KUVVETLERİN MEKAN İÇİNDE TOPLANMASI
BÖLÜM XI
KUVVETLERİN MEKAN İÇİNDE TOPLANMASI
En iyi strateji her zaman çok kuvvetli olmaktır: önce genel olarak, sonra kaderi tayin edecek noktada. Orduların yaratılmasına ilişkin çabaların dışında —ki bu her zaman komutanın elinde olan bir şey değildir— stratejinin en büyük ve en basit yasası kuvvetleri bir noktaya yığmaktır. Zorlayıcı bir neden bulunmadıkça, asıl ordunun en küçük bir parçası bile ayrılmamalıdır. Güvenilir bir kılavuz saydığımız bu ilkeye sımsıkı sarılıyoruz. Kuvvetleri parçalara ayırmanın makul nedenlerinin neler olabileceğini sırası gelince göstermeye çalışacağız. O zaman bu ilkenin her zaman aynı sonuçları meydana getirmeyebileceğini, bunların amaç ve araçlara göre değişebileceğini göreceğiz.
İnanılmaz bir şey gibi görünürse de, silahlı kuvvetler nedeni doğru dürüst bilinmeyen eski ve karanlık bir gelenek uyarınca yüzlerce kez bölünmüş ve ayrılmışlardır.
Bütün silahlı kuvvetlerin bir yerde toplanmasını bir kural, her türlü ayrılma ve bölünmeyi ise bir gerekçeye dayanması gereken bir sapma olarak kabul edecek olursak, sadece bu çılgınlıktan kaçınmış olmakla kalmayız, birliklerin parçalanmasına yol açan bir çok asılsız nedenleri de etkisiz kılmış oluruz.
BÖLÜM XII
KUVVETLERİN ZAMAN İÇİN DE TOPLANMASI
Burada, gerçek hayatta somutlaştığı zaman bir çok hayallere yol açan bir kavram üzerinde duracağız. Onun için (sayfa 245) bu konudaki düşüncelerimizi tanımlayıp geliştirmenin yararlı olacağını düşünüyor ve kısa bir tahlil yapmamızın hoş görüleceğini umuyoruz.
Savaş karşıt kuvvetlerin çarpışmasıdır; bundan çıkan sonuç şudur ki, daha kuvvetli olan doğal olarak daha zayıf olanı imha etmekle kalmayıp atılımlarında onu peşinden sürükler. Bu aslında kuvvetlerin peşpeşe kademeli olarak harekete geçirilmesine engel olur; bütün kuvvetlerin tek bir çarpışmayı hedef alarak kullanılması savaşın temel kuralıdır.
Bu gerçekte de böyledir, ama yalnız savaşın pratikte de mekanik bir çarpışmaya benzediği ölçüde; yoksa savaş, birbirini karşılıklı olarak tahrip eden kuvvetlerin sürekli bir etkileşmesi oldukça, bu kuvvetlerin art arda eylemlerini tasavvur etmek mümkündür. Taktik alanda durum budur; başta, ateşli silahlar her türlü taktiğin temelini teşkil ettiği için, fakat aynı zamanda başka nedenlerle. Ateşli silahlarla yapılan bir çarpışmada, 1000 kişi 500 kişinin karşısına çıkarsa, kayıp sayısı düşman kuvvetleri ile kendi kuvvetlerimizin toplamıdır. Gerçi bin kişi 500 kişiden iki kat daha fazla ateş eder, fakat bin kişi 500 kişiden daha fazla isabet alacaktır, çünkü bunların safları her halde daha sık olacaktır. Eğer mermilerin hedefe isabetini iki misli olarak kabul edecek olursak, her iki tarafın kayıpları aynı olacaktır. Örneğin, 500 kişi arasından 200 kişi saf dışı olmuşsa, 1000 kişiden de 200'ü saf dışı kalmış olacaktır. Şimdi eğer bu 500 kişinin tamamen ateş dışında bırakılmış aynı sayıda yedek kuvveti bulunsaydı, her iki tarafın da cepheye sokacak 800 askeri olurdu; yalnız şu farkla ki, bir taraf elinde cephanesi hiç eksilmemiş 500 kişilik taze ve zinde bir kuvvet bulundurduğu halde, öbür taraf, hepsi de dağılmış, kuvvetten düşmüş, yeterli cephaneden yoksun 800 kişi ile kalmış olurdu. Gerçi 1000 kişinin sayıları iki kat olduğu için 500 kişiye oranla iki kat daha fazla kayba uğrayacakları varsayımı doğru değildir; bu itibarla, kuvvetlerinin yarısını yedekte tutmuş olan tarafın verdiği daha büyük kayıp onun (sayfa 246) hesabına sakıncalı bir durum sayılmalıdır. Sonra şunu da hesaba katmamız gerekir ki, çoğu zaman 1000 kişi belki daha ilk anda düşmanı mevziinden atmayı ve geri çekilmeye zorlamayı başarır. Bu iki avantajın muharebeden yorgun düşmüş ve bir ölçüde çözülmüş 800 kişi ile, aşağı yukarı aynı sayıda ve üstelik 500 taze askeri olan bir düşmanın karşısına çıkmanın sakıncasını telafi edip etmeyeceği sorununa gelince, bunu tahlille kestirmek mümkün değildir. Bunun için tecrübeye başvurmak gerekir, ve savaş tecrübesi olan her subay genellikle taze kuvvetleri olan tarafa daha çok şans tanıyacaktır.
Görülüyor ki, muharebede fazla sayıda kuvvet kullanmak sakıncalı olabilir. Sayıca üstünlüğün ilk anlarda sağladığı yararlar ne kadar büyük olursa olsun, bir süre geçtikten sonra bunu pahalıya ödemek zorunda kalabiliriz.
Bununla birlikte, bu tehlike ancak kargaşalık, çözülme ve zayıflama durumu devam ettikçe, bir kelime ile, zaferle sonuçlanan muharebeler dahil her muharebenin özünde yatan krize kadar sürer. Bu güçsüz durumda, nispeten taze bir kuvvetin müdahalesi kader tayin edici bir faktör olabilir.
Fakat zaferin bu çözülme yaratan etkisi geçip de, her zaferin beraberinde getirdiği manevi üstünlük hükmünü sürdürmeye başladığı noktada, taze kuvvetler uğranılan ,kayıpları karşılamaya yetmez artık, dalgalar onları sürükleyip götürür. Yenilmiş bir ordu, kuvvetli yedekleri sayesinde ertesi günü toparlanıp muzaffer çıkamaz. İşte burada taktik ile strateji arasındaki en esaslı farklardan birinin kökeni karşısında bulunuyoruz.
Mesele şudur: taktik sonuçlar, yani muharebenin içinde muharebe bitmeden yer alan sonuçlar, çoğunlukla bu çözülme ve zayıflama döneminin sınırları içinde kalır; oysa, stratejik sonuçlar, yani muharebenin bir bütün olarak ele alınan sonuçları, büyük veya küçük olsun elde edilen zafer bu dönemin dışında kalır. Stratejik sonuç, ancak kısmi muharebelerin sonuçları bağımsız bir bütün halinde birleştirildikten sonra meydana çıkar. O zaman kriz hali de sona erer, kuvvetler başlangıçtaki durumlarını alırlar ve ancak gerçekten imha edilmiş, saf dışı bırakılmış oldukları ölçüde zayıflamış olurlar.
Bu farkın ortaya koyduğu sonuç şudur ki, taktik, kuvvetlerini birbiri arkasından kullanabilir, fakat strateji onları mutlaka aynı zamanda kullanmak zorundadır.
Eğer taktikte ilk başarı kesin değilse, ilerisi için kuşku duyuluyorsa ilk anda elde edilecek başarı için ancak yeteri kadar kuvvet kullanılmasından daha doğal bir şey olamaz; bu takdirde yedeklerimizi ateş hattının dışında tutar, göğüs göğüse çarpışmalara sokmayız, ilerde taze kuvvetlerin karşısına taze kuvvetler çıkarmayı veya bunlarla yıpranmış ve zayıflamış kuvvetleri yenmeyi amaçlarız.
Stratejide ise durum farklıdır. Bir yandan, demin gösterdiğimiz gibi, stratejinin bir keze zafer kazanıldıktan sonra talihin dönmesinden korkmasına gerek yoktur, çünkü, bu zafer krizin sonu demektir. Öte yandan, stratejik olarak kullanılan bütün kuvvetler mutlaka zayıflamış olmaz. Sadece düşmanla taktik çatışmaya geçmiş, yani kısmi bir muharebeye girmiş olan kuvvetler zayıflamış olur; onları lüzumsuz yere harcamadığımız takdirde, kayıplarımız asgari düzeyde kalır, düşmanla stratejik çatışma halindeki bütün kuvvetlerimizi etkilemez. Sayıca üstünlükleri nedeniyle ya hiç dövüşmemiş ya da az dövüşmüş olan ve sadece varlıkları ile ağır basmış bulunan birlikler sonuçtan önceki durumlarını olduğu gibi muhafaza ederler ve tamamen hareketsiz kalmışcasına yeni çarpışmalar için hazır bulunurlar. Sayıca üstünlüğümüzü oluşturan bu birliklerin son başarımıza ne ölçüde katkıda bulunabilecekleri ortadadır; hatta bunların, bizim tarafımızda taktik çatışmaya girişmiş kuvvetlerin kaybını da önemli ölçüde azaltmaya katkıda bulunabileceklerini kolayca anlayabiliriz.
Madem ki, stratejide kayıplarımız kullanılan kuvvetlerle orantılı olarak artmamaktadır, hatta tam tersine (sayfa 248) azalmaktadır; ve madem ki, bizim için elverişli bir sonuç bu sayede daha kesin bir nitelik kazanmaktadır; o halde stratejide hiç bir zaman lüzumundan fazla kuvvet kullanmak diye bir şey söz korusu olamaz ve elimizdeki bütün kuvvetleri aynı zamanda kullanmamız gerekir.
Bu iddiamızı başka bir alanda da savunmak zorundayız. Şimdiye kadar sadece muharebenin kendisinden söz ettik. Muharebe gerçekten savaşın asıl faaliyetidir; fakat insanları, zamanı, yeri de, bu faaliyetin, etkileri göz önünde tutulması gereken unsurları olarak ele almamazlık edemeyiz.
Muharebenin vazgeçilmez şartları olmamakla birlikte, yorgunluk, zahmetler, mahrumiyetler savaşta, muharebeye sıkı sıkıya bağlı olan tahrip unsurlarıdır. Buna girmekle beraber, taktikte de yerleri vardır, hatta bu alanda özellikle etkili olabilirler; ne var ki, taktik hareketler daha kısa süreli olduğu için, fedakarlıkların ve çabaların etkileri kendilerini daha az hissettirirler. Buna karşılık, stratejide zaman ve mekan daha önemli olduğu için, bu unsurların etkileri yalnız her an kendilerini hissettirmekle kalmayıp, çoğu zaman kaderi tayin ederler. Muzaffer bir ordunun asıl kayıplarını muharebe meydanında değil, hastalık yüzünden verdiği görülmemiş bir şey değildir.
Öyleyse stratejide bu tahribat alanını, taktikte ateş altında ve göğüs göğüse çarpışmaları incelediğimiz gibi inceleyecek olursak, bu tahribata maruz kalan her şeyin seferin ya da her hangi bir stratejik aşamanın sonunda bitkin bir hale düşeceğini ve bu takdirde taze kuvvetlerin yetişmesinin kesin bir faktör teşkil edeceğini pekala tasavvur edebiliriz. Bundan belki şu sonucu çıkarmak isteyenler olabilir: Önceki durumda olduğu gibi, bu durumda da başlangıçta başarı kazanmak için mümkün olduğu kadar az kuvvet kullanmakla yetinmemiz gerekir: ta ki, taze kuvvetlerimizi muharebenin sonuna saklayabilelim.
Pratikte sık sık gerçekmiş gibi görünen bu kanıyı iyi değerlendirebilmek için, çeşitli yönleri üzerinde durmamız gerekir. İlk önce, salt takviye kavramını kullanılmamış taze kuvvetler kavramı ile karıştırmamak gerekir. Sonunda yenen tarafın da yenilen tarafın da kuvvetlerini arttırabilmeyi düşünmediği, bunu hararetle arzu etmediği pek az muharebe vardır. Biz burada bunu kastetmiyoruz. Çünkü muharebenin başında yeteri kadar büyük kuvvetler kullanılmış olsaydı, bu takviyeye ihtiyaç görülmüş olmayacaktı. Ancak, muharebe meydanına yeni gelen bir ordunun bir süredir orada bulunan bir orduya oranla daha üstün bir morale sahip olacağını iddia etmek deneylere ne derece aykırı ise, aynı şekilde, taktik bir yedek kuvvetin savaşın bütün sıkıntılarını çekmiş ve büyük kayıplara uğramış bir birlikten daha değerli olacağını savunmak da deneylere o derece aykırıdır. Talihsiz bir muharebe birliklerin cesaretini ve moralini ne kadar olumsuz yönden etkilerse, talihli bir muharebe bu askeri yetenekleri o kadar olumlu yönden etkiler; öyle ki, genellikle bu etkiler birbirini telafi eder, ve geriye net kazanç olarak savaş alışkanlığını edinmiş olmak kalır. Kaldı ki, burada başarısız muharebelerden çok başarılı muharebeleri ele almamız gerekir, çünkü başarısızlık önceden daha büyük bir olasılık olarak görünüyorsa, bu her halde kuvvetlerin ta başta yeterli olmadığı anlamına gelir, ve bu takdirde bunların bir kısmını ilerde kullanılmak üzere yedekte tutmak zaten söz konusu olamaz.
Bu noktayı böylece hallettikten sonra, geriye, çaba ve mahrumiyetlerin yol açtığı kayıpların, muharebede olduğu gibi, kuvvetin büyüklüğü ile orantılı olarak artıp artmadığını tespit etmek sorunu kalıyor. Buna kesinlikle "hayır" diyebiliriz.
Yorgunluk genellikle savaşın her anında ortaya çıkan tehlikelerin sonucudur. Bir yandan harekât planını güvenle uygulamaya devam ederken bütün bu tehlikelere göğüs germek, ordunun taktik ve stratejik hizmetlerine pek çok görev ve faaliyetler yükler. Ordu zayıfladığı ölçüde, bu görevleri yerine getirmek zorlaşır. Düşmana karşı üstünlüğü pekiştikçe, aksine kolaylaşır. Bundan kimin kuşkusu olabilir? O halde, çok daha zayıf bir düşmana karşı girişilecek bir sefer, sayıca eşit ya da üstün bir düşmana karşı girişilecek bir sefere oranla çok daha az çaba gerektirecektir.
Çaba ve yorgunluklar için söyleyeceklerimiz bu kadardır. Mahrumiyetlere gelince, durum biraz farklıdır. Bunlar başlıca iki türlüdür: yiyecek sıkıntısı ve birliklerin, ordugahlarda olsun konaklama yerlerinde olsun barınaktan yoksun olmaları. Bir noktada toplanan askerlerin sayısı ne kadar çoksa, bu güçlüklerin o nispette artacağı açıktır. Fakat öte yandan, üstün kuvvetlere sahip olmak, yayılmak ve daha çok yer bulmak, dolayısıyla yiyecek ve barınak sıkıntısını gidermek olanağı sağlamaz mı?
Napolyon 1812'de Rusya'da ilerlerken, ordusunu, o zamana kadar görülmemiş biçimde, tek bir yol üzerinde büyük yığınlar halinde toplamış ve bu suretle yine eşi görülmemiş mahrumiyetlere sebebiyet vermiş ise, bunun nedenini, her zaman savunduğu kesin sonuç alınabilecek noktada mümkün olduğu kadar kuvvetli olmak gerektiği ilkesinde aramak gerekir.
Bu ilkenin Rusya seferinde fazla ileri götürülüp götürülmediğini tartışmanın yeri burası değildir; muhakkak olan bir şey varsa, o da şudur ki, eğer Napolyon bu kararının sonucu olan mahrumiyetlerden kaçınmak istemiş olsaydı, daha geniş bir cephe boyunca ilerlemesi yeterdi. Rusya'da yer sıkıntısı diye bir şey söz konusu değildi; esasen yer darlığına pek az hallerde raslanır. Bu itibarla, bu örnek, çok üstün kuvvetlerin aynı zamanda kullanılmasının mutlaka daha büyük bir zayıflamaya yol açacağını kanıtlamak için kullanılamaz. Ama şimdi bir de rüzgar ve hava şartlarının ve savaşın kaçınılmaz yorgunluklarının, daha sonra kullanılmak üzere bir ek kuvvet olarak yedekte tutulmuş olabilecek birlikleri de etkilediğini ve zayıflattığını farzedelim. O zaman, böyle bir yedek kuvvetin ordunun tümünün yükünü hafifletmekte oynayabileceği olumlu role rağmen, yine durumu genel bir bakış (sayfa 251) açısından değerlendirmemiz ve kendimize şu soruyu sormamız gerekir: Kuvvetlerdeki bu azalma, sayıca üstünlüğümüzün bize bir kaç noktadan sağlayabileceği kuvvet kazancını dengelemeye yeterli sayılabilir mi?
Geriye incelemememiz gereken önemli bir nokta kalıyor. Kısmi bir muharebe söz konusu olduğu zaman, amaçladığımız büyük bir başarıyı kazanmak için gerekli kuvvetlerin miktarını yaklaşık olarak saptamak ve dolayısıyla ne kadarını muharebeye sokmaya ihtiyaç bulunmadığını tayin etmek o kadar zor bir iş değildir. Fakat stratejide bu hemen hemen imkansız gibidir, çünkü stratejik sonuç için, taktik sonucun tersine, belirli bir amaç çizilemediği gibi sınırları da o kadar dar tutulamaz. Taktikte kuvvet fazlalığı sayılabilecek bir durum stratejide, fırsat çıktığında başarıyı daha da genişletmenin bir aracı sayılmalıdır. Kuvvet kazancı başarının genişliği ile orantılı olarak artar; öyle ki, sayıca üstünlük, en titiz bir kuvvet tasarrufunun hiç bir zaman sağlayamamış olacağı bir düzeye kısa sürede varabilir.
Napolyon 1812'de ezici sayı üstünlüğü sayesinde Moskova'ya kadar ilerleyebilmiş ve bu önemli başkenti ele geçirebilmişti. Eğer bu üstünlük sayesinde ayrıca Rus ordusunu tamamen imha etmeyi başarabilmiş olsaydı, kuşkusuz belki de Moskova'da başka hiç bir şekilde sağlayamayacağı bir barışı imzalamak fırsatını bulmuş olurdu. Bu örneği sadece düşüncemize açıklık getirmek için gösteriyoruz, yoksa onu kanıtlamak için değil; tezimizi ispat etmek için uzun ve girift açıklamalarda bulunmak gerekir ki onun da yeri burası değildir.
Bütün bu mülahazalarımız, gerçek yedek kavramı ile değil, sadece kuvvetlerin birbiri ardından kullanılması fikri ile ilgilidir; gerçi bu arada sık sık yedek kuvvetlerden de söz etmek zorunda kaldık, fakat ikisi arasındaki yakın ilişkiye rağmen, yedek kuvvetler kavramı, bundan sonraki bölümde göreceğimiz gibi, daha başka fikirlerle ilintilidir.
Burada göstermek istediğimiz şey, taktik alanda askeri kuvvetin salt fiili kullanılma süresi nedeniyle zayıfladığı (sayfa 252) ve bu itibarla zaman faktörünün, stratejide olduğundan çok daha geniş ölçüde sonucu etkilediğidir. Stratejide de söz konusu olan zamanın yıkıcı etkisi, bir dereceye kadar muharip kuvvetlerin yoğunluğu ile telafi edilir, kısmen de başka yollardan giderilir. Strateji, birlikleri art arda kullanmak suretiyle zaman faktörünü kendine başlı başına bir müttefik yapamaz.
Başlı başına diyoruz, çünkü zamanın, bizzat yarattığı fakat kendisinden farklı olan başka koşullar yüzünden, taraflardan biri için arz edebileceği, hatta mutlaka arz ettiği, önem bambaşka bir şeydir; buna elbette kayıtsız kalamayız, nitekim bu konuyu ilerde ayrıca tahlil edeceğiz.
Şu halde ortaya koymak istediğimiz kural şudur: stratejik bir amaca yönelik mevcut kuvvetlerin tümü aynı zamanda harekâta sokulmalıdır; her şey tek bir hareket ve tek bir ana sıkıştırılabildiği ölçüde, başarımız doruk noktasına erişecektir.
Fakat stratejide de sürekli bir baskı ve sürekli etkiler vardır. Son başarıya ulaşmanın başlıca araçları oldukları için bunları ihmal etmeye hakkımız yoktur. Yani sürekli olarak yeni kuvvetler geliştirmemiz gerekir. Bu noktayı da başka bir bölümde inceleyeceğiz; ona burada değindiysek, bu sırf okuyucunun bize söylediğimiz bir şeyi söyletmemesi içindir.
Şimdi de, daha önceki mülahazalarımızla çok yakından ilgili bir soruna eğileceğiz. Konumuzun tümüne ışık tutacak olan bu sorun stratejik yedeklerdir.
BÖLÜM XIII
STRATEJİK YEDEKLER
Yedek bir kuvvetin birbirinden kesinlikle ayrılan iki görevi vardır: birincisi, muharebeyi uzatmak ve yenilemektir; ikincisi, beklenmedik bir durum karşısında kullanılmaktır. Birinci görev, kuvvetlerin birbiri ardından kullanılmasının yararlılığını tazammun eder ve bu yüzden stratejide söz konusu olamaz. Bir birliğin düşmek üzere olan bir yere gönderilmesi hali açıkça ikinci kategoriye girer, çünkü bu noktada gerekli olan direnmenin önceden yeterince kestirilemediği anlamına gelir. Fakat sadece muharebeyi uzatmakla görevlendirilen ve bu amaçla gerilerde yedekte tutulan bir birlik yalnız ateş hattının dışında bırakılmış bir birliktir; yoksa harekâtı idare eden komutanının emrindedir ve bu itibarla stratejik değil, taktik bir yedektir.
Fakat beklenmedik bir durum karşısında müdahale etmeye hazır bir birliğe stratejide de ihtiyaç hissedilebilir; dolayısıyla stratejik bir yedek kuvvet de olabilir, ama sadece umulmadık durumların ortaya çıkabileceği yerde. Taktikte, düşmanın aldığı tertibat genellikle ancak gözle görülebileceğinden, her orman, her ağaçlık, engebeli bir arazinin her kıvrımı düşmanı gizlemeye yarayabileceğinden, her an beklenmedik durumlarla karşılaşmak olasılığı vardır; onun için uyanık bulunmamız, zayıf görünen noktaları ilerde takviye etmek ve kuvvetlerimizin genel düzenini düşmanınkine uydurmak için gerekli tedbirleri almamız gerekir.
Buna benzer durumlar ister istemez stratejide de meydana çıkar, çünkü stratejik hareket taktik harekete doğrudan doğruya bağlıdır. Stratejide de birçok tedbirler ya doğrudan doğruya gözle görülen durumlara, ya doğruluğu şüpheli bilgilere, her gün, hatta her saat gelen raporlara, ya da muharebenin somut sonuçlarına göre alınır. Bu itibarla, ilerde kullanmak üzere, durumun belirsizliğinin derecesine göre, belirli bir kuvveti yedekte bırakmak stratejik komutanlığın başlıca görevlerinden biridir.
Genellikle savunma harekâtında, bilhassa ırmak, dağ, vb. gibi engebeli arazinin savunulmasında, böyle durumlar bilindiği gibi sık sık meydana gelir.
Fakat bu belirsizlik, stratejik faaliyet taktik faaliyetten uzaklaştıkça azalır ve politikanın sınırında hemen hemen tamamiyle ortadan kalkar.
Muharebeye götürülen düşman yürüyüş kollarının izledikleri yön ancak gözle görülebilir; bir ırmağı hangi noktadan geçmeyi tasarladıkları ancak son anda aldıkları tertibattan anlaşılabilir; düşmanın ülkemizi nereden istila etmeye hazırlandığı genellikle ilk kurşunun atılmasından çok önce bütün gazeteler tarafından haber verilir. Hazırlıklar ne kadar büyük çapta ise, baskına uğramak ihtimali o kadar azalır. Zaman ve yer o kadar geniş, harekâtın nedenleri o kadar bellidir ki, ya olacaklar önceden haber alınır ya da kolayca kestirilebilir.
Öte yandan, stratejinin bu alanında yedeklerin kullanılması —eğer yedeğimiz varsa— hazırlıklar ne kadar genel nitelikte olursa o kadar etkisiz kalır.
Kısmi bir muharebenin sonucunun kendi başına bir anlam taşımadığını, bütün kısmi muharebelerin sonuçlarının topyekün muharebenin sonucuna bağlı olduğunu görmüştük.
Bununla birlikte, topyekün muharebenin bu sonucu bile sadece nispi bir önem taşır ve derecesi, yenilen kuvvetin bütünün ne dereceye kadar büyük ve önemli bir parçasını teşkil ettiğine göre değişir. Bir kolordu tarafından kaybedilen bir muharebe ordunun kazanacağı bir zaferle telafi edilebilir; bir ordunun yenilgisi bile daha büyük bir ordunun zaferi ile sadece dengelenmiş olmakla kalmaz, belki mutlu bir sonuca dönüşebilir (Kulrn'deki iki gün, 29 ve 30 Ağustos 1813). Bundan hiç kimsenin kuşkusu olamaz; fakat şu da açıktır ki, her zaferin ağırlığı (her topyekün muharebenin başarılı sonucu) kazanılan kısmın büyüklüğü ile orantılıdır, ve dolayısıyla uğranılan kaybı sonraki olaylarla telafi etme olanağı da aynı oranda azalır. Bu noktayı ilerde daha yakından inceleyeceğiz. Şimdilik bu inkar edilemez sürecin varlığına değinmekle yetiniyoruz.
Bu iki düşüncemize bir üçüncüsünü ekleyelim: taktikte kuvvetlerin birbiri ardından kullanılması nihai sonucu topyekün harekâtın sonuna kaydırmasına karşılık, stratejide bunun tersi olur, yani kuvvetlerin aynı zamanda kullanılması kuralı asıl sonucun (ki bu her zaman nihai sonuç olmayabilir) hemen hemen daima büyük harekâtın başlangıcında meydana gelmesini sağlar. Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz ki, stratejik yedekler ne kadar genel bir amaca hizmet etmek için düşünülmüşler ise, o kadar gereksiz, o kadar yararsız, o kadar tehlikelidirler.
Stratejik yedek fikrinin hangi noktadan itibaren bir tezat teşkil etmeye başladığını kestirmek zor değildir: esas karardan itibaren. Esas karara bütün kuvvetler katılmalıdır, bu karardan sonra kullanılması düşünülen bir yedek kuvvet (mevcut aktif kuvvet) fikri sağduyuya ters düşen bir saçmalıktır.
Yedek kuvvetler, taktik komutaya düşmanın beklenmedik tertiplerine karşılık vermenin yanısıra, muharebenin önceden görülemeyen başarısız sonucunu telafi etmek olanağını da sağladıkları halde, stratejik komuta, hiç değilse büyük kararla ilgili olarak, bu araçtan vazgeçmek zorundadır. Genel kural olarak, bir noktada verilen kayıpları ancak başka noktalarda elde edilen, kazançlarla giderebilir ve bunun için de kimi zaman kuvvetleri bir noktadan başka bir noktaya kaydırması gerekir. Fakat hiç bir zaman, bir kısım kuvvetleri yedekte tutmak suretiyle bu gibi kayıpları önceden önlemeyi düşünemez, düşünmemelidir.
Esas harekete katılmayacak stratejik yedek fikrinin saçma bir şey olduğunu söylemiştik; bu o kadar (sayfa 256) aşikar bir şeydir ki, başka kavramlar altında kılık değiştirerek bir marifetmiş gibi sık sık ortaya atılmamış olsaydı, onu bu son iki bölümde yaptığımız gibi tahlil etmek zahmetine girmeyi aklımızdan bile geçirmezdik. Kimi onda stratejik feraset ve tedbirin doruğunu görürken, kimi yalnız stratejik değil, taktik ihtiyat kavramını da tümü ile reddetmektedir. Bu kavram karışıklığı gerçek hayata da yansımaktadır. Bunun en çarpıcı örneğini şu olayda görebiliriz: 1806'da, Prusya, Prens Eugène de Würtemberg' in komutasında 20.000 kişilik bir ihtiyat kuvvetini Brandenburg'da konaklatmış, fakat bu kuvvet istenilen zamanda Saale ırmağına ulaşamamış, öte yandan aynı Devlete ait 25.000 kişilik bir kuvvet Doğu ve Güney Prusya'da kalmıştır; bu kuvvetin muharebeye ancak daha sonra bir ihtiyat kuvveti olarak sokulması tasarlanmıştı.
Bu örneklerden sonra, artık kimse bizi yel değirmenlerine karşı savaşmış olmakla suçlayamaz.
BÖLÜM XIV
KUVVET TASARRUFU
Daha önce de belirttiğimiz gibi, akıl yolu, salt ilkeler ve düşüncelerle matematik bir çizgiye indirgenemez. Arada daima belirli bir tolerans payı (marj) kalır. Hayatın bütün pratik (uygulamalı) sanatlarında da bu böyle değil midir? Güzelliğin hatlarının ne apsisleri ne ordinatları vardır; daireler ve elipsler cebir formüllerine göre çizilmezler. Bu itibarla, savaşı yöneten komutanın çoğu zaman sezgisine ve muhakemesine güvenmesi, doğuştan bir kavrayış yeteneği, düşünce ve eğitimin keskinleştirdiği bu bir çeşit koku alma hassası sayesinde adeta bilinç dışı bir faaliyetle doğru yolu bulabilmesi gerekir; kimi zaman yasayı basitleştirmeli, özünü meydana getiren birkaç buyruk ve kuralını kendisine rehber edinmelidir; kimi zaman da benimsediği kuralları geleneksel yöntemlere uydurmalıdır.
Bütün kuvvetlerin sürekli bir işbirliği içinde bulunmaları, diğer bir deyişle bu kuvvetlerin hiç bir parçasının atıl bırakılmamasına dikkat etmek, kanımızca, bu basitleştirilmiş ilkelerden biri, bir zihin alışkanlığı haline getirilmesi gerekli bir kuraldır. Her kim ki, düşman varlığının gerekli kılmadığı noktalarda kuvvet bulundurur; her kim ki, düşman kuvvetleri çarpışırken kendi kuvvetlerinin bir kısmını yürüyüş halinde, yani atıl durumda bırakır, iyi bir komutan değildir, kuvvetlerini kötü kullanmaktadır. Burada bir kuvvet israfından söz edebiliriz ki, bu kuvvetlerin yersiz kullanılmasından da daha kötü bir şeydir. Harekete geçmek zorunlu hale geldiği andan itibaren, temel şart bütün kuvvetlerin harekâta sokulmasıdır, çünkü amaçsız bir faaliyet bile düşman kuvvetlerinden bir kısmını meşgul ve imha eder; halbuki tamamen atıl kalan kuvvetler hemen o anda etkisiz bir hale getirilmiş sayılır. Bu fikir son üç bölümün ilkelerine yakından bağlıdır; gerçek aynı gerçektir, fakat daha geniş bir açıdan gözden geçirilmiş ve tek bir kavrama sıkıştırılmıştır.
BÖLÜM XV
GEOMETRİK UNSUR
Geometrik unsurun, veya askeri kuvvetleri düzenleme biçiminin ne dereceye kadar hakim bir ilke haline gelebileceğini saptamak tahkimat sanatının işidir: burada, en büyüğünden en küçüğüne kadar her şeyi geometri yönetir. (sayfa 258) Geometri taktikte de büyük bir yer tutar. En dar anlamda taktiğin, yani hareket halinde kuvvetler teorisinin temelini teşkil eder. Sahra tahkimatında olduğu gibi, mevziler ve mevzilere saldırı teorisinde de, geometrinin açıları ve doğruları birer kanun koyucu, müsabakanın sonucunu tayin edecek birer hakem gibi egemendirler. Bu alanda, birçok şeyler yanlış uygulanmış, bir çoklarına ise çocuk oyuncağı gözü ile bakılmıştır. Ne var ki, her muharebenin düşmanın kuşatılmasını hedef aldığı bugünün taktiğinde, geometrik unsur yeniden ön plana geçmiştir. Aslında uygulama biçimi çok basittir fakat sürekli olarak tekrarlanmaktadır. Bununla birlikte, her şeyin daha oynak ve kaypak olduğu, manevi güçlerin, kişisel niteliklerin ve şansın çok daha büyük bir rol oynadığı taktikte, geometrik unsur hiç bir zaman kuşatma ve tahkimat savaşındaki kadar hakim bir unsur olamaz. Stratejide etkisi daha da azdır. Kuskusuz, kıtaların tertiplenme biçimlerinin, ülkelerin ve Devletlerin coğrafi şekillerinin bu alanda da büyük bir önemi vardır; ama geometrik unsur burada tahkimat sanatında olduğu gibi kesin bir rol oynamaz ve taktikteki kadar önemli değildir. Bu etkinin kendini belli etme biçimi ancak tedrici bir şekilde meydana çıktığı ve dikkate alınması gerektiği noktalarda gösterilebilir. Şimdilik sadece taktik ile strateji arasında bu bakımdan mevcut farka dikkati çekmekle yetinelim.
Taktikte, zaman ve mekanın önemi çabucak asgariye iner. Bir kıta topluluğu yandan ve geriden düşman saldırısına uğradığında, çok geçmeden, geri çekilmenin artık mümkün olmadığı bir noktaya gelip dayanır; böyle bir durum mücadeleye devam etmenin mutlak imkansızlığına çok yakındır. Onun için ordu bu durumdan kurtulmaya çalışmalı, ya da böyle bir duruma düşmemeye bakmalıdır. Bu itibarla, bu amaca yönelik bütün tedbirler, bütün kombinezonlar daha başlangıçta büyük bir önem ve etkinlik kazanır; bunun da başlıca nedeni, sonuçlarının düşmanda yarattığı korkudur. İşte kuvvetlerin geometrik düzeninin taktik sonuç üzerinde bu kadar önemli bir rol oynaması bu yüzdendir.
Bütün bunlar, zaman ve mekanın çok daha önemli bir rol oynadığı stratejiye çok daha zayıf olarak yansır. Bir savaş sahnesinden bir başka savaş sahnesine ateş edilemez ve tasarlanan bir stratejik kuşatma uygulanıncaya kadar çok kez haftalar, hatta aylar geçer. Ayrıca, mesafeler o kadar uzaktır ki, sonunda istenilen noktaya isabet kaydetmek olasılığı, ne kadar iyi hazırlanmış olursak olalım, çok azdır.
Stratejide bu tedbirlerin, yani, geometrik unsura dayanan kombinezonların uygulama alanı çok daha dardır; bunun için de, bir noktada geçici olarak bile kazanılan filli bir üstünlüğün değeri çok daha fazladır. Böyle bir üstünlüğün, her hangi bir karşı hareket korkusu ile hafiflemeden veya tamamen ortadan kalkmadan etkilerini göstermesi için bol bol zamanımız vardır. Bu itibarla, şu gerçeği hiç tereddütsüz kabul edebiliriz ki, stratejide, zaferle sonuçlanan muharebelerin sayısı ve azameti, bunları birbirine bağlayan büyük hatların biçiminden çok daha önemlidir.
Modern doktrinlerde revaç gören düşünce ise bizimkinin tam tersidir, çünkü böylelikle stratejiye çok daha büyük bir önem verilmek istenilmiştir. Strateji adeta aklın yüksek bir fonksiyonu gibi görülmüş, bu sayede savaşa daha bir soyluluk getirilebileceği, yeni fikirler ikamesiyle ona daha bilimsel bir nitelik verilebileceği sanılmıştır. Bize gelince, dört başı mamur bir teorinin başlıca görevlerinden birinin bu tür sapmaları teşhir etmek ve suçlamak olduğuna inanıyoruz. Geometrik unsur bu yeni doktrinlerin temel fikrini oluşturduğundan, daha doğrusu hepsi bu fikirden çıkmış sayılabileceğinden, bu noktanın üzerinde özellikle durmak gereğini gördük.
BÖLÜM XVI
SAVAŞ EYLEMİNİN GEÇİCİ OLARAK DURDURULMASI
Savaşı karşılıklı bir yok etme eylemi olarak düşünecek olursak, iki tarafın da sürekli olarak ilerlediklerini kabul etmemiz gerekir; fakat aynı zamanda, birbirini izleyen her an için, zorunlu olarak taraflardan birinin bekleme halinde bulunduğunu ve sadece diğerinin ilerlediğini tasavvur etmemiz gerekir, çünkü şartlar hiç bir zaman her iki taraf için aynı olmayacak, hiç değilse öyle kalmayacaktır. Eninde sonunda, bir değişiklik meydana gelecek ve içinde bulunduğumuz an taraflardan biri için daha elverişli olacaktır. İki başkomutanın da bu şartları tam olarak bildiklerini farz edecek olursak, bu durum taraflardan birini harekete geçmeye iterken diğerini beklemeye sevkedecektir. Böyle olunca da, ilerlemek veya beklemek aynı zamanda iki tarafın da yararına olamaz. Taraflar arasındaki bu amaç karşıtlığı burada genel kutuplaşma ilkemizin sonucu değildir ve dolayısıyla ikinci kitabın beşinci bölümünde ileri sürdüğümüz düşünceyi yalanlamaz; bunun nedeni, aynı şeyin, yani ilerde girişilecek bir harekâtla durumlarını iyileştirme ya da ağırlaştırma ihtimalinin, iki komutan için de zorlayıcı bir etken halini almasıdır.
Şartların bu bakımdan tamamen eşit olduğunu kabul etsek bile, hatta karşılıklı durumlarını tam olarak (sayfa 261) bilmedikleri için iki komutanın böyle bir eşitliği mevcut sayarak aldandıklarını farzetsek bile, politik amaçların karşıtlığı yine de harekâtın durdurulmasına engel olacaktır. Politik bakımdan, taraflardan biri mutlaka "saldırgan" olacaktır, çünkü iki tarafın da savunma halinde bulunduğu bir savaş tasavvur edilemez. Ancak saldırgan tarafın müspet, kendini savunan tarafın ise menfi bir amacı vardır. O halde müspet eylem saldırgan tarafa düşer, çünkü müspet bir amacı ancak bu yoldan gerçekleştirebilir. Şartların iki taraf için de tıpatıp aynı olduğu hallerde, müspet amaç saldırgan tarafı harekete iter.
Bu açıdan bakıldığında, savaş eyleminin durdurulması aslında eşyanın tabiatına, yani savaşın özüne aykırıdır; iki ordu, bağdaşmaz iki unsur gibi, hiç durmadan birbirlerini yutmak zorundadırlar: tıpkı su ile ateşin hiç bir zaman birbirlerini dengelemeyip içlerinden biri tamamen yok oluncaya kadar birbirlerini etkiledikleri gibi. Saatlerce hiç kıpırdamadan birbirlerine sarılmış vaziyette duran iki güreşçi tasavvur edilebilir mi? Savaş eyleminin, iyi kurulmuş bir saat gibi, sürekli hareket halinde bulunması gerekir. Ne var ki, savaş, tabiatı gereği ne kadar vahşi olursa olsun, beşeri zaafların damgasını taşır, ve burada saptadığımız çelişki, yani insanın bir taraftan tehlikeyi arar ve yaratırken bir taraftan da ondan korkması, kimseyi şaşırtmayacaktır.
Genel olarak askerlik tarihine bir göz atacak olursak, amaca doğru kesintisiz bir yürüyüşün gerçeklere yüzde yüz ters düştüğünü, duraklama ve hareketsizliğin savaşta ordunun normal durumunu teşkil ettiğini, hareketin ise bir istisna olduğunu görürüz. Bu durum karşısında nerede ise görüşlerimizin doğruluğundan şüpheye düşecektik. Ancak askerlik tarihi genel olarak ve olayların kabarık sayısı bakımından bu kuşkuyu yaratmakta ise de, bu olayların son dizisi tersine görüşümüzü doğrulamakta ve durumumuzu kurtarmaktadır. Fransız İhtilâlinin savaşları bunu açıkça göstermekte ve haklı olduğumuzu ortaya koymaktadır. Bu savaşlarda, ve özellikle Bonapart'ın seferlerinde, savaş, (sayfa 262) doğal ve temel yasası saydığı yoğun bir dinamizmin doruğuna ulaşmıştır. Bu dinamizm demek ki mümkündür ve mümkün oluğuna göre zorunludur.
Nitekim, zorunlu olarak eyleme dönüşmeyecek olduktan sonra, savaş uğruna harcanan muazzam kuvvetleri mantıken nasıl haklı gösterebiliriz? Fırıncı fırınını ancak ekmeğini pişirmek için yakar; atlar arabaya ancak yola çıkılmak istenildiği için koşulur. Savaşın gerektirdiği o büyük çabaları sadece düşmanın da aynı çabaları harcaması için mi harcıyoruz?
Genel ilkeyi ispat etmek için bu kadar yeter. Şimdi de, özel durumlarla değil de, özü ile ilgili değişikliklerini gözden geçirelim.
Burada, saatin fazla hızlı veya fazla sürekli hareketini önlemeye yarayan birer iç denge ağırlığına benzetilebilen üç etken söz konusudur.
Sürekli olarak bir yavaşlatma eğilimi yaratan ve böylece bir geciktirme faktörü olan birincisi, insan zihnine özgü doğal çekingenlik ve kararsızlıktır; çekim değil iteleme gücünün, yani tehlike ve sorumluluk korkusunun doğurduğu bir çeşit manevi atalettir.
Savaşın doğal unsuru ateştir, yani sıradan insanları hantallaştıran bir unsur; bu itibarla, hareketin sürekli olabilmesi için itici güçlerin daha kuvvetli ve daha sık olması gerekir. Askerlerin uğrunda silahlandırıldıkları amaç genellikle bu ataleti yenmeye yeterli değildir; ve bu askerler, kendini savaşta, suda balık gibi, doğal ortamında hisseden savaşçı ve gözüpek bir komutanın yönetiminde bulunmuyorlarsa, ya da yukardan gelen büyük bir sorumluluğun baskısını omuzlarında duymuyorlarsa, duraklama kural, ilerleme istisna olacaktır.
İkinci etken, özellikle savaşta daha belirgin bir hal alan insan kavrayış ve muhakemesinin eksikliğidir; çünkü her an içinde bulunduğumuz durumu tam olarak bilemediğimiz gibi, düşmanınkini de ancak bir takım tahmin ve faraziyelere dayanarak saptayabiliriz. Dolayısıyla, iki taraf da çoğu kez aynı durumu kendisi için elverişli sanabilir: oysa, gerçekte bir tarafın çıkarı ağır basmaktadır. Böylece, ikinci kitabın beşinci bölümünde söylediğimiz gibi, her iki taraf da daha uygun bir zamanı kollamakla akıllıca davrandığını sanabilir.
Üçüncü etken, bir kilit gibi, saatin çarkını durdurur ve zaman zaman harekâtı tamamen sekteye uğratır: bu savunmanın, savunma gücünün üstünlüğüdür. A kendini B'ye saldırmak için çok zayıf hissedebilir, fakat bu mutlaka B'nin A'ya saldıracak kadar güçlü olduğu anlamına gelmez. Savunmada olan taraf saldırıya geçmekle sadece üstün gücünü kaybetmekle kalmaz, ayrıca düşmanın gücünü arttırmış olur: bunu bir cebir formülü ile ifade etmek gerekirse, A+B ile A-B arasındaki fark 2B'ye eşittir. Bu itibarla, öyle durumlar olabilir ki, aynı anda kendilerini saldırıya geçmek için yeteri kadar kuvvetli hissetmeyen iki taraf sahiden saldırıya geçemeyecek kadar zayıftırlar.
Böylece savaş sanatının bünyesinde bile, akıl ve tedbir, aşırı tehlikelerden kaçınma eğilimi etkilerini hissettirirler ve savaşın ilkel şiddet ve acımazlığını hafifletirler.
Bununla birlikte, bu nedenler eski zaman savaşlarının uzun inkıta dönemlerini izah etmeye yetmez. Önemli bir nedene dayanmayan bu savaşlarda zamanın onda dokuzu durgunlukla geçerdi. Bunun başlıca nedeni, taraflardan birinin isteklerinin, diğerinin durum ve ruh haletinin savaşın yönetimi üzerindeki etkileriydi. Bu konuya, savaşın özü ve amacı ile ilgili bölümde değinmiştik.
Bütün bunlar savaşı tamamen yozlaştıracak boyutlara ulaşabilirler. Savaşlar çok zaman silahlı bir tarafsızlıktan başka bir şey değildir: ya barış müzakerelerini desteklemeye yönelik tehdit edici bir tutum takınılır; ya ılımlı çabalarla küçük avantajlar kazanılmaya çalışılır ve arkasından ne gelecek diye beklenir; ya da bir müttefike karşı nasılsa girişilmiş olan bir taahhüt zoraki olarak yerine getirilmeye çalışılır.
Bütün bu durumlarda, ya çıkarların itici gücü hafiftir, ya düşmanlık duygusu zayıftır, ya da düşmandan pek korkulacak bir şey olmadığı gibi ona fazla zarar vermek de istenilmez. Kısaca, kendilerini silkeleyen ve kamçılayan güçlü nedenler bulunmadıkça, hükümetler tehlikenin fazlasını göze almazlar. İşte gerçek savaşın intikamcı ruhunun eksik olduğu ılımlı ve sulandırılmış savaşlar bundan ileri gelir.
Savaş böyle bir sözde savaş veya yalancı savaş haline geldikçe, teorisi de önemini yitirir ve yargıları için gereksindiği temel dayanak ve desteklerden yoksun kalır; zorunlu unsur giderek azalır, arızi unsur giderek çoğalır.
Buna rağmen, bu türlü bir savaşın da kendisine özgü bir mantığı vardır; hatta belki de oyunları daha çeşitli, daha geniş kapsamlıdır. Altın para ile oynanan kumar, kuruşlarla oynanan bir borsa oyununa dönüşmüştür. Böyle bir savaşta gösterişli hareketler, ileri karakollarda yarı şaka yarıciddi önemsiz boğuşmalar, hiç bir işe yaramayan uzun boylu manevralar, siperler ve yürüyüşler ağır basar. Sonradan bütün bunlara büyük bir ustalık gözüyle bakılır, oysa bunun tek nedeni küçücük amaçlar güttüklerinin unutulması ve sağduyunun başka ne yapacağını şaşırmasıdır. Ne gariptir ki, gerçek savaşın bir çok teorisyenleri malzemelerini bu savaşlarda bulurlar. Bu aldatmacalar, bu gösterişler, eski savaşların bu ufak tefek itiş kakış1arı onlar için bütün teorinin amacı, ruhun madde üzerindeki hakimiyetinin belirtileridir. Modern savaşlar ise bu zevatın gözünde vahşi yumruklaşmalardan başka bir şey değildir; bunlardan hiç bir şey öğrenilemez, olsa olsa barbarlığa dönüşü simgelerler. Bu görüş, konusunu oluşturan şeyler kadar küçük, soysuz bir görüştür. Büyük enerjilerin, büyük tutkuların bulunmadığı yerde, ferasetin at oynatması kolaydır. Fakat büyük güçlerin idaresi, bir geminin dalgalarla çalkalanan fırtınalı bir denizden sağ sağlim karaya ulaştırılması aklın çok daha yüksek bir faaliyetini gerektirmez mi? Bu bir çeşit eskrim, o öteki yüksek savaş yönetiminde içerilmiş değil midir? Bu, geminin üstündeki hareketlerin geminin kendi hareketine nispetini andırmaz mı? Bu tür çapsız savaş, ancak düşmanın onun icaplarına uyması halinde mümkündür. Buna ne zamana kadar uyacağını nasıl kestirebiliriz? Fransız İhtilâli, modası geçmiş sistemimizin güvenliğini başımıza yıkıp bizi Châlons'dan Moskova'ya sürüklememiş midir? Büyük Frederik aynı şekilde Avusturyalıları gafil avlayıp, eski askeri geleneklere dayanan monarşiyi kökünden sarsmamış mıdır? Yarım yamalak tedbirler ve zamanı geçmiş askeri sistemlerle, kendi kuvvetinden başka yasa tanımayan kasırga gibi bir düşmanın karşısına çıkan hükümetlerin vay haline! En küçük bir ihmal, faaliyet ve çabaların birazcık gevşetilmesi bir anda düşmanın ağır basmasına yol açar. O zaman artık bir eskrimcinin tutumunu bırakıp bir atletin tutumuna geçmek kolay değildir, ve en küçük bir vuruş her şeyi yere sermeye yeter.
Bütün bu söylediklerimizden çıkan sonuç şudur ki, savaş eylemi sürekli ve kesintisiz bir hareket değil, aralıklı sıçramalarla ilerleyen bir harekettir; ve çeşitli kanlı olayların arasında, iki tarafın birbirini kolladığı, savunma durumuna geçtiği duraklama dönemleri vardır; ve daha yüksek bir amaç taraflardan birini saldırıya geçmeye zorlar, ilerlemeyi hedef alan genel bir tutuma sürükler ve böylelikle davranışlarını bir ölçüde değiştirir.
BÖLÜM XVII
MODERN SAVAŞIN KARAKTERİ
Modern savaşın karakterinin bütün planlar ve özellikle stratejik planlar üzerinde büyük bir etkisi vardır. Nasıl ki bütün o eski geleneksel yöntemler Bonapart'ın şansı ve cüretkarlığı karşısında yıkılmış ve birinci sınıf devletler nerede ise bir vuruşta yok olmuşlar ise, aynı şekilde İspanyollar da zorlu mücadeleleri ile, milletin (sayfa 266) topyekün silahlanmasının ve büyük çapta ayaklanma tedbirlerinin, ayrıntıları bakımından zayıf ve belirsiz bir duruma rağmen, ne derece etkili olabileceğini göstermişlerdir. Yine aynı şekilde Rusya da, 1812 seferinde hem çok büyük boyutları olan bir İmparatorluğun fethedilemeyeceğini (ki bu zaten bilinen bir şeydir), hem de nihai zafer ihtimalinin mutlaka kaybedilen muharebeler, başkentler ve eyaletlerle orantılı olarak azalmadığını bize göstermiştir; oysa, şimdi tersi ispatlanmış olan bu ikinci varsayım o zamana dek tüm diplomatlar tarafından mutlak bir ilke olarak benimsenmiş ve böyle bir durumda, kötü şartlarla bile olsa, gerici bir barış anlaşması imzalamanın zorunlu olduğu sanılmıştı. Rusya bize bunun tersini, yani bir milletin en büyük kuvvetini çok kez kendi ülkesinin sinesinde, ve düşmanın saldırı gücü tükendikten sonra gösterdiğini ve o zamana kadar savunmada iken nasıl büyük bir güç ve enerji ile saldırıya geçebileceğini ispatlamıştır. Bunların yanısıra, Prusya da (1813), umulmadık çabaların milis kuvvetleri sayesinde bir ordunun gücünü altı misline çıkarabileceğini ve bu milis kuvvetlerinin ülke içinde olduğu gibi ülke dışında da dövüşebileceklerini göstermiştir. Nihayet bütün bu olaylar şunu da göstermiştir ki, bir milletin yürek ve duygularının başaramayacağı hiç bir şey yoktur ve milletin bu manevi gücü onun siyasi ve askeri gücünün temelini teşkil eder. Hükümetler artık bütün bunları öğrenmiş olduklarına göre, bundan böyle çıkacak savaşlarda, ya kendi varlıkları tehlikede olduğu için, ya da kendilerini dolu dizgin ihtiraslarına kaptırdıkları için, bu yeni keşfedilmiş kaynaklara başvurmamaları beklenemez.
İki tarafın da tüm ulusal gücünün bütün ağırlığını koyduğu bir savaşın, her şeyin muvazzaf orduların karşılıklı ilişkilerine göre hesap edildiği savaşların yönetildiği, ilkelerle yönetilemeyeceği açıktır. Bir zamanların muvazzaf orduları donanmalara benzerlerdi; kara kuvvetleri, Devletin geri kalan kısımlarıyla ilişkileri bakımından deniz kuvvetlerini andırırlardı. Bu yüzden de karadaki savaş sanatında deniz savaşları taktiğinden bir şeyler bulunurdu, oysa bugün bu durumdan eser kalmamıştır.
BÖLÜM XVIII
GERGİNLİK VE DİNLENME
(Savaşın dinamik kanunu)
Onaltıncı bölümde gördüğümüz gibi, seferlerin çoğunda duraklamaya ve dinlenmeye ayrılan zaman harekete ayrılan zamandan daha fazladır. Her ne kadar günümüzün savaşları, bundan önceki bölümde belirtildiği gibi, tamamen farklı bir nitelik taşımakta iseler de, bu savaşlarda da gerçek eylemin kısa veya uzun fasılalarla kesildiklerinde kuşku yoktur. Bu da bizi savaşın bu iki safhasını daha yakından incelemeye götürmektedir.
Savaş eylemi duraklama noktasına geldiği, yani taraflardan hiç biri müspet bir şey yapmak istemediği takdirde, bir sükunet ve dolayısıyla denge hali meydana gelir. Bu en geniş anlamda bir dengedir ve sadece maddi ve manevi savaş güçlerini değil, bütün ilişkileri ve çıkarları içine alır. Taraflardan biri yeni bir müspet amaç peşinde koşmaya ve bunun için hazırlık niteliğinde de olsa harekete geçmeye başlar başlamaz ve düşman buna karşı koyar koymaz, güçler arasında bir gerginlik, bir gerilim yaratılmış olur; bu gerginlik bir kararla sonuçlanıncaya, yani taraflardan biri amacından vazgeçinceye veya diğeri ona teslim oluncaya kadar devam eder.
Muharebe kombinezonlarının iki taraf için meydana getirdiği sonuçlara dayanan bu kararı daima şu veya bu yönde bir hareket izler.
Bu hareket, kendi sürtünmesi dahil olmak üzere yenilmesi gereken güçlükler içinde veya düşmanın yeni direnme güçleri karşısında tükenince, yeni bir hareket, çoğu kez aksi yönde bir hareket meydana gelir.
Gerilim, denge ve hareket arasındaki bu kurgusal (spekülatif) ayırımın pratik hareket üzerinde ilk bakışta sanıldığından daha büyük bir önemi vardır.
İstirahat ve denge halinde, çeşitli faaliyetler, özellikle arızi sebeplerden doğan ve büyük değişiklikleri amaçlamayan faaliyetler görülebilir. Bu çeşit faaliyetler önemli çarpışmaları, hatta büyük meydan muharebelerini kapsayabilir, fakat bunların niteliği ve dolayısıyla sonuçları oldukça farklıdır.
Gerginlik halinde, karar her zaman daha etkili olur; bunun nedeni, kısmen daha büyük bir irade gücü ve şartların daha kuvvetli bir baskısı, kısmen de büyük bir harekete yönelik bütün hazırlıkların tamamlanmış olmasıdır. Böyle bir durumda verilen karar iyice bastırılıp sıkıştırılmış bir mayının etkisine benzer; oysa, belki aslında aynı derecede önemli olan fakat durgunluk safhasına raslayan bir olay açık havada patlayan bir barut kitlesine benzer.
Tabii gerginlik durumunun da değişik şiddet dereceleri vardır; giderek tam değilse bile ona yakın bir durgunluk durumuna dönüşebilir.
Bu düşüncelerden çıkaracağımız başlıca ders şu olmalıdır ki, gerginlik anında alınacak her tedbir ve karar denge durumunda alınacak bir tedbir ve karara oranla çok daha önemli, çok daha etkindir, ve gerginliğin en yüksek noktasında bu etkinlik de doruğuna varır.
Örneğin, Valmy'deki (*) topçu ateşi (20 Eylül 1792), Hochkirch (**) muharebesinden çok daha etkili olmuştur.
(*) Fransa'nın kuzeyinde bir kasaba; 20 Eylül 1792 günü Dumouriez ve Kellermann komutasındaki Fransız ordusu burada Prusyalıları yenmişti. Topçu ateşi her iki taraf için sadece 200 kişllik bir zayiata yol açtığı halde, Prusyalılar saldırı planından vazgeçmiş ve geri çekilmişlerdi. (A.R.) (**) Saksonya'da bir kasaba. Yedi Yıl Savaşlarında Avusturyalılar sayı üstünlükleri sayesinde Büyük Frederik'i yenmişlerdi. Fakat bu zafer kendilerine pahalıya mal olmuş ve Frederik'in Silezya'ya çekilmesini önleyememişti. (A.R.)
Düşmanın savunamadığı için silahlarımıza terk ettiği bir bölgede yerleşmek, daha elverişli koşullar altında bir sonuç elde edebilmek umuduyla düşmanın sadece geri çekildiği bir bölgeye yerleşmekten çok daha kolaydır. Stratejik bir saldırı planı uygulanırken, hatalı bir mevzilenme, bir tek yanlış yürüyüş aleyhimizde kesin sonuçlar doğurabilir; oysa, denge durumunda, düşmanın harekete itilmesi için bu hataların çok daha göze batıcı olması gerekir.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, geçmişteki savaşların çoğu zamanın büyük bir kısmı itibariyle bu denge durumunda ya da uzun aralıklı, çok hafif ve zayıf bir gerginlik durumunda geçer, dolayısıyla meydana gelen olaylar pek seyrek olarak büyük sonuçlar doğururlardı. Bunlar çoğu zaman bir kralın doğum günü münasebetiyle yapılan bir geçit töreninden (Hochkirch), askeri şerefi korumak için yapılan bir jestten (Kunersdorf) ya da komutanın kişisel gururunu tatmin etmekten öteye gitmezdi.
Kanımızca, komutanın bu durumu çok iyi bilmesi ve davranışını buna göre ayarlayacak takta sahip olması çok önemlidir, 1806 seferi, bazı hallerde komutanın bu yeteneklerden ne derece yoksun olabileceğini bize göstermiştir. Son derece gergin bir durumda, büyük bir karar almanın zorunlu bulunduğu ve komutanın kendisini bütün varlığı ve bütün gücüyle buna adaması gereken bir durumda, Franken yönünde yapılan keşifler gibi öyle tedbirler alınmış ve uygulanmıştır ki, bunlar olsa olsa bir denge durumunda düşünülebilecek ufak tefek tedbirlerdi. Ordunun tüm faaliyetini bu karışık plan ve tedbirlere yöneltmesi yüzünden, orduyu kurtarmak için asıl alınması gerekli olan tedbirler gözden kaçmıştı.
Yaptığımız bu teorik ayırım ayrıca teorimizi geliştirmek bakımından da gereklidir. Çünkü saldırı ile savunma arasındaki ilişkiler ve bu iki yanlı hareketin yürütülmesi konusunda bütün söyleyeceklerimiz, gerginlik ve hareket anında kuvvetlerin içinde bulunduğu kriz durumu ile ilgilidir; denge durumunda meydana gelebilecek bütün faaliyetler ise sadece birer zorunlu sonuç olarak ele alınacaktır. Zira gerçek savaş bu krizdir, denge durumu ise onun sadece bir yansımasıdır.
MUHAREBE
(ÇATIŞMA)
Dördüncü Kitap, muharebeye yol açan çatışmayı incelemektedir. Muharebe, düşmana hakim olmak için doğrudan doğruya kuvvete başvurulan andır: düşmanın mücadele etme iradesini ve olanağını yok etmek lazımdır. Burada, sırasıyla, dengenin bozulması, muharebenin süresi, karar, esas muharebenin rolü, özellikle beklenilen sonuçlan, yani zaferden stratejik bakımdan yararlanma veya bir yenilgiden sonra geri çekilme durumu gibi konular işlenmiştir.
ASKERİ KUVVETLER
Beşinci Kitap, güçleri ve terkipleri, çatışma dışındaki durumları ve ikmalleri ve genellikle ülke ve arazi ile olan ilişkileri yönünden askeri kuvvetlere ayrılmıştır. Birbiri ardından şu konular incelenmiştir: ordu, savaş sahnesi ve (sayfa 271) sefer kavramları; güç ve silah ilişkisi; muharebe düzeni ve ordunun genel olarak düzenlenmesi; öncü birliklerin çeşitli biçimleri; ordugahlar, yürüyüşler ve konaklama yerleri; ikmal ve iaşe; temel kavramları daha önce Jomini tarafından ortaya konulmuş olan harekât üsleri ve muhabere hatları. Son olarak da, arazinin niteliği, özellikle hakim tepeler konusu ele alınmıştır.
SAVUNMA
Altıncı Kitap sırasıyla şu konuları incelemektedir: saldırı ve savunma, savunma kavramı, savunmanın avantajları; taktikte saldırı ile savunmanın karşılıklı ilişkileri; stratejide saldırı ile savunmanın karşılıklı ilişkileri; saldırı ve savunmanın konsantrik ve eksantrik niteliği; stratejik açıdan ve saldırı ile etkileşmeleri yönünden savunma araçlarının şümulü; dağlık arazide, nehir ve su yolları boyunca savunma; kordon (kuşak), ülke anahtarı kavramları, kanattan saldırı ve ülke içine doğru derinlemesine gerileme; halk savaşı; savaş sahnesi kavramı; halkın silahlanması.
SALDIRI
Yedinci Kitap saldırıya tahsis edilmiştir. Clausewitz bu konuda şöyle demektedir: "İki kavram gerçek bir mantıki çelişki meydana getirdikleri, yani her biri diğerinin tamamlayıcısı olduğu vakit, bunlardan her biri temelde diğerini içerir." Arkasından da şunu eklemektedir: "Savunmaya ilişkin ilk bölümler öngördükleri noktaların hepsinde savunmaya da yeteri kadar ışık tutmaktadır." Bunların dışında sırasıyla şu konular incelenmiştir: "saldırının doruk noktası"; saldıran tarafın içinde bulunduğu çeşitli durumlar (akarsular, dağlar, ormanlar, tahkimatlı mevziler gibi engeller önünde, vb.); şaşırtma hareketleri ve istila; son olarak da, yazarın "zaferin doruk noktası" dediği saldırının muhassalası