Header Ads

Header ADS

Revizyonizme Karşı Mücadelenin Bazı Yönleri Üzerine -1

Tüm komünistlerin birliği için, proletarya enternasyonalizmini savunmak için

Ludo Martens

Sovyetler Birliği’nde on yıllardır altı oyulmuş ve bozulmuş olan sosyalizmin bütünüyle yıkılması ve bu ülkede burjuva karşı devrimin zafere ulaşması uluslararası komünist hareketin son elli yıl içinde geçirdiği değişimin bir kez daha gözden geçirilmesini tüm komünistler için zorunlu kılmaktadır.

SBKP’nin 1956′daki 20. Kongresi’nde Kruşçev’in Stalin’e beklenmedik saldırısından bu yana uluslararası komünist hareket siyasal olarak revizyonizm tarafından baltalanmaktadır; bir dizi anlaşmazlık komünist hareketi bölmüş ve zayıflatmıştır. Revizyonizmin kökünü kazımak ve marksist-leninist ilkeler ile proletarya enternasyonalizmi temelinde uluslararası komünist hareketin birliğini tesis etmek için, son elli yılın gözden geçirilmesi zorunludur.

Belçika Emek Partisi (Parti du Travail de Belgique), bu raporda, revizyonizme karşı mücadelenin iki özgül yönünü göz önünde bulundurmaktadır: komünistlerin birliği için mücadele ve burjuva milliyetçiliğine karşı proletarya enternasyonalizminin savunulması için mücadele.

Giriş:

Emperyalizm ve proleter devrimler çağı

Tartışmayı yerli yerine koymak için öncelikle, temel bakış açımız nedir, kısaca değinelim.

Dünyamız hala emperyalizm ve proleter devrimler çağındadır.

“Yeni Dünya Düzeni”, emperyalist güçlerin kendi isteklerini tek başlarına dünyanın geri kalanına dayattıkları 20 yy. başlarındaki Düzene dönüştür.

SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizmden ne kaldıysa onların da yıkılmasıyla emperyalizmin ve kapitalizmin çelişkileri de şiddetlenmiştir.

Yirmibirinci yüzyıl, yüzyılımızın başlıca iki sorununu, hem de daha büyük bir şiddet ve ölçekte kendini yeniden ortaya koyacak: kapitalist ülkelerde sosyalist devrim sorunu ve emperyalizmin boyunduruğundaki ülkelerde sosyalist devrimin ilk aşaması olarak milli demokratik devrim sorunu.
Batı’nın büyük burjuvazisi, Sovyetler Birliği’ndeki karşı-devrimci restorasyon sürecini “insan haklarını, özgürlük ve demokrasiyi” getirecek “gerçek bir devrim” olarak selamlamıştı. Şimdi ise, aradan henüz beş yıl bile geçmemişken, eski Sovyetler Birliği’nde yaşayan insanların, beraberinde yoksulluk, işsizlik, iç savaş ve faşizmi getiren vahşi kapitalizminbaskı ve sömürüsüne maruz kaldıkları ortadadır.

Almanya, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin fethini ve Yugoslavya’nın dağılması sürecini hızlandırarak Avrupa’da egemen güç olma isteğini açıkça ortaya koymuş oldu. Balkanlar ve Yakın Doğu’nun hâkimiyeti için Almanya, Amerika, Fransa, İngiltere arasında ortaya çıkan rekabet nedeniyle eski Yugoslavya’da iç savaşlar kışkırtıldı.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana ABD, Almanya ve Japonya gibi en büyük emperyalist ülkeler arasındaki rekabet uluslararası alana hâkim oldu. Bu ekonomik ve stratejik rekabet, emperyalist sistemin genel krizini derinleştirerek, emperyalist güçler arasında bir başka dünya savaşına yol açabilir.

Sovyetler Birliği’nde restorasyonu izleyen süreçte emperyalizm Irak halkına karşı, ardında 150.000 ila 250.000 civarında ölü bırakan bir saldırı başlattı; savaştan bu yana Irak’a uygulanan ekonomik ambargo şimdiden 700.000′den fazla çocuğun ölümüne neden oldu.

Bu vahşi savaş, emperyalist hakimiyetin bir dizi yeni özelliklerini açıkça gözler önüne serdi.

Önde gelen emperyalist ülkeler, bağımsızlığını, egemenliğini, doğal kaynaklarının idaresini eline almayı savunma cüretinde bulunan herhangi bir üçüncü dünya ülkesinde de Irak’ta yaptıkları gibi en incelikli savaş teknolojilerini kullanmaya hazırdırlar.

Emperyalizm cani, barbar, insanlık dışı ve üçüncü dünyadaki milyarlarca insanın salt yaşamını sürdürme hakkıyla bile bağdaşmayan bir sistemdir.

“Müdahale etme görevi” emperyalizmin, üçüncü dünya ülkelerinin egemenliğini inkâr etmek, siyasi ve askeri yeniden sömürgeleştirme politikasını hayata geçirmek için kullandığı yeni bir slogandır.

ABD’deki Demokrat ve Cumhuriyetçi partiler, Avrupa’daki sosyal-hıristiyan, liberal, milliyetçi, muhafazakar ve sosyalist partiler, hepsi, Irak’a saldırmak için birleştiler - böylece batı demokrasisinin “çoğulcu”luğunun ancak emperyalist barbarlığa destek veren güçler için geçerli olduğu ortaya çıkmış oldu.

18 milyonluk nüfusa sahip küçük bir üçüncü dünya ülkesini yok etmek için ABD devasa askeri güç ve mali kaynakları harekete geçirmek zorunda kaldı. Ama yer kürenin küçük bir noktası üzerinde yoğunlaşmış bu yıkıcı güç bile stratejik bir zayıflığa işaret ediyor. Baskı ve yoksulluk ne kadar katlanılmaz hale gelirse geniş ölçekli devrimci hareketler için nesnel koşullar da o kadar gelişir.

Yalnızca, sosyalist devrimin zorunlu aşaması olan milli demokratik devrim Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın baskı altındaki kitlelerinin sorunlarına çözüm olabilir. Bu devrim işçi sınıfının öncülüğünde ve işçi-köylü ittifakı ile emperyalizme ve yeni sömürgeci diktatörlüğe karşı savaşan güçler cephesine dayanan gerçek bir Marksist-Leninist parti liderliğinde gerçekleşmelidir.

Kapitalizm tam da “uygar dünyanın” kalbinin attığı yerde işsizlik, toplumsal gerileme, ırkçılık, suç, faşizm ve dış ülkelere askeri müdahaleden ibaret bir gelecek sunuyor. Devletin giderek artan faşistleştirilmesiyle burjuva demokrasisi içi boş bir kavram haline geliyor. Parlamenter demokrasilerde büyük burjuvazi kendi siyasi, iktisadi ve ideolojik diktatörlüğünü kitlelere dayatmaktadır. Tüm sosyal demokrasi deneyimleri göstermiştir ki sosyalizme barışçı ve parlamenter yoldan geçiş bir aldatmacadır, işçi sınıfının kurtuluşuna rehberlik eden tek yol Ekim devriminin yoludur.

Emperyalizmin sözcüleri şöyle diyorlar: “Sosyalizm ütopyadır; gerçekleşebilir olan yalnızca kapitalizmdir“. Ne var ki bu demagoji giderek daha ağır ve dünya ölçeğinde ekonomik, sosyal, siyasal ve ahlaki bunalımlar yaratan kapitalizmin ve emperyalizmin, bu insanlık dışı, barbar ve cani sistemin gerçek doğasını daha fazla gizleyememektedir.

Burjuvazi komünizmin nihai çöküşünü ilan ederken gerçekte, Marx ve Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un oynadıkları o muazzan role karşı duyduğu nefreti bir kez daha kusmak için Doğu Avrupa ve SSCB’deki revizyonizmin utanç verici iflasını kullanıyor. Burjuvazi insanların, Marksizm-Leninizm’in kesin olarak yok olduğuna inanmalarını istiyor; çünkü onlar da komünist çözümlemelerin güncellik ve canlılığının tamamen bilincindeler ve çünkü, yenilmez tek düşmanlarının komünistler olduğunu biliyorlar.

Dünyanın tüm işçilerinin göğüs gerdiği işsizlik, yoksulluk, sömürü ve şiddetin dipsiz kuyusundan, kitleleri, yalnızca Marksizm-Leninizm-Mao Zedung düşüncesi çıkarıp onlara, ulusal ve toplumsal kurtuluşa giden yolu gösterebilir.

Marksist-Leninist Partilerin birliği için

Uluslararası komünist hareket derin politik ve ideolojik farklılıkların ve keskin siyasal mücadelelerin peşi sıra 1956′dan sonra bölündü.

Son otuzbeş yıl içinde, “Çin yanlısı” denen eğilimin ortaya çıkmasına şahit olduk; bu eğilimin kendisi de, Mao Zedung’un ölümünden sonra birçok alt eğilime bölündü. Çoğunluk durumundaki “SSCB yanlısı” denen eğilim, Gorbaçov döneminde kapitalizmin tümden restorasyonu sonrasında sayısız eğilime bölündü. “Arnavutluk yanlısı” eğilim de Arnavutluk’ta sosyalizmin çökmesiyle bölündü. Altmışlı yıllardan bu yana Latin Amerika’da “Küba yanlısı” bir eğilim de var. Bazı partiler ise, tüm bu eğilimlerin karşısında “bağımsız” bir konumda kaldılar.

Bu bölünmelerin, verili bir tarihsel durumda geçerli ve hatta zorunlu olduğunu savunanlar olabilir; ama bugün, bu eğilimlerin üstesinden gelme zorunluluğu ve olanağı ortaya çıkmış durumda. Sonuçta, iki olgu kendisini herkese dayatıyor:

Birincisi, revizyonizm uluslararası komünist hareketi zayıflatmış ve bölmüştür; ta ki gerçek yüzünü açıkça gösterinceye dek: burjuvaziye ve emperyalizme hizmet eden siyasal bir çizgi.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizm yıkıldıktan ve Lenin’in ülkesi dağıldıktan sonra tüm komünistler anlamalıdır ki Marksizm-Leninizmin en tehlikeli ideolojik düşmanı revizyonizmdir. Gerçekte revizyonizm, burjuvazinin komünist hareket içindeki varlığını temsil etmekten öte bir şey değildir.

İkincisi, son otuzbeş yıl içinde gerçekleşen bölünme ve ayrılıklar bir bütün olarak uluslararası komünist hareketi büyük ölçüde zayıflatmıştır.

Bir ya da birden fazla önemli ideolojik ayrılıktan yola çıkarak, parti ve örgütleri belli bir ideolojik ve politik ortak temele sahip gruplaşmalar içinde biraraya getirme çabaları oldu. Ancak bu farklı gruplar arasında sadece bazı partiler, kitleler arasında kök salmayı başarabildi, kendi devrimci deneyimlerini kazandı ve Marksizm-Leninizm’i kendi ülkesinin gerçekliği ile birleştirdi. Diğer yandan, bu parti gruplaşmalarının her birinde bazı örgütlerin sağ ya da sol oportünizme yöneldiği görüldü; bunlar sınıf mücadelesine hiçbir katkı yapmadan yaşamaya çalıştılar ve ardından da yok olup gittiler. Meşru olmayan bölünmeler, uluslararası komünist hareketi ve bu hareketin her bir bileşenini zayıflatmıştır.
Birlik ve mücadele

Birinci Enternasyonal’in Marx ve Engels tarafından 1864′te kurulmasından bu yana devrimci çizginin ve birliğin savunulması her zaman Marksist politikanın iki temel yönü olagelmiştir.

İşçi sınıfı hareketinin henüz başlangıç aşamasında olduğu bir dönemde Marx olabilecek en geniş ölçekte bir birliğin önemine vurgu yapmıştır. “Birliğimiz, farklı ülkelerin işçileri arasında bir iletişim ve işbirliği merkezi kurmak için yaratılmıştır; bu işçiler aynı görevleri önlerine koymuşlardır: işçi sınıfının savunulması, ileriye taşınması ve bütün olarak kurtuluşa götürülmesi. … Meslek örgütleri, yardımlaşma dernekleri ve diğer işçi örgütleri kolektif katılıma davet edilir.” (Marx-Engels: Sınıf Partisi, 1. Cilt, Maspero, 1973, s. 93).

Marx Birinci Enternasyonal’de çok farklı siyasi görüşlerin formüle edildiğini kabul etmiştir. Genel Konsey tarafından kabul edilmiş bir metinde Marx şöyle yazıyordu: “Gerek her ülkede işçi sınıfının çeşitli bölümleri ve gerekse çeşitli ülkelerin işçileri şu anda farklı gelişme düzeylerinde oldukları için, mevcut hareketi yansıtan teorik görüşleri de zorunlu olarak o ölçüde farklıdır” (aynı yerde, s.151).

Ama Marx ve Engels Birinci Enternasyonal’de bilimsel sosyalizmin farklı seksiyonlar tarafından kabul edilmesi için kararlı bir mücadele yürüttüler.

Bu ikili taktiksel yaklaşımın sonucunda Marksizm bilinçli işçiler arasında ana ideolojik akım olmuştur.

İkinci Enternasyonal 1889′da Engels tarafından kuruldu. Kapitalizmin Avrupa’da görece hızlı gelişmesi ile çakıştığı için milyonlarca işçi Marksist öğretiyi benimsedi. Ama Avrupa’daki görece barışçıl koşulların etkisi altında, “İkinci Enternasyonal döneminde uluslararası işçi hareketi iki ana fraksiyona bölündü: devrimci Marksistler ve sözde Marksist olan oportünistler. Engels taviz vermeden oportünistlerle mücadele etti” (Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Üzerine Tartışma. Pekin. 1965. s.323).

Lenin de aynı ilkeyi izledi: İkinci Enternasyonal’de, 1910′dan 1914′e kadar, aynı kararlılıkla bir yandan hareketin birliğini kollarken bir yandan da marksizmin devrimci özünü savundu. Ama Bernstein’ınki gibi güçlü ve apaçık burjuva akımlar İkinci Enternasyonal’in ana partisi olan Alman Sosyal-Demokrat Partisini çoktan zayıflatmıştı. Lenin, bir yandan birliği gösetirken, İkinci Enternasyonal’de sol kanadın gelişmesi için de elinden geleni yaptı. 1914 Ağustosu’nda “İkinci Enternasyonal’deki revizyonistler burjuvazi ile gizlice ittifak kurmayı bırakıp açıkça ittifak kurmaya başladılar ” (aynı yerde, S.326). Lenin bu tarihten sonra derhal Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşu için hazırlıklara başladı.

Revizyonizme ve Kruşçevci bölünmeciliğe karşı mücadele

Kruşçev ve Brejnev revizyonizmi Marksizm-Leninizme en büyük ihanettir ve uluslararası komünist hareketin bölünmesinin ve zayıflamasının en temel nedenidir.

Kruşçev’in 1956′daki Yirminci Kongre’ye sunduğu raporu, yine aynı yıl Stalin üzerine gizli raporu, 1962′deki 22nci Kongre’ye sunduğu raporu, Uluslararası Komünist Hareket içindeki revizyonist, burjuva çizginin tam bir örneğini verir.

1985-1990 yılları arasında kapitalizmin açık restorasyonuna yol açan tedrici dejenerasyonun tüm ideolojik ve politik kökenleri bu üç temel belgede formüle edilmiştir. Gorbaçov’un ihanet çizgisine karşı sonuç alıcı bir mücadele yürütmek için, bu ihanet çizgisinin kökenlerinin Kruşçev dönemine uzandığını açıklamak zorunludur. Çünkü, eski Sovyet ülkelerinde herşey-serbest kapitalizminin faşist karakterde siyasal biçimler aldığı bugünkü koşullarda, Yeltsin diktatörlüğüne karşı Kruşçev’den esinlenen reformist, sosyal-demokrat bir muhalefet de pekala çıkarılabilir.

1956-1964 yılları arasında, uluslararası komünist hareket içinde yaşamsal bir ideolojik mücadele başladı. Marksizm-Leninizm ile revizyonizm, devrim ile reformizm, devrimi devam ettirmek ile politik dejenerasyon, proletarya diktatörlüğü ile kapitalist restorasyon arasında bir tercih yapma zorunluluğunu açık hale getirdiği için bu dönem üzerine eğilmek gerekiyor.

Mao Zedung’un ve Çin Komünist Partisi’nin değeri Kruşçev revizyonizmine karşı Marksizm-Leninizm’i savunmalarıdır; özellikle “Genel Çizgi Üzerine Tartışma” başlıklı yayın bu bakımdan önemlidir. Yayınlanmasının üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen bu belge değerini hala korumaktadır; hatta SSCB’nin dağılması, bu belgenin güncelliğinin altını bir kez daha çizdi.

Bu belgenin içeriği herkesçe bilindiği için biz sadece belirli noktaları üzerinde duracağız. 1956-1964 yılları arasındaki polemikte Mao Zedung yalnızca revizyonizme karşı marksizmi-leninizmi savunmakla kalmadı, aynı zamanda bölünmeciliğe karşı komünistlerin birliğini de savundu. Kendi burjuva ya da küçük burjuva çizgilerini dayatmak için oportünistler daima entrikalara, bölünme ve ayrılma yoluna başvurdular.

ÇKP, birliğin önemini 1963′te şöyle vurguluyordu: “Proletaryanın davası her zaman enternasyonal bir karaktere sahip olmuştur. Tüm ülkelerin komünistleri davalarını kazanmak için birleşik bir mücadele zemininde birleşmelidirler. Proletarya enternasyonalizmi temelinde dayanışma ve birlik olmaksızın hiçbir ülke devrimci zafere ulaşamaz ya da zaferini sağlamlaştıramaz. Bu birliği korumanın ve genişletmenin biricik doğru yolu komünist partiler ve ülkeler arasındaki kardeşçe ilişkileri saptayan ilkelere uymaktır. Bu ilkeler: Marksizm-leninizm ve proletarya diktatörlüğü temelinde birlik, karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma, bağımsızlık ve eşitlik, tartışma ile sağlanan görüş birliğidir” (Modern Leninizm ve Revizyonizm. La Cité Editions. s.116-117).

Farklı partiler arasındaki siyasal ayrımlara gelince, ÇKP şöyle yazar: “Kardeş partilerin ortak çıkarlarına ilişkin meseleler son derece karmaşık ve bu partilerin içinde çalıştığı koşullar çok farklı ve nesnel koşullar sürekli değiştiği için, kardeş partiler arasında görüş ayrılıkları kaçınılmaz olabilmekteyse de bu mutlaka kötü olmak zorunda değildir. Önemli olan, enternasyonalist birliği savunma ve güçlendirmenin vazgeçilmez olduğundan yola çıkmak ve düşmana karşı savaşta bir olmaktır. İstenmeyen bir şekilde kardeş parti ve ülkeler arasında ayrılık ve çatışmalar ortaya çıkarsa, bu meseleler proleter enternasyonalizmi ruhuyla, tartışma ile sağlanan görüş birliği ve eşitlik ve birliğe ilişkin ilkelere uygun olarak kararlılıkla çözülmelidir” (Leninizm ve Modern Revizyonizm. La Cité Editions. Lausanne. s. 20).

Bu ilkeler Büyük Polemik‘te ÇKP tarafından daha da geliştirildi:

“Dayanışma ilkelerine uymak ve ne kardeş bir komünist partiyi bir diğerine saldırmaya teşvik etmek ne de sekter ya da ayrılıkçı tutumlar içine girmek; karşılıklı destek ve yardımlaşma ilkelerine uymak, asla yardım etmek bahanesiyle bir partiyi kontrol etmeye çalışmamak, (…), eşitlik ve bağımsızlık ilkelerine uymak, asla kendini diğerinin üzerine koymamak ya da kendi partisinin program, çizgi ve kararlarını dayatmamak. Asla kardeş bir partinin iç meselelerine müdahale etmemek ya da yıkıcı faaliyetlere girişmemek (…) tartışma ile sağlanan görüş birliğine uymak ve çoğunluğu temsil ettiği iddiasıyla asla bir ülkenin Partisi’nin hatalı çizgisini dayatmamak...” (Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Üzerine Tartışma. Foreign Language Editions. Beijing. 1965. s. 370).

ÇKP, 1963 yılındaki polemikte revizyonizmi eleştirirken, Uluslararası Komünist Hareketin Birliğini, hareket içinde büyük anlaşmazlıklar olmasına rağmen, ısrarla savunuyordu. “Eğer revizyonist hatalarınızı düzeltmezseniz biz de SBKP’nin, Sovyet halkının ve Sovyet devletinin çıkarı için, sosyalist kampın ve uluslararası komünist hareketin birliği için sizi hiç tereddüt etmeden, açıkça eleştirmeye devam edeceğiz” (Uluslararası komünist hareketin genel çizgisi üzerine tartışma. Foreign Language Editions. Beijing. 1965. S.344). “Uluslararası Komünist Hareket içinde, revizyonistlerle bile ilişki kurmayı sürdürüyoruz; o halde neden aynı şeyi Marksist-Leninistlerle de yapmayalım?” (Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Üzerine Tartışma. Foreign Language Editions. Beijing. 1965. s. 360).

ÇKP ile ilişkilerini bitiren, Doğu Avrupa’nın revizyonist partileri idi. Yalnızca Romanya partisi ÇKP ile dostça ilişkilerini sürdürdü; ÇKP de buna karşılık, revizyonist tutumları herkes tarafından bilinen Çavuşesku’nun Partisi ile ilişki kurdu.

Mao Zedung 1957′de şu açıklamayı yaptı: “Mücadelenin amacı Marksizm-Leninizm’in ilkelerini korumaktır; bu demektir ki ilkeler söz konusu olduğunda taviz vermemeliyiz; bu sorunun bir yönüdür. Diğer yönü ise birliğin sağlanmasıdır. Birliğin amacı karşıdakine bir yol sunmak, onunla uzlaşmaktır; esneklik dediğimiz şey budur. İlkeler ve esneklik arasındaki birlik, karşıtların birliği, Marksist-leninist bir ilkedir.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, V. Cilt, s.560).

Marksist-Leninist partilerin bölünmesine son vermek

Kruşçev revizyonizmi, Marksizm-Leninizm’i savunan partileri dışlayarak komünist hareketin birliğini bozarak işe başladı. Ama daha sonra sekterizm ve solculuk da sayısız gayrimeşru bölünmeye yol açtı. Çözümlemelerdeki ve değerlendirmelerdeki gerçek farklılıklar çelişkilere ve bölünmelere yol açıncaya kadar abartıldı. Elbette, temel ayrımlar ortaya konmalıydı; ama tartışmalar, zamanında, materyalist ve berrak çözümlemeler temelinde ve bir yandan da komünistler arasındaki birlik gözetilerek yapılmalıydı.

Çin Komünist Partisi’nin anti-revizyonist mücadelesine katılan bazı partiler -bunların arasında biz de vardık-, Kübalıları “Sovyet yayılmacılığının askerleri” olarak nitelediler. Küba Komünist Partisi ise Çin Komünist Partisi’ni “hegemonyacı ve gerici, Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi” diye adlandırıyordu.

Aynı şekilde 1968′de Çekoslovakya, 1976′da “Dörtlü Çete”nin tasfiyesi, 1977′de Üç Dünya Teorisi, 1979′da Kamboçya, 1980′de Afganistan, 80′li yılların başında Deng Xiaoping çizgisi gibi meselelerde ciddi ideolojik ve politik çatışmalar sürdü.

Tüm bu çatışmalar önemliydi. Her parti, bir yandan hareketin birliğini korurken farklı görüşleri çok ciddi biçimde incelemeli ve kendi görüşünü bu temelde formüle etmeliydi. Gerçek şu ki dün Çekoslovakya, Afganistan, Üç Dünya teorisi, Deng çizgisi, vb. meselelerde şiddetli çatışmalar içinde yer almış komünistler bugün aynı safta yer alıyorlar, Marksizm-Leninizm’i savunuyor ve revizyonizme karşı mücadele ediyorlar; tabi eski görüşlerinde zorunlu düzeltmeler yaptıktan sonra.

Partimize gelince, tanığı olduğumuz şiddetli mücadelelerden tek bir sonuç çıkardı: bir diğer parti içindeki ya da iki komünist partisi arasındaki herhangi bir çatışma ne kadar keskin olursa olsun bizler çatışmaları ciddi biçimde incelerken, aynı zamanda kendi partimizin birliğini de her ne pahasına olursa olsun korumalıyız. Aynı ilke Uluslararası Komünist Hareketin bütününe uygulanmalıdır: ayrımlar ne kadar keskin olursa olsun, biz bu ayrımların, hareketi bölmesine izin veremeyiz…

Elbette, ilkeler söz konusu olduğunda komünistlerin tavizler veremeyeceği yönünde itirazlar olabilir. Buna cevabımız: her parti Marksist-Leninist ilkeleri mevcut gerçekliğe onu kendi kavrayışına göre uygular. Hiç kimse bir partiden, ilke olarak kabul ettiği şeyden taviz vermesini isteyemez. Her parti kendi görüşlerini bütünüyle bağımsız olarak belirler. Ama bu, o partinin Uluslararası Komünist Hareketin birliğini sürdürme görevi ile karşıtlık oluşturduğu anlamına gelmez; çünkü bu birliği korumak da aynı zamanda bir ilkedir.

Burada önemli olan, komünist harekete düşman olanların planlarının akıldan çıkarılmaması gerektiğidir. CIA ve diğer gizli servislerin komünist partiler içinde ya da partiler arasında ne şekilde ayrılıklar yarattığını, aşırı mücadeleleri, bölünmeleri ya da ayrımları ne şekilde teşvik ettiğini gösteren pek çok belge var. Komünist hareketin birliğinin öneminin farkında olan düşman, bu birliği yıkmak için en akla gelmez yollara başvuracak ve sıklıkla hem revizyonistleri hem de sol sapma eğilimleri aynı anda destekleyerek tüm savrulan eğilimlere arka çıkacaktır.

Sağ oportünist ya da sol sekter olarak bilinen partilerle birliği sürdürmenin doğruluğu sorgulanabilir.
Mao Zedung bir yerde şöyle demiştir: “Önemli olan nasıl öğrenileceğini bilmektir“. Bu, Uluslararası Komünist Harekete yönelik tavrımızda da esastır. Hareketin birliğini sürdürmek her partiye daha fazla ve daha hızlı öğrenme olanağı verir.

Partimiz, politik çizgisinin sağ ya da sol oportünist olduğunu düşündüğümüz komünist partilerle de ilişkilerin sürdürülmesi ve geliştirilmesi ilkesini benimser.

Her şeyden önce yargılarımızda hata yapabileceğimiz için.

İkincisi, deneyimler göstermiştir ki, biz bu partilerin kitleler arasındaki çalışmalarının, deneyimlerinin, teorik çalışmalarının belli yönlerinden yararlanabiliriz.

Üçüncüsü, ideolojik çizgideki temel ayrımlar, belirli tarzda ortak çalışma yapmanın, ırkçılık karşıtlığı, sendikal haklar, emperyalizm karşıtlığı gibi alanlarda birleşik mücadele vermenin önünde engel değildir.

Dördüncüsü. Olası değişiklikleri dikkate almak zorundayız. Revizyonist ya da solcu olduğunu düşündüğümüz bazı partiler ya da bu partilerin bazı fraksiyonları olumlu yönde değişebilirler.
Son olarak, büyük ayrımlarımızın olduğu partiler tamamen yozlaşabilir ve burjuvazinin saflarına katılabilirler. Bu partilerle sürdürmüş olduğumuz ilişkilerden işimize yarayacak “olumsuz” dersler çıkarabiliriz; böylece, geçirdikleri değişimi adım adım izlemiş olduğumuz için, bu olumsuz dersleri daha iyi formüle edebiliriz.



kaynak
Blogger tarafından desteklenmektedir.