Header Ads

Header ADS

GENEL OLARAK STRATEJİ

Clausewitz 

BÖLÜM I 
STRATEJİ 

Strateji kavramı İkinci Kitabın ikinci bölümünde söyle tanımlanmıştı: strateji, muharebenin savaşın amaçlarına hizmet edecek şekilde kullanılmasıdır. Aslında strateji sadece muharebe ile uğraşır, fakat strateji teorisi bu özel faaliyetin başlıca aracını, yani silahlı kuvvetlerin hem doğrudan doğruya kendilerini hem de belli başlı ilişkilerini ele almak zorundadır, çünkü muharebeyi belirleyen ve muharebeden doğrudan doğruya etkilenen bu silahlı kuvvetlerdir. Muharebenin kendisi de, hem muhtemel sonuçları açısından hem de ortaya koyduğu en önemli manevi ve fikri güçler açısından incelenmelidir. 

Strateji muharebenin savaşın amacı doğrultusunda kullanılmasıdır. Buna göre, savaş eyleminin tümüne, savaşın amacına, uyan bir hedef göstermesi gerekir. Diğer bir söyleyişle strateji savaş planını yapar ve öngörülen hedefe göre ona ulaşılmasını sağlayacak bir dizi eylem saptar; ayrı ayrı seferlerin planlarını hazırlar ve her birinde verilecek muharebeleri örgütler. Bütün bu kararları, her zaman gerçekleşmeleri mümkün olmayan bir takım varsayımlara dayanarak almaktan başka çare olmadığına ve daha ayrıntılı bir takım tedbirleri önceden almaya (sayfa 203) imkan bulunmadığına göre, strateji orduya muharebe meydanında eşlik ederek ayrıntılara ilişkin gerekli tedbirleri yerinde almak, ve genel planda durmadan değişiklikler yapmak gerekeceğinden bunlara da yerinde karar vermek zorundadır. Yani strateji bir an için bile işin yakasını bırakamaz. 


Fakat bu her zaman böyle olmamış, yani bu görüş her zaman geçerli sayılmamış ve stratejik sorunlar ordu içinde değil, kapalı kapılar arkasında halledilmeye çalışılmıştır. Oysa, eskiden çok yaygın olan bu uygulamaya ancak strateji odasının orduya çok yakın bulunması halinde izin verilebilir; bu takdirde ise strateji odasına ordunun genel karargâhı gözü ile bakılabilir. 

Strateji planlarını hazırlarken teori onu izleyecek, daha doğrusu olaylara ve karşılıklı ilişkilerine ışık tutacak ve bunlardan çıkarılabilecek birkaç ilke veya kuralın üzerine parmağını basacaktır. 

Savaşın ne kadar çok sayıda önemli sorunları kapsadığına dair kitabımızın birinci bölümünde söylediklerimizi hatırlayacak olursak, bunların hepsini düşünmenin olağanüstü bir kavrama gücünü gerektirdiğini anlarız. 

Bir hükümdar ya da komutanın dehasını en iyi kanıtlayan şey, ne bir eksiğini ne de bir fazlasını yapmadan, savaşı araç ve amaçlarına tam bir uygunluk içinde örgütlemeyi bilmesidir. Ancak bu dehanın etkileri, yeni icat edilmiş çarpıcı eylem biçimlerinden ziyade, tüm savaşın başarılı nihai sonucunda görülür. Hayranlıkla seyretmek istediğimiz şey, sessiz sedasız varsayımların doğru çıkması, tüm bir eylem biçimindeki gösterişsiz uyumdur ki, bu da ancak sonuçta gösterir kendisini. 

Bu uyumu savaşın nihai sonucunda görmesini bilmeyen tarihçi, dehayı bulunmadığı ve bulunamayacağı yerde arar. 

Stratejinin kullandığı biçimler ve araçlar aslında öylesine basit, ve sık sık tekrarlandıkları için herkesçe öylesine iyi bilinen şeylerdir ki, bunları şatafatlı sözlerle şişiren bir eleştiri sağduyu sahibi bir kimseye sadece gülünç (sayfa 204) gelir. Örneklerine binlerce kez rastlanmış olan bir çevirme hareketi kah olağanüstü bir deha eseri, kah derin bir kavrayış, hatta bilgeliğin kanıtı olarak görülüp göklere çıkartılırsa, savaş edebiyatı için bundan daha saçma bir şey tasavvur edilebilir mi? 

Fakat bundan da daha gülünç olan, eleştiricinin, sokaktaki adamın değersiz görüşüne katılarak, manevi verilerin tümünü teorinin dışında bırakmak ve sadece maddi güçleri dikkate almak istemesidir. Böylece her şey denge ve üstünlük, zaman ve mekan gibi birkaç matematiksel ilişkiye, birkaç açı ve doğruya indirgenmiş olur. Her şey bununla olup bitseydi, savaş olsa olsa bir ilkokul öğrencisine verilecek bir ders problemi olabilirdi. 

Kendimizi aldatmayalım: bilimsel formül ve problemlerle hiç bir ilgimiz yoktur. Aslında maddi ilişkiler son derece basittir. Zor olan, işin içine giren manevi güçleri kavramaktır. Fakat bu alanda bile, karışıklıklar, manevi niceliklerle veriler arasında büyük farklılıklar stratejinin ancak en üst tabakalarında ortaya çıkar. Stratejinin politikaya ve Devlet yönetimine yaklaştığı, daha doğrusu bunlarla özdeşleştiği bu yüksek düzeylerde ise, artık söz konusu olan uygulama biçimleri değil, neyin ne kadar az veya ne kadar çok yapılması gerektiğidir. Savaşın büyük veya küçük münferit hareketlerinde olduğu gibi, uygulama biçimlerinin ağır bastığı yerde, manevi veriler zaten oldukça sınırlıdır. 

Görüldüğü gibi stratejide her şey çok basittir, fakat bu her şey çok kolaydır anlamına gelmez. 

Devletin içinde bulunduğu şartlara bakarak savaştan ne istediğimizi ve ne isteyebileceğimizi bir kere tayin ettik miydi, bunun yolları ve çareleri kolayca bulunur. Ancak bu yolu inatla takip etmek, binlerce değişik olayın etkisi altında binlerce defa amacımızdan sapmadan planımızı uygulamak büyük bir karakter kuvveti, uyanıklık ve dayanıklılık ister. Kimi zekası ile, kimi kavrayışı ile, kimi yiğitliği veya enerjisi ile temayüz etmiş binlerce kişi arasından, bir komutanı meslek hayatında ortanın üstünde bir düzeye çıkarmak için gerekli bütün nitelikleri kendinde toplayan belki bir kişi bile çıkmaz. 

Bazılarına belki garip gelecek ama, savaşın ne olduğunu bilenlerin kuşkusuz kabul edecekleri bir gerçektir ki, stratejide önemli bir karar almak için, taktik alanda gerekli olduğundan çok daha kuvvetli bir irade gücüne ihtiyaç vardır. Taktikte komutan belli bir anın gereğini yerine getirmek zorundadır, kendisini o anın akıntısına kaptırır, yok olmak tehlikesini göze almadan bu akıntıya karşı koyamaz, birliğinden yükselen korkuları da yenerek cesaretle ileri atılır. Oysa, stratejide her şey çok daha yavaş hareket eder, gerek kendimizin gerek başkalarının düşünce, tahmin ve görüşlerine çok daha fazla yer vermek gerekir. Karşılıklı itiraz ve serzenişlerin, dolayısıyla mevsimsiz pişmanlıkların da daha büyük bir payı vardır stratejide. Stratejide, taktikte olduğunun aksine, olayların hiç değilse yarısını gözlerimizle görmek olanağına sahip değiliz; her şeyi kafamızla kurar, tahmin eder, varsayarız; böylece inançlarımız da taktikteki kadar sarsılmaz değildir. Nitekim, pek çok komutan, tam harekete geçmeleri gerektiği bir anda, şüphe ve tereddütlere kapılıp elleri böğürlerinde kalmışlardır. 

İsterseniz tarihe söyle bir göz atalım: güzel yürüyüşleri, güzel akınları ve manevraları ile ünlü Büyük Frederik'in 1760 seferi üzerinde duralım. Eleştiricilere sorarsanız, strateji sanatının bir şaheseridir bu sefer. Oysa, Kralın önce Daun'un sağ kanadını, sonra sol kanadını, daha sonra yine sağ kanadını, vb. çevirmeye kalkmasında gerçekten hayran kalacağımız bir şey var mıdır? Bütün bunlarda derin bir zekanın belirtilerini görmek zorunda mıyız? Hayır, hiç de böyle bir zorunluluk yoktur: tabii olayı soğukkanlılığımızı kaybetmeden sağlam bir kafa ile irdeleyecek olursak. Eğer Kralın aklına mutlaka hayran olmak istiyorsak, büyük bir amaca sınırlı araçlarla ulaşmak istemiş olmasına, kuvvetinin ötesinde hiç bir şeye kalkışmamış olmasına, hedefine ulaşmak için sadece yapılması gerekeni yapmış olmasına hayran olalım! (sayfa 206) Komutanda bulunması gerekli olan akıl ve basiret! Büyük Kralın sadece bu seferinde değil, giriştiği üç savaşta da görürüz. 

Büyük Frederik'in hedefi, Silezya'ya sağlam temellere oturan bir barış getirmekten ibaretti. 

Genellikle öteki Devletlerden hiç bir farkı bulunmayan küçük bir Devletin başında, belki onlardan sadece bazı yönetim dallarında biraz daha ileri bir Devletin kralı olarak, bir İskender olamazdı elbette. Olmaya kalkışsaydı, XII. Charles gibi perişan olur, kafası kırılırdı. Büyük Frederik'in savaşlarında, her zaman dengeli ve ölçülü bir kuvvete, hiç bir zaman enerjiden yoksun olmayan, zamanında, en kritik anlarda, akla durgunluk veren işler başaran ve bunun hemen arkasından sessizce en ince politik oyunlara başvuran, askerlik ile politika arasında adeta bir sarkaç gibi gidip gelen bir kuvvete tanık oluruz. Ne yenilgi ne zafer sarhoşluğu, ne ihtiras ne intikam duygusu onu yolundan alakoyamamıştır, ve onu zafere götüren işte bu yol olmuştur. 

Bu sözler, Büyük Frederik gibi bir savaş liderinin büyüklüğünün ne kadar berisinde kalıyor! Bu muharebenin akıllara durgunluk veren sonucunu daha yakından inceleyecek ve nedenlerini araştıracak olursak, Kralın bu kadar çetin engellerin, bu kadar büyük tehlikelerin arasından sıyrılarak başarıya ulaşabilmiş olmasını basiretine borçlu olduğunu daha iyi anlarız. 

Büyük komutanın hayran olduğumuz özelliklerinden yalnız bir tanesidir bu. Biz onun yalnız 1760 seferine değil, bütün savaşlarına hayranız, fakat özellikle 1760 seferine. Çünkü başka hiç bir seferinde, bu kadar üstün bir düşmana karşı bu kadar az fedakarlıkla kafa tutmuş değildir. 

Büyük Frederik'in diğer bir özelliği de bir savaş planını icra etmenin zorluğu ile ilgilidir. Düşmanın sağ ya da sol kanadını çevirmek için yapılan yürüyüşleri birleştirmek kolaydır; düşmanla her hangi bir noktada eşit şartlarla karşılaşmaya hazır, iyi kümelenmiş küçük bir kuvveti (sayfa 207) her zaman el altında bulundurmak, hızlı bir harekât ile kuvvetleri çoğaltmak gibi fikirler ağızdan çıkmasıyla anlaşılması bir olacak kadar açıktır. Bu noktalarda alınacak tertibatın hayranlığımızı uyandırması için bir sebep yoktur. Böyle basit şeylerle ilgili olarak söyleyebileceğimiz tek şey bunların basitliğini kabul etmektir. 

Fakat başka bir komutan Büyük Frederik'in yaptıklarını taklit etmeye kalksın da görelim! Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, olayın görgü tanıkları olan yazarlar, ordugâhların tehlikeli durumundan, hatta Kralın ihtiyatsızlığından söz etmişlerdir. Kuşkusuz bu tehlike ordugâhlarını kurarken Büyük Frederik'in gözüne üç kat daha büyük görünmüştür! 

Birliklerini düşmanın gözü önünde, hatta topçu ateşinin altında kaydırması için de aynı şey söylenebilir. Büyük Frederik ordugâhlarını böyle kurmuş, askerlerini bu şekilde yürüyüşe geçirmiş ise, Daun'un sisteminde, örgütlenme yöntemlerinde, sorumluluk duygusunda ve karakterinde kendisi için yeteri kadar bir garanti bulduğuna inanmış olduğu içindi. Bu itibarla, hareketleri belki riskli fakat tedbirsiz değildi. Ancak olup bitenleri bu ışık altında görebilmek için, aradan otuz yıl geçtikten sonra bile hâlâ bahsedilen tehlikelerden yılmadan yoluna devam edebilmek için insanın bir Büyük Frederik olması, onun cesaretine ve kararlılığına sahip bulunması gerekir. Böyle bir durumda, bu basit stratejik araçların uygulanabileceğine inanacak kadar uzak görüşlü pek az komutan vardır. 

Bu seferde görülen başka bir icra zorluğu da Kralın ordusunun devamlı hareket halinde bulunmasıydı. Daun'u kovalayarak ve peşinde Lascy (*) olduğu halde, Elbe'den Silezya'ya kadar, bozuk yollardan iki kez yürümek zorunda kalmıştır (Temmuz başları ve Ağustos başları). Ordunun her an çarpışmaya hazır bir durumda bulunması ve (sayfa 208) yürüyüşlerinin üstün çabaları gerekli kılan büyük bir ustalıkla düzenlenmesi gerekiyordu. Binlerce araba tarafından takip edilmesine ve bu yüzden gecikmesine rağmen, ordunun iaşesi son derece zor bir sorun yaratıyordu. Silezya'da, Leignitz muharebesinden önceki sekiz gün boyunca, ordunun gece yürüyüşleri yaparak düşman cephesi karşısında sağdan ve soldan ilerlemesi gerekiyordu: bu da büyük bir yorgunluğa ve büyük mahrumiyetlere katlanmak demekti. 

(*) Lascy, Joseph Franz Moritz, Kont (1725-1801). Avusturyalı feldmareşal, Yedi Yıl Savaşlarında Büyük Frederik'le çarpışmış, 1756 ve 1758 yıllarında başarılar kazanmıştır. (A.R.). 

Makinada büyük sürtünmeler yaratmadan bütün bunların üstesinden gelinebilir miydi? Bir komutanın kafası bütün bu harekâtı, bir arazi ölçücüsünün (mesaha memurunun) yıldızların uzaklığını ölçen aleti kullanması kadar kolaylıkla idare edebilir miydi? 

Açlıktan ve susuzluktan ölen zavallı silah arkadaşlarının sefaleti karşısında hangi başkomutan, hangi general kayıtsız kalabilir, kalbinin bin kere parçalandığını hissetmez? Bu manzaranın sebep olduğu yakınmalara, kuşkulara hangi komutan kulaklarını tıkayabilir? Sıradan bir insan bu çapta fedakarlıklar istemeye cesaret edebilir mi? Böylesine çabalar ister istemez ordunun maneviyatını çökertmez, disiplinini bozmaz, bir kelime ile askeri meziyetlerini yok etmez miydi? Ama işte komutanın büyüklüğüne ve yanılmazlığına karşı beslenen sarsılmaz inanç bütün bunların üstesinden gelebilmiştir. Bunun önünde saygı ile eğilmeliyiz; planın uygulanması ile ligili bu mucizeler karşısında engin bir hayranlık duymalıyız. Fakat insan bu olayları bizzat yaşamadıkça onlar hakkında tam bir fikir edinemez. Savaşı sadece kitaplardan ve manevra sahalarından tanıyan bir insan için, bütün bu aksilikler fazla bir anlam taşımaz.. Onun için, bilemeyeceği bütün bu hususlarda bize inanıp güvenmesini rica ederiz. 

Bu örneklerle düşüncelerimize daha bir açıklık getirmek istedik, ve bu bölüme son verirken hemen şunu söyleyelim ki, stratejiyi kendi görüşlerimize göre açıklarken bize en önemli görünen maddi ve manevi yönlerini anlatmaya çalışacağız. Basitten mürekkebe doğru gideceğiz ve (sayfa 209) en sonunda tüm savaş eyleminin çatısını ya da iskeletini teşkil eden savaş veya sefer planını ele alacağız. 

***

Silahlı kuvvetlerin belirli bir noktada toplanması başlı başına bir muharebeyi mümkün kılar, fakat bu o muharebenin mutlaka cereyan edeceği anlamına gelmez. Şimdi bu olanağa bir gerçek, bir fiili durum gözü ile bakmak gerekir mi? Kuşkusuz. Çünkü sonuçları bakımından öyledir, ve bu sonuçlar, ne olurlarsa olsunlar, kendilerini göstermemezlik edemezler. 

1. İmkan dahilindeki çarpışmalara, sonuçları bakımından, gerçek çarpışmalar gözü ile bakılmalıdır. 

Eğer kaçan bir düşmanın ricat hattını kesmek için bir müfreze gönderilir ve düşman direnmeden teslim olursa, bu teslim oluşu gönderilen müfrezenin vermiş olduğu muharebenin sonucu sayabiliriz. 

Ordumuzun bir kısmı düşmana ait savunmasız bir bölgeyi veya eyaleti işgal eder ve böylelikle düşman ordusunu önemli takviye olanaklarından yoksun kılarsa, bu da, düşmanın bu bölgeyi veya eyaleti geri almaya kalkışması halinde bu birliğin göze aldığı ve düşmanı tehdit ettiği muharebe sayesinde mümkün olmuş demektir. Yani işgal ettiğimiz ve elimizde kalan araziyi muharebe ile kazanmış sayılırız. 

Her iki halde de bir muharebenin sadece olabilirliği sonuçlar yaratmış, böylece muhlemel bir çarpışma gerçek olaylar kategorisine girmiştir. Farzedelim ki, her iki halde de düşman birliklerini bizim birliklerimizin karşısına çıkarmış, ve bizimkiler düşmanla baş edemeyerek (sayfa 210) muharebe vermeden hedeflerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardır; bu takdirde bizim amacımız kuşkusuz gerçekleşmemiş olacak, fakat bu noktada düşmanla çarpışmayı göze almış olmamız yine de büsbütün etkisiz kalmış olmayacaktır: çünkü düşman kuvvetlerini meydana çıkarmış, istediğimiz noktaya getirmiştir. Bütün girişimlerimiz başarısızlıkla sonuçlanmış ve bize kayıplar verdirmiş olsa bile, davranışlarımızın, imkan dahilindeki çarpışmaların, hiç bir sonuç yaratmadığı söylenemez. Yalnız bu sonuç bu kez kaybedilmiş bir muharebenin sonucu ile özdeştir. 

Görülüyor ki, düşmanın askeri kuvvetlerinin imhası ve düşman gücünün yok edilmesi, ister bilfiil cereyan etmiş olsun, ister sadece teklif edilip düşman tarafından kabul edilmemiş olsun, bir muharebenin ancak sonuçları ile gerçekleştirilir. 

2. Muharebenin çifte amacı 

Fakat bu sonuçlar da iki türlüdür: dolaysız ve dolaylı. Eğer başka faktörler —tek başlarına düşman kuvvetlerinin imhasına yönelik sayılmayacak olan fakat dolambaçlı bir yoldan da olsa daha etkin bir biçimde bu sonucu meydana getirecek olan faktörler— işin içine karışır ve muharebenin amacını teşkil ederse, sonuçlar dolaylıdır. Eyaletlerin ele geçirilmesi, kentlerin, müstahkem mevkilerin, köprülerin, yolların, mühimmat depolarının işgali bir muharebenin yakın amaçlarını oluşturabilirlerse de, hiç bir zaman nihai amacını teşkil edemezler. Bu gibi şeylere sadece daha büyük bir üstünlük kazanmanın araçları gözü ile bakılmalı, asıl amacın düşmana muharebeyi kabul edemeyeceği şartlar altında teklif etmek olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Dolayısıyla bütün bu amaçlar sadece birer atlama tahtası, birer adım sayılmalıdır. İsterseniz buna etkin prensipe götüren yollar da diyebilirsiniz, fakat hiç bir zaman etkin prensibin kendisi diyemezsiniz. 

3. Örnekler 

1814'te, Napolyon'un başkenti işgal edlimiş, savaşın amacı gerçekleşmişti. Kökleri Paris'te olan politik hizipler harekete geçmişler, muazzam bir gedik açılmış, İmparatorun iktidarı kendiliğinden yıkılıp gitmişti. Bununla birlikte, şunu da unutmamak gerekir ki, Napolyon'un askeri kuvveti ve direnme olanakları bu yüzden birdenbire o kadar azalmış ve müttefiklerin üstünlüğü o derece artmıştı ki, her türlü direnme imkânsız hale gelmişti. Fransa ile barışı mümkün kılan bu imkansızlık olmuştur. Eğer dış etkenlerle müttefiklerin de askeri kuvvetleri aynı ölçüde zayıflamış olsaydı, üstünlükleri ortadan kalkmış ve dolayısıyla Paris'in işgali bütün etkisini, bütün önemini yitirmiş olurdu. 

Bu muhakemeyi yürütmemizin nedeni, olaylara bakmanın tek doğru yolunu göstermek ve meselenin önemini belirtmek isteyişimizdir. Kendi kendimize durmadan şu soruyu sormamız gerekir: Savaşın ve seferin her anında iki tarafın birbirine teklif edebileceği büyük ve küçük muharebelerin muhtemel sonucu ne olabilir? Bir sefer veya savaş planı hazırlarken, alınacak tedbirleri ancak bu sorunun cevabı tayin edebilir. 

4. Bu görüşü benimsemediğimiz takdirde, başka unsurları yanlış değerlendiriz. 

Savaşı ve savaşın içinde yer alan tek tek seferleri bir çarkın dişlileri gibi birbirine giren bir muharebeler zinciri olarak görmeye alışmaz da, bazı coğrafi mevkilerin, örneğin savunmasız bir eyaletin işgalinin başlı başına bir değer taşıdığını sanırsak, bu işgalleri elimiz değmişken cebimize atmakla bir şey kaybetmeyeceğimiz bir kazanç olarak görmeye başlarız. Ve bunları bir olaylar zincirinin halkaları olarak görecek yerde kendi başlarına yeterli birer başarı sayacak olursak, ilerde başımıza iş açıp açmayacaklarını düşünmeyi unuturuz. Askerlik tarihinde bunun ne kadar çok örneklerine raslanmıştır! 

Nasıl ki, ticaratte tek bir alışverişin kazancı bir kenara (sayfa 212) koyulup üstüne yatılamazsa, savaşta da tek bir üstünlük tüm savaşın sonucundan ayrılamaz. Tüccar nasıl ki durmadan servetinin tümünü isletmek zorunda ise, savaşta da her harekâtın kâr ve zararlarını ancak kesin hesap meydana çıkarır. 

Eğer gözümüzü ve aklımızı muharebeler dizisinden ayırmazsak —tabii önceden görülebildikleri ölçüde— o zaman doğru yolda olduğumuzdan emin olabiliriz. Çünkü o zaman doğrudan doğruya hedefe yönelmiş, hareket halindeki kuvvete hız, eyleme irade katmış ve dış etkilerden kurtulmuş oluruz. 


Blogger tarafından desteklenmektedir.