Header Ads

Header ADS

Marks-Engels Alman İdeolojisi - Materyalist tarih Anlayışı Öncülleri

Marks-Engels Alman İdeolojisi 

MATERYALİST TARİH ANLAYIŞININ ÖNCÜLLERİ

Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller, keyfi temeller, dogmalar değillerdir; bunlar, onlara ilişkin soyutlamaların ancak imgelemde yapılabileceği gerçek öncüllerdir. Bunlar gerçek bireylerdir, bu bireylerin eylemleri ve —hem hazır buldukları hem de kendi eylemleriyle yarattıkları— maddi yaşam koşullarıdır. Bu öncüller, demek ki, [s. 4] ancak ampirik olarak oluşturulabilirler. 
Tüm insan tarihinin ilk öncülü, doğal olarak, canlı insan bireylerinin varlığıdır.[9] Şu halde saptanması gereken ilk olgu, bu bireylerin fiziksel örgütlenişleri ve bu örgütlenmenin sonucu olarak ortaya çıkan, doğanın geri kalan bölümüyle olan ilişkilerdir. Burada, doğaldır ki, ne bizzat insanın fiziki yapısını, ne de insanların tamamen hazır buldukları doğal koşulları, jeolojik, orografik, hidrografik, klimatik ve öteki koşulları derinliğine inceleyemeyiz.[10] Her tarih yazımı, bu doğal temellerden ve tarih boyunca insan eyleminin bu temellerde meydana getirdiği değişikliklerden hareket etmek zorundadır.

İnsanlar, hayvanlardan, bilinçle, dinle, ya da herhangi bir başka şeyle ayırdedilebilir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırdetmeye başlıyorlar, bu, onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu olan bir ileri adımdır. İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler.

İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, herşeyden,önce doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının doğasına bağlıdır. [s. 5] Bu üretim tarzı, basitçe bireylerin fizik varlıklarının yeniden üretimi olarak ele alınmamalıdır. Bu üretim tarzı, daha çok, bu bireylerin belirli bir faaliyet tarzını, onların yaşamlarını ortaya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.

Bu üretim, ancak nüfusun çoğalmasıyla ortaya çıkar. Bu da, o bireylerin kendi aralarındaki karşılıklı ilişkileri (Verkehr)[6*] peşinen varsayar. Bu ilişkilerin biçimi de yine üretim tarafından belirlenir. 

3. ÜRETİM VE BİREYLERİN İLİŞKİLERİ. İŞBÖLÜMÜ VE MÜLKİYET BİÇİMLERİ: 
AŞİRETSEL, ANTİK, FEODAL

[y. 3] Farklı ulusların birbirleriyle olan ilişkileri, bu ulusların herbirinin üretici güçleri, işbölümünü, ve iç ilişkilerini (sayfa 37) ne oranda geliştirdiklerine bağlıdır. Bu genel olarak kabul gören bir saptamadır. Bununla birlikte, yalnız bir ulusun öteki uluslarla ilişkileri değil, bu ulusun kendi iç yapısı da kendi üretiminin gelişim düzeyine, ve iç ve dış ilişkilerine bağlıdır. Bir ulusun üretici güçlerinin ulaştıkları gelişme düzeyi, en açık şekilde, işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır. Daha önce elde edilmiş olan üretici güçlerin salt niceliksel bir artışı (örneğin yeni toprakların tarıma açılması) olmadığı sürece, her yeni üretici güç, işbölümünün daha da gelişmesine yol açar. 

Bir ulusun kendi içindeki işbölümü, ilkin sınai ve ticari emeğin bir yandan, tarım emeğinden ayrılmasına, öte yandan, ve bunun sonucu olarak, kent ile kırın ayrılmasına ve çıkarlarının karşıtlığına yolaçar. Daha da gelişmesi ise, ticari emeğin, sınai emekten ayrılmasına neden olur. Aynı zamanda, bu farklı dallar içindeki işbölümü olgusuyla, belirli işlerde birlikte çalışan bireyler arasında farklı altbölünmeler ortaya çıkar. Bu ayrı ayrı grupların birbirleri karşısındaki durumları, tarımsal, sınai ve ticari emeğin çalıştırılma tarzıyla (ataerkillik, kölelik, zümreler ve sınıflar) belirlenir. Aynı koşullar, daha gelişkin bir karşılıklı ilişki (Verkehr) durumunda, farklı ulusların birbirleriyle olan ilişkilerinde (Beziehung) de ortaya çıkar. 

İşbölümünün gelişmesinin çeşitli aşamaları, bir o kadar farklı mülkiyet biçimlerini temsil eder; bir başka deyişle, işbölümünün her yeni aşaması, çalışmanın konusu, aletleri ve ürünleri bakımından bireylerin kendi aralarındaki ilişkileri de belirler. 

Mülkiyetin ilk biçimi aşiret mülkiyetidir (Stammeigentum)[7*] Bu mülkiyet biçimi, bir halkın av ve balıkçılıkla, hayvan yetiştirmeyle ya da, en yüksek aşamada, tarımla beslendiği, üretimin gelişmesinin ilk evresine tekabül eder., Son durum, büyük miktarda işlenmemiş toprağı öngerektirir. Bu aşamada, işbölümü, henüz pek az gelişmiştir, ve aile içinde varolan doğal işbölümünün daha da genişlemiş biçimden ibarettir. Toplumsal yapı da, bu nedenle, ailenin genişlemesiyle sınırlı kalır: ataerkil aşiretin reisleriyle, bunların altında aşiret üyeleri ve ensonu köleler. Aile içindeki gizil kölelik, nüfusun ve gereksinmelerin artmasıyla ve dış ilişkilerin, savaşın genişlemesiyle olduğu kadar, trampanın genişlemesiyle (sayfa 38) de ancak yavaş yavaş gelişir. 

Mülkiyetin ikinci biçimi, özellikle birçok aşiretin sözleşme yoluyla ya da fetih yoluyla bir tek kent halinde birleşmesinden ileri gelen ve köleliğin varlığını sürdürdüğü antik komünal mülkiyet ve devlet mülkiyetidir. Komünal mülkiyet yanında taşınır ve daha sonra taşınmaz özel mülkiyet, daha o sıralar gelişir, ama komünal mülkiyete bağımlı olağan-dışı bir biçim olarak. Yurttaşlar, sahip oldukları çalışan köleler üzerindeki iktidarlarını ancak kolektif olarak yürütürler, bu da zaten onları komünal mülkiyet biçimine bağlar. Aktif yurttaşları, köleler karşısında, bu doğal ortaklık biçimini muhafaza etmek zorunda bırakan şey, bu komünal özel mülkiyettir. Bunun içindir ki, bu mülkiyet biçimi üzerine kurulmuş olan bütün toplumsal yapı, onunla birlikte halk iktidarı, bizzat taşınmaz özel mülkiyetin geliştiği oranda dağılır. İşbölümü şimdiden daha da gelişkin bir hale gelmiştir. Kent ile kır arasındaki karşıtlığı, ve daha sonraları kentlerin çıkarlarını temsil eden devletler ile köylerin çıkarlarını temsil eden devletler arasındaki ve kentlerin kendi içlerinde deniz ticareti ile sanayi arasındaki karşıtlığı daha o sıralarda görmeye başlarız. Yurttaşlar ile köleler arasındaki sınıf ilişkileri eksiksiz gelişmiştir.[11

Özel mülkiyetin gelişmesiyle birlikte, ilk kez, modern özel mülkiyette yeniden, ama daha geniş bir ölçüde karşılaşacağımız ilişkilerin: bir yandan, (Licinius'un tarım yasasının[8*] da kanıtladığı gibi) Roma'da çok erkenden başlayan, ve içsavaşlarla birlikte ve özellikle İmparatorluk zamanında hızla gelişen özel mülkiyetin belirli ellerde toplanması, öte yandan, bu bağlamda, küçük köylü pleblerin, mülk sahibi yurttaşlarla köleler arasında ara konumu yüzünden bağımsız bir gelişme gösteremeyen bir proletarya haline dönüşmesi şeklindeki ilişkilerin ortaya çıktığı görülür. 

Üçüncü mülkiyet biçimi, feodal ya da zümre mülkiyetidir.[9*] Antikçağ nasıl, kentten ve kapladığı küçük toprak alanından geliştiyse, ortaçağ da kırdangelişti. Çıkış noktalarındaki bu farklılığı belirleyen şey, geniş bir alana yayılmış olan ve istilalar yüzünden pek artış gösteremeyen nüfusun (sayfa 39) azlığıydı. Yunan ve Roma'nın tersine, feodal gelişme, demek ki, tarımda, Roma fetihleriyle ve ilk defa bu fetihlerin neden olduğu yayılmayla hazırlanan çok daha geniş bir alan üzerinde başlıyor. Gerileme halindeki Roma İmparatorluğu'nun son yüzyılları ve barbarların fetihleri, bir yığın üretici gücü tahrip etti: tarım gerilemişti, sanayi, pazar yokluğundan dolayı gerilemişti, ticaret uykudaydı ya da zor yoluyla kesintiye uğramıştı, kırsal ve kentsel nüfus azalmıştı. Bu koşullar ve fetihin bu koşullarca belirlenen örgütleniş tarzı, Cermenlerin askeri örgütlenişlerinin etkisi altında, feodal mülkiyeti geliştirdi. Aşiret mülkiyeti ve komün mülkiyeti gibi, bu mülkiyet biçimi de yine bir ortaklığa dayanır; ama, bu ortaklığın karşısında artık, antik sistemde olduğu gibi, doğrudan üreticiler sınıfını meydana getiren köleler değil, serfleştirilmiş küçük köylüler vardır. Feodalizmin eksiksiz gelişmesine koşut olarak, ayrıca, kentlerle bir karşıtlık ortaya çıkar. Toprak mülkiyetinin hiyerarşik yapısı ve bu yapıya eşlik eden silahlı yükümlülükler, soyluları, serfler üzerinde egemen kılmıştı. Bu feodal yapı, tıpkı eski komünal mülkiyet gibi, hükmedilen üretici sınıfa karşı bir ortaklıktı, şu farkla ki, ortaklık biçimi ve doğrudan üreticilerle olan ilişkiler değişikti, çünkü üretim koşulları değişikti. 

Toprak mülkiyetinin bu feodal yapısına, kentlerde, lonca mülkiyeti, elzanaatlarının feodal örgütlenmesi tekabül ediyordu. Burada, mülkiyet, [y. 4] esas olarak, her bireyin kendi emeğine bağlı bulunuyordu. Birleşmiş soyguncu soylulara karşı birlik zorunluluğu, sanayicinin aynı zamanda tüccarlık da yaptığı bir sırada, kapalı çarşıları ortaklaşa yürütme gereksinimi, gönenç içindeki kentlere yığınlar halinde kaçıp gelen serflerin yarattıkları artan rekabet, bütün ülkenin feodal yapısı, loncaları doğurdu; tek tek zanaatçılar tarafından azar azar biriktirilen küçük sermayeler ve durmadan artmakta olan nüfus içinde bunların sayılarının değişmezliği, kentlerde de, köydekine benzer bir hiyerarşi doğuran kalfalık ve çıraklık ilişkilerini geliştirdi. 

Başlıca mülkiyet, feodal çağ boyunca, demek ki, bir yandan serflerin emeğinin boyunduruk altına sokulduğu toprak mülkiyetine, öte yandan da küçük bir sermaye yardımıyla kalfaların emeğini yöneten kişisel emeğe dayanıyordu. Bu iki biçimin de yapısı sınırlı üretim koşullarıyla —ilkel ve küçük (sayfa 40) tarımla ve el emeğine dayalı sanayi ile— belirleniyordu. Feodalizmin doruğunda bile, işbölümü pek az gelişmişti. Kent-kır karşıtlığını her ülke yaşıyordu; zümreleşme elbette çok belirgindi, ama kırda prensler, soylular, din adamları ve köylüler biçimindeki ve kentlerde de usta, kalfa, çırak ve az sonra da gündelikçinin pleb biçimindeki ayrışması bir yana, önemli bir işbölümü olmadı. Tarımda, köylülerin kendi el zanaatlarına ek olarak gelişen küçük parçalı işletmecilik, işbölümünü daha da güçleştirmişti; sanayide, her zanaat kolunun kendi içinde katiyen işbölümü yoktu ve birbirleri arasında ise pek azdı. Ticaret ile sanayiin ayrılması, eski kentlerde daha önce de vardı, ama yeni kentlerde, ancak daha sonraları, kentlerin birbirleriyle ilişki kurmalarıyla gelişti. 

Büyükçe ülkelerin feodal krallıklar halinde birleşmeleri, toprak soyluları için olduğu kadar, kentler için de bir gereksinmeydi. Bu bakımdan, egemen sınıf, yani soylular, her yerde, başlarında bir monark (hükümdar) bulunmak üzere örgütlendiler. 

Blogger tarafından desteklenmektedir.