OLUŞTURULMUŞ DEĞER YA DA SENTETİK DEĞER
FELSEFENİN SEFALETİ
2
"DEĞER" (pazarlanabilir değer), "ekonomik yapının kilit taşıdır." [I, 32] "Oluşturulmuş değer", ekonomik çelişkiler sisteminin kilit taşıdır.
Öyleyse M. Proudhon'un ekonomi politikteki biricik keşfi olan bu "oluşturulmuş değer" nedir?
Yararlılık bir kez kabullenildi mi, emek, değerin kaynağıdır. Emeğin ölçüsü zamandır. Ürünlerin göreli değeri, üretimleri için gerekli emek-zamanı ile belirlenir. Fiyat, bir ürünün göreli değerinin parasal ifadesidir. Ensonu, bir ürünün oluşturulmuş değeri, o ürünün içerdiği emek-zamanı tarafından oluşturulmuş değerden ibarettir.
Adam Smith'in işbölümünü keşfetmiş olması gibi, M. Proudhon da "oluşturulmuş değeri" keşfettiği iddiasındadır. Bu, hiç "duyulmamış bir şey" değildir ama, kabul etmek gerekir ki, ekonomi biliminde hiç duyulmamış bir buluş da yoktur. Kendi buluşunun önemini gerçekten takdir eden [sayfa 43] M. Proudhon, buna karşın, "öne sürdüğü orijinallik iddiasında okuyucunun güvenini elde etmek ve ürkeklikleri yüzünden yeni düşüncelere çok az yatkın olanları kendi yanma kazanmak için" övünme tonunu hafifletmeye çalışıyor. Ama değerin kavranmasında, kendinden öncekilerin herbirinin yaptığı katkıları değerlendirirken gene de öğünmede en büyük payın, aslan payının, kendisine düştüğünü açıkça itiraf etmek zorunda kalıyor.
"Sentetik değer düşüncesi Adam Smith tarafından müphem bir biçimde farkedilmiştir. ... Ama bu değer düşüncesi Adam Smith'te tümüyle sezgiye dayanır. Toplum artık alışkanlıklarını yalnızca sezgi gücüyle değiştirmiyor: toplum kararları ancak gerçekler üzerine dayandırılıyor. Bu çatışkı, ortaya daha açık-seçik bir biçimde konmalıydı: J. B. Say bunun baş yorumcusu oldu." [I, 66.]
İşte size sentetik değerin keşfedilmesinin kısa ve öz tarihçesi: Adam Smith — müphem sezgi; J. B. Say — çatışkı; M. Proudhon — oluşturan ve "oluşturulmuş" hakikat. Ve sakın bir yanılma olmasın: Say'den Proudhon'a dek öteki bütün iktisatçılar yalnızca çatışkının izinden ayak sürümekle kalmışlardır. "Son kırk yıl içinde bunca akıllı adamın bu denli basit bir düşünceye öfkelenip sinirlenmeleri akıl alacak şey değildir. Ama hayır, değerler, aralarında hiçbir kıyaslama noktası ve hiçbir ölçü birimi olmaksızın kıyaslanmaktadır; devrimci eşitlik teorisini kucaklamaktan çok, 19. yüzyıl iktisatçılarının herkese karşı çıkarmaya kararlı oldukları şey işte budur. Gelecek kuşak buna ne der?" (cilt I, s. 68.).
Böylesine aniden kendilerine başvurulan gelecek kuşak, işe, ayakları kronolojiye dolaşarak başlayacak. Kendi kendisine sormak zorunda: Ricardo ve onun okulu 19. yüzyılın iktisatçıları değiller mi? "Metaların göreli değeri, yalnızca üretilmeleri için gerekli-emek miktarına tekabül eder" ilkesini koyan Ricardo'nun sistemi, 1817'ye kadar uzanır.[13] Ricardo, Restorasyondan beri İngiltere'ye egemen olan koskoca bir okulun başıdır.[a6] Rikardocu öğreti, bizzat kendisi modern burjuvazi tipi olan İngiltere burjuvazisinin tümünü sert, amansız bir biçimde özetlemektedir. "Gelecek kuşak buna ne der?" M. Proudhon, Ricardo'yu tanımazdı denemez, çünkü M. Proudhon ondan sözetmekte, ondan kapsamlı bir biçimde sözetmekte, tekrar tekrar ona dönmekte, ve sözlerine, onun sistemine "süprüntü" diyerek son vermekte. Eğer gelecek kuşak bu işe karışacak olursa, okurlarının İngiliz korkusunu tahrik etmekten korktuğundan M. Proudhon'un kendisini Ricardo'nun düşüncelerinin sorumlu editörü yapmayı yeğlediğini söyleyecektir herhalde. Her ne hal ise, Ricardo'nun bugünkü toplumun, burjuva toplumunun teorisi olarak bilimsel olarak geliştirdiği şeyi, M. Proudhon'un "geleceğin devrimci teorisi" olarak vermiş olmasının ve böylece Ricardo'nun ve okulunun kendisinden çok önce bu çatışkının tek bir yönünün, değişim-değerinin bilimsel formülü olarak sunduğu şeyi, yararlılık ile değişim-değeri arasındaki çatışkının çözümü olarak almış olmasının çok safça bir şey olduğunu düşünecektir. Ama şimdi gelecek kuşağı bir yana bırakalım da, M. Proudhon'u kendisinden önce gelen Ricardo ile yüzleştirelim. İşte size bu yazarın değer konusundaki öğretisini özetleyen bazı pasajlar:
"Öyleyse yararlılık, değişilebilir değer için kesinlikle gerekli olsa bile, değişilebilir değer'in ölçüsü değildir." (c. I, s. 3, Principes de l’économie politique, vb., İngilizcesinden çeviren F. S. Constancio, Paris 1835.)
"Yararlılığa sahip olan metalar, değişilebilir değerlerini iki kaynaktan edinirler: kıt oluşlarından ve onları elde etmek için gerekli olan emek miktarından.[14] Değerleri yalnızca kıt oluşları ile belirlenen bazı metalar da vardır. Hiçbir emek bu tür malların miktarını artıramaz, ve bundan ötürü de onların değeri artan bir arz ile düşürülemez. Bazı ender [sayfa 45]heykeller ve resimler, ender kitaplar ... hep bu türdendirler. Bunların değeri ... değişen zenginlik ve onlara sahip olmayı arzulayanların eğilimleri ile değişir." (c. I, s. 4 ve 5, l.c.) "Ne var ki, bu metalar, pazarda her gün değişilen metalar kitlesinin çok küçük bir parçasını meydana getirirler. Arzuya konu olan bu malların çok büyük bir kısmı emekle elde edilirler; ve eğer onları elde etmek için gerekli-emeği verecek olursak, yalnızca tek bir ülkede değil, ama birçoğunda hemen hiçbir sınır tanımaksızın çoğaltılabilirler." (c. I, s. 5, l.c.) "Demek ki, metalardan, onların değişilebilir değerlerinden ve onların göreli fiyatlarını düzenleyen yasalardan sözederken, miktarları her zaman yalnızca insan gücü harcanmasıyla çoğaltılabilen ve üretimleri üzerinde rekabetin hiçbir kısıtlama olmaksızın işlediği bu tür metaları kastediyoruz." (c. I, s. 5.)
Ricardo, kendi düşüncesine göre, "değişilebilir değerin ilk kaynağını bu kadar doğru bir biçimde tanımlayan" Adam Smith'ten (Adam Smith, Kitap I, Böl. 5[15]) alıntı yapıyor ve şöyle ekliyor:
"Bunun" (yani emek-zamanının), "insan çabası ile çoğaltılamayanlar dışında, tüm şeylerin değişilebilir değerlerinin gerçek temeli olması, ekonomi politikteki en önemli öğretidir; çünkü değer sözcüğüne yüklenilen müphem fikirlerden olduğu kadar, bu bilimdeki hiçbir kaynaktan bunca yanlış ve bunca görüş ayrılığı çıkmamıştır." (c. I, s. 8.) "Eğer metalarda gerçekleşen emek miktarı onların değişilebilir değerlerini düzenliyorsa, emek miktarındaki her artış, bu emeğin uygulandığı metaın değerini çoğaltmalıdır, tıpkı emek miktarındaki düşüşün değeri azaltması gerektiği gibi." (c. I, s. 8.)
Ricardo şu noktalarda Smith'i suçlamaya devam ediyor:
1) "Bizzat kendisi" emek dışında "başka bir ölçü standardı inşa etmiştir." "Bir ölçü standardı olarak bazan tahıldan, bazan da emekten sözetmektedir; herhangi bir maddenin üretimine verilen emek miktarından değil, onun pazarda kumanda ettiği miktardan sözetmektedir." (c. I, s. 9 ve 10.)
2) "İlkeyi hiç kısıtlamadan kabullenmiş, ama aynı zamanda bunun uygulanmasını hem sermaye birikiminden ve hem de toprağa elkonulmasından önce gelen o eski ve kaba toplum düzeni ile sınırlandırmıştır." (c. I, s. 21.[16])
Ricardo, toprak mülkiyetinin, yani toprak rantının, metaların göreli değerlerini değiştiremeyeceğini ve sermaye birikiminin, onların üretiminde harcanan orantılı emek miktarı tarafından belirlenen göreli değerleri üzerinde ancak geçici ve dalgalanan bir etkisi olduğunu kanıtlama işine girişiyor. Bu tezi desteklemek üzere o ünlü toprak rantı teorisini veriyor, sermayeyi inceliyor ve sonuç olarak sermayenin içinde birikmiş emekten başka bir şey bulamıyor. Bundan sonra tüm bir ücret ve kâr teorisi geliştiriyor ve ücret ve kârların, ürünlerin göreli değerlerini etkilemeksizin, birbirlerine ters orantılı olarak yükselip düştüklerini kanıtlıyor. Sermaye birikiminin ve onun farklı yönlerinin (sabit sermaye ve döner sermaye), ücret oranları gibi, ürünlerin oransal değeri üzerine yapabilecekleri etkiyi gözden uzak tutmuyor. Aslında bunlar Ricardo'nun ilgilendiği başlıca sorunlardır.
"Emek kullanımında tasarruf, bu tasarruf ister metaın yapımı için gerekli-emekten, ister metaın üretiminde yardımcı olan sermayenin oluşturulması için gerekli olan emekten yapılsın, bir metaın göreli değerini[17] azaltmakta hiç kusur etmez." (c. I, s. 28.) "Bu koşullar altında geyiğin değeri, yani avcının günlük emeğinin ürünü, balığın değerine, yani balıkçının günlük emeğinin ürününe tamı tamına eşit [sayfa 47] olacaktır. Üretim miktarı ne olursa olsun, ya da genel ücretler ya da kârlar ne denli yüksek ya da düşük bulunursa bulunsun, balığın ve geyiğin oransal değerleri tamamen herbirinde gerçekleşmiş bulunan emek miktarı ile ayarlanacaktır." (c. I, s. 32.) "Emeği, meta değerlerinin temeli, ve bunların üretimleri için gerekli oransal emek miktarını da birbirleri ile değişilecek malların karşılıklı miktarlarını belirleyen kural yaparken, metaların gerçek ya da pazar fiyatlarının bu asıl ve doğal fiyattan raslansal ve geçici sapmalara uğramalarını yadsıyoruz sanılmamalıdır." (c. I, s. 105, l.c.) "Metaların fiyatlarını eninde sonunda ayarlayan üretim maliyetidir, yoksa çoğu kez söylendiği gibi arz ile talep arasındaki oran değil." (c. II, s. 253.)
Lord Lauderdale, arz ve talep yasasına, ya da talebe göre kıtlık ve bolluk yasasına göre, değişim-değerindeki değişmeleri geliştirmişti. Ona göre, bir şeyin değeri, o şeyin miktarı azalınca, ya da ona olan talep artınca yükselebilir; miktarındaki artışla ya da talepteki azalma ile de düşebilir. Demek ki, bir şeyin değeri, sekiz değişik nedenden ötürü değişebilir. Bunlardan dördü o şeyin kendisiyle, diğer dördü de para, ya da o şeyin değer ölçüsü olarak hizmet gören herhangi bir başka meta ile ilgilidir. Ricardo bunu şöyle çürütüyor:
"Gerek bir şahıs tarafından, gerek bir şirket tarafından tekelleştirilen metalar, lord Lauderdale tarafından ortaya konmuş bulunan yasaya göre değişirler: satıcıların onların miktarını çoğaltmalarına orantılı olarak düşerler, ve alıcıların onları almak için gösterdikleri arzuya orantılı olarak da yükselirler; bunların fiyatları ile doğal değerleri arasında zorunlu bir bağıntı yoktur; ancak rekabete konu olan ve miktarları ılımlı bir ölçüde artırılabilen metaların fiyatları, eninde sonunda, talep ve arzın durumuna değil, onların artan ya da düşen üretim maliyetlerine bağlı olacaktır." (c. II, s. 259.)
Ricardo'nun bu basit, açık, kesin dili ile, göreli değerin emek-zamanı ile belirlendiği sonucuna varmak için, M. Proudhon'un giriştiği belagat çabalarını kıyaslamayı okura bırakacağız.
Ricardo bize, değeri oluşturan burjuva üretiminin gerçek hareketini gösteriyor. M. Proudhon ise, bu gerçek hareketi bir kenara bırakarak, varolan gerçek hareketin teorik ifadesinden başka bir şey olmayan ve Ricardo tarafından bu denli iyi bir biçimde açıklanmış formül yerine, yeni süreçler icat etmek ve dünyanın sözümona yeni, bir formül üzerinde yeniden örgütlenmesini sağlamak üzere "öfkelenip sinirleniyor". Ricardo, bize, onun değeri nasıl oluşturduğunu göstermek üzere, çıkış noktası olarak günümüzün toplumunu alıyor — M. Proudhon ise, oluşturulmuş değerin yardımıyla yeni bir toplumsal dünya kurmak üzere, çıkış noktası olarak oluşturulmuş değeri alıyor. M. Proudhon'a göre, oluşturulmuş değer geriye dönmeli ve evrimin biçimine göre zaten tamamen oluşmuş bulunan bir dünyada, bir kez daha, oluşturan olmalıdır. Değerin emek-zamanı ile belirlenmesi, Ricardo için, değişim-değeri yasasıdır; M. Proudhon içinse bu, kullanım-değeri ile değişim-değerinin sentezidir. Ricardo'nun değer teorisi, gerçek ekonomik yaşamın bilimsel yorumudur; M. Proudhon'un değerler teorisi ise, Ricardo'nun teorisinin ütopik yorumudur. Ricardo, formülünün gerçekliğini, onu tüm ekonomik ilişkilerden çıkartarak ve böylece, ilk bakışta onunla çelişkiye düşer gibi görünen toprak rantı, sermaye birikimi, ücret-kâr ilişkisi gibileri de dahil, bütün olayları açıklayarak kabul ettiriyor; onun öğretisini bilimsel bir sistem yapan işte budur: Ricardo'nun bu formülünü oldukça gelişigüzel varsayımlar aracılığı ile yeniden keşfeden M. Proudhon, bundan böyle örnek diye gösterebilmek için çarpıttığı ve tahrif ettiği münferit ekonomik gerçekler, zaten varolan uygulamalar, yeniden canlanan düşüncesinin gerçekleşmeye başladığı noktalar arayıp bulmak zorunda kalıyor. (Bkz: § 3, Değerin Orantılılığı Yasasının Uygulanması.)
Şimdi M. Proudhon'un (emek-zamanı ile) oluşturulmuş değerden çıkardığı sonuçlara geçelim.
— Belirli bir miktar emek, bu aynı emek miktarı tarafından yaratılan ürün ile eşdeğerdir.
— Her bir günün emeği, bir başka günün emeği değerindedir; yani, eğer miktarlar eşitse, bir insanın emeği bir diğer insanın emeği değerindedir: arada hiçbir nitelik farkı yoktur. Bir insanın ürünü, aynı emek miktarındaki bir diğer insanın ürünü ile değişilebilir. Bütün insanlar, eşit bir emek-zamanı için eşit karşılık alan ücretli emekçilerdir. Değişimleri yöneten, tam eşitliktir.
Bu sonuçlar, "oluşturulmuş" değerin kesin, doğal sonuçları mıdırlar, yoksa bunlar, emek-zamanı ile mi belirlenirler?
Eğer bir metaın göreli değeri, onu üretmek için gerekli-emek miktarı ile belirleniyorsa, bundan çıkan doğal sonuç, emeğin, ya da ücretlerin göreli değerinin de, aynı biçimde, ücreti üretmek için gerekli-emek miktarı ile belirlendiğidir. Ücret, yani emeğin göreli değeri ya da fiyatı, böylece, işçinin bakımı ve geçimi için gerekli olan bütün şeylerin üretimi için gerekli emek-zamanı ile belirlenmektedir. "Şapkaların üretim maliyetlerini azaltın, talep iki katına, üç katma ya da dört katma çıksa da, şapka fiyatı eninde sonunda yeni doğal fiyatına düşecektir. Yaşamı sürdürmeye yarayan gıda ve giyimin doğal fiyatlarını azaltarak insanların geçinme maliyetlerini azaltın, işçilere olan talep ne denli artarsa artsın, ücretler eninde sonunda düşecektir." (Ricardo, c. II, s. 253.)
Ricardo'nun dili, kuşkusuz, son derece alaycıdır. Şapkaların yapım maliyetleri ile insanların bakım ve geçim giderlerini aynı kefeye koymak, insanları şapkaya dönüştürmek demektir. Ama bu alaycılığa bağırıp çağırmayın. Alay, gerçeklerdedir; bu gerçekleri ifade eden sözcüklerde değil. MM. Droz, Blanqui, Rossi ve başkaları gibi Fransız yazarlar, "insancıl" bir lafebeliğinin görgü kurallarını gözlemlemeye çabalayıp İngiliz iktisatçılarına olan üstünlüklerini kanıtlamaktan masum bir tatmin duyuyorlardı; eğer bunlar Ricardo'yu ve onun okulunu alaycı dilinden ötürü kınıyorlarsa, bunun nedeni, ekonomik ilişkilerin tüm kabalıklarıyla sergilendiğini görmekten, burjuvazinin sırlarını tüm çıplaklığı ile görmekten rahatsız olmalarıdır.
Özetlersek: kendisi bir meta olan emek, bu biçimi ile, emek-metaını üretmek için gerekli emek-zamanı ile ölçülür. Peki, bu emek-metaım üretmek için gerekli olan nedir? Emeğin sürekli bakım ve geçimi için, yani işçinin yaşaması ve neslini çoğaltması için vazgeçilmez olan nesnelerin üretimine yetecek emek-zamanı. Emeğin doğal fiyatı, asgari ücretten başka bir şey değildir.[18] Yürürlükteki ücret oranları bu doğal fiyatın üstüne çıkacak olursa, bunun nedeni, M. Proudhon tarafından bir ilke olarak konulan değer yasasının, arz ve talebin değişen ilişkisinin sonuçları ile dengeleniyor olmasıdır. Ama asgari ücret, her şeye karşın, yürürlükteki ücret oranlarını kendisine doğru çeken merkezdir.
Böylece, emek-zamanı ile ölçülen göreli değer, M. Proudhon'un arzuladığı gibi proletaryanın kurtuluşunun "devrimci teori"si olmak yerine, kaçınılmaz olarak işçinin şimdiki esaretinin formülüdür.
Şimdi, değerin ölçüsü olarak emek-zamanının kullanılmasının, varolan uzlaşmaz sınıfların uzlaşmaz karşıtlığı ve ürünün, onu doğrudan üreten emekçi ile birikmiş emek sahibi arasındaki eşit olmayan dağılımı ile ne ölçüde bağdaşmaz olduğunu görelim.
Belirli bir ürünü, örneğin keten bezini alalım. Bu ürün, bu haliyle, belirli miktarda emek içerir, bu ürünün yaratılmasında işbirliği yapmış olanların karşılıklı durumları ne olursa olsun, bu emek miktarı, hep aynı olacaktır.
Başka bir ürünü, keten bezi ile aynı miktarda emek gerektirmiş olan çuhayı alalım.
Eğer bu iki ürün birbirleriyle değişilirlerse, eşit emek miktarları değişilmiş demektir. Bu eşit emek-zamanı miktarlarını değişmekle kişi, nasıl ki işçilerin ve yapımcıların kendi aralarındaki durumunda herhangi bir şey değiştirmezse, üreticilerin karşılıklı durumlarını da değiştirmez. Ürünlerin emek-zamanı ile ölçülen bu değişiminin, bütün üreticilere eşit ödeme ile sonuçlandığını söylemek, ürüne eşit katılımın değişimden önce de varolduğunu sanmak demektir. Çuhanın keten bezi ile değişimi tamamlandığında, çuha üreticileri, keten bezinde daha önce çuhada sahip olduklarına eşit oranda paya sahip olacaklardır.
M. Proudhon'un kuruntusu, olsa olsa asılsız varsayım olabilecek bir şeyi sonuç olarak almasından doğmaktadır.
Devam edelim.
Değerin ölçüsü olarak emek-zamanı, en azından, [iş] günlerinin [les journées] eşdeğer olduklarını ve bir insanın gününün bir başkasının günü değerinde olduğunu varsayar mı? Hayır.
Bir an için diyelim ki, bir kuyumcunun günü, bir dokumacının üç günü ile eşdeğerdedir; dokunmuş maddelerin değerine oranla mücevheratın değerinde meydana gelecek herhangi bir değişmenin nedeni, bu değişme arz ve talep dalgalanmalarının geçici sonucu olmadıkça, birinin ya da ötekinin üretiminde harcanan emek-zamanındaki düşme ya da artma olmalıdır. Farklı işçilerin üç işgünlerinin birbirleriyle ilişkisi 1:2:3 oranındaysa, o zaman ürünlerinin göreli değerlerindeki her değişme aynen bu 1 : 2 : 3 oranında olacaktır. Demek ki, farklı işgünlerinin değerlerindeki eşitsizliğe karşın, değerler, emek-zamanı ile ölçülebilirler; ancak böyle bir ölçüyü uygulamak için, farklı işgünlerinin kıyaslamalı bir ölçeğine sahip bulunmalıyız: bu ölçeği yaratan rekabettir.
Sizin bir saatlik emeğiniz, benim bir saatlik emeğim değerinde midir? Bu, rekabetin yanıtlayacağı bir sorudur.
Bir Amerikalı iktisatçıya göre, bir günlük bileşik emek [sayfa 52] içinde kaç günlük basit emek bulunduğunu, rekabet belirler. Bileşik emek günlerinin bu şekilde basit emek günlerine indirgenmesi, basit emeğin bizzat kendisinin değer ölçüsü olarak alındığını varsaymaz mı? Niteliğine bakılmaksızın, yalnızca emek miktarı değer ölçüsü olarak iş görüyorsa, bu, basit emeğin sanayinin ekseni haline geldiğini varsayar. Bu, insanın makineye boyun eğişi ile ya da aşırı işbölümü ile emeğin eşitlendiğini; insanların kendi emeklerinden etkilendiklerini; saat sarkacının, iki lokomotifin hızlarını olduğu kadar, iki işçinin göreli faaliyetlerini de aynı duyarlılıkla ölçtüğünü varsayar. Bundan ötürü, bir insan saatinin, diğer bir insan saati değerinde olduğunu değil, bunun yerine, bir saat içersinde bir insanın, bir saat içersindeki bir başka insan değerinde olduğunu söylemeliyiz. Zaman her şey, insan hiçbir şeydir; insan olsa olsa zamanın kutusudur. Nitelik artık önemli değildir. Her şeyi belirleyen yalnızca miktardır; saate saat, güne gün; ama emeğin bu eşitlenişi asla M. Proudhon'un sonsuz adaletinin eseri değildir; bu, yalnızca modern sanayinin bir olgusudur.
Otomatik bir atelyede, bir işçinin emeği, bir başka işçinin emeğinden hemen hiç ayırdedilemez: işçiler birbirlerinden ancak işleri için harcadıkları zaman süresi ile ayırdedilebilirler. Bununla birlikte, belli bir bakış açısından, işleri için harcadıkları zamanın kısmen fiziksel yapı, yaş ve cinsiyet gibi yalnızca maddi nedenlere dayanmasından, ve kısmen de sabır, soğukkanlılık, dikkat gibi yalnızca olumsuz manevi nedenlere dayanmasından ötürü, bu nicel farklılık nitel olur. Kısacası, eğer farklı işçilerin emekleri arasında bir nitelik farkı varsa, bu, olsa olsa sonuncu tür bir niteliktir ki, ayırdedici bir özellik olmaktan çok uzaktır. Modern sanayide durum, son tahlilde, işte böyledir. M. Proudhon, "gelecekte" evrensel olarak kurmayı tasarladığı "eşitleme" rendesini, otomatik çalışmada zaten gerçekleşmiş bulunan işte bu eşitlik üzerinde gezdirip duruyor!
M. Proudhon'un Ricardo'nun öğretisinden çıkardığı bütün "eşitlikçi" sonuçlar, temel bir yanlışa dayandırılmıştır.
M. Proudhon, içlerinde cisimleşmiş emek miktarıyla ölçülen meta değerlerini, "emek-değeri" ile ölçülen meta değerleriyle karıştırıyor. Meta değerlerini ölçmede kullanılan bu iki yol eşdeğerde olsalardı, herhangi bir metaın göreli değerinin, kendi içinde cisimleşmiş bulunan emek miktarı ile ölçüldüğü; ya da onun satın alabileceği emek miktarı ile ölçüldüğü; ya da gene onun elde edebileceği emek miktarı ile ölçüldüğü söylenebilirdi ve bu söylenenler arasında bir fark olmazdı. Ama durum hiç de böyle değildir. Emek değeri, artık, bir değer ölçüsü olarak, herhangi bir başka meta değerinden ötede bir işe yaramaz. Birkaç örnek bu söylediklerimizi daha da iyi açıklamamıza yetecektir.
Bir ölçek buğday, bir yerine şimdi iki günlük emeğe malolsaydı, ilk değerinin iki katı değere sahip olurdu; ama bu iki kat bir emek miktarını harekete getirmezdi, çünkü öncekine kıyasla daha çok besleyici madde içermezdi. Demek ki onu üretmek için kullanılmış emek miktarı ile ölçüldüğünde, tahılın değeri iki katma çıkmış olacak; ama satın alabileceği emek miktarı ile, ya da onu satın almaya yetecek emek miktarı ile ölçüldüğünde ise, iki katına çıkmış olmaktan çok uzak bulunacaktı. Öte yandan, aynı emek, önceye kıyasla iki katı giyim eşyası üretmiş bulunsaydı, bunların göreli değeri yarı yarıya düşecekti; ama, bununla birlikte, giyim eşyalarının bu iki kat miktarı böylelikle ne emek miktarlarının yalnızca yarısını kullanma durumuna düşecek, ne de aynı emek iki kat giyim eşyası miktarına kumanda edebilecekti; çünkü giyim eşyalarının yarısı, daha önce işçinin ne işine yarıyorsa gene aynı işe yaramaya devam edecektir.
Demek ki, metaların göreli değerini emek değeri ile belirlemek, ekonomik gerçeklere ters düşmektedir. Bu, kısır bir döngü içinde hareket etmek, bizzat kendisi belirlenmeye gereksinme gösteren bir göreli değeri, göreli değerle belirlemek demektir.
Kuşkusuz ki, M. Proudhon, iki ölçüyü, bir metanı üretilmesi için gerekli emek-zamanı ölçüsü ile emek-değeri ölçüsünü birbirine karıştırıyor. "Herhangi bir insanın emeği" [sayfa 54] diyor "temsil ettiği değeri satın alabilir". Demek ki, ona göre, bir üründe cisimleşmiş belirli bir emek miktarı, işçiye yapılan ödemeye, yani emek değerine eşdeğerdedir. Ona, üretim maliyeti ile ücretleri birbirine karıştırtan da işte bu aynı mantıktır.
"Ücret nedir? Ücret, buğdayın, vb. maliyet-fiyatı, her şeyi bütünleyen fiyatıdır." Daha da öteye gidelim. "Ücret, zenginliği meydana getiren unsurların orantısıdır." Ücret nedir? Ücret, emeğin değeridir.
Adam Smith, değerin ölçüsü olarak bazan bir metaın üretilmesi için gerekli emek-zamanını, bazan da emeğin değerini alıyor. Ricardo, ölçmenin bu iki yolu arasındaki uyumsuzluğu açıkça göstererek, bu yanlışı meydana vuruyor. M. Proudhon, Adam Smith'in yanyana koymakla yetindiği iki şeyi bir tutmakla yanlış yapmada Adam Smith'i de geçiyor.
M. Proudhon'un metaların göreli değeri için bir ölçü araması, işçilerin ürünlerindeki payını gösteren uygun bir oran bulmak, ya da, bir başka deyişle, emeğin göreli değerini belirlemek içindir. Metaların göreli değeri için bir ölçü bulmada M. Proudhon, belirli bir emek miktarının eşdeğeri olarak, bu emeğin yaratmış olduğu toplam ürünleri göstermekten başka bir şey düşünemiyor, ki bu toplumun tümünün ücret olarak kendi ürünlerini alan işçilerden ibaret olduğunu düşünmekle aynı şeydir. İkincisi, farklı işçilerin işgünlerinin birbirlerine eşitliğini garanti görüyor. Kısacası, işçilere eşit ödeme yapılması sonucuna varmak için, metaların göreli değer ölçüsünü arıyor ve metaların göreli değerini araştırmaktan daha ötelere geçmek için, ücret eşitliğini zaten yerleşmiş bulunan bir gerçek sayıyor. Aman ne takdire şayan diyalektik!
"Say ve onu izleyen iktisatçılar, emeğin kendisi değerlendirilmeye konu olduğundan ve herhangi bir başka meta gibi bir meta olduğundan, bunu, değerin temeli ve belirleyici nedeni olarak almanın kısır döngü içinde hareket etmek olduğunu gözlemlemişlerdir. Böyle yapmakla bu iktisatçılar, eğer söylememe izin verirlerse, çok büyük bir dikkatsizlik yapmışlardır. Emeğin, bir meta olarak değil de, potansiyel olarak içerdiği varsayılan değerler açısından değer sahibi olduğu söylenmektedir. Emeğin değeri, mecazi bir deyimdir, sonucu yaratan nedenin sezinlenmesidir. Sermaye üretkenliği gibi, aynı damgayı taşıyan bir uydurmadır. Emek üretir, sermayenin değeri vardır. ... Adı anılmaksızın, emeğin değerinden sözedilmektedir. ... Emek de özgürlük gibi ... yaratılışı gereği, müphem, ve belirsiz, ama amacına göre nitelik olarak tanımlanan bir şeydir, yani ürün ile bir gerçeklik kazanır." [I, 61.]
"Ama bunun üzerinde durmaya hiç gerek var mı? Şeylerin adlarını, vera rerum vocabwa[19] değiştirdiği anda iktisatçı [siz, bunu, M. Proudhon diye okuyun], ima yollu güçsüzlüğünü itiraf etmekte ve amaca uygun olmadığını açığa vurmaktadır." (Proudhon, I, 188.)
Görmüş bulunuyoruz ki, M. Proudhon, emek değerini ürün değerlerinin "belirleyici nedeni" yapmayı öyle bir ölçüye vardırıyor ki, ona göre, ücret, "emek değeri"nin resmî adını, bütün şeylerin onlardan kopmaz fiyatını oluşturuyor: Say'nin öne sürdüğü itirazın M. Proudhon'u rahatsız etmesi bundandır. Bir emek-metada, ki korkunç bir gerçektir, gramatik eksiklikten başka bir şey görmüyor. Böylece bir emek-metaın üzerine kurulmuş mevcut toplumun tümü, bundan böyle, şiirsel bir başıboşluk, mecazi bir deyim üzerine kurulmuş bulunuyor. Eğer toplum, kendisine saldıran "tüm sakıncaları tasfiye" etmek istiyorsa, eh, o zaman kulağa nahoş gelen tüm terimleri de tasfiye etsin, dili değiştirsin; ve bunun için de, çıkarmış bulunduğu sözlüğün yeni bir baskısını yapması için Akademiye başvurması yeterlidir. Bütün bu gördüklerimizden sonra, M. Proudhon'un ekonomi politik üzerine yazılmış bir yapıtta, etimoloji ve dil bilgisinin değer alanları konusunda neden uzun söylevlere girmek zorunda kaldığını anlamak bizim için artık kolaydır. Böylece o, servusun servareden bir zamanlar nasıl türemiş bulunduğunu hâlâ bilgiççe tartışmaktadır. Bu felsefi söylevlerin derin bir anlamı, [sayfa 56] gizli bir anlamı vardır — bunlar, M. Proudhon'un savunduğu iddiaların önemli bir kısmını oluştururlar.
Emek,[20] alınıp satıldığı kadarıyla, herhangi bir başka meta gibi bir metadır ve, bunun sonucu, bir değişim-değerine sahiptir. Ama buğdayın değeri, ya da meta olarak buğday, nasıl bir besin maddesi değilse, emek değeri, ya da meta olarak emek de, bir şey üretmez.
Gıda metalarının çok ya da az pahalı oluşlarına, çalışacak ellerin arz ve taleplerin şu ya da bu derecede varolmasına, vb., vb. göre, emek, çok ya da az "değerdedir".
Emek, "müphem bir şey" değildir; o, her zaman, belli bir emektir, hiçbir zaman genel olarak alınıp satılan emek değildir. O, yalnızca amaca göre nitel olarak tanımlanan emek değil, aynı zamanda, emeğin belli bir niteliğine göre belirlenen amaçtır da.
Alınıp 'satıldığı kadarıyla emeğin kendisi, bizzat bir metadır. Emek niye satın alınır? "Potansiyel olarak içerdiği varsayılan değerlerinden ötürü." Ama eğer belirli bir şeyin meta olduğu söyleniyorsa, onun neden alındığı, yani ondan elde edilecek yararlık, onun nereye uygulanacağı artık söz-konusu edilmez. Alışveriş konusu olarak o, bir metadır. M. Proudhon'un tüm savundukları sununla sınırlıdır: emek, doğrudan tüketilmek üzere satın alınmaz. Hayır, o, bir makine gibi, üretim aracı olarak satın alınır. Bir meta olarak emek, değere sahiptir ve üretimde bulunmaz. Her meta, asla bir meta olduğu için değil de, yalnızca bazı yararlı amaçlar için elde edildiğine göre, M. Proudhon, pekâlâ, meta diye bir şeyin varolmadığını da söyleyebilirdi.
Metaların değerini emek ile ölçmede M. Proudhon, emek bir değere sahip bulunduğu ve bir meta olduğu sürece, emeği bu ölçünün dışında bırakmanın olanaksızlığını bir an için hayal-meyal görüyor. Ücret asgarisini doğrudan emeğin doğal ve normal fiyatı haline dönüştürdüğü için, bunun var [sayfa 57] olan toplum düzenini kabullendiğinden kuşkusu vardır. Bu yüzden, bu talihsiz sonuçtan kurtulmak için, gerisin geriye dönüyor ve emeğin bir meta olmadığını, emeğin bir değeri olmayacağını öne sürüyor. Emek değerini bir ölçü olarak alanın bizzat kendisi olduğunu unutuyor, tüm kendi sisteminin bir meta olan emek üzerine, takas edilen, alınan, satılan, ürün ile değişilen, vb. emek üzerine, gerçekte işçi için doğrudan gelir kaynağı olan emek üzerine kurulmuş olduğunu unutuyor. Her şeyi unutuyor.
Sistemini kurtarmak için, bu sistemin temelini feda etmeye rıza gösteriyor.
Et propter vitam vivendi perdere causas![21]
Şimdi "oluşturulmuş değer"in yeni bir tanımına geliyoruz.
"Değer, zenginliği oluşturan ürünlerin oransal ilişkisidir."
İlkin şunu belirtelim ki, "göreli değer ya da değişim-değeri", bu basit deyim, ürünlerin karşılıklı olarak değişil-dikleri bir ilişki düşüncesini ima eder.
Bu ilişkiye "oransal ilişki" adını vermekle, ifade biçimi dışında, göreli değerde hiçbir değişiklik yapılmış olmaz. Bir ürünün değerinin düşürülmesi ya da artırılması, o ürünün zenginlik oluşturan öteki ürünlerle bir "oransal ilişki" içinde olma niteliğini yok etmez.
Hiçbir yeni düşünce getirmeyen bu yeni terim niye öyleyse?
"Oransal ilişki", üretimde oransallık, arz ve talep arasında doğru oran, vb. gibi birçok başka ekonomik ilişkileri akla getirmektedir ve M. Proudhon da, pazarlanabilir değere ilişkin bu öğretici açıklamasını formüle ederken bütün bunları düşünmektedir.
Her şeyden önce, ürünlerin göreli değerleri, herbirinin üretiminde kullanılan oransal emek miktarı ile belirlendiklerinde, oransal ilişkiler, bu özel duruma uygulandıklarında, [sayfa 58] belirli bir süre içinde imal edilebilen ve bunun sonunda bir başkası ile değişilen ürünlerin karşılıklı miktarlarını temsil ederler.
M. Proudhon'un bu oransal ilişkiden nasıl yararlandığına bakalım.
Herkes bilir ki, arz ve talep, eşit biçimde dengelendiklerinde, herhangi bir ürünün göreli değeri, o üründe cisimleşmiş emek miktarı ile doğru bir biçimde belirlenir, yani bu göreli değer, oransal ilişkiyi tamı tamına ona verdiğimiz anlamda ifade eder. M. Proudhon, şeylerin düzenini tersyüz ediyor. İşe, bir ürünün göreli değerini, onun içinde cisimleşmiş emek miktarı ile ölçmeyle başlayın, o zaman arz ve talep şaşmaz bir biçimde birbirlerini dengeleyecektir diyor. Üretim tüketime tekabül edecek, ürün her zaman için değişilebilir olacaktır. Ürünün yürürlükteki fiyatı, tamı tamına onun gerçek değerini ifade edecektir. Herkes gibi, hava güzel olduğunda bir sürü insanın yürüyüşe çıktığı görülmektedir diyeceğine, M. Proudhon, havanın iyi olmasını güvence altına almak için insanları yürüyüşe çıkarıyor.
M. Proudhon'un a priori emek-zamanı ile belirlenen pazarlanabilir değerin sonucu olarak gösterdiği şey, aşağı yukarı şu sözcüklerle ifade edilen bir yasayla haklı gösterilebilir.
Ürünler, gelecekte, maloldukları emek-zamanı oranlarına göre değişileceklerdir. Arzın talebe oranı ne olursa olsun, meta değişimleri hep sanki talebe orantılı üretilmişler gibi yapılacaktır.
M. Proudhon böyle bir yasayı formüle edip ortaya koyma işini becersin, biz de onu bu yasayı kanıtlama zorunluluğundan kurtaralım. Yok eğer teorisini yasa koyucu olarak değil de, iktisatçı olarak haklı göstermekte diretirse, o zaman bir metaı yaratmak için gerekli zamanın tamı tamına o metaın yararlılığını gösterdiğini ve onun talebe olan ve bundan ötürü de toplam zenginlik miktarına olan oransallık ilişkisini belirttiğini kanıtlamak zorunda kalacaktır. Eğer bir ürün, bu durumda, kendi üretim maliyetine eşit bir fiyattan [sayfa 59] satılacak olursa, arz ve talep her zaman eşit bir biçimde dengelenecektir; çünkü üretim maliyetinin arz ile talep arasındaki gerçek ilişkiyi ifade ettiği varsayılmaktadır.
Gerçekte, M. Proudhon, bir ürün yaratmak için gerekli olan emek-zamanının, bu ürünün gereksinmelere olan gerçek oransal ilişkisini gösterdiğini ve böylece üretimleri en az zamana malolan şeylerin en acil yararlığa sahip şeyler olduğunu ve bunun adım adım böyle gittiğini kanıtlama işine girişiyor. Bu öğretiye göre, bir lüks nesnesinin yalnızca üretilmiş olması bile, toplumun lükse olan gereksinmesini karşılamaya olanak sağlayan boş zamana sahip bulunduğunu kanıtlıyor hemen.
M. Proudhon, iddiasının kanıtını, en yararlı şeyleri üretmenin en az zamana malolduklarını, toplumun hep en kolay sanayilerle işe başlayıp sırası ile, "daha çok emek-zamanına malolan ve daha yüksek gereksinme düzeyine tekabül eden nesnelerin üretimine geçtiğini" gözlemlemekte buluyor.
M. Proudhon, M. Dunoyer'den, sanayilerin en basiti, en az masraflısı ve insanoğlunu "ikinci kez yaratılışının birinci günü"ne başlatan doğal maddeleri işleme sanayii —meyve toplama, otlatma, av, balıkçılık, vb.— örneğini alıyor. İnsanoğlunun ilk yaratılışının birinci günü ise, Tanrıyı, bize dünyanın ilk yapımcısı olarak sunan Yaradılış'ta yazılmıştır.
İşler M. Proudhon'un hayal ettiğinden çok başkadır. Uygarlık başlar başlamaz, üretim de, zümrelerin, tabakaların, sınıfların uzlaşmaz karşıtlığı üzerine, ve ensonu, birikmiş emek ile fiilî emek arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerine kurulmaya başlar. Uzlaşmaz karşıtlık yoksa, ilerleme de olmaz. Bu, uygarlığın günümüze dek izlediği yasadır. Şimdiye dek üretici güçler bu sınıfların uzlaşmaz karşıtlıkları sisteminden ötürü gelişmiştir. Şimdi tutup da, bütün işçilerin tüm gereksinmeleri karşılanmış bulunduğundan insanlar artık kendilerini daha yüksek düzeydeki ürünlerin —daha karmaşık sanayilerin— yaratılmasına verebilirler demek, sınıfların uzlaşmaz karşıtlığını bir kenara itmek ve tüm tarihsel gelişimi başaşağı çevirmek olur. Bu, Roma imparatorları [sayfa 60] zamanında yapay havuzlarda yılanbalıkları beslendiği için, tüm Roma halkını bol bol beslemeye yetecek besin vardı demek gibi bir şeydir. Gerçekte tam tersine, Roma aristokratları zehirli yılanbalıklarına yem diye atabilecekleri kadar çok köleye sahiplerken, Roma halkının ekmek bile almaya yetecek parası yoktu.
Mamul ve lüks malların fiyatları hemen hemen sürekli düşerken, besin fiyatları hemen hemen sürekli artmıştır. Bizzat tarım sanayiini alın; pamuk, şeker, kahve, vb. fiyatları şaşırtıcı bir oranda düşerken, buğday, et, vb. gibi en zorunlu nesnelerin fiyatı artmıştır. Besin nesneleri arasında enginar, kuşkonmaz, vb. gibi lüks maddeler bile bugün en gerekli besin maddelerine oranla daha ucuzdurlar. Çağımızda, gereksiz olanı üretmek, gerekli olanı üretmekten daha kolaydır. Son olarak, değişik tarihsel dönemlerdeki karşılıklı fiyat ilişkileri, yalnızca birbirlerinden değişik değil, birbirlerinin tersidirler de. Tüm ortaçağ boyunca tarımsal ürünler, mamul ürünlere oranla daha ucuzdurlar; yeni çağda ise bu ilişki ters orantılıdır. Bu, ortaçağlardan bu yana tarımsal ürünlerin yararlılıklarının azaldığı anlamına mı gelir?
Ürünlerin kullanımı, tüketenlerin kendilerini içinde buldukları toplumsal koşullar tarafından belirlenir ve bu koşulların kendileri sınıfların uzlaşmaz karşıtlığına dayanır.
Pamuk, patates ve alkol en çok kullanılan nesnelerdir. Patates, sarıca hastalığının doğmasına neden olmuştu; yün ve keten, yalnızca sağlık açısından olsa bile, birçok durumlarda daha yararlı olsalar da, pamuk tarafından bir kenara itilmişlerdir; ensonu, besleyici bir madde olarak kullanıldığı halde her yerde zehir olarak tanınan alkol, bira ve şaraba üstün gelmiştir. Bütün bir yüzyıl boyunca hükümetler Avrupa afyonuna karşı boş yere savaşım verdiler; ekonomik yasalar duruma egemen olmuş ve buyruklarını tüketime kabul ettirmişlerdir.
Pamuk, patates ve alkol neden burjuva toplumunun eksenidirler? Çünkü bunları üretmek için gerekli-emek en düşük miktardadır ve, bundan ötürü, bunlar en düşük fiyatlara [sayfa 61] sahiptirler. Azami tüketimi neden asgari fiyat belirler? Bunun nedeni, bu nesnelerin mutlak yararlılıklarının, yaratılışlarından gelen yararlılıklarının, işçi olarak insanin değil de, insan olarak işçinin gereksinmelerine en yararlı biçimde uygun düşmeleri olmasın sakın? Hayır, bunun nedeni, sefalet üzerine kurulu bir toplumda, en bayağı ürünlerin en büyük sayılarla kullanılma önceliğine sahip olmalarıdır.
Şimdi tutup da, maliyeti en düşük şeyler daha çok kullanılıyor diye, bunların daha yararlı olduklarını söylemek, düşük üretim maliyeti yüzünden alkolün yaygın bir biçimde kullanılması onun yararlılığının en kesin kanıtıdır demek olur; bu, proletere patatesin kendisi için etten daha sağlıklı olduğunu söylemektir; bu yürürlülükteki düzeni kabullenmektir; kısacası bu, iç yüzünü anlamadığımız bir toplumu M. Proudhon ile birlikte savunmaktır.
Sınıfların uzlaşmaz karşıtlığının ortadan kalktığı, içinde artık sınıfların bulunmadığı gelecek bir toplumda, kullanım artık asgari üretim zamanı ile belirlenmeyecek; ama farklı nesnelere harcanan toplumsal üretim zamanı, onların toplumsal yararlılıkları ile belirlenecektir.
M. Proudhon'un iddiasına geri dönersek; bir eşyanın üretimi için gerekli emek-zamanı, o eşyanın yararlılık derecesinin ifadesi olmaktan çıktığı an, bu aynı eşyanın daha önce içinde cisimleşmiş bulunan emek-zamanı ile belirlenen değişim-değeri, arzın talebe olan gerçek ilişkisini, yani M. Proudhon'un şu anda ona yüklediği anlamda oransal ilişkiyi düzenleyemez duruma gelir.
Arzın talebe olan "oransal ilişki"sini ya da belirli bir ürünün üretim toplamına olan oransal miktarını meydana getiren şey, bu ürünün üretim maliyeti fiyatından satılması değil, karşılığında en azından üretim maliyetini alabilmesi için üreticiye belirli bir metadan ne miktarda üretmesi gerektiğini gösteren arz ve talepteki değişikliklerdir. Ve bu değişiklikler durmadan meydana çıktıkları için, sanayinin değişik dallarında sürekli bir sermaye çekilmesi ve yatırılması hareketi yardır.
"Yalnızca bu değişiklikler sonucudur ki, sermaye, talep edilen değişik metaların üretimine ne eksik ne fazla, tam gerekli miktarlarda üleştirilir. Fiyatın yükselmesi ya da düşmesi, kârları, genel düzeylerinin üstüne çıkarır ya da altına düşürür, ve sermaye bu değişikliğin yeraldığı özel kullanım alanına ya girmeye cesaretlendirilir, ya da bu alandan çekilme yolunda uyarılır." — "Bir büyük kentin pazarlarına baktığımızda ve bu pazarların gerekli olan miktarlarda hem yerli ve hem de yabancı metalarla, beğeni kaprislerinin ya da nüfus sayısındaki değişmelerin doğurduğu talep değişikliklerinin bütün koşulları altında, çok fazla bir arzın doğurduğu piyasa boğulmasının sonuçlarına ya da arzın talebe eşit olmamasından meydana gelen çok yüksek bir fiyata yolaçmaksızın, nasıl beslendiklerini gözlemlediğimizde, sermayeyi her ticaret alanına tam gerekli miktarlarda üleştiren ilkenin genellikle sandığımızdan daha da etkin olduğunu teslim etmek zorunda kalıyoruz." (Ricardo, c. I, s. 105 ve 108.)
Eğer M. Proudhon, ürün değerlerinin emek-zamanı ile belirlendiğini kabulleniyorsa, bireysel değişimler üzerine kurulmuş bir toplumda,[22] emeği değerin ölçüsü yapan tek şeyin dalgalanma hareketi olduğunu da aynı biçimde kabullenmesi gerekmektedir. Oluşturulmuş hazır "oransal ilişki" diye bir şey yok, yalnızca oluşturulan bir hareket vardır.
Emek-zamanı ile belirlenen değerin bir sonucu olarak "oran"dan sözetmenin ne anlamda doğru olduğunu gördük. Şimdi de, M. Proudhon'un "oran yasası" diye adlandırdığı bu zaman ölçüsünün nasıl bir "oransızlık" yasasına dönüştüğünü göreceğiz.
Şimdiye dek iki saatte üretilen bir şeyin bir saatte üretilmesine olanak veren her yeni icat, piyasadaki tüm benzer ürünlerin değerlerini düşürür. Rekabet, üreticiyi, iki saatin ürününü bir saatin ürünü kadar ucuza satmaya zorlar. Rekabet, bir ürünün göreli değerinin onu üretmek için gerekli olan emek-zamanı ile belirlenmesi yasasını harekete geçirir. Pazarlanabilir değerin ölçüsü olma görevini gören emek-zamanı, bu yolla, emeğin sürekli değer kaybı yasası haline gelir. Daha fazlasını da söyleyeceğiz. Değer kaybına uğrayacak olan yalnızca piyasaya sürülen metalar olmayacak, üretim aletleri ve koca fabrikalar da değer kaybına uğrayacaklardır. Bu gerçeğe Ricardo tarafından zaten işaret olunmuştur:
"Üretim kolaylığını sürekli artırmakla, daha önce üretilmiş bulunan bazı metaların değerlerini sürekli azaltıyoruz." (c. II, s. 59.) Sismondi daha da öteye gidiyor. O, emek-zamanı tarafından "oluşturulmuş" bu değerde, modern sanayinin ve ticaretin bütün çelişkilerinin kaynağını görüyor. "Ticari değer" diyor "uzun vadede, her zaman, değerlendirilen şeyi elde etmek için gerekli-emek miktarı ile belirlenir: ticari değer, onun gerçekten malolduğu şey değil, ama gelecekte, belki de geliştirilmiş araçlarla, neye malolacağıdır; değerlendirilmesi güç olmakla birlikte, bu miktar her zaman rekabet tarafından sadakatla kurulur. ... Satıcının talebi kadar, alıcının arzı da işte bu temel üzerinde hesaba katılır. Satıcı belki de şeyin kendisine on günlük emeğe malolduğunu söyleyecektir; ama eğer alıcı bundan böyle, bu şeyin sekiz günlük emekle üretilebileceğini farkederse, rekabet olayının bunu her iki tarafa da kanıtlamasıyla, değer azaltılacak ve piyasa fiyatı yalnızca sekiz gün üzerinden saptanacaktır. Kuşkusuz, her iki taraf da bu şeyin yararlı olduğuna, arzulandığına, arzu olmaksızın satış olmayacağına inanmaktadırlar; ancak fiyat saptamasının yararlılıkla hiçbir ilişiği yoktur." (Etudes, vb., c. II, s. 267, Brüksel baskısı.)
Değeri belirleyen şeyin, bir şeyi üretmek için harcanmış zaman değil, onun üretilebileceği asgari zaman olduğu ve bu asgarinin rekabetle sağlandığı noktasını vurgulamak önemlidir. Bir an için artık rekabetin bulunmadığını ve, bunun sonucu, bir metaın üretimi için gerekli asgari emeği sağlayacak hiçbir aracın kalmadığını varsayınız; ne olur? M. Proudhon'a göre, üretimi yalnızca bir saat tutmuş bir nesne karşılığında, bunun altı katını talep etme hakkına sahip olabilmek için, aynı nesnenin üretimine altı saatlik emek harcanması yeterli olacaktır.
Her nasıl olursa olsun, iyi ya da kötü, ilişkilere bağlı kalmakta diretirsek, "oransal bir ilişki" yerine oransal olmayan bir ilişki elde ederiz.
Emeğin sürekli değer kaybı, metaların emek-zamanı ile değerlendirilmesinin yalnızca bir yönü, bir sonucudur. Fiyatların aşırı yükselmesinin, aşırı üretimin ve sınai anarşisinin birçok başka özelliklerinin açıklanması işte bu değerlendirme biçiminde yatmaktadır.
Ama değer ölçüsü olarak kullanılan emek-zamanı M. Proudhon'u bu kadar sevindiren oransal ürün çeşitliliğine yolaçmakta mıdır bari?
Tersine, tekelcilik, bütün yeknesaklığı ile, onun peşinden gider ve ürünler dünyasını istila eder, tıpkı, herkesin de bildiği, üretim aletleri dünyasını istila ettiği gibi. Pamuklu sanayii gibi ancak birkaç sanayi dalında çok hızlı bir ilerleme yapılabilir. Bu ilerlemenin doğal sonucu, örneğin pamuklu imalat ürünlerinin fiyatlarının hızla düşmesidir: ama pamuğun fiyatı düşerken ketenin fiyatı buna oranla yükselmek zorundadır. Sonuç ne olacaktır? Ketenin yerini pamuk alacaktır. Bu yolla keten neredeyse Kuzey Amerika'nın tümünden dışarı sürülmüş bulunuyor. Ve biz de, oransal ürün çeşitliliği yerine, pamuk egemenliği elde etmiş oluyoruz.
Bu "oransal ilişki"den geriye ne kaldı? Metaların dürüst bir fiyattan satılmalarına olanak verecek oranlarda üretilmelerini arzulayan dürüst bir insanın inançlı dileğinden başka hiçbir şey. İyi yürekli burjuvalarla iyiliksever iktisatçılar, bütün çağlarda, bu masum dileği dile getirmekten haz duymuşlardır.
Boisguillebert'in söylediklerine kulak verelim: "Meta fiyatları, diyor, her zaman orantılı olmalıdırlar; çünkü yalnızca bu karşılıklı anlayıştır ki, her an kendilerini birbirlerine vererek [işte M. Proudhon'un sürekli değişilebilirliği] ve karşılıklı olarak birbirlerini doğurarak, birlikte varolma olanağını verebilir onlara. ... O halde, zenginlik, [sayfa 65] insanın insana, zanaatın zanaata, vb. sürekli içice geçişinden başka bir şey değilken, sefaletin kaynağını, fiyat oranlarının bozulmasının neden olduğu böyle bir alışveriş duraksamasından başka bir yerde aramak korkunç bir körlüktür." (Dissertation sur la nature des richesses, Daire'nin derlemesi [s. 405,408].)
Bir de modern bir iktisatçıya kulak verelim:
"Değerin sürekliliğini koruyabilecek ve üretime eklenmesi gerekli biricik büyük yasa, yani 'oran yasası'. ... Eşdeğerlik güvence altına alınmalıdır. ... Bütün uluslar, tarihlerinin çeşitli dönemlerinde, sayısız ticari kurallar ve kısıtlamalar koyarak, burada açıklanan amaca bir ölçüde varma çabasına girişmişlerdir. ... Ama insanoğlunun doğal ve doğuştan gelen bencilliği ... onu bu tür bütün kuralları bozmaya zorlamıştır. Orantılı Üretim, Toplumsal Ekonomi Biliminin tüm gerçeğinin gerçekleştirilmesidir." (W. Atkinson, Principles of Political Economy, London 1840, s. 170-195.)
Fuit Troja[23] Birçok arzunun bir kez daha amacı olmaya başlayan arz ile talep arasındaki bu gerçek oran uzun zamandan beri ortadan kalkmıştı. Bu artık köhneleşmişti. Bu oran, ancak üretim araçlarının sınırlı olduğu, değişim hareketinin çok kısıtlanmış sınırlar içinde yeraldığı bir dönemde olanaklıydı. Büyük sanayinin doğmasıyla bu gerçek oran son bulmak zorunda kaldı ve üretim kaçınılmaz olarak refah, durgunluk, bunalım, duraklama, yenilenen refah gibi sürekli birbirini izleyen silsilelerden geçmek zorunda bırakıldı. Sismondi gibi toplumun bugünkü temellerini koruyarak gerçek üretim oranına dönmeyi arzulayanlar gericidirler, çünkü tutarlı olmak için, eski zaman sanayiinin bütün öteki koşullarını da geri getirmeyi arzulamak zorundadırlar.
Üretimi, gerçek, ya da azçok gerçek oranlarda tutan neydi? Bu, arza egemen olan, ondan önce gelen talepti. Üretim, tüketimi peşisıra yakından izledi. Tasarrufundaki aletler tarafından durmadan artan ölçeklerde üretmeye zorlanan büyük sanayi artık talebi bekleyemez. Üretim, tüketimden [sayfa 66] önce gelir, arz talebi zorlar.
Bugünkü toplumda, bireysel değişime dayanan sanayide, bunca sefaletin kaynağı olan üretim anarşisi, aynı zamanda tüm ilerlemenin de kaynağıdır.
Demek ki, ya biri, ya öteki:
Ya bugünün üretim araçları ile birlikte geçmiş yüzyılların gerçek oranlarını istiyorsunuz ki, bu durumda hem gerici hem de ütopyacı oluyorsunuz.
Ya da, anarşi olmaksızın ilerleme istiyorsunuz: ki bu durumda, üretici güçleri korumak için, bireysel değişimi bir yana bırakmak zorundasınız.
Bireysel üretim, ancak, kendi sonucu olan "gerçek oran" ile birlikte geçmiş yüzyılların küçük sanayiine, ya da bütün sefalet ve anarşi katarıyla birlikte büyük sanayie uygun düşer.
Bununla birlikte, değerin emek-zamanı ile belirlenmesi, —M. Proudhon'un geleceğin yeniden canlandırıcı formülü olarak bize verdiği bu formül— bundan ötürü, M. Proudhon'dan çok önce Ricardo tarafından da açıkça ve kesinlikle gösterildiği gibi, bugünkü toplumun ekonomik ilişkilerinin bilimsel ifadesinden ibarettir.
Ama bu formülün hiç değilse "eşitlikçi" uygulaması olsun M. Proudhon'a mı aittir? Bütün insanları eşit miktarlarda emek değişiminde bulunan gerçek işçilere dönüştürerek topluma yeni bir biçim vermeyi düşünen ilk kişi o muydu? Komünistleri —ekonomi politiğin tüm bilgilerinden yoksun bu insanları, bu "inatçı budala adamları", bu "cennet düşçülerini"— kendinden önce "proletarya sorununun çözümü"nü bulmamış olmakla kınamak gerçekten de ona mı kalmıştır?
Ekonomi politiğin İngiltere'de izlediği eğilimden herhangi bir biçimde haberdar olan bir kimse, bu ülkedeki sosyalistlerin hemen tümünün, değişik dönemlerde, rikardocu teorinin eşitlikçi uygulamasını önermiş olduklarını bilmiyor olamaz. M. Proudhon'a şunları örnek gösterebiliriz: Hodgskin, Political Economy, 1827;[a7] William Thompson, An Inquiry into the Principles of the Distribution of Wealth Most [sayfa 67] Conducive to Human Happiness, 1824; T. R. Edmonds, Practical Moral and Political Economy, 1828; vb., vb. ve dört sayfa daha vb.. Biz, bir İngiliz komünistine, Mr. Bray'e kulak vermekle yetineceğiz. Dikkat çekici yapıtı Labour's Wrongs and Labour's Remedy, Leeds 1839'dan bizi kesin karara ulaştıracak pasajlar vereceğiz ve bu yapıt üzerinde oldukça uzun duracağız, çünkü birincisi, Mr. Bray Fransa'da hâlâ çok az tanınmaktadır, ve ikincisi, Mr. Bray'de, M. Proudhon'un geçmiş, bugünkü ve gelecek bütün yapıtlarının anahtarını bulduğumuzu sanıyoruz.
"Gerçeğe varmanın biricik yolu, derhal İlk İlkelere gitmektir. ... Derhal, hükümetlerin bizzat çıkmış oldukları kaynağa ... gidelim. ... Böylece şeyin kaynağına gitmekle, her hükümet biçiminin ve her toplumsal hatanın ve hükümet hatasının ortaya çıkışını, mevcut toplumsal sisteme —şimdi var olduğu biçimiyle mülkiyet kurumuna— borçlu olduğunu ve, bundan ötürü, hatalarımıza ve sefaletimize derhal ve sonsuza dek son verecek olursak mevcut toplum düzenlerinin tümüyle altüst edilmesi gerektiğini göreceğiz. ... Onlarla kendi alanlarında ve kendi silahlarıyla böylece savaşmakla 'düşçüler'e ve 'teoriciler'e saygı gösteren o anlamsız patırtıdan sakınacağız, ki onlar bu 'düşçüler' ve 'teoriciler' sayesinde 'yetki ile' resmen bildirilmiş döşeli yoldan bir adım dışarı çıkmaya kalkışan herkese saldırmaya çok hazırdırlar. Böyle bir yöntemle varılan sonuçlar tepetaklak edilmezden önce, iktisatçılar, kendi iddialarını üzerine oturttukları o yerleşmiş gerçekleri ve ilkeleri geri almalılar ya da reddetmelidirler." (Bray, s. 17 ve 41.) "Değer katan yalnızca emektir. ... Her insanın, kendi namuslu emeğinin kendisine sağlayacağı her şey üzerinde kuşku götürmez bir hakkı vardır. Emeğin meyvelerine böylece elkoymakla herhangi bir başka insana karşı haksızlık etmiş olmaz; çünkü başka hiçbir insanın kendi emeğinin ürünlerine aynı şeyi yapma hakkına karışmamaktadır. ... Bütün bu üstün ve adi —efendi ve uşak— kavramları, İlk İlkenin savsaklanmasına ve bunun sonucu ortaya çıkan mülk eşitsizliğine dek uzanır; ve bu eşitsizlik [sayfa 68] korunduğu sürece bu kavramlar asla kökten sökülüp atılmayacakları gibi, dayandıkları kurumlar da yıkılmayacaklardır. İnsanlar, şimdiye dek şeylerin bugünkü doğal olmayan düzenini, ... mevcut eşitsizliği yok ederek, ve ama bu eşitsizliğin nedenine el sürmeden onarabileceklerini körükörüne ummuşlardır; ama kısa zaman sonra görülecektir ki, ... kötü yönetim bir neden değil, bir sonuçtur —kötü yönetim yaratıcı değil, yaratılandır—, kötü yönetim mülk eşitsizliğinin ürünüdür; ve mülk eşitsizliği bugünkü toplumsal sisteme kopmaz bağlarla bağlıdır." (Bray, s. 33, 36 ve 37.)
"Yalnızca büyük üstünlükler değil, katıksız adalet de eşitlik sisteminden yanadır. ... Her insan etkiler zincirinin bir halkası, ve vazgeçilmez bir halkasıdır — bu zincirin başı bir düşünce, ve sonu da, belki, bir kumaş parçasının üretimidir. Demek ki, çeşitli taraflara karşı değişik duygular besliyor olsak da, bundan, emeğine karşılık birinin ötekinden daha iyi para alması gerektiği sonucu çıkmaz. Mucit, hakettiği maddi ödüle ek olarak, bizden yalnızca dehanın alabileceği şeyi —hayranlığımızın ödülünü— hep alacaktır.
"Katıksız adalet, bütün değişimcilerin emek ve değişimin yaratılışından yalnızca karşılıklı yararlanmalarını değil, aynı biçimde, eşit yararlanmalarını da zorunlu kılar. İnsanların birbirleri ile değişebilecekleri yalnızca iki şeyleri vardır: emek ve emek ürünü. ... Adil bir değişim sistemine göre hareket ediliyor olsaydı, bütün nesnelerin değerleri üretim maliyetinin tamamı ile belirlenecek; ve eşit değerler her zaman eşit değerlerle değişilmiş olacaktı. Örneğin bir şapka yapmak şapkacının bir gününü, ve bir çift ayakkabı yapmak ayakkabıcının da aynı zamanını alırsa —her ikisinin de kullandığı malzemenin eşit değerde olduğu varsayımıyla— ve şapkacı ile ayakkabıcı, bu nesneleri birbirleri ile değişirlerse, yalnızca karşılıklı olarak değil, eşit olarak da yarar elde etmiş olurlar: herbiri aynı miktarda emek harcamıştır ve herbirinin kullandığı malzeme eşit değerde olduğundan, bir tarafın elde ettiği yarar, diğeri için zarar olamaz. Ama eğer, şapkacı, bir şapka karşılığında iki çift ayakkabı elde edecek [sayfa 69] olursa —zaman ve malzeme değeri önceki gibi kalmak koşuluyla— bu, açıkça haksız bir değişim olacaktır. Şapkacı, ayakkabıcının bir günlük emeğini dolandırmış olacaktır; ve şapkacı bütün değişimlerinde böyle hareket edecek olsa, yarım yıllık emeğine karşılık bir başka kimsenin bütün bir yıllık ürününü almış olur. Biz, bu güne dek bu en haksız değişim sisteminden başka bir sisteme göre davranmış değiliz — işçiler, yalnızca yarım yıllık bir değer karşılığında kapitaliste bütün bir yılın emeğini vermişlerdir— ve bugün çevremizde varolan zenginlik ve güç eşitsizliği, bireylerin fizik ve kafa güçlerinde varsayılan eşitsizlikten değil, bundan doğmuştur. Değişimlerdeki eşitsizliğin —bir fiyattan alıp başka bir fiyata satmanın— kaçınılmaz bir sonucu olarak, sonsuza dek, kapitalistler kapitalist olarak ve işçiler de işçi olarak — biri zalimler sınıfı ve öteki köleler sınıfı olarak— kalmaya devam edeceklerdir. ... Bundan ötürü, bu alışverişin tümü açıkça göstermektedir ki, kapitalistler ve mülk sahipleri, işçiye, bir haftalık emeği karşılığında, onun sırtından bir önceki hafta elde ettikleri zenginliğin bir parçasını vermekten başka bir şey yapmıyorlar! — ki bu, ona bir şey karşılığında hiçbir şey vermemek demeye gelir. ... Demek ki, üretici ile kapitalist arasındaki alışverişin tümü açık bir aldatma, katıksız bir maskaralıktır: gerçekte bu, binlerce durumda, apaçık ama yasallaştırılmış soygundan başka bir şey değildir." (Bray, s. 45, 48, 49 ve 50.)
"... İşverenin kazancı hiçbir zaman çalıştırılanın kaybı olma durumundan çıkmayacaktır — ta ki taraflar arasında değişim eşit olsun; ve toplum kapitalistler ve ücretliler olarak bölünmüş oldukça —üreticiler emeği ile geçinirken, ve kapitalist de bu emeğin kârı ile şişerken— değişimler asla eşit olamaz.
"Şurası açıktır ki" diye devam ediyor Bray, "ne tür hükümet kurmak istersek kuralım ... ahlaktan ve kardeşçe sevgiden sözedelim ... eşit olmayan değişimlerin bulunduğu yerde hiçbir karşılıklılık varolamaz. Değişim eşitsizlikleri mülk eşitsizliğinin nedenleri olarak bizi yiyip bitiren gizli [sayfa 70] düşmanlardır." (Bray, s. 51 ve 52.)
"Toplumun taşıdığı anlam ve amaç gözönüne alındığında şu sonuca da varılmıştır ki, yalnızca herkesin çalışması ve böylece değişimciler haline gelmesi yetmez, eşit değerler de her zaman eşit değerlerle değişilmelidir — nasıl bir kimsenin kazancı asla bir ötekinin kaybı olmamalıysa, değer de hep üretim maliyeti ile belirlenmelidir. Ama gördük ki, toplumun bugünkü düzeni içinde ... kapitalist ve zengin kimsenin kazancı, her zaman işçinin kaybı oluyor —bütün hükümet biçimleri altında, değişimciler arasında eşitsizlik varoldukça, sonuç hep bu olacak ve yoksul kimse tümüyle zengin kimsenin merhametine terkedilecektir— ve değişimlerde eşitlik, ancak emeğin evrensel olduğu toplumsal düzenlerde sağlanabilir. ... Değişimlerin eşit olması durumundadır ki, mevcut kapitalistlerin zenginliği giderek çalışan sınıflara geçer." (Bray, s. 53-55.)
"Bütün hükümet yükümlülükleri bir tarafa atılsa ve bütün vergiler kaldırılsa bile, bu eşit olmayan değişimler sistemi hoşgörüldükçe, üretici şimdi olduğu kadar yoksul, bilisiz ve çilekeş kalacaktır. ... Haklardaki bu durumu, toptan bir düzen değişikliğinden başka —emek ve değişimde eşitlikten başka— hiçbir şey değiştiremez. ... Üreticiler bir çaba gösterseler —ve onlar tarafından, kendi kurtuluşları için, her çaba gösterilmelidir— zincirleri sonsuza dek çatır çatır parçalanacaktır. ... Siyasal eşitlik, bir amaç olarak da, bir araç olarak da gerçekleşmemiştir.
"Eşit değişimlerin sağlandığı yerde bir kimsenin kazancı ötekinin kaybı olamaz; çünkü o zaman, her değişim, emek ve zenginliğin bir aktarımından ibarettir, bir özveri değil. Demek ki, eşit değişimler üzerine kurulmuş bir toplumsal sistemde pinti bir kimse zengin olabilse de, onun zenginliği bizzat kendi emeğinin birikmiş ürününden ötede bir şey olmayacaktır. Bu zenginliğini değişebilir, ya da başkalarına verebilir ... ama zengin bir kimse çalışmayı bıraktıktan sonra uzun bir süre daha zengin olmayı sürdüremez. Değişimlerin eşitliği altında zenginlik, şimdi olduğu gibi, tüm tüketim artıklarının yerinin doldurulması gibi, doğurgan ve görünüşte kendi kendini oluşturan bir güce sahip olamaz; çünkü emek tarafından yenilenmedikçe zenginlik, bir kez tüketildi mi, sonsuza dek yitirilmiş olur. Şimdi kâr ve faiz diye adlandırılan şeyler, bu durumlarıyla, değişimlerin eşitliğine bağlı olarak varolamazlar; çünkü üretici ve dağıtımcı birbirleriyle aynı biçimde ödüllendirilecekler ve onların emeklerinin toplamı, yaratılan ve tüketicinin eline ulaştırılan eşyanın değerini belirleyecektir. ...
"Eşit değişimler ilkesi, demek ki, bizzat kendi yaratılışı gereği, evrensel emeği sağlamak zorundadır." (Bray, s. 67, 88, 89, 94, 109-110.)
İktisatçıların komünizme olan itirazlarını böylece çürüttükten sonra, bay Bray şöyle devam ediyor:
"Öyleyse, eğer en yetkin biçimiyle topluluğun toplumsal sisteminin başarıya ulaşması için bir karakter değişikliği zorunlu ise —ve aynı biçimde, eğer bugünkü sistem gerekli karakter değişikliğinin sağlanmasında ve insanı arzu edilen daha yüksek ve daha iyi duruma hazırlamakta hiçbir koşul ve kolaylık sağlamıyorsa— açıktır ki, bu şeyler, ister istemez oldukları gibi kalmalılar, ... ya da hazırlayıcı bir adım —; kısmen bugünkü ve kısmen de arzu edilen sistem niteliğinde bir hareket— bütün hataları ve budalalıkları ile birlikte toplumun ona gidebileceği ve oradan, onlar olmaksızın toplum sisteminin ve eşitliğin o haliyle var olamayacağı niteliklerle donanmış olarak ileriye doğru hareket edebileceği bir ara-dinlenme yeri bulunmalı ve kullanılmalıdır." (Bray, s. 134.)
"Bu hareketin tümü, yalnızca, en basit biçimde bir işbirliğini gerektirecektir. ... Üretim maliyeti her seferinde değeri belirleyecektir; ve eşit değerler hep eşit değerlerde değişilecektir. Eğer bir kimse tüm bir hafta ve öteki de yalnızca yarım hafta çalıştıysa, birincisi sonuncusundan iki kat fazla ödüllendirilecektir; ama birine yapılan bu fazla ödeme ötekinin zararına olmayacağı gibi, ikinci adamın uğradığı kayıp da hiçbir biçimde birincinin sırtına binmeyecektir. Her kişi birey olarak aldığı ücreti aynı değerdeki metalarla değişecektir; [sayfa 72] ve bir kimsenin ya da bir zanaatın kazancı, hiçbir durumda bir başka kimseye veya başka zanaata zarar vermeyecektir. Her bireyin kazancını ya da zararını yalnızca kendi emeği belirleyecektir. ...
"... Genel ve yerel zanaat kurumları aracılığı ile ... tüketim için gerekli çeşitli metaların miktarları —herbirinin diğerine olan göreli değeri— çeşitli zanaatlarda gerekli olan işçi sayılan ve iş tanımları — ve üretim ve dağıtımla ilgili bütün diğer hususlar, bugünkü düzenlemeler içinde, bir tek şirket için olduğu kadar, bir ulus için de aynı kolaylıkla, kısa bir sürede belirlenebilir. ... Yürürlükteki sistemde nasıl bireyler aileleri ve aileler de kentleri oluşturuyorlarsa, anonim değişiklik sağlandıktan sonra da bu aynen böyle olacaktır. Kent ve köylerdeki nüfus dağılımı kötü olmakla birlikte, bu duruma doğrudan elatılmayacaktır. ... Bu anonim sistemde, bugün de olduğu gibi, her birey istediği kadar biriktirmekte ve bu birikimlerden uygun gördüğü anda ve yerde yararlanmakta özgür olacaktır. ... Topluluğun büyük üretici kesimi ... hepsi de çalışan, üreten ve ürünlerini en yetkin eşitlik zemini üzerinde değişen sonsuz sayıda daha küçük kesimlere bölünmüştür. ... Üretici güçlerde ortak mülkiyete bağıntılı olarak üretimlerde bireysel mülkiyeti kabullenecek bir biçimde kurulmuş olduğundan, —her bireyi bizzat kendi çabalarına bağımlı yaptığından ve aynı zamanda doğanın ve sanatın sağladığı her üstünlüğe eşit olarak katılmasına olanak tanıdığından—, bu anonim değişiklik (ki komünizme varmak için bugünün toplumuna verilen ödünden başka bir şey değildir), toplumu olduğu gibi almaya ve başka ve daha iyi değişikliklere yol hazırlamaya uygundur." (Bray, s. 158, 160, 162, 168 ve 194.)
Şimdi geriye yalnızca birkaç sözcükle bay Bray'i yanıtlamak kalıyor, o bay Bray ki, biz olmadan ve bize karşın, M. Proudhon'un ayağını kaydırıp onun yerine geçmeyi becermiştir; bir farkla ki, bay Bray, insanlık adına son sözü söylemiş olmak iddiasından çok uzakta, bugünkü toplum ile ortaklaşa düzen arasında bir geçiş dönemi için iyi olduğunu [sayfa 73] sandığı önlemler önermekle kalmıştır.
Pierre'in bir saatlik emeği, Paul'ün bir saatlik emeği karşılığında değişilir. Bu, bay Bray'in temel aksiyomudur. Diyelim ki, Pierre'in önünde oniki saatlik emek vardır, Paul'ün önünde de yalnızca altı. Pierre, Paul ile, yalnızca, altıya karşı altılık bir değişim yapabilecektir. Bunun sonunda Pierre'in elinde fazladan altı saatlik emek kalacaktır. Pierre, bu altı saatlik emek ile ne yapacak?
Ya hiçbir şey yapmayacak — ki, bu durumda boşuboşuna altı saat çalışmış olur; ya ödeşmek için, bir altı saat daha çalışmadan oturacak; ya da, son çare olarak, hiçbir yerde kullanamadığı bu altı saatlik emeği pazarlık anında Paul'e verecektir.
Sonuçta Pierre, Paul'den daha fazla ne kazanmış olacaktır? Birkaç saat emek mi? Hayır! Yalnızca boş zaman kazanmış olacaktır; altı saat aylak aylak dolaşmak zorunda kalacaktır. Ve bu yeni aylaklık hakkının, yeni toplumda yalnızca beğenilecek bir şey olmakla kalmayıp, aranan bir şey de olması için, bu toplum en yüce mutluluğu tembellikte bulmak, ve çalışmaya, her ne pahasına olursa olsun kurtulmak zorunda olduğu ağır bir pranga gözüyle bakmak durumunda kalacaktır.
Örneğimize dönecek olursak, Pierre'in Paul'den fazla olarak kazanmış olduğu bu boş saatler keşke gerçekten bir kazanç olsa bari! Hiç de değil. İşe yalnızca altı saat çalışmayla başlayan Paul, Pierre'in ancak aşırı çalışmayla başlayıp elde ettiği sonuca sürekli ve düzenli bir çalışma ile ulaşır. Herkes Paul olmak isteyecektir, Paul'ün durumuna geçmek için bir rekabet olacaktır, tembellik konusunda bir rekabet.
Eee, öyleyse! Eşit miktarlarda emek değişimi bize ne getirmiş oldu? Aşırı üretim, aşınma, işsizliği izleyen emek fazlası; kısacası, bugünün toplumunda gördüğümüz ekonomik ilişkiler, eksi, iş rekabeti.
Hayır! Yanılıyoruz! Pierre'lerin ve Paul'lerin bu yeni toplumunu kurtarabilecek bir yol daha var. Elinde arta kalmış olan bu altı saatlik emek ürününü Pierre, kendi başına tüketecektir. Ama üretim yaptığından ötürü değişimde bulunmak zorunda olmadığı anda, değişim için üretimde bulunma gereksinmesini duymayacaktır; ve değişim ve işbölümü üzerinde kurulmuş bir toplum varsayımı tümüyle yerlebir olacaktır. Değişimin ortadan kalkması basit gerçeği ile değişim eşitliği kurtarılmış olacaktır: Paul ve Pierre, Robinson'un durumuna ulaşacaklardır.
Demek ki, toplumun bütün üyelerinin gerçek işçiler olduğu düşünülürse, eşit miktarlarda emek-zamanı değişimi, ancak maddi üretim üzerinde harcanacak saat miktarı konusunda önceden bir anlaşma varsa mümkündür. Ama böyle bir anlaşma bireysel değişimi yadsır.
Başlangıç noktamız olarak, yaratılmış ürünlerin dağılımını değil de, üretim eylemini alacak olursak, gene aynı sonuca ulaşırız. Büyük sanayide, Pierre, kendi çalışma süresini tek başına saptamakta özgür değildir, çünkü atelyeyi oluşturan bütün Pierre'lerin ve bütün Paul'lerin işbirliği olmaksızın Pierre'in emeği hiçbir şeydir. Bu, İngiliz fabrika sahiplerinin on saat yasasına karşı gösterdikleri inatçı direnmeyi çok güzel açıklıyor.[a8] Çok iyi biliyorlar ki, kadın ve çocuklara bahşedilecek iki saatlik bir çalışma azaltması, yetişkin erkeklerin çalışma sürelerinde de eşit bir azaltmayı birlikte getirecektir. Çalışma saatlerinin herkes için eşit olması, büyük sanayinin doğasında vardır. Bugün sermayenin ve işçilerin kendi aralarındaki rekabetin sonucu olan şey, yarın, emek ile sermaye arasındaki ilişkiyi koparıp atarsanız, üretici güçler toplamı ile varolan gereksinmeler toplamı arasındaki ilişki üzerine dayandırılmış gerçek bir anlaşma olacaktır.
Ama böyle bir anlaşma bireysel değişimin mahkûm edilmesi demektir, ve biz, gene ilk sonucumuza geri dönmüş bulunuyoruz!
İlke .olarak, ürünlerin değişimi diye bir şey yoktur — üretimde elbirliği yapmış emek değişimi vardır. Ürünlerin değişim biçimi, üretici güçlerin değişim biçimine dayanır. Genel olarak, ürünlerin değişim biçimi, üretim biçimine tekabül eder. Sonuncusunu değiştirin, bunun sonucunda [sayfa 75] birincisi de değişecektir. Böylece, toplum tarihinde, ürünlerin değişim biçimi, onları üretme biçimi tarafından düzenleniyor. Bireysel değişimin kendisi de, sınıfların uzlaşmaz karşıtlığına tekabül eden belirli bir üretim biçimine tekabül ediyor. Dolayısıyla, sınıfların uzlaşmaz karşıtlığı olmaksızın, bireysel değişim olmaz.
Ama saygıdeğer vicdan, bu açık gerçeği görmeyi reddediyor. Kişi, bir burjuva oldu mu, bu uzlaşmaz karşıtlık ilişkisinde, hiç kimsenin bir başkasının sırtından kazanmasına izin vermeyen bir uyumluluk ilişkisi ve sonsuz adalet görmeden edemez. Burjuva için bireysel değişim, uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları olmaksızın da varolabilir. Ona göre bunlar, birbirlerinden tamamen kopuk iki ayrı şeydir. Bireysel değişim, burjuvanın onu anladığı kadarıyla, gerçekte fiilen varolan bireysel değişime benzemekten çok uzaktır.
Bay Bray, saygıdeğer burjuva kuruntusunu, ulaşmayı arzuladığı bir ideal'e dönüştürüyor. İçinde bulduğu tüm uzlaşmaz karşıtlık öğelerinden arınmış, saflaştırılmış bir bireysel değişimde, toplumun genellikle benimsemesini arzuladığı bir "eşitlikçi" ilişki görüyor.
Bay Bray, bu eşitlikçi ilişkinin, dünyaya uygulamak istediği bu düzeltici idealin, gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey olmadığını; ve bundan ötürü de toplumu, bu toplumun süslenmiş gölgesinden ibaret olan bir şey üzerinde yeniden kurmanın tümüyle olanaksız olduğunu görmüyor. Bu gölgenin tekrar bir öz kazanması oranında, bu Özün, düşlenen biçim değiştirme olmaktan çok uzakta, varolan toplumun gerçek gövdesi olduğunu farkediyoruz.