Header Ads

Header ADS

İŞBÖLÜMÜ VE MAKİNE


İŞBÖLÜMÜ VE MAKİNE


İŞBÖLÜMÜ, M. Proudhon'a göre, ekonomik evrimler dizisini başlatır. 


İşbölümünün iyi yanı{"Öz olarak işbölümü, koşullarda ve zekada eşitliğin gerçekleşme biçimidir." (c. I, s. 93.)
İşbölümünün kötü yanı{"İşbölümü, bizler için bir sefalet aracı haline gelmiştir." (c. I, s. 94.)
FARKLI BİÇİM
"İş kendine özgü ve verimliliğinin temel koşulu olan yasaya göre kendisini bölerek, amaçlarının yadsınmasıyla son bulur ve kendisini yok eder." (c. I, s. 94.)
Çözülmesi gereken sorun{"Yararlı sonuçlarını alıkorken, bölünmenin sakıncalarını ortadan kaldıracak yeniden-bileşimi bulmak." (c. I, s. 97.)

M. Proudhon'a göre işbölümü, ölümsüz bir yasa, basit, soyut bir kategoridir. Bundan ötürü, değişik tarihsel çağlardaki işbölümünü açıklamak için soyutlama, düşünce, sözcük kendisi için yeterli olmalıdır. Kastlar, korporasyonlar, manüfaktür, büyük sanayi, tek başına böl sözcüğü ile açıklanabilmelidir. "Böl"ün anlamını dikkatle inceleyin, her çağda işbölümüne belirli bir nitelik kazandıran pek çok etkiyi incelemenize gerek kalmaz.

Eğer M. Proudhon'un kategorilerine indirgenmiş olsalar, işler elbette çok kolaylaştırılmış olacaktı. Ancak tarih bu kadar kategorik bir ilerleme göstermez. İlk büyük işbölümünün, kentlerin köylerden ayrılmasının gerçekleşmesi, Almanya'da tam üç yüzyıl sürmüştür. Kent ile köy arasındaki bu bir tek ilişkinin değiştirilmesi oranında, tüm toplum değiştirilmişti. İşbölümünün yalnızca bu yönünü ele alsanız bile, eski cumhuriyetleri ve hıristiyan feodalizmini; baronlarıyla eski İngiltere'yi ve pamuk lordlarıyla modern İngiltere'yi gösterebilirsiniz. Henüz sömürgelerin bulunmadığı, Avrupa için Amerika'nın henüz daha varolmadığı, Asya'nın ancak Bizans aracılığıyla varolduğu, Akdeniz'in ticari eylemin merkezi olduğu 14. ve 15. yüzyıllarda, işbölümü, çok değişik bir biçime, İspanyolların, Portekizlilerin, Hollandalıların, İngilizlerin ve Fransızların dünyanın her yerinde sömürgeler kurmuş bulundukları 17. yüzyıldan çok değişik bir yöne sahipti. Pazarın büyüklüğü, dış görünümü, değişik dönemlerdeki işbölümüne yalnızca böl sözcüğünden, düşünceden, kategoriden çıkartılması güç bir dış görünüm, bir nitelik verir. 

"Adam Smith'ten bu yana bütün iktisatçılar" diyor M. Proudhon "bölünme yasasının üstünlüklerine ve sakıncalarına işaret etmişler, ama birincisi üzerinde ikincisinden çok daha fazla durmuşlardır, çünkü bu onların iyimserlikleri için daha elverişliydi ve bu iktisatçılardan hiçbiri, bir yasanın sakıncalarının neler olabileceği konusunda hiç kafa yormamışlardı. ... Sonuçlarına dek büyük bir çabayla izlenen aynı ilke, nasıl olur da taban tabana karşıt sonuçlar verir? A. Smith'ten önce ya da sonra, hiçbir iktisatçı, ortada [sayfa 127] açıklanması gerekli bir sorun olduğunu sezinlememiştir bile. Say, işbölümü içersinde iyiyi yaratan aynı nedenin, kötüyü de doğurduğunu görecek kadar ileri gidebiliyor ancak." [I, 95-96.] 

Ama A. Smith, M. Proudhon'un sandığından daha öteye gidiyor. A. Smith şunu açıkça görmüştür: "Değişik insanlardaki doğal yetenek ayrılıkları, gerçekte, bizim farkına vardıklarımızdan çok daha azdır; ve değişik mesleklerin insanlarını birbirlerinden ayırdeder gibi görünen çok farklı yetenekler, olgunluğa ulaştıklarında, işbölümünün nedeni olmaktan çok, sonucu olurlar."[34] İlke olarak, bir hamal ile bir filozof arasındaki fark, bir mastı ile bir tazı arasındaki farktan daha azdır. Bunlar arasına bir uçurum koyan işbölümüdür. Bütün bunlar M. Proudhon'u, başka bir yerde, işbölümünün yarattığı sakıncalar konusunda Adam Smith'in en ufak bir düşünceye dahi sahip bulunmadığını söylemekten alıkoymuyor. "İşbölümü içerisinde iyiyi yaratan aynı nedenin kötüyü de doğurduğunu" [I, 96] gören ilk kişinin J. B. Say olduğunu ona söyleten de gene budur. 

Ama biz Lemontey'e kulak verelim; Suum cuique.[35] 

"Ekonomi politik üzerinde yaptığı o kusursuz incelemesinde, bay J. B. Say, benim aydınlığa kavuşturmuş bulunduğum ilkeyi, işbölümünün manevi etkileri konusunda kullanma onurunu vermiştir bana. Kitabımın birazcık anlamsız olan başlığı[36] kuşkusuz, bana atıf yapmaktan kendisini alıkoymuştur. Kendi varlığı bu denli zengin bir yazarın bunca alçakgönüllü bir borcu suskunlukla geçiştirmesini ben ancak böyle bir nedene bağlayabilirim." (Lemontey, Œuvres complètes, Paris 1840, s. I, s. 245.)

Onun hakkını biz verelim: bugün oluşmuş bulunduğu biçimiyle işbölümünün tatsız sonuçlarını Lemontey zekice göstermiş ve M. Proudhon da buna ekleyecek hiçbir şey bulamamıştır. Ama şimdi, M. Proudhon'un hatası yüzünden, bu öncellik sorununun içine itilmiş bulunuyoruz. Gerçekten gene söyleyelim ki, M. Lemontey'den çok önce ve A. Ferguson'un öğrencisi Adam Smith'ten onyedi yıl önce, bu A. Ferguson, özel olarak işbölümü üzerinde duran bir bölümde, bu konu üzerinde geniş bir açıklamada bulunmuştur. 

"Sanatlardaki ilerleme ile ulusal kapasite ölçüsünün artıp artmayacağından bile kuşkuya düşülebilir. Birçok mekanik sanatlar ... en iyi başarıya, duygu ve aklın tam bir baskı altına alınmasıyla ulaşırlar; ve bilgisizlik, boşinanların olduğu kadar, sanayinin de anasıdır. Düşünce ve imgelem yanılgıya düşebilirler; ama eli ya da ayağı hareket ettirme alışkanlığı her ikisinden de bağımsızdır. Buna göre, manüfaktürler, en çok, akla en az başvurulan ve atelyelere, öyle fazla hayalgücü harcamaksızın, parçalarını insanların oluşturduğu bir makine gözüyle bakılan durumlarda gelişir. ... General, savaş bilgisinde çok usta olabilir, oysa erin ustalığı birkaç el ve ayak hareketinden ibarettir. Bu ikincisinin yitirdiğini, birincisi kazanmış olabilir. ... Ve bu ayrılmalar çağında düşünmek bizzat başlıbaşına bir zanaat durumuna gelebilir." (A. Ferguson, An Essay on the History of Civil Society, Edinburgh 1783, [II, 108, 109, 110].) 

Bu edebî incelemeyi bir sonuca vardırmak için şu kadarını söyleyelim ki, "bütün iktisatçıların, işbölümünün üstünlükleri üzerinde sakıncalarından çok daha fazla durmuş olduklarını" kesinlikle reddederiz. Bu konuda Sismondi'yi anmak yeter. 

Demek ki, M. Proudhon'un, işbölümünün üstünlükleri konusunda herkesçe bilinen genel sözleri başka sözlerle açıklamaktan ötede yapacağı bir şey yoktu. 

Şimdi de M. Proudhon'un, genel bir yasa, bir kategori, bir düşünce olarak alınan işbölümünden ona bağlı sakıncaları nasıl türettiğine bakalım. Nasıl oluyor da bu kategori, bu yasa, M. Proudhon'un eşitlikçi sisteminin zararına, eşit olmayan bir iş dağılımı getiriyor? 

"İşbölümünün bu ciddi anında, insanlık üzerinde fırtına yelleri esmeye başlar. İlerleme, herkes için eşit ve tekdüze bir biçimde yeralmaz. ... İlkin ayrıcalıklı bir azınlığı kapsar. ... Koşullardaki doğal ve tanrısal eşitsizlik inancını bunca uzun bir süre yaşatan ve kastları yaratan ve bütün toplumları hiyerarşik bir biçimde oluşturan şey, ilerlemenin kişiler arasında yarattığı bu kayırmadır işte." (Proudhon, c. I, s. 94.) 

İşbölümü, kastları yarattı. Şimdi kastlar, işbölümünün sakıncalarıdırlar; demek ki, sakıncaları doğuran işbölümüdür. Quod erat demonstrandum.[37] Daha öteye gidip, kastları, hiyerarşik oluşmaları, ve ayrıcalıklı kişileri işbölümüne yarattıran şeyin ne olduğunu sorar mısınız? M. Proudhon size söylesin: İlerleme. Peki ilerlemeyi yapan ne? Sınırlama. M. Proudhon için sınırlama, ilerlemenin insanlar arasında gözettiği kayırmadır. 

Felsefenin ardından tarih gelir. Bu, artık ne anlatımcı tarih, ne de diyalektik tarihtir; bu, kıyaslamalı tarihtir. M. Proudhon bugünün matbaa işçisiyle ortaçağların matbaa işçisi arasında, Creusot işçisiyle bir köy demircisi arasında, bugünün edebiyatçısı ile ortaçağların, edebiyatçısı arasında bir paralellik kuruyor ve terazinin kefesini ortaçağların oluşturduğu ya da ilettiği işbölümüyle azçok ilgisi olanlardan yana eğiyor. Bir tarihsel çağın işbölümünü, bir başka tarihsel çağın işbölümüyle karşı karşıya koyuyor. M. Proudhon'un kanıtlaması gereken bu muydu? Hayır. Bize genel olarak işbölümünün sakıncalarını göstermeliydi. Ayrıca, az sonra bütün bu sözde gelişmeleri resmen geri aldığını göreceğimize göre, M. Proudhon'un yapıtının bu yanı üzerinde durmak niye? 

"Parçalı işin" diye devam ediyor M. Proudhon "ruhun bozulmasından sonraki ilk sorunu, vardiyaların uzatılmasıdır ki, bu uzama, harcanan zekanın toplam miktarına ters orantılı olarak artar. ... Ama vardiyaların uzunlukları günde onaltı ila onsekiz saati geçmeyeceğinden, bunun bedeli zamandan çıkartılamadığı an, fiyattan çıkartılır, ve ücretler düşer. ... Kesin olan ve bizim için saptanması gereken biricik şey, evrensel vicdanın bir ustabaşının işi ile bir makinist çırağın işini aynı oranda değerlendirmediğidir. Günlük işin fiyatının azaltılması, bundan ötürü gereklidir; öyle ki, aşağılatıcı bir iş yapmanın ruhunda açtığı yaradan sonra, işçi, bedeninde de düşük değerlendirilmesinin acısını duymamazlık etmesin." [I, 97-98.] 

Kant'ın kişiyi yoldan çıkaran mantıksal ayrılıklar olarak adlandıracağı bu kıyasların mantıksal değerleri üzerinde durmayacağız. 

Bu sözlerin özü şudur: 

İşbölümü işçiyi aşağılatıcı bir işe indirger; bu aşağılatıcı işe tekabül eden şey, bozulmuş bir ruhtur; ruhun bozulmasına tekabül eden şey ise, durmadan artan bir ücret düşmesidir. Ve bu düşmenin bozulmuş bir ruha tekabül ettiğini kanıtlamak için de, M. Proudhon, vicdanını rahatlatmak amacıyla, evrensel bilincin bunu böyle arzuladığını söylemektedir. M. Proudhon' un ruhu, evrensel vicdanın bir parçası mı sayılacaktır yani? 

M. Proudhon için makine, "işbölümünün mantıksal antitezidir" ve bu diyalektiğin yardımıyla o, makineyi atelye biçimine dönüştürmekle girişmektedir işe. 

Sefaleti işbölümünün sonucu yapmak için çağdaş atelyeyi varsaydıktan sonra, M. Proudhon, sözü atelyeye getirmek ve onu sefaletin diyalektik yadsıması olarak sunmak için, işbölümü tarafından yaratılmış bir sefaleti varsayıyor. İşçiye aşağılatıcı bir işle manen, ücretin azlığı ile de maddeten vurduktan sonra, işçiyi ustabaşının bağımlılığı altına soktuktan ve yaptığı işi de bir makinist çırağının çalışmasına indirdikten sonra, "ona bir patron vererek" işçiyi aşağılatmanın suçunu gene atelyeye ve makineye yıkıyor ve işçinin bu biçimde aşağılatılması işini, onu "zanaatçı rütbesinden sıradan işçi rütbesine indirmekle" tamamlıyor. Ne harika  diyalektik! Hiç olmazsa burada duraydı ya! Ama hayır, artık çelişkiler türetmek için değil de, atelyeyi kendi tarzına uygun olarak yeni baştan kurmak için ona yeni bir işbölümü tarihi gerekiyor. Bu amaca varmak için, az önce bölünme konusunda söylediklerinin hepsini unutmak zorunda kalıyor. 

İş, elinin altındaki aletlere uygun olarak değişik biçimlerde örgütlenir, bölünür. Eldeğirmeni buharlı değirmenden ayrı bir işbölümünü öngörür. Demek ki, sonradan özgül bir üretim aletine, makineye varmak için, işe genel olarak işbölümü ile başlamayı arzulamak tarihe şamar atmak demektir. 

Sabanı çeken öküz nasıl bir ekonomik kategori değilse, makine de değildir. Makine, yalnızca bir üretici güçtür. Makinenin uygulanmasına dayanan modern atelye ise, toplumsal bir üretim ilişkisi, ekonomik bir kategoridir. 

Şimdi M. Proudhon'un parlak hayalgücünün nasıl çalıştığını görelim. 

"Toplumda makinelerin sürekli ortaya çıkışları, işbölümünün antitezi, ters formülüdür: bu, sınai dehanın, parçalı ve öldürücü işe karşı protestosudur. Bir makine gerçekte nedir? İşbölümünce birbirinden kopartılmış işin değişik kesimlerini birleştirme yoludur. Her makine, çeşitli işlemlerin bir özeti olarak tanımlanabilir. ... Demek ki, makine sayesinde işçi eski durumuna getirilecektir. ... Ekonomi politikte kendisini işbölümüne karşıt koyan makine, insan kafasında çözümlemenin karşıtı olan sentezi temsil eder. ... Bölünme, herkesi kendisine en uygun gelen uzmanlaşmaya iterek, işin değişik parçalarını birbirlerinden ayırmakla kaldı; atelye ise, işçileri, her parçanın bütüne olan ilişkisine göre gruplaştırır. ... İşe otorite ilkesini getirir. ... Ama hepsi bu değildir; makine ya da atelye, işçiye bir patron vererek onu aşağıladıktan sonra, işçinin bu aşağılanması işini, onu zanaatçı rütbesinden sıradan işçi rütbesine indirerek tamamlar. ... Şu anda içinden geçmekte olduğumuz dönem, makineler dönemi, özel bir nitelik ile, ücretli işçi ile ayırdedilir. Ücretli işçi, işbölümünü ve değişimi izleyen sonuçtur." [I, 135, 136, 161.]

M. Proudhon'a yalnızca basit bir anımsatma. İşin değişik parçalarının, herkese kendisini en uygun uzmanlaşmaya verme olanağı tanıyarak birbirinden ayrılması –ki M. Proudhon bu ayrılmanın tarihini dünyanın başlangıcına dek götürüyor–, yalnızca rekabetin egemen olduğu modern sanayide vardır. 
Atelyenin işbölümünden ve ücretli işçinin de atelyeden nasıl doğduklarını gösterebilmek için M. Proudhon, bize, çok "ilginç bir şecere" veriyor. 

1. "Üretimin değişik parçalara bölünmesi ve bunlardan herbirinin ayrı bir işçi tarafından yapılmasıyla", üretici güçlerin çoğaltılacaklarını farketmiş bir adam varsayıyor. 

2. Bu adam, "bu düşüncenin nereye varacağını kavrayarak, kendi kendine der ki: kendi koyduğu özel amaç için seçilmiş sürekli bir işçi grubu kurmakla daha sürekli bir üretim elde ederim, vb.". [I, 161.] 
3. Bu adam düşüncesini ve bu düşüncenin varacağı noktayı başkalarına kavratmak için, onlara bir öneride bulunur.
4. Bu adam, sanayinin başlangıcında, sonradan kendi işçileri olacak yoldaşlarına eşitlik içinde davranır. 
5. "Gerçekte, patronun üstün durumu ve üreticilerin bağımlılığı karşısında, başlangıçtaki bu eşitliğin çarçabuk yok olmak zorunda kaldığı görülür." [I, 163.] 

Bu, M. Proudhon'un tarihsel ve anlatımcı yönteminin bir başka örneğidir. 

Şimdi de atelyenin ya da makinenin, işbölümü sonucu, topluma otorite ilkesini gerçekten sokup sokmadığını; bir yandan otoriteye boyuneğdirirken, öte yandan da onu eski durumuna getirip getirmediğini; makinenin, bölünmüş işin yeniden bileşimi, işin çözümlemesinin karşıtı olarak, işin sentezi olup olmadığını tarihsel ye ekonomik açıdan inceleyelim. 

Bir bütün olarak toplumun bir atelyenin içi ile ortak olan yanı, onun da kendi işbölümüne sahip olmasıdır. Tüm bir topluma uygulanmak üzere bir modern atelyedeki işbölümü modern olarak alınacak olsa, zenginlik üretimi için en iyi örgütlenmiş toplum, hiç kuşkusuz, topluluğun değişik üyelerine önceden saptanmış bir kural uyarınca görev dağıtımı yapan bir tek baş işverene sahip toplum olurdu. Ama durum hiç de böyle değildir. Modern atelyenin içinde işbölümünün işverenin otoritesiyle kılı kırk yararak düzenlenmesine karşılık, modern toplumda iş dağılımını özgür rekabet dışında sağlayan hiçbir kural, hiçbir otorite yoktur. 

Ataerkil sistemde, kast sisteminde, feodal ve korporatif sistemde, işbölümü, toplumun tümünde değişmez kurallara göre yapılmaktaydı. Bu kurallar, bir yasakoyucu tarafından mı konulmuşlardı? Hayır. Aslında maddi üretim koşullarından doğmuş bulunan bu kurallar, yasa durumuna ancak çok sonraları yükselmişlerdir. İşbölümünün bu değişik biçimleri, bu yoldan, toplumsal örgütlenmenin temelleri durumuna gelmişlerdir. Atelyedeki işbölümü ise, bütün bu toplum biçimleri içinde çok az gelişmişti. 

Hatta genel bir kural olarak denilebilir ki, toplum içindeki işbölümü ne denli az otoriteyle yapılırsa, atelye içindeki işbölümü de o denli gelişir ve o denli tek kişinin otoritesi altına girer. Demek ki, atelyedeki otorite ile toplumdaki otorite, işbölümü bakımından birbirleriyle ters orantılıdırlar. 

Şimdi sözkonusu olan sorun, mesleklerin birbirlerinden çok ayrılmış olduğu, her işçinin görevinin çok basit bir işlem durumuna indirgendiği ve otoritenin, sermayenin, işi gruplandırıp yönlendirdiği atelyenin ne tür bir atelye olduğudur. Bu atelye nasıl varedilmişti? Bu soruyu yanıtlamak için, gerçek anlamdaki manüfaktür sanayiinin nasıl geliştiğini incelememiz gerekir. Ben, burada, makineler ile henüz çağdaş olmayan, ama artık ne ortaçağ zanaatçılarının sanayii ve ne de ev sanayii olan sanayiden sözediyorum. Öyle fazla ayrıntı içine girmeyeceğiz: tarihin formüllerle yapılmadığını göstermek için yalnızca bellibaşlı birkaç noktaya değineceğiz. 

Manüfaktür sanayiinin oluşmasında en vazgeçilmez koşullardan biri de, Amerika'nın keşfinin ve buradan yapılan değerli maden ithalatının kolaylaştırdığı sermaye birikimiydi.

Değişim araçlarındaki artışın, bir yanda ücretlerin ve toprak kiralarının düşmesi, öte yanda da sınai ve diğer kârların büyümesi sonucunu doğurduğu yeterince kanıtlanmıştır. Başka bir deyişle: mülk sahibi sınıfların ve işçi sınıfının, feodal beylerin ve halkın batması ölçüsünde, kapitalist sınıf, burjuvazi yükselmiştir. 

Manüfaktür sanayiinin gelişimine aynı anda katkıda bulunan daha başka koşullar da vardı: ticaretin Ümit burnu yolundan Hindistan'a sızdığı andan sonra dolaşıma sokulan metalardaki artış; sömürge sistemi; deniz ticaretinin gelişmesi. 

Manüfaktür sanayii tarihinde henüz üzerinde yeterince durulmamış bir başka nokta da, feodal beylerin çok sayıdaki maiyetlerinin dağıtılmasıdır ki, bunların aşağı takımı, atelyelere girmezden önce serseriler durumuna gelmişlerdi. Atelyenin yaratılmasından önce gelen onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda serseriliğin neredeyse evrensel bir durum aldığı görülür. Bunların yanısıra atelye, tarlaların meraya dönüştürülmesi ve toprağın işlenmesinde daha az insan gerektiren tarımdaki ilerleme yüzünden sürekli olarak köylerden kovulan ve yüzyıllar boyunca kentlerde toplaşan çok sayıda köylülerin varlığında da güçlü bir destek buldu. 

Pazarın büyümesi, sermaye birikimi, sınıfların toplumsal durumlarındaki değişme, çok sayıda insanın gelir kaynaklarından yoksun bırakılmaları, bütün bunlar, manüfaktürün oluşmasının tarihsel önkoşullarıdırlar. İnsanları atelyelerde biraraya getiren şey, M. Proudhon'un dediği gibi, eşitler arasındaki dostça anlaşmalar değildi. Manüfaktürün doğuşu, eski loncaların bağrından bile olmamıştır. Modern atelyenin başına geçen eski lonca ustası değil, tüccardı. Hemen her yerde manüfaktür ile zanaatlar arasında kıyasıya bir savaşım vardı. 

Aletlerin ve işçilerin birikim ve yoğunlaşmaları, atelye içindeki işbölümünden önce olmuştur. Manüfaktür, işin çözümlenmesinden ve özel bir işçinin çok basit bir işe uygulanmasından çok, çok sayıda işçilerin ve çok sayıda zanaatçıların bir sermayenin emri altında, bir yerde, bir odada, biraraya getirilmesinden ibaretti. Bir atelyenin yararlılığı, bu biçimdeki işbölümünden çok, işin daha geniş boyutlarda yapılmasını, birçok gereksiz harcamalardan tasarrufu, vb. içermesiydi. 16. yüzyılın sonunda ve 17. yüzyılın başında Hollanda manüfaktürünün hemen hiçbir işbölümünden haberi yoktu. 

İşbölümünün gelişmesi, işçilerin bir atelye içinde biraraya toplanmalarını öngörür. Ne 16. ve ne de 17. yüzyılda, bir ve aynı zanaatın değişik kollarının, tam, hazır bir atelye elde etmek için, hepsinin bir yerde toplanmasına yeter ölçüde birbirlerinden ayrı işletildiklerini gösteren bir tek örnek yoktur. Ama insanlar ve aletler bir kez biraraya getirildikten sonra, lonca biçiminde varolmuş olan işbölümü, yeniden üretilmiş, zorunlu olarak atelyenin içine yansımıştı. 

Şeyleri görmeyen, gördüğü zaman da başaşağı gören M. Proudhon için Adam Smith'in anladığı anlamda işbölümü, kendi varlığının koşulu olan atelyeden önce gelir. 

Gerçek anlamda makine, 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. Makinede işbölümünün antitezini, bölünmüş işin birliğini geri getiren sentezi görmekten daha saçma bir şey olmaz. 

Makine, iş aletlerinin bir birleşmesidir, yoksa asla değişik işlemlerin işçi için bir biraraya getirilmesi değildir. "Her özgül işlem, işbölümü ile bir tek aletin kullanılmasını sağlayacak ölçüde basitleştirildiğinde, bu aletlerin hepsinin bir tek tertibat tarafından harekete geçirilecek biçimde birbirlerine bağlanması, bir makine oluşturur." (Babbage, Traité sur l’économie des machines vb., Paris 1833.) Basit aletler; aletlerin birikimi; bileşik aletler; bileşik bir aletin bir tek el tertibatı ile insan tarafından harekete geçirilmesi; bu araçların doğal güçlerle, makinelerle harekete geçirilmesi; bir tek motora sahip makineler sistemi; – makinenin ilerlemesi budur işte. 

Politik alanda kamu otoritesinin yoğunlaşması ile özel çıkarlarının bölünmesi ne denli birbirlerinden ayrılmazlar ise, üretim araçlarının yoğunlaşması ve işbölümü de o denli [sayfa 136] birbirlerinden ayrılmazlar. Toprağın, tarımsal işin bu aracının yoğunlaşması yanında, İngiltere'de, aynı zamanda, tarımsal işbölümü ve toprağın işletilmesinde makine uygulaması da vardır. Araçların bölündüğü, küçük işletmecilik sisteminin varolduğu Fransa'da ise, genel olarak ne tarımsal işbölümü, ne de makinenin toprağa uygulanması vardır. 

M. Proudhon için iş araçlarının yoğunlaşması, işbölümünün yadsınmasıdır. Gerçekte ise bunun tersini görüyoruz. Araçların yoğunlaşması geliştikçe, bölünme de gelişir ve vice versa.[38] Her büyük mekanik icadı daha büyük bir işbölümünün izlemesi ve buna karşılık işbölümündeki her artışın yeni mekanik icatlara yolaçması bundandır işte. 

İşbölümündeki büyük ilerlemenin, İngiltere'de makinenin icadından sonra başlamış bulunduğu olgusunu anımsatmaya gerek görmüyoruz. Dokumacıların ve iplikçilerin büyük bir kesimi, geri kalmış ülkelerde hâlâ görülenler gibi, köylüydüler. Makinenin icat edilmesi, manüfaktür sanayiini tarımsal sanayiden ayırdı. Son zamanlara kadar bir tek aile içinde birleşmiş olan dokumacı ile iplikçiyi makine birbirlerinden ayırdı. Dokumacı Hindistan'da otururken iplikçinin İngiltere'de yaşayabilmesi makine sayesindedir. Makinenin icadından önce, bir ülkenin sanayii, esas olarak, kendi toprağının ürünleri olan hammaddelerle yürütülmekteydi; İngiltere'de – yün, Almanya'da – keten, Fransa'da – ipek ve keten, Hindistan ve Doğu Akdeniz'de – pamuk vb.. Makinenin ve buharın uygulanması sayesinde, işbölümü öyle boyutlara ulaşabilmiştir ki, büyük sanayi, ulusal toprağından kopmuş olarak, artık tümüyle dünya pazarına, uluslararası değişime, uluslararası bir işbölümüne dayanmaktadır. Kısacası, makinenin işbölümü üzerinde öyle büyük bir etkisi vardır ki, herhangi bir nesnenin yapımında, bunun parçalarını mekanik olarak üretecek bir araç bulunduğunda, yapım hemen birbirinden bağımsız iki işe bölünmektedir. 

M. Proudhon'un makinenin icadında ve ilk uygulanmasında keşfettiği insancıl ve tanrısal amaçtan sözetmemize  gerek var mı? 

İngiltere'de pazar, el emeğini artık yetersiz bırakacak denli çok geliştiğinde, makineye gereksinme duyulmuştu. 18. yüzyılda, zaten çok geliştirilmiş bulunan mekanik bilimleri uygulamaya sokmak düşüncesi işte o zaman doğdu. 

Otomatik atelye meslek yaşamına hiç de insancıl olmayan işlerle başladı. Çocuklar kırbaçla çalıştırılıyorlardı; bunlar alışveriş nesnesi olmuşlardı ve öksüz yurtlarıyla bu konuda anlaşmalar yapılmaktaydı. İşçilerin çıraklıklarıyla ilgili bütün yasalar kaldırılmaktaydı çünkü, M. Proudhon'un ifade biçimiyle söyleyelim, sentetik işçilere artık gerek kalmamıştı. Son olarak, 1825'ten sonraki hemen tüm yeni icatlar, işçinin uzmanlaşmış yeteneğinin değerini her ne pahasına olursa olsun düşürmeye çalışan işveren ile işçi arasındaki çatışmalardan doğmuşlardır. Her önemli grevden sonra ortaya yeni bir makine çıkmıştır. Makinelerin uygulanmasında işçi için gerçekte herhangi bir eski itibar iadesi, restorasyon –derdi buna M. Proudhon– o denli yoktu ki, işçi, 18. yüzyılda otomasyonun henüz başlamakta olan egemenliğine uzun bir süre karşı durdu. 

"Wyatt", diyor doktor Ure, "uzun zaman Arkwright'a atfedilen iplik eğirici parmakları [yivli merdaneler dizisini] icat etti. ... Benim anlayışıma göre temel güçlük, kendi kendine hareket eden düzgün bir mekanizmanın icat edilmesinden çok, insanları başıbozuk çalışma alışkanlıklarından vazgeçtirecek ve kendilerini karmaşık otomasyonun değişmez düzenliliğine uyduracak biçimde eğitmekte yatıyordu. Ama fabrika çalışmasının gerektirdiği başarılı bir fabrika disiplin tüzüğünü bulmak ve uygulamak Arkwright'in Herkülce girişimi, soylu başarısı olmuştur."[39] 

Kısacası, makinenin girmesiyle toplum içindeki işbölümü büyümüş, atelye içindeki işçinin görevi basitleştirilmiş, sermaye yoğunlaştırılmış, insanların parçalanmaları daha da ötelere götürülmüştür.

M. Proudhon bir iktisatçı olmak ve "kavrayıştaki düşüncelerinin dizisel ilişki içindeki evrimi"ni bir an için bırakmak istediğinde, gidip Adam Smith'ten, otomatik atelyenin daha henüz varolmaya başladığı bir zamandan, derin bilgi alıyor. Gerçekten de, Adam Smith zamanındaki işbölümü ile otomatik atelyede gördüğümüz işbölümü arasındaki fark ne büyüktür! Bunun doğru-dürüst anlaşılması için Dr. Ure'nin Philosophie des manufactures adlı yapıtından birkaç pasaj aktarmamız yeterlidir. 

"Adam Smith ekonominin öğeleri konusundaki ölümsüz yapıtını yazdığı sıra otomatik makine, çok az bilindiğinden, işbölümünü, haklı olarak, manüfaktürdeki ilerlemenin büyük ilkesi olarak görmüştü; ve aynı şeyi yapa yapa, böylece, bir noktada, kendisini yetkinleştirme olanağına kavuşturulan her zanaatçının nasıl daha hızlı ve daha ucuz bir işçi durumuna geldiğini iğne yapımı örneğinde göstermiştir. Manüfaktürün her dalında, bu ilkeye bağlı olarak, iğne tellerini aynı uzunlukta kesmek gibi bazı kısımların yapılması kolay, iğne başlarının biçimlendirilmesi ve yerlerine oturtulması gibi bazılarının da birbirlerine kıyasla daha zor olduklarını görmüştür; ve bundan da, bu kısımlardan her birine, doğal olarak, uygun değerde ve mahiyette bir işçinin atandığı sonucuna varmıştır. Bu ayırma, işbölümünün özünü oluşturur. ... Ama Dr. Smith'in zamanında yararlı bir örnek konusu olan şey, manüfaktür sanayiinin doğru ilkesi konusunda halkın kafasını yanıltma tehlikesi göze alınmaksızın bugün kullanılamaz. ... Gerçekte, işin insanların değişik yeteneklerine göre bölünmesi, ya da daha doğrusu, uydurulması, fabrika istihdamında pek gözönünde bulundurulamaz. Tersine, bir işlemin elde özel hüner ve şaşmazlık gerektirdiği her yerde, bunlar, çok çeşitli düzensizliklere yatkın usta işçiden en kısa sürede çekilip alınmış ve bir çocuğun bile yönetebileceği kadar kendi kendini düzenleyen özel bir mekanizmanın sorumluluğuna bırakılmıştır. 

"Öyleyse otomatik sistemin ilkesi, el hünerinin yerini mekanik biliminin, ve işin zanaatçılar arasında bölünmesi ya da derecelendirilmesinin yerini de bir işlemin temel bileşenlerine ayrılmasının almasıdır. El zanaatları düzeyinde azçok hünerli emek, çoğu kez, üretimin en pahalı öğesiydi ...ama otomatik düzeyde hünerli emek, giderek yerini yitirir ve en sonunda onun yerine makine gözeticileri geçer. 

"İşçi, insan yaradılışının bozukluğu yüzünden, ne denli hünerli ise, o denli kendi başına buyruk ve inatçı olma eğilimi taşır ve, elbette, arasıra göstereceği düzensizlikler yüzünden, bütüne büyük zararlar verebileceği mekanik bir sistemin bir parçası olmaya da o denli az uygundur. Bundan ötürü, çağdaş manüfaktürün büyük amacı, sermaye ve bilimin birliği yoluyla, işçilerinin görevini uyanık ve becerikli olmaya indirgemektir – bunlar bir işlem içinde yoğunlaştırıldıklarında gençlerde hızla yetkinliğe ulaştırılan yeteneklerdir. 

"Derecelendirme sisteminde, bir insan, elleri ve gözleri belirli mekanik beceriler için yeterince hüner kazanmazdan önce, uzun yıllar çıraklık yapmak zorundadır; ama bir işlemi bileşenlerine ayrıştırma ve her parçayı bir otomatik makinede maddeleştirme sisteminde ise, sıradan dikkat ve yetenek sahibi bir insana, sözü edilen basit parçalardan herhangi biri, kısa bir denemeden sonra emanet edilebilir ve acil durumlarda, patronun kararı ile, bu parçaların birinden ötekine aktarılabilir. Bu aktarmalar, bir insanı, bir ömür boyu iğne başını biçimlendirme, diğerini ise iğnenin ucunu sivriltme işine bağlayan en sıkıcı ve ruhu yıpratıcı eski işbölümü uygulamasından bütünüyle farklıdır. ... Ama kendi kendine işleyen makinelerin eşitleme düzeyinde, operatör, yeteneklerini yalnızca uygun ölçülerde kullanmak durumundadır. ... İşi iyi düzenlenmiş bir mekanizmanın çalışmasını gözetmekten ibaret olduğundan, bunu çok kısa bir sürede öğrenebilir; ve bir makineden diğerine geçtiğinde, kendisinin ve iş arkadaşlarının çalışmalarından doğan genel bileşimler üzerinde kafa yorarak görevini çeşitlendirmiş ve görüş açısını genişletmiş olur. Demek ki, ahlakçı yazarların haksız olmayarak işbölümüne bağladıkları organların işlemez hale gelmesi, düşünme yeteneğinin daraltılması, bedensel gelişmenin  engellenmesi, sanayinin dengeli dağılımı durumunda, olağan koşullarda varolamazlar. ... 

"İnsan emeğini tümüyle kaldırmak ya da erkeklerin yerine kadın ve çocukları veya eğitilmiş zanaatçıların yerine sıradan işçileri çalıştırarak insan emeğinin maliyetini azaltmak, gerçekte makinelerdeki her gelişmenin değişmez amaç ve eğilimidir. ... Geniş deneyimlere sahip kalfanın yerine, yalnızca dikkatli gözlere ve çevik parmaklara sahip çocukları çalıştırma eğilimi, işi hüner derecelerine göre bölme skolastik dogmasının bizim aydın imalatçılarımız tarafından nasıl çürütülmüş olduğunu gösterir." (Andre Ure, Philosophie des manufactures ou économie industrielle, c. I, böl. 1 [s. 27-30,32-35].) 

Modern toplumda işbölümünü tanımlayan şey, onun uzmanlaşmış işlemler, uzmanlar ve bunlarla birlikte meslek ahmaklığı doğurmasıdır. 

"Eski Yunanlılar ve Romalılar arasında" diyor Lemontey "aynı kişinin, kendisini filozof, şair, hatip, tarihçi, din adamı, yönetici, bir ordunun generali olarak yüksek derecelere çıkardığını gördüğümüzde büyük hayranlık duyarız. Bu denli geniş bir nüfuz alanı karşısında ruhumuz dehşete kapılıyor. Herbirimiz ise, yalnızca kendi bahçemizde uğraşır ve kendimizi bir bahçenin çitleri arasına hapsederiz. Bu parselleme ile alanın genişleyip genişlemediğini bilmem ama, bildiğim bir şey varsa, o da, bunun, insanı küçülttüğüdür." 

Otomatik atelyede işbölümünü tanımlayan şey, işin, orada uzmanlaşmış niteliğini tümüyle yitirmiş olmasıdır. Ama her tür özel gelişme durduğu an, evrensellik gereksinmesi, bireyin parçalanmamış gelişmeye karşı gösterdiği eğilim kendisini duyurmaya başlar. Otomatik atelye, uzmanları ve meslek ahmaklığını silip süpürür. 
M. Proudhon otomatik atelyenin bu biricik devrimci yanını olsun anlamamış olduğundan, geriye doğru bir adım atıyor ve işçiye, bir iğnenin yalnızca onikide-birini yapması yerine, ardı ardına oniki parçanın hepsini yapmasını öneriyor. Böylece işçi, iğnenin bilgisine ve bilincine varacakmış. [sayfa 141] Budur M. Proudhon'un sentetik emeği. İleriye doğru bir hareket ve ardından geriye doğru bir hareket yapmanın, sentetik bir hareket yapmak olduğundan kimse kuşku duyamaz. 

Özetlersek, M. Proudhon, küçük-burjuva idealinden öteye geçmemiştir. Ve bu ideali gerçekleştirmek için bizi gerisin geriye, ortaçağın kalfasına ya da, olsa olsa, usta zanaatçısına götürmekten daha iyisini düşünemiyor. Kitabın bir yerinde, insanın yaşamında, bir şaheseri bir kez yaratmış olması, bir kezcik adam olduğunu hissetmesi yeterlidir diyor. Hem biçim olarak ve hem de öz olarak ortaçağ loncasının aradığı şaheser de bu değil midir?


ÜÇ 
REKABET VE TEKEL


Rekabetin iyi yanı{"İş için rekabet, bölünme kadar önemlidir. ... Bu eşitliğin sağlanması için gerektir." [I, 186, 188.]
Rekabetin kötü yanı{"İlke, kendi kendini yadsımasıdır. En kesin sonucu, ardından sürüklediklerini yok etmesidir." [I, 185.1
Genel düşünce{"İzinden gelen sakıncalar, tıpkı sağladığı iyilik gibi ... her ikisi de, ilkenin mantıksal sonuçlarıdırlar." [I, 185-186.]
Çözülmesi gereken sorun{"Uyum ilkesini aramak, ki bizzat özgürlükten daha üstün bir yasadan türetilmelidir." [I, 185.]
FARKLI BİÇÎM
"Demek ki, burada rekabeti yok etmek diye bir sorun olamaz, bu, özgürlüğü yok etmek kadar olanaksız bir şeydir; yapacağımız tek şey, onun dengesini, güvenliğini de diyebilirim, bulmaktır." [I, 223.]

M. Proudhon, rekabetin yerine yarışma koymak isteyenlere[40] karşı rekabetin ölümsüz gerekliliğini savunmakla girişiyor işe. 

"Amaçsız yarışma" diye bir şey yoktur ve "her tutkunun hedefi, zorunlu olarak, tutkunun kendisine benzer bir şey olduğundan –aşık için kadın, muhteris için iktidar, cimri için altın, şair için antoloji– sınai yarışmanın hedefi de, zorunlu olarak, kârdır. Yarışma, rekabetin kendisinden başka bir şey değildir." [I, 187.] 

Rekabet, kâr amacıyla yapılan yarışmadır. Sınai yarışma, ille de kâr amacıyla yapılan yarışma, yani rekabet midir? M. Proudhon bunu doğrulayarak tanıtlıyor. Gördük ki, ona göre doğrulamak, tanıtlamak demektir. Tıpkı varsaymanın yadsımak olması gibi. 

Aşığın ilk hedefi nasıl kadınsa, sınai yarışmanın ilk hedefi de üründür, kâr değil. 

Rekabet sınai yarışma değil, ticari yarışmadır. Günümüzde sınai yarışma, yalnızca ticari bakımdan vardır. Modern ulusların ekonomik yaşamlarında, herkesin bir tür üretim yapmaksızın kâr yapma çılgınlığına kapıldığı evreler bile vardır. Devre devre gelen bu spekülasyon çılgınlığı, sınai yarışma gereksinmesinden kaçmaya çalışan rekabetin gerçek kimliğini apaçık ortaya sermektedir. 

Eğer bir 14. yüzyıl zanaatçısına sanayideki ayrıcalıkların ve tüm feodal örgütlenmenin, rekabet denilen sınai yarışma yararına ortadan kaldırılacağını söylemiş olsaydınız, bu zanaatçıdan çeşitli korporasyonların, loncaların ve derneklerin sahip oldukları ayrıcalıkların örgütlü rekabet olduğu yanıtını alırsınız. M. Proudhon, "yarışmanın, rekabetin kendisinden başka bir şey olmadığını" doğrularken, bu sözlere yeni bir şey eklemiş olmuyor. 

"1847 Ocağının birinci gününden itibaren herkese iş ve ücret verileceğini emredin: sanayideki yüksek gerilim, yerini derhal büyük bir gevşemeye bırakacaktır." [I, 189.] 

Bir varsayım, bir doğrulama ve bir yadsıma yerine, şimdi  rekabetin gerekliliğini, bir kategori olarak ölümsüzlüğünü, vb. kanıtlamak için, M. Proudhon tarafından çıkartılmış bir buyrultuyla karşılaşıyoruz. 

Rekabetten kurtulmak için gerekli tek şeyin buyrultular olduğunu sanırsak, ondan hiçbir zaman kurtulamayız. Ve işi, ücretleri alıkorken rekabeti ortadan kaldırmayı önermeye kadar vardırırsak, kraliyet buyrultusuyla saçmalık öneriyoruz demektir. Ama uluslar kraliyet buyrultularıyla ilerlemezler. Böyle buyrultular tasarlamazdan önce uluslar, en azından sınai ve politik varlıklarının ve bunun sonucu olan tüm yaşam biçimlerinin koşullarını baştan aşağı değiştirmiş olmalıdırlar. 

M. Proudhon, kendisine olan o ağırbaşlı güvenciyle, bunun, "yaradılışımızda daha önce görülmemiş bir dönüşüm" varsayımı olduğunu ve "bizi tartışmanın dışında bırakmakla" haklı olduğunu söyleyecektir; ama bilmiyoruz hangi ferman gereğince. 

M. Proudhon, bütün tarihin, insan doğasının sürekli bir dönüşümünden başka bir şey olmadığını bilmiyor. 

"Olgular içinde kalalım. Fransız devrimi, siyasal özgürlük için olduğu kadar, sınai özgürlük için de yapılmıştı; ve Fransa, 1789'da, gerçekleşmesini talep ettiği ilkenin tüm sonuçlarını –açıkça söyleyelim– kavramamış olmakla birlikte, ne arzularında ve ne de beklentilerinde yanılmıştı. Bunu yadsıyan her kimse, benim görüşüme göre, eleştiri hakkını yitirir. Yirmibeş milyon insanın istemeden hataya düşmüş olduğunu ilke diye öne süren bir hasımla hiçbir zaman tartışmaya girmem. ... Rekabet, toplumsal ekonominin bir ilkesi, bir alınyazısı, insan ruhunun bir gerekliliği değildi de, neden öyleyse hiç kimse korporasyonları, loncaları ve dernekleri ortadan kaldırmak yerine, bunların tümünü onarmayı düşünmedi?" [I, 191, 192.] 

Demek ki, 18. yüzyıl Fransızları korporasyonlarda, loncalarda ve derneklerde değişiklik yapmak yerine, onları ortadan kaldırdıklarına göre, 19. yüzyıl Fransızları da rekabeti ortadan kaldırmak yerine onda değişiklik yapmalıdırlar.

Rekabet, Fransa'da, 18. yüzyılda tarihsel gereksinmeler sonucu kurulduğuna göre, bu rekabet, başka tarihsel gereksinmeler yüzünden, 19. yüzyılda ortadan kaldırılmamalıdır. M. Proudhon rekabetin kurulmasının 18. yüzyıl insanlarının gerçek gelişmesine bağlı bulunduğunu anlamadığından, rekabeti, insan ruhunun bir gerekliliği yapıyor, in partibus infidelium.[a14] 17. yüzyılın o büyük Colbert'ini ne yapardı acaba? 

Devrimden sonra şimdiki durum gelir. M. Proudhon, rekabetin ölümsüzlüğünü göstermek için, tarımda olduğu gibi bu kategorinin henüz yeterince gelişmediği bütün sanayilerin bir. yetmezlik ve düşkünlük içinde olduklarını kanıtlayarak bundan da aynı biçimde olgular bulup çıkartıyor. 

Henüz rekabet aşamasına erişmemiş sanayiler bulunduğunu, ötekilerin de gene burjuva üretim düzeyinin altında olduklarını söylemek, rekabetin ölümsüzlüğü konusunda en küçük bir kanıt getirmeyen saçma-sapan şeyler söylemektir. 

M. Proudhon'un bütün mantığı şuna varmaktadır: rekabet, şu anda içinde üretici güçlerimizi geliştirmekte olduğumuz bir toplumsal ilişkidir. Rekabetin, sınai yarışma, günümüzün özgürlük biçimi, çalışmada sorumluluk, değerin oluşması, eşitliğin sağlanması için bir koşul, toplumsal ekonominin bir ilkesi, bir alınyazısı, insan ruhunun bir gereği, ölümsüz adaletin bir ilhamı, bölünmede özgürlük, özgürlükte bölünme, ekonomik bir kategori olduğunu söylemekle bu gerçeğe hiçbir mantıksal gelişme getirmiş olmuyor, ama yalnızca çoğu kez çok iyi geliştirilmiş biçimler vermiş oluyor. 

"Rekabet ve birlik, birbirlerini desteklerler. Birbirlerini dıştalamak şöyle dursun, birbirlerinden farklı bile değillerdir. Her kim rekabet sözü ediyorsa, bir ortak amacı zaten varsayıyor demektir. Rekabet, bundan ötürü, bencillik değildir, ve sosyalizmin en acıklı hatası, rekabete, toplumu yıkan bir şey gözüyle bakmasıdır." [I, 223.] 

Her kim rekabet sözü ediyorsa, ortak amaçtan sözetmiş olur, ve bu, bir yanda rekabetin birlik olduğunu; öte yanda da rekabetin bencillik olmadığını tanıtlar. Ve her kim bencillik [sayfa 146] sözü ediyorsa, ortak amaçtan da sözetmiş olmaz mı? Her bencillik, toplum içinde ve toplum olgusuyla vardır. Demek ki, bu, toplumu, yani ortak amaçları, ortak gereksinmeleri, ortak üretim araçlarını vb., vb. öngörür. Öyleyse sosyalistlerin sözünü ettikleri rekabet ve birliğin birbirlerinden farklı bile olmamaları, yalnızca bir raslantı mıdır? 

Sosyalistler mevcut toplumun rekabet üstüne kurulmuş olduğunu yeterince iyi bilirler. Bu durumda nasıl olur da, rekabeti, kendi yıkmak istedikleri toplumu yıkmakla suçlayabilirler? Ve gene nasıl olur da, rekabeti, rekabetin zaten yıkılmış bulunacağı gelecek toplumu yıkmakla suçlayabilirler? 

Daha ilerde, M. Proudhon, rekabetin tekelin karşıtı olduğunu, ve bunun sonucu, birliğin karşıtı olamayacağını söylüyor. 

Feodalizm, başlangıcından beri ataerkil monarşiye karşıydı; demek ki, henüz varolmayan rekabete karşı değildi. Bundan, rekabetin feodalizme karşı olmadığı sonucu çıkartılabilir mi? 

Gerçekte toplum ve birlik adları, rekabet üstüne kurulmuş bulunan her topluma, burjuva topluma olduğu kadar feodal topluma da verilen adlardır. Öyleyse bir tek birlik sözüyle rekabeti çürütebileceğim sanan sosyalist olabilir mi? Ve M. Proudhon'un kendisi de, rekabeti bir tek birlik sözcüğüyle açıklayarak onu sosyalizme karşı korumaya nasıl kalkışabilir? 

Buraya dek söylediklerimizin hepsi, M. Proudhon'un gördüğü biçimiyle, rekabetin güzel yanını oluşturur. Şimdi de rekabetin çirkin yanına, olumsuz yanına, sakıncalarına, yok edici, yıkıcı öğelerine, muzır niteliklerine geçelim. 

M. Proudhon'un çizdiği rekabet tablosu oldukça iç karartıcı. 

Rekabet, sefalet doğurur, iç savaşı kışkırtır, "doğal yöreleri değiştirir", ulusları birbirine karıştırır, aileler içinde dertler yaratır, kamu vicdanını yozlaştırır, "eşitlik, adalet", ahlak, "kavramlarını yıkar", ve en kötüsü, özgür, dürüst ticareti yokeder ve bütün bunlara karşılık, bir sentetik değer, [sayfa 147] sabit ve dürüst bir fiyat olsun ödemez. Herkesi hayal kırıklığına uğratır, iktisatçıları bile. Şeyleri, bizzat kendisini yokedecek ölçüde ileri götürür. 

M. Proudhon'un saydığı bunca kötülükten sonra burjuva toplum ilişkilerini, bu toplumun ilke ve kuruntularını rekabetten daha çözücü, daha yokedici bir öğe bulunabilir mi? 

Şu nokta dikkatle kaydedilmelidir ki, rekabet, yeni üretici güçlerin, yani yeni bir toplumun maddi koşullarının hararetle yaratılmalarını zorladığı oranda, burjuva ilişkileri bakımından da her zaman daha yıkıcı hale gelmektedir. Rekabetin kötü yanının, hiç değilse bu bakımdan, iyi bir yönü de vardır. 

"Bir ekonomik durum ya da evre olarak rekabet, kökeni bakımından düşünüldüğünde, genel masrafların azaltılması teorisinin ... zorunlu sonucudur." [I, 235.] 

M. Proudhon'a göre kanın dolaşımı, Harvey'in teorisinin bir sonucu olsa gerektir. 

"Tekel, sürekli bir kendini yadsımayla tekel yaratan rekabetin kaçınılmaz sonucudur. Tekelin bu doğuşu, kendi içinde tekeli haklı çıkarmaktadır. ... Tekel rekabetin doğal karşıtıdır ... ama rekabet zorunlu olur olmaz, tekel düşüncesini de birlikte getirir, çünkü tekel, daha önceleri de olduğu gibi, rekabet eden her bireyin üstüne çıkıp oturduğu yerdir." [I, 236, 237.] 

Hiç değilse bir kezcik olsun formülünü tez ve antiteze doğru-dürüst uygulayabildiğinden ötürü M. Proudhon'la birlikte sevinç içersindeyiz. Modern tekelin bizzat rekabet tarafından yaratıldığını herkes bilmektedir. 

İçeriğine gelince, M. Proudhon, şiirsel görüntülere sarılıyor. Rekabet "işin her alt-bölümünden, bir tür egemenlik meydana getirmiştir, ki bu egemenlik altında her birey kendi gücüyle ve bağımsızlığıyla ayakta durmaktadır". Tekel, "rekabet eden her bireyin üstüne çıkıp oturduğu yerdir". Egemenlik de, en az bu yer kadar değerlidir. 

M. Proudhon, rekabet tarafından yaratılan modern tekel dışında hiçbir şeyden sözetmiyor. Ama hep biliyoruz ki, rekabet feodal tekel tarafından yaratılmıştır. Demek ki, başlangıçta, rekabet tekelin karşıtıydı, yoksa tekel rekabetin değil. Öyle ki, modern tekel basit bir antitez değil, tersine gerçek sentezdir. 

Tez: Feodal tekel, rekabetten önceki, 

Antitez: Rekabet, 

Sentez: Rekabet sistemini getirdiği kadarıyla feodal tekelin yadsıması, ve tekel olduğu kadar da rekabetin yadsıması olan modern tekel. 

Demek ki, modern tekel, yani burjuva tekel, sentetik tekeldir; yadsımanın yadsınması, karşıtların birliğidir. Saf, normal, akli durumdaki tekeldir. 

M. Proudhon, burjuva tekeli, kaba, ilkel, çelişik, düzensiz durumdaki tekele döndürmekle kendi felsefesiyle çelişkiye düşmektedir. M. Proudhon'un tekel konusunda birkaç kez andığı M. Rossi, burjuva tekelin sentetik karakterini daha iyi kavramış görünüyor. Cours d’économie politique adlı yapıtında, yapay tekellerle doğal tekeller arasında bir ayrım yapmaktadır. Feodal tekellerin yapay, yani keyfi; burjuva tekellerinin ise doğal, yani akli olduklarını söylüyor. 

Tekel iyi bir şeydir diye uslamlıyor M. Proudhon, çünkü bir ekonomik kategoridir, "insanlığın kişisel olmayan aklından" çıkmadır. Rekabet de gene iyi bir şeydir, çünkü o da bir ekonomik kategoridir. Ama iyi olmayan şey, tekel gerçeği ve rekabet gerçeğidir. Daha da kötüsü, rekabetle tekel birbirlerini yiyip bitirmektedirler. Ne yapmalı? Bu iki ölümsüz düşüncenin sentezini araştırınız, bu sentezi sonsuzdan beri yatmakta olduğu Tanrının bağrından söküp alınız.

Gerçek yaşamda yalnızca rekabeti, tekeli ve bunlar arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı değil, bu ikisinin sentezini de buluruz ki, bu, bir formül değil, bir harekettir. Tekel rekabet üretir, rekabet tekel üretir. Tekelciler rekabetçilerden oluşur; rekabetçiler tekelci olurlar. Tekelciler karşılıklı rekabetlerini kısmi birliklerle sınırlandıracak olurlarsa, işçiler arasında rekabet artar; ve bir ulusun tekelcileri, karşısında proleterlerin kitlesi ne denli büyürse, değişik ulusların tekelcileri [sayfa 149] arasındaki rekabet de o denli kıyasıya olur. Sentez öyle bir karakterdedir ki, tekel, kendisini ancak sürekli rekabet savaşımı içine girerek sürdürebilir. 

Tekelden sonra gelen vergilere diyalektik geçişi yapabilmek için, M. Proudhon, ileriye doğru yiğitçe zikzaklar çizdikten sonra, "pişmanlık duymaksızın ve duraksamaksızın gösterişli geniş adımlardan sonra, tekel dönemecine ulaşıp, geriye doğru kederle bakan ve derin düşüncelerden sonra bütün üretim nesnelerine vergilerle saldıran ve bütün işlerin proletaryaya verilmesini ve ücretlerin tekel adamlarınca ödenmesini sağlamak için koca bir idari örgüt yaratan" [I, 284, 285] toplumsal dehadan sözetmektedir bize. 

Oruç tutarken zikzaklar yaparak dolaşan bu deha konusunda ne diyebiliriz ki? Ve vergiler, burjuvalara kendilerini egemen sınıf olarak tutma olanağını veren araçlar oldukları halde, burjuvaları vergilerle yoketme amacından başka bir amaç taşımayan bu dolanma konusunda ne diyebiliriz ki? 

M. Proudhon'un ekonomik ayrıntıları ele alış biçimine yalnızca bir gözatmak bile, tüketim vergisinin, ona göre, eşitlik sağlamak ve proletaryayı rahatlatmak amacıyla konduğunu söylememize yetecektir. 
Tüketim vergisi gerçek gelişmesine ancak burjuvazinin ortaya çıkmasından sonra kavuşmuştur. Tüketim vergisi, sanayi sermayesinin elinde, yani varlığını emeği doğrudan sömürerek sürdüren, yeniden üreten ve çoğaltan gösterişsiz ekonomik zenginliğin elinde, tüketmekten başka şey yapmayan kibar lordların anlamsız, zevk ve sefa düşkünü, müsrif servetlerini sömürme aracıydı. James Steuart, Smith'ten on yıl önce yayınladığı Recherches des principes de l'économie politique adlı yapıtında tüketim vergisinin bu asıl amacını açıkça göstermiştir. 

"Saf monarşilerde prens, büyüyen zenginlik karşısında kıskançlığa kapılmış görünür ve bundan ötürü gittikçe zenginleşen insanlara vergiler kor. Meşruti hükümetlerde vergiler, esas olarak, zenginken fakirleşmekte olanları etkileyecek biçimde hesaplanır. Böylece kral, her kişinin mesleğinden [sayfa 150] elde edeceği tahmin olunan kazanca göre sınıflandırdığı sanayie bir vergi kor. Kişi başına vergi (poll-tax) ve taille[41] da aynı biçimde bu vergileri ödemekle yükümlü her kişinin tahmin olunan zenginliğine oranlanmışlardır. ... Meşruti hükümetlerde vergiler, daha çok, tüketim üzerine konur." [II, 190-191.] 

Vergilerin, ticaret dengesinin, kredinin –M. Proudhon'un anlayışına göre– mantıksal sıralanışlarına gelince, yalnızca şu kadarını belirtelim ki, İngiliz burjuvazisi, William of Orange zamanında politik oluşmasına kavuştuğunda, kendi varoluş koşullarını özgürce geliştirebileceği bir duruma gelir gelmez, hepsi birarada olmak üzere, yeni bir vergi ve kamu kredisi sistemi ve koruyucu gümrük sistemini yarattı. 

Bu kısa özet, okura, M. Proudhon'un güvenlik ya da vergiler, ticaret dengesi, kredi, komünizm ve nüfus üzerine büyük emeklerle meydana getirdiği yapıtı konusunda doğru bir fikir vermeye yetecektir. En hoşgörülü eleştiriyi, bu bölümleri ciddiyetle ele almaya çağırıyoruz. [sayfa 151]


DÖRT 
MÜLKİYET YA DA TOPRAK RANTI


HER tarihsel çağda mülkiyet, değişik biçimlerde ve birbirlerinden tümüyle farklı toplumsal ilişkiler içinde gelişmiştir. Demek ki, burjuva mülkiyetini tanımlamak, burjuva üretimin tüm toplumsal ilişkilerinin açıklanmasından başka bir şey değildir. 

Mülkiyeti, sanki bağımsız bir ilişki, ayrı bir kategori, soyut ve ölümsüz bir düşünceymiş gibi tanımlamak, metafiziğin ya da hukukun kuruntusundan başka bir şey olmaz. 

M. Proudhon, mülkiyetten genel olarak sözediyor gibi görünmekle birlikte, yalnızca toprak mülkiyeti, toprak rantı üzerinde duruyor. 

"Mülkiyet olarak rantın kökeni, deyim yerindeyse, ekonomi-dışıdır: zenginlik üretimi ile ancak çok uzaktan bağıntılı olan psikolojik ve ahlaki düşüncelere dayanır." (c. II, s. 265.)

M. Proudhon, kendisinin rant ve mülkiyetin ekonomik kökenlerini anlayacak yetenekte olmadığını işte böyle ilan ediyor. Bu yetmezliğin kendisini, zenginlik üretimi ile ancak uzaktan bağıntılı olmakla birlikte, kendi tarihsel görüşlerinin darlığı ile gerçekten çok yakın bağıntısı olan psikolojik ve ahlaki düşüncelere başvurmak zorunda bıraktığını kabul ediyor. M. Proudhon, mülkiyetin kökeninde mistik ve esrarlı bir şey bulunduğunu öne sürüyor. Mülkiyetin kökeninde esrar görmek –üretimin kendisi ile üretim aletlerinin dağılımı arasındaki ilişkiyi bir esrar biçimine getirmek– yani şimdi, bu, M. Proudhon'un dilini kullanacak olursak, ekonomi bilimi üzerindeki tüm iddialardan vazgeçmek değil midir? 

M. Proudhon, "uydurmaların gerçeğin ortadan kaybolmasına neden olduğu ve insan eyleminin kendisini boşlukta yitirme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu ekonomik evrimin yedinci çağında –kredi– insanı doğaya daha sıkı sıkıya bağlamanın zorunluluk haline geldiğini anımsatmakla yetiniyor. Şimdi artık rant, bu yeni anlaşmanın fiyatıydı." (c. II, s. 269.) 

L'homme aux auarante écus, gelecekte ortaya bir M. Proudhon çıkaracağını önceden kestirmişti: "Bay Yaratıcı, izninizle: herkes kendi dünyasında efendidir; ama içinde yaşamakta bulunduğumuz dünyanın camdan yapılmış olduğuna beni asla inandıramayacaksın."[42] Kredinin, kişinin kendisini boşlukta yitirmesinin aracı olduğu senin dünyanda, insanı doğaya bağlamanın zorunlu hale gelmiş olması çok mümkündür. Toprak mülkiyetinin her zaman için krediden önce geldiği gerçek üretim dünyasında M. Proudhon'un horror vacui'si[43] varolamazdı. 

Kökeni ne olursa olsun, rantın varlığı bir kez kabullenildi mi, bu, çiftçi ile toprak sahibi arasında karşılıklı karşıt görüşmelerin konusu olur. Bu görüşmelerin sonal sonucu nedir, başka bir deyişle, ortalama rant miktarı nedir? M. Proudhon'un söylediği şudur: 

"Ricardo'nun teorisi bu soruyu yanıtlar. Toplumun  başlarında, yeryüzüne yeni gelmiş insanın önünde büyük ormanlardan başka bir şey bulunmazken, topraklar enginken ve çalışma yaşama gözlerini açmaya başlarken, rant hiç varolmamış olsa gerektir. Emeğin henüz biçim vermediği toprak, bir yararlılık nesnesiydi; bir değişim-değeri değildi, toplumsal değil, ama ortaktı. Ailelerin çoğalması ve tarımın ilerlemesi, toprak fiyatının kendisini yavaş yavaş hissettirmesine neden oldu. Toprağa değerini vermek için emek geldi: bundan ortaya rant çıktı. Bir tarla aynı emek miktarıyla ne denli çok ürün veriyorsa, o denli yüksek değerlendiriliyordu; bundan ötürü, mülk sahiplerinin eğilimi hep, çiftçinin ücreti çıktıktan sonra, –yani, üretim maliyeti çıktıktan sonra– toprağın ürününün tümünü kendilerine maletmek oluyordu. Böylece fiilî harcamaların üstünde kalan tüm ürünü emekten alabilmek için, mülkiyet, emeği gölge gibi izlemekteydi. Mülk sahibi mistik bir görev yerine getirdiğinden ve colonus'lara karşı topluluğu temsil ettiğinden, çiftçi, Tanrının takdiriyle, meşru ücretin ötesinde elde ettiği her şeyin hesabını topluma vermekle yükümlü olan sorumlu bir emekçiden öte bir şey değildi. ... Öyleyse öz olarak ve hedefi bakımından rant, dağıtım adaletinin bir aleti, eşitliğe varmak için ekonomi dehasının kullandığı binlerce araçtan biridir. Rant, toprak sahipleriyle çiftçilerin, herhangi bir hile olasılığı olmaksızın daha yüksek bir çıkar içinde, çelişkili olarak yürüttükleri ve toprağı işletenlerle sanayiciler arasında tasarrufun eşitlenmesi sonal sonucuna varması gereken çok büyük bir toprak değerlendirilmesidir. ... Kaçınılmaz olarak kendi malı gözüyle baktığı ve kendisini tek yaratıcısı saydığı ürün fazlasının colonus'un elinden çekip alınmasını, bu mülkiyet sihirbazlığından başka bir şey sağlayamazdı. Rant, ya da daha çok mülkiyet, tarımsal bireyciliği kırmış ve hiçbir gücün, hiçbir toprak bölünmesinin varedemeyeceği bir dayanışma yaratmıştır. ... Mülkiyetin manevi etkisi sağlanmış bulunduğundan, şimdi geriye mülkiyetin dağıtılması kalıyor." [II, 270-272.] 

Bütün bu söz kalabalığı ilkin şuna indirgenebilir: Ricardo, [sayfa 154] tarımsal ürün fiyatlarının, sermaye üzerinden elde edilen olağan kârı ve faizi de içeren üretim maliyetini aşan fazlalığın, rantın ölçüsünü vereceğini söylüyor. M. Proudhon daha iyisini yapıyor. Toprak sahibini bir Deus ex machina[a15] gibi işe karıştırıyor ve üretim maliyeti dışında kalan bütün üretim fazlasını colonus'un elinden çekip almasını sağlıyor. M. Proudhon, toprak sahibinin işe karışmasını, mülkiyeti açıklamak; rant alıcısının işe karışmasını da rantı açıklamak için kullanıyor. Sorunu, aynı sorunu formüle ederek ve buna bir hece ekleyerek yanıtlıyor.[a16] 

Şunu da belirtelim ki, rantı toprak verimliliğindeki farklarla belirlerken, M. Proudhon, ona yeni bir köken veriyor, çünkü farklı verimlilik derecelerine göre değerlendirilmezden önce, toprak, M. Proudhon'a göre, "bir değişim-değeri değil, ama ortaktı". Rantın, kendisini boşluğun sonsuzluğu içinde neredeyse yitirmek üzere olan insanı gene gerisin geriye toprağa getirmek zorunluluğundan doğmuş olduğu masalına ne oldu öyleyse? 

Şimdi Ricardo'nun öğretisini M. Proudhon'un onu sıkı sıkıya içine sardığı tanrısal, alegorik ve mistik sözlerden kurtaralım. 

Rikardocu anlamda rant, burjuva durumundaki toprak mülkiyetidir. Yani burjuva üretim koşullarının etkisi altında kalmış feodal mülkiyettir. 

Görmüş bulunuyoruz ki, rikardocu öğretiye göre, bütün nesnelerin fiyatı, eninde sonunda, sınai kâr da dahil olmak üzere, üretim maliyetiyle belirlenmektedir; bir başka deyişle, kullanılan emek-zamanıyla. İmalat sanayiinde, en az emekle elde edilen ürünün fiyatı, aynı türden bütün öteki metaların fiyatlarını da düzenler, çünkü en ucuz ve en üretken üretim aletleri sınırsız bir biçimde çoğaltılabilir, ve rekabet, zorunlu olarak, bir piyasa fiyatı, yani aynı türden bütün ürünler için ortak bir fiyat yaratır. 
Tarım sanayiinde ise, bunun tersine, aynı türden bütün ürünlerin fiyatını düzenleyen şey, en çok emek miktarıyla elde edilen ürünün fiyatıdır. Her şeyden önce, kişi, imalat [sayfa 155] sanayiinde olduğu gibi, aynı üretkenlik derecesine sahip üretim aletlerini, yani aynı verimlilikteki toprak parçacıklarını, istediği gibi çoğaltamaz. Sonra, nüfus arttıkça daha düşük kalitede topraklar işlenmeye başlanır, ya da aynı toprak parçacığı üzerine, öncekilere oranla daha az üretken olan sermaye yatırımları yapılır. Her iki durumda da, öncekine oranla daha küçük ürün elde etmek için, daha çok miktarda emek harcanır. Bu emek artışını nüfusun gereksinmeleri zorunlu kılmış olduğundan, işletilmesi, daha pahalı olan toprağın ürününün satışı, işletilmesi daha ucuz olan toprağınki kadar kesindir. Rekabet, piyasa fiyatını aynı düzeye getireceğinden, daha iyi kalitedeki toprağın ürününe, daha düşük kalitedeki toprağın ürünü kadar yüksek bir fiyat ödenecektir. Rantı oluşturan, daha iyi kalitedeki toprağın ürünlerinin üretim maliyetini aşan fiyat fazlalığıdır. Hep aynı verimliliğe sahip toprak parçaları bulunabilseydi eğer, imalat sanayiinde olduğu gibi sürekli olarak daha ucuz ve daha üretken makinelere başvurulabilse, ya da sonradan yapılan sermaye harcamaları ilk yapılanınki kadar çok üretebilseydi, mamul ürünlerin fiyatlarında görmüş olduğumuz gibi, tarımsal ürünlerin fiyatları da, o zaman, en iyi üretim aletleri ile üretilen metaların fiyatlarıyla belirlenirdi. Ama o andan sonra rant da ortadan kalkardı.

Rikardocu teorinin genel olarak doğru olabilmesi için,[44] sermayenin sanayinin değişik dallarına özgürce uygulanabilmesi; kapitalistler arası güçlü bir rekabetin kârları eşit bir düzeye getirmiş olması; çiftçinin düşük kalitedeki toprakta[45] kullandığı sermayesine karşılık, bu sermayeyi herhangi bir imalatta[46] kullandığında elde edeceğine eşit bir [sayfa 156] kâr talep eden bir sanayi kapitalistinden başka bir şey olmaması; tarımsal işletmeciliğin büyük sanayi rejimine maruz kalması; ve son olarak, bizzat toprak sahibinin parasal gelir ötesinde hiçbir amaç gütmemesi gereklidir. 

Toprağın kiralanması aşırı bir gelişme göstermiş olsa bile, İrlanda'da olduğu gibi, rant. henüz varolmayabilir.[47]Rant, yalnızca ücretleri değil, sınai kârı da aşan bir fazlalık olduğundan, toprak sahibine ait gelirin ücretlerden alınan haraçtan başka bir şey olmadığı yerlerde[48] varolmaz. 

Demek ki, toprağı işleteni, çiftçiyi, basit bir emekçi biçimine dönüştürmekten ve "ekiciden, kaçınılmaz olarak kendi malı gözüyle baktığı ürünün fazlasını kapmaktan" çok uzaklarda olan rant, toprak sahibini köleyle, toprak kölesiyle vergi ödeyicisiyle değil, sanayi kapitalistiyle[49] karşı karşıya getirir. Bir kez toprak rantı olarak oluştu mu, toprak mülkiyetinin elinde, ancak üretim maliyetlerini aşan fazlalık vardır; ki bu üretim maliyeti, yalnızca ücretler ile değil, sınai kâr ile de belirlenmektedir. Toprak rantı gelirinin bir kısmını kapan kişi, demek ki, toprak sahibidir. Böylece, feodal çiftçinin yerine sanayi kapitalisti geçene dek, arada çok uzun bir zaman aralığı vardır. Almanya'da, örneğin, bu dönüşüm ancak 18. yüzyılın son üçte-birinde başlamıştır. Sanayi kapitalistiyle toprak sahibi arasındaki bu ilişkinin tam olarak geliştiği yer yalnızca İngiltere'dir.
Ortalıkta yalnızca M. Proudhon'un colonus'u bulunduğu sürece, rant diye bir şey yoktu. Rant varolduğu anda colonus artık çiftçi değil, işçidir, çiftçinin colonus'udur. Emekçinin sanayi kapitalisti için çalışan basit bir işçi, gündelikçi, ücretli [sayfa 157] rolüne indirgenerek aşağılanması; toprağı herhangi bir başka fabrika gibi işleten sanayi kapitalistinin işe karışması; topraklı mülk sahibinin küçük bir hükümdar iken sıradan bir tefeci biçimine dönüştürülmesi: bunlar, rant tarafından ifade olunan değişik ilişkilerdir. 

Rikardocu anlamda rant, ticari sanayie dönüştürülmüş ataerkil tarım, toprağa uygulanan sanayi sermayesi, köye taşınmış kent burjuvazisidir. Rant, insanı toprağa bağlamak yerine, toprağın işlenmesini rekabete bağlamakla yetinmiştir. Bir kez rant olarak oluştu mu, toprak mülkiyetinin kendisi rekabetin sonucu olur, çünkü o andan sonra, tarımsal ürünün piyasa değerine bağımlı olur. Rant olan toprak mülkiyeti, hareketlenir ve bir ticari eşya olur. Rant ancak kent sanayiinin gelişmesinin ve bunun sonucu ortaya çıkan toplumsal örgütün, toprak sahibini yalnızca nakit kârları, tarımsal ürünlerin parasal ilişkisini –toprak mülküne yalnızca para basan bir makine gözüyle bakmayı– amaç edinmeye zorladığı andan sonra mümkündür. Rant, toprak sahibini topraktan, doğadan o denli ayırmıştır ki, İngiltere'de de görüldüğü gibi, mülklerinin durumunu bilmeye bile gerek duymaz. Çiftçiye, sanayi kapitalistine ve tarım işçisine gelince; bunların işlemekte oldukları toprakla olan bağları, fabrikalardaki işveren ve işçilerin imal ettikleri pamukluyla ve yünlüyle olan bağlarından daha ötede değildir; yalnızca üretimlerinin fiyatına, parasal ürüne bir bağlılık duyarlar. Bütün dualarını, feodalizmin, o eski güzel ataerkil yaşamın, atalarımızın o basit davranışlarının ve ince erdemlerinin geri gelmesi talepleriyle dolduran gerici partilerin bağırıp çağırmaları bundandır işte. Toprağın bütün öteki sanayilere egemen olan yasaların etkisi altına girmesi, ilgili kişilerin başsağlığı dileklerine konu olmaktadır ve hep olacaktır. Demek ki, tarihin hareketine pastoral edebiyatın (idyll) girmesinde itici gücün rant olduğu; söylenebilir. 

Ricardo, rantın belirlenmesi için burjuva üretimi zorunlu kıldıktan sonra, bununla birlikte, rant kavramını bütün çağlardaki ve bütün ülkelerdeki toprak mülkiyetine  uygulamaktadır. Bu, burjuva üretim ilişkilerinin ölümsüz kategoriler olduğunu öne süren ve bu ilişkileri temsil eden bütün iktisatçıların ortak yanılgısıdır. 

Rantın tanrısal amacından –ki bu M. Proudhon için colonus'un sorumlu bir işçiye dönüşmesidir– rantın eşitlenmiş ödülüne geçiyor. 

Az önce de görmüş olduğumuz gibi rant, eşit olmayan verimliliklere sahip toprakların ürünlerinin eşit fiyatları tarafından oluşturulur, öyle ki, eğer daha düşük kalitedeki toprakta üretim maliyeti yirmi franka çıkacak olursa, on franka malolmuş bir hektolitre tahıl yirmi franka satılır. Gereksinme, piyasaya sürülmüş tarımsal ürünlerin tümünün satın almalarını zorunlu kıldığı sürece, piyasa fiyatı en pahalı ürünün maliyeti tarafından belirlenir. Bundan ötürü toprakların farklı verimlilikleri sonucu değil, rekabet sonucu olan bu fiyat eşitlenmesidir ki, daha iyi kalitedeki toprağın sahibine, kiracısının sattığı her hektolitreden on franklık bir rant sağlar. 

Bir an için varsayalım ki, tahıl fiyatı onu üretmek için gerekli emek-zamanı ile belirlenmektedir ve düşük kalitedeki topraktan elde edilen tahılın hektolitresinin yirmi franka malolmasına karşın, iyi kaliteli topraktan elde edilmiş tahılın hektolitresi on franktan derhal alıcı bulmaktadır. Eğer bu kabullenilirse, ortalama piyasa fiyatı onbeş frank olacaktır, oysa, rekabet yasasına göre, fiyatı yirmi franktır. Eğer ortalama fiyat onbeş frank olsaydı, ister eşitlenmiş olsun, ister başka türlü, herhangi bir dağıtıma yer olmazdı. Rant, ancak, üreticisine hektolitresi on franka malolmuş tahılın, yirmi franktan satılabilmesi durumunda varolur. M. Proudhon, eşitsizliğin ürününden eşitlenmiş üleşime ulaşabilmek için, eşit olmayan üretim maliyetine sahip piyasa fiyatlarının eşitliğini varsayıyor. 

Mili, Cherbuliez, Hilditch ve benzeri iktisatçıların vergilerin yerini almak üzere rantın devlete verilmesini talep etmelerini anlayışla karşılıyoruz. Bu, sanayi kapitalistinin yararsız bir şey, burjuva üretiminin genel yapısı üzerinde bir fazlalık gibi gördüğü toprak sahibine karşı beslediği nefretin içten bir ifadesidir. 

Fakat, sonradan tüketiciye bindirilecek on franklık bir ek yükün genel bir dağılımını yapmak için, tahılın hektolitresinin fiyatını önce yirmi frank yapmak, toplumsal dehayı zikzaklı yolunda kederli kederli yürütmek – ve gidip kafasını bir köşeye vurdurtmak için gerçekten de yeterlidir. 

M. Proudhon'un kaleminde rant, "toprak sahipleriyle çiftçilerin ... daha yüksek bir çıkar içinde karşıt olarak yürüttükleri ve toprağı işletenlerle sanayiciler arasında tasarrufun eşitlenmesi sonal sonucuna varması gereken çok büyük toprak değerlendirmesi" oluyor. [II, 271.] 

Rant temeli üzerindeki herhangi bir toprak değerlendirmesinin pratik bir değer taşıması için, bugünkü toplum koşullarından ayrılmak gerekir. 

Şimdi, göstermiş bulunuyoruz ki, çiftçi tarafından toprak beyine ödenen çiftlik kirası, ancak sanayi ve ticarette en ileri gitmiş ülkelerde tam olarak rantı ifade eder. Ve bu rant bile, çoğu kez, toprağa katılmış sermaye üzerinden toprak beyine ödenen faizi de içerir. Toprağın konumu, kentlere olan yakınlığı ve birçok başka koşullar, çiftlik kirasını etkiler ve toprak rantını değiştirir. Bu tartışma götürmez nedenler, rant temeli üzerinde yapılacak bir toprak değerlendirmesinin sağlıksız olacağını kanıtlamaya yeterlidir. 

Öte yandan rant, bir toprak parçasının verimlilik derecesininin değişmez göstergesi olamaz, çünkü kimyanın modern uygulaması toprağın doğal özelliklerini her an değiştirmektedir ve jeolojik bilgi, şu anda, günümüzde, eski göreli verimlilik tahminlerini kökünden değiştirmeye başlamıştır. İngiltere'nin doğu eyaletlerindeki engin toprakların tarıma açılmalarının üstünden daha ancak yirmi yıl geçmiş bulunuyor; bu topraklar humus ile alt toprağın bileşimi arasındaki ilişkinin doğru-dürüst anlaşılmaması yüzünden boş bırakılmışlardı. 

Demek ki tarih, rantla birlikte hazır bir toprak değerlendirmesi sağlamak bir yana, şimdiye dek yapılmış toprak  değerlendirmesini değiştirmekten ve tepetaklak etmekten başka bir şey yapmıyor. 
Son olarak, verimlilik, sanıldığı gibi öyle o kadar doğal bir nitelik değildir; içinde bulunulan anın toplumsal ilişkilerine sıkı sıkıya bağlıdır. Bir toprak parçası tahıl yetiştirmek için çok verimli olabilir, ama piyasa fiyatı gene de ekicinin onu yapay bir otlak biçimine dönüştürmesini gerektirebilir ve dolayısıyla toprak verimsizleşir. 

M. Proudhon, sıradan bir toprak değerlendirmesi değerinde bile olmayan kendi toprak değerlendirmesini, sırf rantın tanrısal eşitlikçi amacına öz kazandırmak için uydurmuştur. 

"Rant", diye devam ediyor M. Proudhon "hiçbir zaman yok olmayan sermayeye –toprağa– ödenen faizdir. Ve sermaye maddede herhangi bir artış sağlayamadığı ve ancak onun kullanımında belirsiz bir iyileştirme sağlayabildiğinden, bir borcun (muttuum) faiz ya da kârının, sermayenin bollaşması ile sürekli bir düşme eğilimi gösteriyor olmasına karşın, rant, sanayinin yetkinleşmesi ile, ki bu toprak kullanımında iyileşme sağlar, sürekli artma eğilimindedir. ... İşte böyledir özünde rant." (c. II, s. 265.) 

Bu kez, M. Proudhon, rantın özgül nitelikteki bir sermayeden türetildiğini söylemesi bir yana, rantta faizin tüm özelliklerini de buluyor. Bu sermaye, topraktır, "maddede herhangi bir iyileştirme sağlayabilen" ölümsüz bir sermayedir. Uygarlığın giderek hızlanan ilerlemesi karşısında faiz sürekli düşme eğilimi gösterirken, rant sürekli yükselme eğilimi gösteriyor. Faiz, sermayenin bolluğu yüzünden düşüyor; rant ise, sanayide gerçekleştirilen ve toprağın daha da iyi kullanılması ile sonuçlanan iyileşmelerden ötürü yükseliyor. 

İşte böyledir özünde M. Proudhon'un görüşü. 

İlkin, rantın sermayeye ödenen faiz olduğunu söylemenin ne ölçüde doğru olduğunu inceleyelim. 
Toprak sahibinin kendisi için rant, toprağı satın alırken yatırdığı sermaye üzerinden almakta olduğu ya da toprağı  satmış olsaydı eline geçecek olan sermaye üzerinde almış olacağı faizi temsil eder. Ama toprağı alıp satmakla yalnızca rantı alıp satmış olur. Kendisini rant alıcısı yapmak için ödediği fiyat, genel faiz oranı tarafından düzenlenir ve bunun, rantın gerçek yaratılışı ile hiçbir ilgisi yoktur. Toprağa yatırılmış sermaye üzerinden alınan faiz, imalata, ya da ticarete yatırılmış sermayeden elde edilenden genellikle daha düşüktür. Demek ki, toprağın sahibi için temsil ettiği faiz ile rant arasında hiçbir ayrım yapmayanlara göre, toprak sermayesi üzerinden sağlanan faiz, öteki sermayeden sağlanan faizden daha da azdır. Ama bu, rantın alış ya da satış fiyatı, rantın pazarlanabilir değeri, sermayeleştirilmiş rant sorunu değil, rantın kendi sorunudur. 

Çiftlik kirası, gerçek ranttan ayrı olarak, toprakta cisimleşmiş sermayenin faizini de içerebilir. Bu durumda toprak beyi, çiftlik kirasının bu bölümünü toprak beyi olarak değil, ama bir kapitalist olarak alır, ama üzerinde durmamız gereken gerçek rant bu değildir. 

Bir üretim aracı olarak işlenmediği sürece, toprak sermaye değildir: Toprak da tıpkı bütün öteki üretim aletleri gibi, sermaye olarak artırılabilir. Maddesine, M. Proudhon'un dilini kullanalım, eklenen bir şey yoktur, ama üretim aletleri olarak iş gören topraklar çoğaltılır. Zaten üretim araçları biçimine dönüştürülmüş bulunan topraklara daha çok sermaye yatırma olgusu, toprağa madde olarak, yani toprağın boyutlarına bir şey eklemeksizin toprağı sermaye olarak artırır. M. Proudhon'un toprağı, madde olarak, sınırlılığı içinde ele alınan yeryüzüdür. Toprağa atfettiği ölümsüzlüğe gelince, madde olarak bu erdeme sahip bulunduğunu teslim etmeye hazırız. Ancak, sermaye olarak ise toprak, herhangi bir başka sermayeden daha ölümsüz değildir. Altın ve gümüş, ki onlar da faiz getirir, toprak kadar dayanıklı ve ölümsüzdürler. Toprak fiyatı yükselirken altın ve gümüşün fiyatları düşüyorsa, bu, onların azçok ölümsüz yaratılışta olmalarından değildir elbette. 

Sermaye olarak toprak, sabit sermayedir; ama sabit  sermaye de, tıpkı döner sermaye gibi, tükenir. Toprak iyileştirmeleri, yenilenmeyi ve bakımı gerektirir; bunlar ancak belirli bir süre dayanırlar; ve bu, maddeyi üretim aracına dönüştürmek için yapılan bütün öteki iyileştirmelerle olan ortak noktalarıdır. Toprak, sermaye olarak ölümsüz olmuş olaydı, bazı topraklar bugün sahip olduklarından çok değişik bir görünümde olurlardı ve bizim de Roma Campagnası'nı, Sicilya'yı, Filistin'i eski bolluklarının debdebesi içinde görmemiz gerekirdi. 

Yapılan iyileştirmelerin toprakta cisimleşmiş olarak kalmalarına karşın, toprağın sermaye olarak yok olabileceği durumlar bile vardır. 

İlkin, bu durum, gerçek rantın, yeni ve daha verimli toprakların rekabeti ile ortadan kalktığı zaman görülür; ve ikinci olarak da, bir zamanlar değerli olabilecek iyileştirmeler, tarım bilimindeki gelişmelerden ötürü evrenselleştikleri an, değerli olmaktan çıkarlar. 

Toprağın sermaye olarak temsilcisi, toprak beyi değil, çiftçidir. Toprağın sermaye olarak getirdiği gelir, faiz ve sınai kârdır, rant değil. Böyle faiz ve kâr getiriyor olmalarına karşın, hiçbir rant getirmeyen topraklar da vardır. 

Kısacası, faiz getirdiği kadarıyla toprak, toprak sermayesidir, ve toprak sermayesi olarak toprak, rant getirmez, toprak mülkiyeti değildir. Rant, toprağın azçok sağlam, azçok dayanıklı olan yaratılışının bir sonucu olamaz. Rant, toplumun ürünüdür, toprağın değil. 

M. Proudhon'a göre, "toprak kullanımındaki iyileştirme" –"sanayideki yetkinleşmenin" bir sonucu– rantta sürekli bir yükselmeye yolaçar. Oysa tersine, bu iyileştirme, rantta devresel düşüşlere yolaçar. 
Tarımda olsun, imalatta olsun, herhangi bir iyileştirme genel olarak nedir? Aynı emekle daha çok üretmek; daha az emekle aynı, ya da hatta daha çok üretmek. Bu iyileştirmeler sayesindedir ki, çiftçi, göreli olarak daha küçük bir ürün için daha çok miktarda emek kullanmaktan kurtulur. Bundan ötürü, daha düşük kalitede toprak kullanmasına gerek kalmaz ve ardarda aynı toprağa yatırılmış olan sermaye bölümleri, eşit üretkenlikte kalırlar. 

Demek ki, bu iyileştirmeler, M. Proudhon'un söylediği gibi rantı sürekli yükseltmek bir yana, tersine, rantın yükselmesini önleyen birçok geçici engel durumuna gelirler. 

17. yüzyılın İngiliz toprak sahipleri bu gerçeğin o denli farkındaydılar ki, gelirlerinin azalacağı korkusuyla tarımın ilerlemesine karşı çıkmışlardı. (Bkz: Petty, Charles II zamanındaki bir İngiliz iktisatçısı[50].) 

BEŞ 
GREVLER VE İŞÇİ DAYANIŞMALARI

"ÜCRETLERDEKİ her artış, tahılın, şarabın vb. fiyatını yükseltmekten, yani kıtlık yaratmaktan başka bir sonuç veremez. Çünkü ücretler nedir ki? Tahılın vb. maliyet fiyatıdırlar; her şeyin tamamlayıcı fiyatıdırlar. Daha da öteye gidebiliriz: ücret, zenginliği oluşturan ve her gün kendilerini yeniden üretecek bir biçimde emekçi yığınları tarafından tüketilen öğelerin orantısıdır. Şimdi, ücretleri iki katına yükseltmek demek ... üreticilerden herbirine kendi ürünlerinden daha büyük bir pay vermek demektir, ki bu çelişiktir, ve eğer bu yükselme ancak az sayıda sanayiyi kapsayacak olursa, değişimde genel bir kargaşalığa yolaçar; tek sözcükle, bir kıtlık. ... İlan ediyorum ki, ücretleri artıran grevlerin fiyatlarda genel bir yükselme ile sonuçlanmaması olanaksızdır: bu iki kere ikinin dört etmesi kadar kesindir." (Proudhon, c. I .s. 110 ve 111.)

İki kere ikinin dört etmesi dışında, biz bütün bu iddiaları reddediyoruz. 

Her şeyden önce, fiyatlarda genel artış diye bir şey yoktur. Her şeyin fiyatı ücretlerle aynı zamanda iki katına çıkacak olursa, fiyatlarda bir değişme olmaz, tek değişiklik terimlerdedir. 

Sonra gene, ücretlerde genel bir artış, hiçbir zaman malların fiyatlarında az ya da çok genel bir artış getirmez. Gerçekte, her sanayide sabit sermayeye ya da kullanılan aletlere oranla aynı sayıda işçi çalıştırılıyorsa, ücretlerde genel bir yükselme, kârlarda genel bir düşme yaratacaktır ve malların yürürlükteki fiyatlarında hiçbir değişme olmayacaktır. 

Ama el emeğinin sabit sermayeye olan oranı her sanayide aynı olmadığına göre, göreli olarak daha büyük bir sermaye kitlesi ve daha az sayıda işçi kullanan bütün sanayiler, er ya da geç, mallarının fiyatlarını düşürmek zorunda kalacaklardır. Mal fiyatlarının düşürülmediği tersi durumda ise, kârlar olağan kâr oranlarının üstüne çıkacaktır. Makineler, ücretli insan değildir. Bundan ötürü, ücretlerdeki genel yükselme, işçiden çok makine kullanan sanayileri ötekilere kıyasla daha az etkileyecektir. Ama rekabet, kâr oranlarını hep bir düzeye getirme eğiliminde olduğundan, ortalama oranın üstüne çıkan kârlar geçici olmak zorundadırlar. Demek "ki, birkaç dalgalanmanın dışında, ücretlerde genel bir artış, M. Proudhon'un dediği gibi, fiyatlarda genel bir yükselmeye değil, kısmi bir düşmeye, yani esas olarak makine yardımıyla yapılmış malların yürürlükteki fiyatlarında bir düşmeye yolaçar. 

Kârlardaki ve ücretlerdeki yükselme ve düşmeler, çoğu durumda, ürünün fiyatını etkilemeksizin, kapitalist ve işçilerin, bir günlük çalışmanın ürünündeki pay oranlarını ifade eder yalnızca. Ama, "ücretlerde bir artış getiren grevlerin fiyatlarda genel bir yükselme ile, hatta bir kıtlık ile sonuçlanması" – bunlar ancak anlaşılmamış bir şairin beyninde yeşerebilecek düşüncelerdir. 

İngiltere'de grevler, düzenli olarak, yeni makinelerin icadına ve uygulanmasına yolaçmıştır. Denilebilir ki, makineler, uzmanlaşmış emeğin grevlerini bastırmak için kapitalistler tarafından kullanılan silahlardır. Otomatik iplik bükme makinesi, modern sanayinin bu en büyük icadı, isyan durumunda olan iplikçileri eylem-dışı bırakmıştır. Mekanik dehanın çabalarını kendilerine karşı tepki göstermeye yöneltmek dışında başka bir etkiye sahip olmasalardı bile, dayanışma ve grevlerin sanayinin gelişmesi üzerindeki etkisi gene de büyük olurdu. 

"M. Leon Faucher tarafından ... Eylül 1845'te yayınlanan bir makalede"[51] diye devam ediyor M. Proudhon, "bir süreden beri İngiliz işçilerinin dayanışma alışkanlıklarını bırakmış olduklarını görüyorum, ki bu, onlar hesabına, kutlanacak bir ilerlemedir elbet: ama işçilerin ahlaklarındaki bu düzelme esas olarak onların ekonomik eğitimlerinden gelmektedir. 'Ücretler imalatçılara bağlı değildir' diye bağırıyordu bir iplik fabrikası işçisi Bolton toplantısında. 'Bunalım dönemlerinde patronlar, sözgelimi, zorunluluğun kendisini onlarla silahlandırdığı kırbaçlardır ancak, ve isteseler de istemeseler de vurmak zorundadırlar. Düzenleyici ilke, arzın talebe olan ilişkisidir; ve patronlar bu güce sahip değillerdir.' ... Aferin" diye haykırır M. Proudhon "Bunlar iyi eğitilmiş işçiler, örnek işçiler, vb., vb., vb.. Bu sefalet İngiltere'de yoktu; Kanalı[52] da geçmeyecektir." (Proudhon, c. I, s. 261 ve 262.) 

Bolton, İngiltere'deki bütün kentler arasında radikalizmin en gelişmiş olduğu kenttir. Bolton işçileri en devrimci işçiler olarak tanınırlar. Tahıl yasalarının kaldırılması için İngiltere'de girişilen büyük ajitasyon sırasında İngiliz imalatçıları, toprak sahipleriyle, ancak işçileri öne sürerek başa çıkabileceklerini düşünmüşlerdi: Ama işçilerin çıkarları imalatçıların çıkarlarına, imalatçıların çıkarlarının toprak sahiplerinin çıkarlarına olduğundan daha az karşıt olmadığından, imalatçıların işçi toplantılarında gösterdikleri başarıların kötü olması doğaldı. İmalatçılar ne yaptılar? Görünüşü [sayfa 167] kurtarmak için, büyük çapta ustabaşlarından, kendilerine bağlı az sayıda işçiden ve zanaatın gerçek dostlarından oluşan toplantılar örgütlediler. Daha sonraları, gerçek işçiler, Bolton ve Manchester'de olduğu gibi, patronları protesto etmek için bu düzmece gösterilere katılmaya kalkıştıklarında, bunun bir biletli toplantı –yalnızca giriş kartına sahip olanların kabul edildikleri bir toplantı– olduğu gerekçesiyle katılmaları yasaklandı. Oysa duvarlara asılmış olan afişler, açık toplantı duyurusu yapıyorlardı. Bu toplantıların her yapılışında imalatçıların gazeteleri, yapılan konuşmaların tantanalı ve ayrıntılı haberlerini veriyorlardı. Bu konuşmaları yapanların ustabaşıları olduklarını belirtmenin gereği yok. Londra gazeteleri bu konuşmaları sözcüğü sözcüğüne basıyorlardı. M. Proudhon'un bahtsızlığı, ustabaşılannı sıradan işçi olarak görmesi ve bunların Kanalı geçmemelerini tembihlemesidir. 

1844 ve 1845'teki grevlere öncekilere kıyasla daha az dikkat çektilerse, bunun nedeni, 1844 ve 1845'in İngiliz sanayiinin 1837'den beri gördüğü bolluğun ilk iki yılı olmasıdır. Buna karşın, sendikalardan hiçbiri dağıtılmamıştı. 

Şimdi Bolton'lu ustabaşılarına kulak verelim. Bunlara göre imalatçıların ücretler üzerinde hiçbir egemenlikleri yoktur; çünkü dünya piyasası üzerinde hiçbir egemenlikleri yoktur. Bu nedenden ötürü, patronlardan ücret artışı koparmak için dayanışmaların yapılmaması gereğinin anlaşılmasını isterler. M. Proudhon ise, bunun tersine, beraberlerinde genel bir kıtlık getirecek bir ücret artışına yolaçar korkusuyla, dayanışmaları yasaklamaktadır. Ustabaşılarıyla M. Proudhon arasında bir noktada bir entente cordiale[53] olduğunu belirtmemize gerek yok. Bu nokta ücretlerde bir artışın, ürün fiyatlarındaki artışla eşdeğer olduğudur. 

Ama M. Proudhon'un duyduğu hıncın nedeni gerçekten de bir kıtlık korkusu mudur? Hayır. Çok basit, Bolton ustabaşıları onu tedirgin ediyorlar, çünkü bunlar değeri arz ve taleple belirliyorlar ve bu konuda Tanrının da onlardan yana [sayfa 168] olduğu kalıcı değişilebilirlik ve bütün öteki ilişki oransızlıkları ve oransallık ilişkileri de dahil olmak üzere, oluşmuş değeri, oluşma durumuna girmiş değeri, değerin oluşmasını pek hesaba katmıyorlar. 

"Bir işçi grevi, yalnızca ceza yasası öyle dediği için değil, ekonomik sistemden, kurulu düzenin zorunluluğundan ötürü de yasadışıdır. ... Her işçinin birey olarak kendisini ve ellerini özgürce kullanması hoş görülebilir, ama işçilerin dayanışma ile tekel yaratmak için zor kullanmaya girişmeleri toplumun hoşgörebileceği bir şey değildir." (c. I, s. 334 ve 335.) 

M. Proudhon, ceza yasasının bir maddesini burjuva üretim ilişkilerinin zorunlu ve genel sonucu diye yutturmak istiyor. İngiltere’de bu dayanışma, bir parlamento yasası ile tanınmıştır ve parlamentoyu yasayı tanımaya zorlamış olan ekonomik sistemdir. 1825'te, bakan Huskisson zamanında parlamento, yasayı serbest rekabetin ortaya çıkardığı koşullara daha da yaklaştırmak için değiştirmek zorunda kaldığından, işçi dayanışmalarını yasaklayan diğer bütün yasaların da kaldırılması gerekmişti. Modern sanayi ve rekabet ne denli gelişirse, dayanışmayı ortaya çıkaran ve güçlendiren o denli çok öğe vardır ve her geçen gün güçlenen bir ekonomik olgu durumuna gelir gelmez, dayanışmanın, çok geçmeden bir yasal olgu halini alması da kaçınılmazdır. 

Demek ki, ceza yasasının bu maddesi, olsa olsa modern sanayi ve rekabetin Kurucu meclis ve imparatorluk devrinde henüz yeterince gelişmemiş bulunduklarını kanıtlar.[a17] 

İktisatçılar ve sosyalistler[54] bir noktada anlaşıyorlar: dayanışmaların kınanması. Ancak, bu kınamada farklı güdülere sahipler. 

İktisatçılar işçilere şöyle diyorlar: Dayanışmayın. Dayanışmakla sanayinin düzgün ilerlemesini engelliyorsunuz, imalatçıların aldıkları siparişleri karşılamalarını önlüyorsunuz, ticareti tedirgin ediyorsunuz ve makinelerin istilasını [sayfa 169] hızlandırıyorsunuz, ki bu, emeğinizin bir kesimini yararsızlaştırdığından, sizi daha düşük bir ücret kabullenmeye zorluyor. Ayrıca, ne yaparsanız yapın, ücretleriniz her zaman talep edilen emek ile arz edilen emek arasındaki ilişki ile belirlenecektir ve ekonomi politiğin ölümsüz yasalarına karşı başkaldırmak sizler için saçma olduğu kadar tehlikeli bir çabadır da. 

Sosyalistler işçilere şöyle diyorlar: Dayanışmayın, çünkü bununla zaten ne elde edeceksiniz ki? Ücretlerde bir yükselme mi? İktisatçılar size çok açık bir biçimde tanımayacaklardır ki, başarıya ulaşıp da, bir an için birkaç peni kazansanız bile, bunun ardından sürekli bir düşüş gelecektir. Usta hesapçılar size tanıtlayacaklardır ki, sağladığınız bu ücret artışıyla dayanışmanın örgütlenmesi ve sürdürülmesi için yapılmış olan masrafları kapamak bile yıllar alacaktır. 

Ve biz, sosyalistler olarak, size deriz ki, para sorununun dışında, siz, her şeye karşın, gene işçi olmaya devam edeceksiniz ve patronlar da patron olmaya, tıpkı daha önce olduğu gibi. Öyleyse dayanışma yok! Politika yok! Çünkü dayanışmaya girmek, politikayla uğraşmak değil midir? 

İktisatçılar, işçilerin, kurulmuş bulunan ve kendilerince elkitaplarında kesinlikle belirtilmiş olan toplum içinde kalmalarını istiyorlar. 

Sosyalistler, işçilerden, onlar için bunca öngörüşlülükle hazırlamış oldukları yeni topluma daha iyi bir giriş yapabilmeleri için, eski toplumu kendi haline bırakmalarını istiyorlar. 

Bunların her ikisine karşın, elkitaplarında ve ütopyalara karşın, dayanışma, ilerlemekten ve modern sanayinin gelişip büyümesiyle birlikte, büyümekten bir an için bile geri kalmamıştır. Ve şimdi öyle bir aşamaya varmış bulunmaktadır ki, herhangi bir ülkede dayanışmanın gelişme derecesi, o ülkenin dünya pazarı hiyerarşisinde tuttuğu yerin açık göstergesi olmaktadır. Sanayii en yüksek gelişme derecesine ulaşmış olan İngiltere, en büyük ve en iyi örgütlenmiş dayanışmalara sahiptir.

İngiltere'de işçiler, geçici bir grev dışında başka hiçbir amaç taşımayan ve bu grevden sonra yok olan kısmi dayanışmalarla yetinmemişlerdir. İşverenlerle savaşımlarında işçilere siper hizmeti gören kalıcı dayanışmalar, sendikalar, kurulmuştur. Ve şu anda bütün bu yerel sendikalar, Ulusal Birleşmiş Sendikalar Derneğinde[a18] toplanmış bulunmaktadırlar. Bu derneğin merkez komitesi Londra'dadır ve üye sayısı daha şimdiden 80.000'e ulaşmıştır. Bu grevlerin, dayanışmaların ve sendikaların örgütlenmesi, şimdi çartist adıyla büyük bir siyasal parti oluşturmuş bulunan işçilerin siyasal savaşımı ile birlikte yürümüştür. 

İşçilerin kendi aralarındaki ilk birleşme çabaları, her zaman dayanışmalar biçiminde olur. 

Büyük sanayi, birbirlerini tanımayan insan kalabalıklarını bir yerde yoğunlaştırır. Rekabet, bunların çıkarlarını böler. Ama ücretlerin korunması, patronlarına karşı sahip oldukları bu ortak çıkar, onları ortak bir direnme düşüncesinde birleştirir – dayanışma. Demek ki, dayanışmanın her zaman ikili bir amacı vardır, işçiler arasındaki rekabeti durdurmak, ki böylelikle kapitalistlerle olan genel rekabetlerini sürdürebilsinler. 

Direnmenin ilk amacı, yalnızca ücretleri korumaktan ibaretse de, ilkönceleri birbirlerinden kopuk olan dayanışmalar, kapitalistler de kendi paylarına bunları bastırma amacıyla birleştikçe, kendilerini gruplar biçiminde oluştururlar ve her zaman birlik olan sermaye karşısında birliğin korunması, ücretlerin korunmasından daha gerekli hale gelir. Bu o denli doğrudur ki, işçilerin birlik uğruna ücretlerinin büyük bir kısmını feda etmeleri karşısında İngiliz iktisatçılar şaşırıp kalmaktadırlar, çünkü bu iktisatçıların gözünde, bu birlikler yalnızca ücretler için kurulmuşlardır. Bu savaşımda –gerçek bir iç savaş– yaklaşmakta olan bir savaş için gerekli bütün öğeler birleşir ve gelişirler. Savaşımda bir kez bu noktaya ulaştı mı, birlik, politik bir nitelik alır. 

Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınlarını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir [sayfa 171] durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde bu yığın birleşir, ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur. Ama sınıfın sınıfa karşı savaşımı, politik bir savaşımdır. 

Burjuvazide birbirinden ayırt etmemiz gereken iki evre vardır: feodalizm rejimi ve mutlak krallık altında kendisini bir sınıf olarak oluşturduğu evre, ve zaten oluşmuş bir sınıf olarak toplumu bir burjuva toplumu yapmak için feodalizmi ve krallığı yıktığı evre. Bu evrelerden ilki, daha uzun olanı ve büyük çabalar gerektireni idi. Bu da feodal beylere karşı kısmi dayanışmalarla başlamıştır; 

Komünlerden bir sınıf olarak oluşmasına dek burjuvazinin içinden geçmiş olduğunu değişik tarihsel evreleri ortaya çıkarmak için çok araştırma yapılmıştır. 

Ama sorun, proleterlerin bir sınıf olarak örgütlenmelerinin, gözlerimizin önünde yürüttükleri grevlerin, dayanışmaların ve diğer biçimlerin dikkatli bir incelenmesinin yapılması oldu mu, bazıları gerçek bir korkuya kapılırken, bazıları da metafizik bir küçümseme gösteriyorlar. 

Ezilmekte olan bir sınıfın varlığı, uzlaşmaz sınıf karşıtlığı üzerine kurulmuş her toplumun hayati koşuludur. Ezilen sınıfın kurtuluşu demek, yeni bir toplumun yaratılması demek olmaktadır böylece. Ezilen sınıfın kendisini kurtarabilmesi için, o ana dek elde edilmiş üretici güçlerle varolan toplumsal ilişkilerin artık yanyana varolamamaları gerekir. Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın kendisidir. Devrimci öğelerin bir sınıf olarak örgütlenmeleri, eski toplumun bağrından doğabilecek bütün üretici güçlerin varolmalarını öngörür. 

Bu eski toplumun yıkılmasından sonra yeni bir politik iktidarla sonuçlanacak yeni bir sınıf egemenliği mi demektir? Hayır. 

Üçüncü ayrıcalıklı katmanın, yani burjuva düzeninin  kurtuluş koşulu, nasıl tüm katmanların[55] ve tüm zümrelerin kaldırılması olduysa, işçi sınıfının kurtuluş koşulu da bütün sınıfların kaldırılmasıdır. 

İşçi sınıfı, kendi gelişim hareketi içinde, eski uygar toplumun yerine sınıfları ve onların uzlaşmaz karşıtlıklarını dışta bırakacak bir birlik koyacaktır ve bu anlamıyla, politik iktidar diye bir şey artık kalmayacaktır, çünkü politik iktidar, uygar toplumdaki uzlaşmaz karşıtlığın resmî ifadesinden başka bir şey değildir. 

Bu arada, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, bir sınıfın öteki sınıfa karşı savaşımıdır, öyle bir savaşım ki, en yüksek ifadesinde götürüldüğünde toptan bir devrim olur. Gerçekten de, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulmuş bir toplumun nihai denouement[56] olarak vahşi çelişki ile, bedenin bedenle çarpışması ile son bulmasında şaşılacak bir şey var mı? 

Toplumsal hareketin politik hareketi içermediğini söylemeyin. Aynı zamanda toplumsal olmayan bir politik hareket hiçbir zaman yoktur. 

Ancak sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının artık bulunmadığı bir düzendedir ki, toplumsal evrimler, politik devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana dek, toplumun her genel yeniden altüst oluşunun arifesinde, toplumsal bilimin son sözü hep şu olacaktır:
"Le combat ou la mort; la lutte sanguinaire ou le néant. C'est ainsi que la question est invinciblement posée." George Sand.
"Ya savaş, ya ölüm; ya kanlı savaşım, ya yokolma. Sorun işte böyle amansızca konulmuştur."




Blogger tarafından desteklenmektedir.