Marks-Engels Alman İdeolojisi - İDEALİST TARİH ANLAYIŞININ TAMAMLAYICI ELEŞTİRİSİ
Bu tartışmalardan da, görülüyor ki, Feuerbach (Wilgand's Vieteljahrsschrift, 1845, Band 2), "sıradan insan (Gemeinmensch)" nitelemesine sığınarak kendisinin komünist olduğunu ilan etmekle[29*] ve bu adı, insan"ın" bir yüklemine dönüştürmekle, böylelikle bugünkü dünyada, belirli devrimci bir partinin üyelerini belirten komünist terimini basit bir kategoriye yeniden dönüştürebileceğini sanmakla kendisini aldatmaktadır. Feuerbach'ın, insanların karşılıklı ilişkileri konusundaki tüm çıkarsaması, insanların birbirlerine gereksinmeleri olduğundan ve bunun her zaman böyle olmuş olduğunu tanıtlamaktan ibaret kalmaktadır. Gerçek komünist için önemli olan, bu mevcut düzeni devirmek olduğu halde, o, bu olgunun bilincinin tanınmasını, dolayısıyla, o da öteki teorisyenler gibi, ancak, mevcut bir olgunun doğru bilincini ortaya çıkarmayı ister. Zaten biz, Feuerbach'ın kesinlikle bu olgunun bilincini yaratmak için gösterdiği çabalarda, bir teorisyenin, teorisyen ve filozof olmaktan vazgeçmeden yapabileceği kadar ileri gittiğini kabul ediyoruz. Ama, bizim Aziz Bruno ve Aziz Max'ımızın, Feuerbach'ın komünist anlayışını, hiç zaman yitirmeden, gerçek komünist yerine koymaları çok ilginçtir ve onlar, bunu, daha şimdiden, kısmen komünizmle, "tinin tini" olarak, felsefi kategori olarak, kendileriyle aynı koşullara sahip bir hasım olarak savaşmak üzere yapıyorlar — ve Aziz, Bruno, kendi bakımından, bunu ayrıca pragmatik çıkarlar için yapıyor.
Feuerbach'ın mevcut gerçekliği kabul edişine ve aynı zamanda da bu gerçeklik konusunda hasımlarımızla paylaşmaya devam ettiği yanlış anlayışa örnek olarak, Philosophie der Zukunft'dan[30*] şu pasajı, Feuerbach'ın, bir nesnenin ya da bir insanın varlığının aynı (sayfa 68) zamanda onun özü de olduğu fikrini, bir hayvan ya da insan bireyinin belirli varoluş koşullarının, yaşam tarzının ve eyleminin, onün "özü"nün kendini tatmin olunmuş hissettiği koşullar, yaşam tarzı ve eylemi olduğu fikrini geliştirdiği pasajı anımsatalım. Burada, her istisna, açıkça, değiştirilemeyecek bir raslantı olarak, bir anormallik olarak anlaşılır. Öyleyse eğer milyonlarca proleter, kendilerini, hiç de kendi yaşam koşullarından memnun hissetmiyorsa, eğer "varlık"ları[10**] [29] özlerine birazcık olsun uymuyorsa, bu, yukarda adı geçen pasaja göre, sessizce katlanılması gereken kaçınılmaz bir şanssızlık olacaktır. Bununla birlikte, milyonlarca proleterin ya da komünistin bu konuda. bambaşka görüşleri vardır ve, zamanı geldiğinde, pratikte, bir devrim yoluyla, "varlık"larını, "öz"leri ile uyumlu bir hale getirdiklerinde, bunu tanıtlayacaklardır. Bunun içindir ki, bu gibi durumlarda, Feuerbach, hiçbir zaman insanlar dünyasından sözetmez, her seferinde, dış doğaya ve dahası insanların henüz efendisi olamadıkları doğaya sığınır. Ama, her yeni buluş, sanayide her ilerleme, bu alanın duvarlarından bir parçayı daha düşürmektedir ve bu çeşitten önermeleri doğrulayan örneklerin yetiştiği toprak, gittikçe kurumaktadır. Balığın "özü", onun "varlığı"dır, sudur — bu tek önermede duralım. Nehir balığının "özü", bir nehrin suyudur. Ama, bu su, o nehir sanayiin emrine girince, boyalarla ve başka atıklarla kirlenince, buharlı gemiler üzerinde dolaşmaya başlayınca, ya da nehir suyunun, başka kanallara verilerek kurumasıyla balıklar varoluş koşullarından yoksun kalınca, artık balığın "öz"ü olmaktan çıkar ve artık balığa uygun düşmeyen bir varlık ortamı haline gelir. Bütün bu cinsten çelişkilerin kaçınılmaz anormallikler olduğu konusundaki açıklama, aslında, Aziz Max Stirner'in, bu çelişkinin kendi öz çelişkileri olduğu, bu kötü durumun, ister buna karşı çıksınlar, ister kendi nefretlerini kendilerine saklasınlar, ister kendi yazgılarına karşı hayali bir şekilde isyan etsinler, kendi durumları olduğunu söyleyerek tatminsizlere verdiği teselliden farklı bir şey değildir; bu "açıklama", Bruno'nun, bu bahtsız durumun, bu duruma düşenlerin "mutlak öz-bilinç"e kadar ilerlemek (sayfa 69) yerine "töz" çamuru içine saplanıp kalmaları ve bu ters koşulların onların kendi tinlerinin tini olduğunu kavrayamamaları olgusundan ileri geldiği biçimindeki iddiasından da farklı bir şey değildir.
Feuerbach'ın mevcut gerçekliği kabul edişine ve aynı zamanda da bu gerçeklik konusunda hasımlarımızla paylaşmaya devam ettiği yanlış anlayışa örnek olarak, Philosophie der Zukunft'dan[30*] şu pasajı, Feuerbach'ın, bir nesnenin ya da bir insanın varlığının aynı (sayfa 68) zamanda onun özü de olduğu fikrini, bir hayvan ya da insan bireyinin belirli varoluş koşullarının, yaşam tarzının ve eyleminin, onün "özü"nün kendini tatmin olunmuş hissettiği koşullar, yaşam tarzı ve eylemi olduğu fikrini geliştirdiği pasajı anımsatalım. Burada, her istisna, açıkça, değiştirilemeyecek bir raslantı olarak, bir anormallik olarak anlaşılır. Öyleyse eğer milyonlarca proleter, kendilerini, hiç de kendi yaşam koşullarından memnun hissetmiyorsa, eğer "varlık"ları[10**] [29] özlerine birazcık olsun uymuyorsa, bu, yukarda adı geçen pasaja göre, sessizce katlanılması gereken kaçınılmaz bir şanssızlık olacaktır. Bununla birlikte, milyonlarca proleterin ya da komünistin bu konuda. bambaşka görüşleri vardır ve, zamanı geldiğinde, pratikte, bir devrim yoluyla, "varlık"larını, "öz"leri ile uyumlu bir hale getirdiklerinde, bunu tanıtlayacaklardır. Bunun içindir ki, bu gibi durumlarda, Feuerbach, hiçbir zaman insanlar dünyasından sözetmez, her seferinde, dış doğaya ve dahası insanların henüz efendisi olamadıkları doğaya sığınır. Ama, her yeni buluş, sanayide her ilerleme, bu alanın duvarlarından bir parçayı daha düşürmektedir ve bu çeşitten önermeleri doğrulayan örneklerin yetiştiği toprak, gittikçe kurumaktadır. Balığın "özü", onun "varlığı"dır, sudur — bu tek önermede duralım. Nehir balığının "özü", bir nehrin suyudur. Ama, bu su, o nehir sanayiin emrine girince, boyalarla ve başka atıklarla kirlenince, buharlı gemiler üzerinde dolaşmaya başlayınca, ya da nehir suyunun, başka kanallara verilerek kurumasıyla balıklar varoluş koşullarından yoksun kalınca, artık balığın "öz"ü olmaktan çıkar ve artık balığa uygun düşmeyen bir varlık ortamı haline gelir. Bütün bu cinsten çelişkilerin kaçınılmaz anormallikler olduğu konusundaki açıklama, aslında, Aziz Max Stirner'in, bu çelişkinin kendi öz çelişkileri olduğu, bu kötü durumun, ister buna karşı çıksınlar, ister kendi nefretlerini kendilerine saklasınlar, ister kendi yazgılarına karşı hayali bir şekilde isyan etsinler, kendi durumları olduğunu söyleyerek tatminsizlere verdiği teselliden farklı bir şey değildir; bu "açıklama", Bruno'nun, bu bahtsız durumun, bu duruma düşenlerin "mutlak öz-bilinç"e kadar ilerlemek (sayfa 69) yerine "töz" çamuru içine saplanıp kalmaları ve bu ters koşulların onların kendi tinlerinin tini olduğunu kavrayamamaları olgusundan ileri geldiği biçimindeki iddiasından da farklı bir şey değildir.
[III]
[I. EGEMEN SINIF VE EGEMEN BİLİNÇ. HEGEL'İN TARİHTE TİN'İN EGEMENLİĞİ
ANLAYIŞININ OLUŞUMU]
[30] Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki, bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridir. Örneğin kraliyetin, aristokrasinin ve burjuvazinin iktidar için çekiştikleri ve dolayısıyla iktidarın paylaşılmış olduğu bir devirdeki bir ülkede, kuvvetlerin ayrımı öğretisinin artık "ebedi yasa" olduğu öne sürülen egemen öğreti olduğu görülür.
Şimdiye değin tarihin başlıca güçlerinden birisi olarak yukarıda [s. 15-18] görmüş olduğumuz işbölümü, egemen (sayfa 70)sınıfta, zihinsel ve fiziksel emeğin [31] bölünmesi olarak kendini gösterir. Böylece, bu sınıf içersinden, bir kesim, sınıfın düşünürleri olarak (sınıfın kendi hakkındaki yanılsamaların oluşumunu kendi başlıca geçim kaynakları haline getiren faal ve kuramsal ideologları olarak) ortaya çıkarlarken, diğerleri, gerçekte bu sınıfın faal üyeleri oldukları halde kendileri hakkında hayal ve düşünceler yaratmaya daha az zamanları olması nedeniyle, bu düşünce ve yanılsamalara karşı tutumları daha pasif ve kabullenicidir. Bu sınıf içindeki bu ayrılık, iki taraf arasında belli bir karşıtlığa ve düşmanlığa da dönüşebilir, ama sınıfın kendi varlığını tehdit eden pratik bir çatışma durumunda, bu durum kendiliğinden ortadan kalkar, ve egemen düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olmadıkları ve bu sınıfın gücünden ayrı bir güce sahip bulundukları yolundaki görüntü de uçup gider. Belirli bir çağda devrimci fikirlerin varlığı, devrimci bir sınıfın varlığını öngörür, bu öncüllerin neler oldukları konusunda gerekli şeyleri yukarıda söylemiştik. ([s. 18-19, 22-23]).
Tarihin akışını ele alırken, egemen sınıfın fikirlerinin, bu egemen sınıfın kendisinden ayrı olduklarını ve bu fikirlerin bağımsız bir varlığa sahip olduklarını varsayalım. Diyelim ki, bu fikirlerin ne üretim koşullarına, ne de üreticilerine aldırmaksızın, şu halde, bunların temelinde mevcut olan bireyler ve dünya koşulları bir yana bırakılarak, şu ya da bu fikirlerin falan çağa egemen olduğu olgusuyla yetinilsin. O zaman sözgelimi, denilebilecektir ki, aristokrasinin egemen olduğu zamanlar, namus, onur, bağlılık vb. kavramları egemendi ve burjuvazinin egemen olduğu zamanlar özgürlük, eşitlik vb. kavramları egemendi.[58] Bu, bütünüyle egemen sınıfın kendisinin inandığı şeydir. Özellikle, 18. yüzyıldan beri bütün tarihçilerde ortak, olan bu tarih anlayışı, zorunlu olarak [32] egemen olan düşüncelerin gitgide daha soyut olacağı, yani bu fikirlerin gittikçe evrensellik biçimine bürüneceği (sayfa 71)gerçeğine çarpacaktır. Gerçekten, kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkan olarak göstermek zorundadır, ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır. Bir sınıfa karşı çıkması yüzünden, sırf bu yüzden devrimci sınıf, kendisini, bir sınıf olarak değil de, hemen bütün toplumun temsilcisi olarak sunar, tek egemen sınıfın karşısında toplumun tüm kitlesi olarak görünür.[59] Bu, onun için olanaklıdır, çünkü başlangıçta, onun çıkan gerçekten de egemen olmayan bütün öteki sınıfların ortak çıkarlarına hâlâ sıkı sıkıya bağlıdır, ve çünkü, eski koşulların baskısı altında bu çıkar, henüz özel bir sınıfın özel çıkarı olarak gelişmemiştir. Bu yüzden, bu sınıfın zaferi, kendileri egemenliğe ulaşamayan öteki sınıfların pek çok bireyi için de yararlıdır; ancak, bu bireyleri egemen sınıfa çıkabilecek duruma getirdiği ölçüde, yalnız bu ölçüde yararlıdır. Fransız burjuvazisi, aristokrasinin egemenliğini devirdiği zaman, bununla, birçok proletere de, proletaryadan daha yükseğe çıkma olanağını verdi, ama yalnız şu anlamda ki, onların kendileri de burjuva oldular. Her yeni sınıf, demek ki, kendi egemenliğini daha önce egemen olan sınıftan ancak daha geniş bir temel üzerine oturtur, ama karşılığında bundan böyle egemen olan sınıfla egemen olmayan sınıflar arasındaki karşıtlık, sonradan hem derinliğine ve hem keskinliğine büyümekten başka bir şey yapamaz. Bundan çıkan sonuç şudur: Yeni yönetici sınıfa karşı yürütülmesi sözkonusu olan savaşın, bu kez, egemenliği ele geçirmiş olan daha önceki bütün sınıfların yapabildiklerinden daha kesin ve daha köklü bir biçimde eski toplumsal koşulları [33] yıkmak gibi bir amacı vardır.
Genel olarak sınıf egemenliği, toplumsal rejimin biçimi olmaktan çıktığı anda, yani özel bir çıkarı genel bir çıkar olarak ya da "evrensel"i egemen olarak göstermek artık zorunlu olmadığı anda, belirli bir sınıfın egemenliğinin yalnız ve yalnız bazı fikirlerin egemenliği olduğuna inanmaktan ibaret olan bütün yanılsama da, doğaldır ki, kendiliğinden son bulur.[60] Egemen fikirler, bir kere, egemenliği yürüten bireylerden ve özellikle üretim tarzının belli bir evresinden ileri gelen ilişkilerden ayrıldılar mı, artık tarih içinde, hep fikirlerin egemen olduğu sonucuna varılır; bu çeşitli fikirlerden "Fikir"i, yani en üstün derecede vb. fikri, ve böyle olunca da, onu tarihte egemen olan öğe olarak yalıtmak ve onun aracılığıyla bütün bu fikirleri ve kavramları tarih boyunca gelişen kavramın "kendi kendini belirlemesi" gibi kavramak çok kolay olur. Bundan sonra, gene, bütün insan ilişkilerini, insan kavramından, tasarımlanmış insandan, insanın özünden, kısacası insandan türettirmek doğal bir şeydir. Kurgul felsefenin yaptığı da budur. Hegel'in kendisi de Tarih Felsefesi'nin sonunda, "yalnız Kavramın ilerleyişini incelediği"ni ve tarihte "gerçek Theodizee"yi [ilm-i ilahi. -ç.] ortaya koymuş olduğunu itiraf ediyor (s. 446). Ve şimdi, sonunda filozofların, filozoflar olarak her zaman tarihte egemen olmuş oldukları sonucuna —yani, gördüğümüz gibi, Hegel'in[31*] zaten ifade etmiş olduğu bir sonuca— varmak üzere yeniden, "Kavramın" üreticilerine, teorisyenlere, ideologlara ve filozoflara dönülebilir. Gerçekte, tarihte Tinin egemen olduğunu (Stirner'e göre hiyerarşiye bakınız) ortaya koymaktan ibaret olan cambazlık şu aşağıdaki üç çabaya indirgenir:
[34] l° Fikirleri, ampirik nedenlerle maddi bireyler olarak ve bizzat bu insanların ampirik koşullar içinde, egemen olan insanlardan, bu insanların kendilerinden ayırmak ve sonuç olarak tarihe egemen olanların fikirler ya da yanılsamalar olduğunu kabul etmek.
2° Fikirlerin bu egemenliğine, bir düzen getirmek, birbirini izleyen egemen fikirler arasına mistik bir bağ koymak gerekir, ve buna, fikirleri "kavramın kendi kendini belirlemeleri" olarak kavramakla ulaşılır. (Bu, düşüncelerin kendi ampirik temelleriyle birbirlerine gerçekten bağlı bulunması olgusu, bu ikinci işi olanaklı kılar; bundan başka, an ve (sayfa 73) yalın düşünceler olarak anlaşıldıklarından, bu düşünceler, kendinden farklılaşmalar haline, bizzat düşünce üreten ayrımlar haline gelirler.)
3° Bu "kendini belirleyen kavram"ı, mistik görünümünden soymak için, o, bir kişi —"öz-bilinç"— haline dönüştürülür, ya da büsbütün materyalist görünmek için, ondan tarihte "Kavram"ı temsil eden, yani kendileri de tarih yapımcıları olarak, "gardiyanlar komitesi" olarak, egemenler olarak, "düşünürler"i, "filozoflar"ı, ideologları temsil eden bir kişiler dizisi yaratılır.[61] Bir çırpıda tarihin bütün materyalist öğeleri çıkarılıp atıldı ve böylece artık kurgu alanında rahatça doludizgin at koşturulabilir.
Almanya'da egemen olan bu tarih yöntemi, ve özellikle bunun nedeni, bu yöntemin genel olarak ideologların yanılsamalarıyla, örneğin hukukçuların, politikacıların (ayrıca bunlar arasında bulunan iş başındaki devlet adamlarının) yanılsamalarıyla olan bağıntısından ve bir de, bu adamların dogmatik düşlerinden,ve acayip fikirlerinden hareketle açıklanması gerekir; bu onların yaşam içindeki pratik konumlarından, mesleklerinden ve işbölümünden hareket edilerek kolayca açıklanabilir.
[35] Gündelik yaşamda, herhangi bir shopkeeper [dükkancı. -ç.], bir kimsenin olduğunu iddia ettiği ile gerçekten olduğu arasında ayrım yapmasını çok iyi bilir; ama bizim tarihimiz henüz bu basit bilgiye ulaşamamıştır. Bizim tarihimiz, her çağ için o çağın kendisi hakkında söylediklerine ve beslediği kuruntulara hemen inanır.
[IV]
[1. ÜRETİM ALETLERİ VE MÜLKİYET BİÇİMLERİ]
[40] [11**]... bulunmuştur. Birinci noktadan oldukça gelişmiş bir işbölümü ile yaygın bir ticaret önkoşulu, ikinci noktadan ise yerel karakter sonucu çıkar. Birinci durumda bireyleri biraraya toplamak gerekir; ikinci durumda, bireyler, (sayfa 74) kendileri de üretim aletleri olarak belli üretim aletinin yanında bulunurlar. O halde, burada, doğal üretim aletleri ile uygarlığın yarattığı üretim aletleri arasındaki farklılık kendini gösterir. İşlenmiş toprak (su, vb.) doğal üretim aleti olarak kabul edilebilir. Birinci durumda, doğal üretim aleti konusunda bireyler doğaya bağımlıdırlar; ikinci durumda emeğin bir ürününe bağımlıdırlar. Birinci durumda, mülkiyet (toprak mülkiyeti) demek ki, dolaysız ve doğal bir egemenlik gibi görünür; ikinci durumda bu mülkiyet bir emek egemenliği, bu konuda, birikmiş emeğin, sermayenin egemenliği olarak görünür. Birinci durum, bireylerin, ister aile, ister kabile ve hatta toprak vb. olsun herhangi bir bağla birleşmiş olmalarını önceden varsayar. İkinci durum ise, bu bireylerin birbirlerinden bağımsız olmalarını ve ancak değişimlerle birarada tutulmalarını önceden varsayar. Birinci durumda değişim, esas olarak, insanlar ile doğa arasında bir değişimdir, birinin [insanların -ç.] emeğinin, ötekinin [doğanın -ç.] ürününe karşı trampa edildiği bir değişimdir; ikinci durumda, değişim, egemen olan biçimiyle, insanların kendi aralarında bir değişimdir. Birinci durumda insan için orta bir zeka yeterlidir, bedensel faaliyet ile zihinsel faaliyet birbirlerinden henüz hiç ayrılmış değildir; ikinci durumda bedensel faaliyet ile zihinsel faaliyet arasındaki bölünme daha önceden pratik olarak gerçekleşmiş olmalıdır. Birinci durumda, mülk sahibinin mülksüzler üzerindeki egemenliği, kişisel ilişkilere, bir çeşit ortaklığa dayanabilir; ikinci durumda, bu egemenlik maddi bir biçim almış olmalı, üçüncü bir ötede, parada, cisimleşmelidir. Birinci durumda, küçük imalatçılık (sanayi) vardır, ama doğal üretim aleti kullanıma bağımlıdır ve bu yüzden de başka başka bireyler arasında işin bölüşümü yoktur; ikinci durumda, sanayi ancak işbölümünde ve bu bölünme ile mevcuttur.
[41] Buraya kadar hep üretim aletlerinden hareket ettik ve bazı sanayi aşamaları için özel mülkiyet zorunluluğu, bu durumda, zaten besbelli bir şey olmuştu. İstihraç sanayiinde, özel mülkiyet işe tamamen uygun düşmektedir; küçük sanayide ve bütün tarımda, şimdiye kadar mülkiyet, mevcut iş aletlerinin zorunlu sonucudur; büyük sanayide üretim aracı ile özel mülkiyet arasındaki çelişki, ancak, o ürünü yaratmak için daha önceden çok gelişmiş olması gereken bu (sayfa 75) büyük sanayiin ürünüdür. O halde, özel mülkiyetin kaldırılması ancak büyük sanayi ile olanaklıdır.