bu istemler temelinde demokratik devrimde yer alır. Bu açıdan demokratik hak ve özgürlükler için yürütülen mücadele, demokratik devrimin tamamlandığı ülkelerdeki gibi değildir. Bu ülkelerde demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının engellenmesi ya da sınırlarının genişletilmesi sorunu doğrudan bir devrim sorunu olarak ortaya çıktığından, süreç içinde belirleyici durumda değildir.
İşte Çarlık Rusyası gibi kapitalist ülkelerde, proletaryanın demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesi mücadelesinde tutumu, bunların bir bütün olarak demokratik devrimle elde edilebilirliği ile bazılarının mevcut düzen içinde ve düzenin yasallığı çerçevesinde ve hatta burjuvazinin iktidarı ele geçirdiği koşullarda elde edilebilirliği arasında ayrım yapılması zorunlu, ama oldukça güçtür.
Sınırları belirginleşmemiş de olsa yapılacak ayrımda, proletaryanın burjuva demokratik devrimin gerçekleştirilmesinde yer alışı da, doğrudan somut bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Politik olarak ustalaşmış ve merkezi bir proletarya örgütü bulunmadığı sürece, proletaryanın bu çeşit politikaları doğru bir şekilde yürütebilmesi olanaksızdır. Bunun yanında proletarya partisi, demokratik devrimin hızla sosyalist devrime dönüştürülebilmesi için, yoksul köylülük ve kır proletaryası ile ittifakını sınıfsal temelde gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu ülkelerde proletaryanın burjuva demokratik devrimi karşısında yeni bir içerikle ortaya konabilecek bir "olumlu eylemi" henüz belirginleşmemiştir.
Bu temel perspektif içinde ulusal sorun, çok-uluslu Çarlık Rusyası'nda, demokratik devrim dışında çözümlenebilir (burjuva-demokratik içerikle) bir sorun olarak ele alınması sözkonusudur. Bu açıdan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının proletarya tarafından talep edilmesi ve savunulması devrim koşuluna bağlanmaksızın ortaya çıkmaktadır. Lenin, emperyalist ekonomistleri eleştirirken, bu hakkın emperyalizm koşullarında "elde edilebilir" olduğuna kanıt olarak 1905'te Norveç'in İsveç'ten ayrılmasını ve bir yeniden paylaşım savaşına bağlı olarak bazı ulusal-devletlerin kurulabilirliği olasılığını gösterir. Bu kanıtlar, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilen bir demokratik devrim ya da doğrudan sosyalist devrim sorununda ayrı olarak ulusal sorunun burjuva anlamda çözümlenebilirliğini ifade etmektedir. Bu bağlamda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, genel demokratik mücadelenin bir parçasını oluşturmaktadır. Eğer devrim, diğer çözümlerden önce gerçekleşirse, sorun devrim tarafından çözümlenir ve bu haklar devrim tarafından tanınır. Eğer bu hak, proletarya devriminden önce ya da proletaryanın öncülüğünde bir demokratik devrimden önce "elde edilebilir" olursa, bu, proletaryanın devrimci mücadelesini hızlandıracaktır. Bu açıdan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, proletarya partisinin asgari programında hem talep olarak, hem de hedef olarak ortaya konulmaktadır.
3) Henüz kapitalist gelişme aşamasında olmayan genellikle feodal ya da yarı-feodal üretim ilişkileri içinde bulunan, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ise, proletaryanın görevleri, bu dönemde tam olarak ortaya konulmamıştır. Çünkü bu ülkelerde kapitalizm gelişmemiştir, dolayısıyla proletarya henüz rüşeym halindedir. Bu açıdan bu ülke Marksist-Leninistlerinin görevi, bu dönemde, ülkenin feodalizmden kurtulması için yürütülen mücadeleleri desteklemek olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu ülkeler için demokratik devrim ve ulusal hareket, Lenin'in deyişiyle "geleceğin sorunu" dur.
Özetlersek, I. bunalım döneminde demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerde demokratik hak ve özgürlükler, dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının da içinde yer aldığı bir bütün oluşturmaktadır ve bunların bir bütün olarak elde edilmesi bir devrim sorunudur. Ama yine de, bunların bazılarının devrim öncesinde elde edilebilme olasılığı mevcuttur. Bu nedenle proletaryanın bu tür demokratik hakların savunulması ve bu uğurda yürütülen mücadeleye katılması (koşullama ile) gündemdedir. Bu da "ezen ulus-ezilen ulus" ayrımının yapılması ve bu iki çerçevede proletaryanın görevlerinin ayrı ayrı, ama aşamalı olarak ele alınmasını gerektirir. ("Ezen uluslar" ile emperyalizmin örtüştüğü ve burjuvazinin hemen her yerde devrimci niteliğini yitirdiği koşullarda, kaçınılmaz olarak bunların yeniden belirlenmesi gerekmektedir.)
Proletaryanın öncülüğünde ve köylülükle ittifak kurarak demokratik devrimin yapılması ve bu devrimin sürekli kılınarak sosyalist devrimle tamamlanması Leninist kesintisiz devrim teorisini ifade eder. İşte bu devrim teorisinde demokratik devrimin bir parçasını oluşturan ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması proletaryanın iktidar mücadelesinin çıkarlarına uygun olarak ele alınır. En demokratik hedefler için mücadele eden ve demokratik hakların gerçek ve tam kazanımının sosyalizmde olabileceğini ortaya koyan proletarya, ulusların kendi kaderini tayin hakkının kullanılmasında, yani, ayrılma hakkının her ulusal-topluluğun kendi bağımsız devletini kurmak şeklinde kullanılmasında, mutlaklaştırıcı tespitlerden uzak durur. Bir başka deyişle, "kapitalizm varoldukça bu istekler -hepsi- yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak (...) Şimdiye dek başarılmış demokrasiye dayanarak ve bu demokrasinin kapitalizmde tam olamayacağını gözler önüne sererek, yığınların içinde bulunduğu yoksulluğun ortadan kaldırılmasının ve bütün demokratik reformların tam ve her yönüyle gerçekleştirilmesinin gerekli temeli olarak kapitalizmin devrilmesini ve burjuvazinin mülküne el konmasını istiyoruz. Bu reformların bir bölümü burjuvazinin devrilmesinden önce, bir bölümü burjuvazinin devrilmesi sırasında, bir bölümü de devrildikten sonra yapılacaktır. Toplumsal devrim tek bir çarpışmadan ibaret değildir, ama ekonomik ve demokratik reformun bütün sorunları üzerinde, ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ile tamamlanan bir dizi çarpışmayı kapsayan bir dönemdir. Demokratik isteklerimizin her birini, bu sonal amaç için a'dan z'ye kadar tutarlı devrimci bir yolda formüle etmeliyiz. Bazı ülkelerde, tek bir temel demokratik reform bile yapılmadan önce, işçilerin burjuvaziyi devirmelerinde akla aykırı hiçbir yan yoktur. Ne var ki, tarihsel bir sınıf olarak proletaryanın, en tutarlı ve kararlı devrimci bir demokrasi ruhu ile eğitilerek hazırlanmadıkça burjuvaziyi yenebilmesi aklın alabileceği bir şey değildir." (Lenin)
(abç)
Daha önce belirttiğimiz gibi, proletaryanın ulusal sorun karşısındaki tutumu mutlak bir ayrılma olarak, ya da aynı oranda mutlaklaştırılmış bir başka çözüm olarak ortaya çıkmaz. Çünkü böylesine bir mutlaklık diyalektik materyalizmin esaslarının yeterince kavranılmadığını, olaylara dar bir açıdan ve özel bir sınıfın bencil çıkarları açısından bakılmasından başka bir anlamı yoktur. Ulusların kendi kaderini tayin hakkına sahip olması ya da bu hakkın tanınmasıyla bu hakkın ne zaman ve nerede, nasıl kullanılacağı birbirine karıştırılamaz. Proletaryanın tutumu, her ulusun kendi kaderini tayin hakkına sahip olması temelinde somut-tarihsel koşullara ve proletaryanın genel çıkarlarına uygun olarak bu hakkın belirli bir biçimde kullanılmasına dayanır. Bu nedenle proletarya açısından ulusal sorun karşısındaki tutumun, ulusların kendi kaderini tayin hakkına sahip olmaları temelinde, bu hakkın nerede ve nasıl kullanılacağına ilişkin somut politikaların belirlenmesi olarak netleşir. Bu somut politikaların dayandığı somutluğun belirleyicileri ise proletaryanın iktidar mücadelesi ve onun gelişimidir. "Sosyal-demokrat partinin (Marksist partiler kastediliyor-b.n) tüm ulusal-toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıması, kuşkusuz, sosyal-demokratların (Marksistlerin-b.n), her olayda, devletten ayrılmanın öğütlenir olup olmadığını, kendi çerçevesi içinde, değerlendirmeyi reddettikleri anlamına gelmez. Tam tersine, sosyal-demokrasi, kapitalist gelişmenin koşullarına ve çeşitli uluslar proletaryasının tüm ulusal-toplulukların birleşik burjuvazisi tarafından ezilmesini olduğu kadar, demokrasinin genel amaçlarını ve herşeyin üstünde ve ötesinde, proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf mücadelesinin isterlerini (gereklerini-b.n) dikkate alarak kendi bağımsız değerlendirmesini ortaya koymalıdır." [79] (abç)
"Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (yani ayrılma sorununun kararlaştırılmasında kesinlikle özgür ve demokratik bir yönetimin anayasa ile güvence altına alınması) hiçbir biçimde belli bir ulusun ayrılmasının uygun olup olmayışıyla karıştırılmamalıdır. Sosyal-demokrat parti, bu ikinci sorunu, her özel olayda, bir bütün olarak toplumsal gelişmenin ve proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf mücadelesinin istekleriyle uyumlu olarak, değerine göre, kararlaştırılmalıdır." [80]
">İşte bu belirleme içinde proletarya ve partisinin ulusal sorunun çözümü olarak benimsedikleri ulusların kendi kaderini tayin hakkı başlı başına teorik bir tartışma yaratmaktadır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkıyla bu hakkın nerede ve nasıl kullanılacağı (ayrılma, ayrı bir ulusal-devlet kurma; birlik, federasyon vb.) birbirine karıştırılamaz. Ancak her zaman bir ulusun kendi kaderini tayin hakkının ayrılma; ayrı bir devlet kurma şeklinde kullanılmasının proletaryanın azami programıyla çelişmesi olasıdır. Nitekim Polonyalı Marksistler ile Rusya Marksistleri arasındaki tartışmanın bir temeli de burada yatmaktadır. Daha ilerde göreceğimiz gibi, Rosa Luxemburg sosyalist devrime ilişkin temel Marksist belirlemelerden yola çıkarak, Polonya'nın Rusya'dan ayrılması durumunda proletaryanın birleşik gücünün bölüneceğini düşünür ve ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasının, küçük uluslarda milliyetçiliği güçlendirerek proletaryayı daha da böleceğini ileri sürerek karşı çıkar. Polonya Sosyalist Partisi (PSP) ise, ulusların ayrılmalarının egemen ulusun gücünü "zayıflatacağını" ileri sürerek ayrılmayı mutlaklaştırır. Bunu "Çarlığa karşı, ancak Polonya'yı ondan kopararak zayıflatabiliriz; Çarlığı devirmek Rus yoldaşların görevidir" diyerek açıklayan PSP'nin anlayışını Lenin, "canavarca bir mantık" olarak niteler. Rosa Luxemburg'un bu tür küçük ulus şovenizmine karşı çıkmak adına ulusal hakların tanınmasına karşı çıkışı da "sol" bir tutum olarak belirginleşmektedir.
Lenin, herşeyden önce bir demokratik hakkın tanınması ile bunun kullanılması arasındaki farkı göz önünde tutarak şöyle demektedir: "Marksistlerin programındaki 'ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri' ilkesi, tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasi kaderlerini tayin etme, siyasal bağımsızlık, ulusal bir devletin kurulmasından başka bir anlama gelemez demektir." [81]
Bir bütün olarak ulusal-devletin niteliği böylece ortaya çıkmaktadır: iç işlerinde ve dış işlerinde tam bağımsız olan ve de bir ulusal-topluluğa ait bulunan devlet.
Sorunun ikinci yanı, demokratik bir hak olarak kendi kaderlerini tayin hakkının "mutlak hak" olmamasıdır. Yani herşeye karşın ve her koşulda uğruna mutlak olarak mücadele edilebilecek, verilen mücadelenin desteklenmesini gerektiren bir hak değildir. Bu da ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi bir demokratik bir hakkın elde edilmesi mücadelesi ile bu mücadelenin desteklenmesine ilişkin sonuçlar verir. "Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı vardır; o zaman parça atılır. Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, mali çevreler ya da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi desteklememekle görevliyiz." [82] (abç)
Lenin, bu konuda bir küçük ulusun özgürlüğe kavuşacağı umuduyla, iki büyük ulus arasında savaştan yana olunamayacağını söyleyerek, böyle bir olasılık karşısında, küçük ulusun özgürlük isteminden vazgeçebileceğini söyler. Ve sorunu daha açık kılabilmek için, küçük bir ulus örneğinde, özgürlüğün içsel olarak krallığa karşı cumhuriyet ilanı, yani devlet biçimi açısından örnekler. Böyle bir devlet biçimi değişikliğinde (ki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi demokratik bir istemdir) eğer iki büyük ulus arasında savaş çıkma durumu varsa, "uluslararası sosyal-demokrasi ve küçük ülke sosyal demokrasisinin gerçekleri enternasyonalist olan kolu, krallığın yerine cumhuriyetin getirilmesine karşı çıkacaktır. Krallığın yerine cumhuriyetin getirilmesi istemi mutlak (abç) bir şey değildir, genel olarak demokrasinin (ve elbetteki daha çok sosyalist proletaryanın) çıkarlarına bağımlı olan, demokratik bir istemdir." [83]
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi, demokratik bir hakkın tanınmasıyla bunun kullanılması arasındaki bağlantıyı, Lenin, üç örnek düzeyinde şöyle açıklar:
1) Örgütlenme, dernekleşme hakkı açısından: "Bütün yurttaşların özgür biçimde dernekleşme hakkını tanımamız demek, biz sosyal-demokratların, kesinkes, her yeni dernekleşmeyi destekleme yüklenimi altına girmemiz demek değildir. Hatta bu hakkı tanımış olmamız, bizim, uygunsuz ve akılsız bir adım olarak göreceğimiz belli bir derneğe karşı çıkmamızı, ona karşı kampanya açmamızı da önlemez. Biz, Cizvitlerin özgürce aydınlatma çabası gösterme hakkını bile tanırız, ama Cizvitlerle proletarya arasında bir ittifak kurulmasına karşı (kuşkusuz polis yöntemleriyle değil) savaşırız." [84] (abç)
2) Basın ve yayın özgürlüğü: "Herkesin hoşuna giden şeyi en ufak bir sınırlamaya sokmadan okumak ve yazmak özgürlüğü vardır. Ama her özgür örgüt (bu arada parti), partiye aykırı görüşleri övmek için, partinin tabelasından yararlanmak isteyen üyelerini bu işten uzaklaştırmak özgürlüğüne de sahiptir. Söz ve basın özgürlüğü tam olmalıdır. Ama örgütlerin özgürlüğü de tam olmalıdır. Ben sana söz özgürlüğü adına istediğin gibi bağırma, yalan söyleme ve yazma hakkını tam olarak tanıyorum. Ama sen de bana örgütlerin özgürlüğü adına, şunu ya da bunu söyleyen kimselerle bir ittifak kurma ya da ittifakı çözme hakkını tanımalısın." [85] (abç)
3) Kadınların boşanma hakkı:
Boşanma hakkı, kadınların eşlerinden boşanmalarını mutlak hale getiren bir hak değildir. Ama bu hak, "kadına baskı yapılmasını önlediği" gibi, böyle bir baskı durumunda (somut bir durum), bu baskı dayanılmaz hale geldiğinde, kadın "boşanma hakkını" kullanır. Şüphesiz kadının bunu yapabilmesinin önkoşulu, böyle bir hakkın tanınmış olmasıdır. [86]
Demokratik bir hak olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması ile bu hakkın kullanılması koşulları ve buna karşı proletaryanın tutumu (destekleme ya da müdahale) birbirinden kesin olarak ayrılmalıdır. Bu konuda, Lenin, en doğru kararı kitlelerin verebileceğine olan güveniyle şöyle demektedir: "Halk her günkü deneyiminden, coğrafi ve iktisadi bağların, değerini ve büyük bir pazarla büyük bir devletin avantajlarını bilir. Onun için halk, ancak ulusal zulüm ve ulusal sürtüşme, yaşamı dayanılmaz hale getirdiği zaman ve iktisadi ilişkileri baltaladığı zaman, ayrılmaya, bir çare olarak başvurur. Böyle bir durumda, kapitalist gelişmenin ve sınıf mücadelesinin özgürlüğünün çıkarlarına en iyi şekilde hizmet, ancak ayrılmayla sağlanabilir." ] (abç)
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bunlara rağmen gene de tam bir açıklığa kavuşturulmuş sayılmaz. Emperyalist dönemde, bu hakkın tanınmasıyla elde edilmesi bu hakkın kimin tarafından dile getirileceği ve kullanılacağı sorusu yanıtlanmak zorundadır.
İlk olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının elde edilebilirliğini ele alalım. Bu tam ifadeyle, emperyalist dönemde, tekelci kapitalizm koşullarında "ulusal bağımsızlığın" "gerçekleşebilirliği" sorunudur. Özellikle Lenin ile emperyalist-ekonomistler arasındaki tartışmanın temel konusu "gerçekleştirilebilirlik" olmuştur. Emperyalist-ekonomistler, emperyalist dönemde mali sermayenin egemenliği koşullarında ulusal bağımsızlığın "görünüşten" öteye geçemeyeceğini ileri sürerek, demokratik bir istem olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının proletarya tarafından "istenilmesi"nin yanlış olduğunu söylemektedirler. 1917 Ekim Devrimi'nden sonra daha açık hale gelen bu tutum, ulusların yerine "emekçi halkın kendi kaderlerini tayin hakkı"nın proletarya tarafından savunulması ve "istenilmesi" olarak formüle edilmiştir. İlerde ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi, sorun demokrasinin emperyalizm koşullarında ve kapitalist çerçeve içinde gerçekleşebilirliği sorunu olarak demokratik devrimlerin tamamlanmadığı ülkelerde (ki ulusal sorun böyle bir devrimin sonucunda çözümlenebilir) proletaryanın görevleri açısından belirleyici niteliktedir. Özetle söylersek, emperyalizm koşullarında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, kısmi anlamda da olsa gerçekleşebilir ve kapitalizmin çerçevesi içinde de bu olanaklıdır. (1905 Norveç örneği gibi.)
İkinci olarak, Lenin'in sözleriyle "bir ulusun ayrılması konusunda, o ulusun arzusunu kimin dile getireceği" sorununu ele alalım. Bu doğrudan "ayrılma hakkı"nın kimin tarafından kullanılacağı sorunudur ve buna göre proletaryanın enternasyonalist düzeyde tutumu belirlenebilir. (Enternasyonalist düzey ile "ezen" ve "ezilen" ulus proletaryasının bütünsel tutumu ele alınmaktadır.) Bu konuda sınıfsal bakış açısı esas alınır. "İlgili ulusun, orta-çağdan burjuva demokrasisine ya da burjuva demokrasisinden Sovyet ya da proletarya demokrasisine vb. tarihsel gelişmesinin vardığı düzeyi dikkate alır." (Lenin) [88] Böylece dünya-tarihsel olarak ulusal hareketin muhtevası ve önder gücü (sınıf) konusu gündeme girmektedir. Giderek demokratik devrimde proletaryanın hegemonyası sorunu kendisini artan oranda ortaya koymaktadır. Proletarya ve onun öncü müfrezesi parti, kendi ulusunun içinde bulunduğu tarihsel gelişim evresini göz önüne alarak, devrimin (demokratik ya da sosyalist) nesnel koşullarının mevcudiyetine ve devrimin zaferine ilişkin olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını "ayrılma" biçiminde kullanılmasını isteyebilir. Bu sorun daha açık olarak Ekim Devrimi'nden sonra kendisini ortaya koymuştur. Bu dönem için, sorun proletaryanın sosyalist devrim mücadelesi açısından, "ezen" ve "ezilen" ulus proleter devrimcilerinin bütünsel görevleri olarak belirginleşmektedir. "Proletarya, 'kendi' ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve ulusları için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidirler ... Öte yandan ezilen ulusların sosyalistleri, ezen ulusun işçileriyle ezilen ulusun işçilerinin tam ve kayıtsız şartsız birliğini, örgütsel birlik dahil olmak üzere savunmalı ve uygulamalıdırlar."
(abç)
Sorun tümüyle proletaryanın iktidar mücadelesinin örgütlenmesi ve proletarya iktidarının niteliğine bağlıdır. (unutulmamalıdır ki, emperyalizmin I. bunalım döneminde henüz proletarya iktidarı maddeleşmemiştir ve emperyalizm koşullarında gerçekleşebilirliğinin biçimleri ortaya çıkmamıştır.) Burada, ayrılma için Lenin'in verdiği Norveç örneğinde olduğu gibi, sorun ayrılma isteğinin proletarya tarafından değil, burjuvazi tarafından istenilmesi ve yürütülmesi, ve her iki ülkenin de burjuva iktidarlarına sahip olması belirleyicidir. Bu konuda Çarlık Rusyası'nın sınırları içinde bulunan Polonya için Lenin şöyle söylemektedir: "Rus ve Alman sosyal-demokratları Polonya'nın kayıtsız şartsız 'ayrılma özgürlüğünü' isterler; Polonya sosyal-demokratları, şimdilik, Polonya'nın bağımsızlığı sloganını ileri sürmeden, hem küçük hem büyük ülkelerde proleter savaşın birliği uğruna savaşım verirler." [90]
Özetlersek, "Burjuvazi, her zaman kendi ulusal taleplerini ön plana çıkarır. Bunları kesinlikle (mutlak olarak-b.n) ileri sürer. Ama proletarya için bu talepler, sınıf mücadelesinin çıkarlarına bağımlıdır. Teorik bakımdan, belirli bir ulusun başka bir ulustan ayrılmasının ya da bu ulusun başka bir ulusla eşitliğinin, burjuva demokratik devrimi tamamlayıp tamamlayamayacağını önceden kestirmek olanaksızdır. Her iki halde de proletarya için önemli olan şey, kendi sınıfının gelişmesini güvence altına almaktır. Burjuvazi için önemli olan şey, bu gelişmeyi baltalamak ve 'kendi' ulusunun amaçlarını proletaryanınkilerden öne almaktır. Bu nedenle proletarya, kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması isteminin, deyim uygun düşerse, olumsuz yönüyle yetinir ve hiçbir ulusa başka bir ulusun sırtından üstünlükler güvencesi vermeye, bu konuda taahhütlerde bulunmaya kalkışmaz." [
(abç)
"Proletarya, eşitliği ve ulusal-devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir, ve her ulusal talebi, her ulusun ayrılma hakkını, işçilerin sınıf mücadelesi açısından değerlendirir. Pratikliğe çağrı, burjuva özlemlerinin kayıtsız şartsız kabülüne çağrıdan başka bir şey değildir... İşçiler için önemli olan iki akımın ilkelerini ayırd etmektir" [92]
"Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır... Kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir." [93]
Emperyalizmin I. bunalım döneminde tarihsel olarak ortaya çıkmış çeşitli ulusal sorun çözüm olasıkları karşısında Marksizmin tavrı şu şekilde belirginleşmektedir:
Kapitalizm koşulları altında, ulusal sorunun çözümünün, ancak demokrasinin tüm devlet ve yönetim sistemi içinde azami olarak uygulandığı koşullar oldukça gerçekleştirilebildiğini saptayan proletarya partisi, bu durumda, ayrılma hakkını, demokratik bir anayasa ile güvence altına alınması ve demokratik bir cumhuriyet kurulması koşuluna bağlı olarak destekler. Eğer ayrılma hakkına sahip olan ulus, emperyalizm ve gericiliğe karşı, devrimci-demokratik güçlerin birliği zorunluluğunu görmüş ise, bu durumda sınırları içinde demokratik bir yönetime sahip bir ülke ile demokratik ilkelere bağlı olarak birleşme özgürlüğünde tavır alabilir ve bu tavrı proletarya tarafından desteklenir. Bu durumda proletarya ayrılma hakkının kullanılması yönünde değil, başka bir ulusla demokratik ilkeler temelinde gönüllü ve istemsel birliğini savunur.
Ulusal-devlet kurmuş ülkelerde, iktidarı ele geçiren proletaryanın tutumu ise, doğrudan diğer proleter iktidarlarıyla birleşme yönünde olacaktır. Bu, gerek büyük devletlerin görece üstünlüğünden yararlanmak için, gerekse ulusal engellerin dünya çapında sosyalizmin tam zaferine kadar ertelenmeden kaldırılması açısından gereklidir. Bu durumda birleşmenin hangi biçim altında olacağı sorununda, proletarya tek bir merkezi devlet istemi öne sürer. Federal bir çözüm, ancak tarihsel koşullara göre gündeme gelebilen geçici bir durumdur. Ancak yine de Marks-Engels'in sık sık vurguladığı gibi, federasyon tipi, demokratik ve merkezi cumhuriyete göre geri bir biçimdir. Bu dönemde Bolşeviklerin ve Lenin'in federasyon karşısındaki tutumu, temel olarak buna dayanmaktadır.
Bu konuda Stalin, 1917 Mart'ında şöyle yazıyordu: "1776 yılında Birleşik Devletler bir federasyon değil, o zamana kadar birbirinden bağımsız olan koloni veya devletlerden bir konfederasyon oluşturdu. Yani o zamana kadar birbirinden bağımsız koloniler bulunuyordu; fakat sonradan bu koloniler, bağımsız devlet olmaktan vazgeçerek, başta dış düşmanlara olmak üzere, ortak çıkarlarını korumak için kendi aralarında konfederasyon meydana getirdiler. 19. yüzyılın altmışlarında ülkenin siyasal yaşamında bir değişiklik ortaya çıktı. Merkeziyetçiliğe karşı çıkarak eski düzeni tutan güney devletlerine karşı kuzey devletleri, devletlerin daha sağlam yapılı bir siyasal yaklaşımını istediler. Bu durum, kuzey devletlerinin üstünlüğü kazanmalarıyla sonuçlanan bir iç savaş çıkmasına neden oldu. Amerika'da federasyon, yani iktidarı federe (merkezi) hükümetle paylaşan egemen devletlerin bir federasyonu doğdu. Fakat bu durum uzun sürmedi. Federasyon, aynen konfederasyon gibi, bir geçiş önlemi olduğu ortaya çıktı. Eyaletlerle merkezi hükümetler arasındaki mücadele bitmek bilmedi, ikili egemenlik çekilmez bir hal aldı ve Birleşik Devletler daha ileri bir evrim sonucu birleşik anayasal normlarıyla eyaletlere bu normların izin verdiği ölçüde sınırlı bir özerklik verilmek surtiyle (devlet değil, yönetimsel, siyasal) birleşik bir devlete dönüştü. ABD için kullanıldığında federasyon deyimi, anlamsız bir sözü ve artık çoktandır gerçek duruma uymayan geçmişin bir kalıntısını ifade eder." [94] (abç)
Aynı konuda Lenin şöyle demektedir: "Demokratik merkeziyetçilikten yana olduğumuz kuşkusuzdur. Biz federasyona karşıyız ... Biz ülkede federasyona karşıyız, federasyon ekonomik bağı zayıflatır, yararsız bir devlet biçimidir. Ayrılmak mı istiyorsunuz? Ekonomik bağı koparabileceksin, veya daha doğrusu tabi olma ve birlikte yaşamanın sürtüşmeleri ekonomik bağa zarar verecek ve onu ortadan kaldıracak dereceye gelmişse cehenneme kadar yolu var. Ayrılmak istiyor musun, o halde, özür dilerim, federasyon hakkını alacağını sanıp benim namıma karar verme." [95]
Görüldüğü gibi Lenin ve Bolşeviklerde, federasyon, merkeziyetçi, demokratik, birleşik ve bölünmez cumhuriyete göre geri bir biçimdir; ama aynı şekilde monarşiye ya da meşruti monarşiye göre ileri ve merkeziyetçi cumhuriyete "geçiş biçimi"dir. Ve ancak böyle bir "geçiş biçimi" olarak kabul edilmesi onun hangi somut koşullarda örgütleneceğini de belirler. Nitekim RKP (B)'in 8. Kongre'sinde kabul edilen programda, "Sovyet tipi örgütlenmiş devletlerin federal birleşimini tam birlik yolundaki geçiş biçimlerinden biri olarak" benimser. Emperyalizm koşulları altında ulusal sorunun çözümünde ortaya çıkabilecek bir olasılık da emperyalistlerin denetiminde ve onların tarafından belirlenen koşullarda, "ezilen ulus"un burjuvazisi de toprak sahiplerinin, emperyalist "ezen ulus" burjuvazisiyle "uzlaşma" yoluyla ulusal-devletini kurmasıdır. Daha önce gördüğümüz gibi, bu olasılık, I. bunalım döneminde emperyalistler arası bir yeniden paylaşım savaşının sonucuna bağlıdır ve galiplerin mağluplara verdikleri bir "ceza" olarak ortaya çıkar. Böyle bir durumda proletaryanın tavrı, kapitalizmin koşulları altında ulusal sorunun çözümü konusundaki tavrıyla aynıdır. Yani demokratik cumhuriyet temelinde ulusal-devletin kurulması talebidir. Ancak çözümün oluşum koşulları nedeniyle, proletarya, kurulan devletin kuruluş biçimini (emperyalist ülkelerle yapılan gizli anlaşmalara dayanması) teşhir ederek, "ezilen ulus"un burjuvazisini diğer ulusal sınıflardan tecrit etmeye çalışırken, diğer yandan ulusal-devletin bağımsızlığını özenle savunur. Bu tür uzlaşmalarla oluşturulmuş ulusal-devletler, sonuçta emperyalizmin sömürgesi olmasından (yarı-sömürge olarak) başka bir sonuca ulaşamayacağı açıktır. Ve emperyalist ülkeler, uzlaşmanın bir yönü olarak, bu ülkeleri kendi askeri, siyasal ve ekonomik ittifakının içinde tutar. İşte bu nedenle, proletarya, böyle bir çözüm karşısında bu tür ittifaklara girilmemesini savunur. Bir başka deyişle, proletarya ve partisinin, bu tür durumlar karşısında ve bu tür durumlara karşı, bağımsız, demokratik, merkeziyetçi, ulusal-devleti savunur.
Kurtulus
Ulusal Sorun Üzerine", THKP-C/HDÖ Genel Komitesi tarafından, ilk kez 1989 yılında yayınlanmıştır