Header Ads

Header ADS

Kent ile Kır Arasında, Kafa Emeğiyle Kol Emeği Arasında Zıtlığın

J.V. STALİN ­SSCB’DE SOSYALİZMİN EKONOMİK PROBLEMLERİ

­Kent ile Kır Arasında, Kafa Emeğiyle Kol Emeği Arasında Zıtlığın Ortadan Kaldırılması ve Bunlar Arasındaki Farkların Ortadan Kaldırılması Sorunu

Bu başlık, birbirinden esastan ayrılan bir dizi soruna değiniyor, ancak ben bunları birbiriyle karıştırmak için değil, yalnızca anlatımı kısa tutmak nedeniyle bir bölümde birleştiriyorum.

Kent ile kır arasındaki sanayiyle tarım arasındaki zıtlığın ortadan kaldırılması sorunu, uzun süre önce Marx ve Engels tarafından ele alınmış olan bildik bir sorundur. Bu zıtlığın ekonomik temelini, köyün kent tarafından sömürülmesi, kapitalizmde (sanayinin, ticaretin, kredi sisteminin tüm gelişim seyriyle) köylülüğün mülksüzleştirilmesi ve kırsal nüfusun çoğunluğunun yıkıma uğratılması oluşturur. Bu yüzden, kent ile kır arasındaki zıtlık kapitalizmde çıkar zıtlığı olarak değerlendirilmelidir. Köyün kente ve genel olarak “kentlilere” düşmanca tutumu bu zeminde ortaya çıktı.

Kuşkusuz kapitalizmin ve sömürü sisteminin ortadan kaldırılmasıyla, ülkemizde sosyalist düzenin sağlamlaştırılmasıyla, kent ile kır arasındaki, sanayiyle tarım arasındaki çıkar zıtlığı da ortadan kalkmak zorundaydı. Böyle de oldu. Toprak sahiplerinin ve kulaklığın tasfiyesinde, köylülüğümüze sosyalist kentten, işçi sınıfımızdan verilen muazzam yardım, işçi sınıfının köylülükle ittifakı için zemini sağlamlaştırdı ve köylülükle onların kolektif çiftliklerine birinci sınıf traktör ve diğer makinelerin sağlanması, işçi sınıfının köylülükle ittifakını dostluğa dönüştürdü. Tabii işçiler ve kolektif köylülük yine de konumlan itibariyle birbirinden ayrılan iki sınıfı oluştururlar. Ama bu fark onların dostluğu hiçbir biçimde zayıflatmaz. Tersine, onların çıkarları aynı ortak çizgide, sosyalist düzenin sağlamlaşması ve komünizmin zaferi çizgisinde yatar. Bu yüzden köyün kente karşı eski güvensizliğinden ­hele kininden­geriye bir iz bile kalmamış olması şaşırtıcı değildir.


Bütün bunlar, kent ile kır arasındaki, sanayi ile tarım arasındaki zıtlığın zemininin mevcut sosyalist düzenimiz tarafından kaldırıldığı anlamına gelir.

Bu tabii ki, kent ile kır arasındaki zıtlığın ortadan kaldırılmasının, “büyük kentlerin batması”na yol açmak zorunda olduğu anlamına gelmez (bkz. Engels’in “Anti­Dühring”i). Büyük kentler batmamakla kalmayacak, kültürün en büyük gelişme merkezleri olarak, yalnızca büyük sanayinin değil, aynı zamanda tarımsal ürünlerin işlenmesinin ve gıda maddeleri sanayinin tüm dallarının muazzam gelişiminin merkezleri olarak daha büyük kentler ortaya çıkacaktır. Bu durum ülkenin kültürel gelişimini kolaylaştıracak ve kentte ve kırda yaşam koşullarının dengelenmesine yol açacaktır.

Kafa ve kol emeği arasındaki zıtlığın ortadan kaldırılması sorununa ilişkin benzer bir duruma sahibiz. Bu sorun da, aynı şekilde, uzun süre önce Marx ve Engels tarafından ele alınmış olan bildik bir sorundur. Kafa ve kol emeği arasındaki zıtlığın ekonomik temeli, kol emeğinin kafa emeğinin temsilcileri tarafından sömürülmesidir. Kapitalizm sırasında işletmelerde, bedensel olarak çalışanlarla, yönetici personel arasında var olan uçurumu herkes bilir. Bilindiği gibi, bu uçurum temelinde işçilerin müdüre, ustaya, mühendise ve teknik personelin diğer temsilcilerine karşı, düşmanlarına olduğu gibi düşmanca bir tavır gelişti. Kapitalizmin ve sömürü sisteminin ortadan kaldırılmasıyla, kol ve kafa emeği arasındaki çıkar zıtlığının ortadan kalkmak zorunda olduğu açıktır. Ve bu zıtlık, bugünkü sosyalist düzenimizde gerçekten yok olmuştur. Şimdi bedensel olarak çalışanlarla yönetici personel düşman değil, yoldaş, dost, üretimin gelişmesine ve iyileşmesine derinden ilgi duyan, yakından bütünlüklü üretim kolektifinin üyesidirler. Aralarındaki eski düşmanlıktan geriye bir iz bile kalmadı.

Kent (sanayi) ile kır (tarım) arasında, kafa ve kol emeği arasında farklılıkların ortadan kalkması sorununun karakteri ise tümüyle başkadır. Bu sorun Marksizmin klasikleri tarafından ele alınmadı. Bu, sosyalist inşamızın pratiği dolayısıyla karşı karşıya kaldığımız yeni bir sorundur.

Bu kılı kırk yararak icat edilmiş bir sorun değil midir? Bizim için herhangi bir pratik veya teorik önemi var mıdır? Hayır, bu sorun, kılı kırk yararak icat edilmiş bir sorun olarak değerlendirilmemelidir. Tersine, bizim için son derece ciddi bir sorundur.

Örneğin, tarımla sanayi arasındaki farklılık ele alındığında, bu yalnızca tarımda çalışma koşullarının sanayideki çalışma koşullarından farklı olmasından ibaret değildir, tersine öncelikle ve temel olarak, tarımda genel halk mülkiyetine değil, grup mülkiyetine, kolektif çiftlik mülkiyetine sahip olmamızdan ibarettir. Bu durumun, meta dolaşımının korunmasına yol açtığı yalnızca sanayi ile tarım arasındaki bu farklılığın ortadan kalkmasıyla mal üretiminin, ondan doğan tüm sonuçlarıyla beraber yok olabileceği daha önceden söylendi. Dolayısıyla, tarım ile sanayi arasındaki bu önemli farkın bizim için birinci dereceden öneme sahip olması gerektiği inkar edilemez.

Aynı şey, kafa ve kol emeği arasında başlıca farklılığın ortadan kaldırılması sorunu üzerine de söylenmelidir. Bu sorun bizim için, aynı şekilde birinci dereceden önemlidir. Sosyalist kitle rekabetinin gelişimi başlayana dek, sanayinin büyümesi bizde çok büyük zorluklarla gerçekleşti ve hatta birçok yoldaş, sanayinin gelişme hızının yavaşlatılması sorununu ortaya koydu. Bu temel olarak, işçilerin kültürel ve teknik düzeyinin çok düşük olmasıyla ve teknik personelin düzeyinden çok geri kalmasıyla açıklanabilir. Ancak sosyalist rekabet bizde kitlesel karakter kazandıktan sonra, bu mesele temelden değişti. Tam da bundan sonra sanayi hızlı bir tempoda ilerledi. Sosyalist rekabet neden kitlesel karakter kazandı? İşçiler arasında, yalnızca asgari tekniği edinmekle kalmayan; daha da ileri giden, teknik personelin düzeyine erişen ve teknisyenlerle mühendislerin yanlışlarını düzeltmeye, eskimiş normlar olarak mevcut normlardan kopmaya ve yeni, daha çağdaş normlar getirmeye vs. çalışan gruplar halinde yoldaşlar bulunduğu için. Eğer tek tek işçi grupları değil de, işçilerin çoğunluğu kültürel ve teknik düzeylerini, mühendislerin ve teknisyenlerin düzeyine çıkarmış olsalardı ne olurdu? Sanayimiz, başka ülkelerin sanayileri için ulaşılmaz olan bir yüksekliğe erişirdi. Dolayısıyla, kafa ve kol emeği arasında başlıca farkın, işçilerin kültürel ve teknik düzeyinin, teknik personelin düzeyine çıkarılarak ortadan kaldırılmasının, bizim için birinci dereceden öneme sahip olması gerektiği inkar edilemez.

Bazı yoldaşlar, zamanla yalnızca sanayi ve tarım arasındaki, kol ve kafa emeği arasındaki başlıca farkın yok olmakla kalmayacağı, tersine aralarındaki her türlü farkın yok olacağını iddia ediyorlar. Bu doğru değildir. Sanayi ile tarım arasında başlıca farkın ortadan kaldırılması, bunlar arasındaki her türlü farkın ortadan kaldırılmasına yol açamaz. Sanayide ve tarımda çalışma koşullarının farklılığı göz önüne alındığında, önemli olmasa da, herhangi bir fark mutlaka kalacaktır. Hatta sanayide bile, farklı dallarına bakıldığında, çalışma koşulları her yerde aynı değildir. Örneğin maden işçilerinin çalışma koşulları, makineleştirilmiş bir ayakkabı fabrikasının işçilerinin çalışma koşullarından, maden filizi işçilerinin çalışma koşulları, makine yapım sanayiindeki işçilerin çalışma koşullarından farklıdır. Eğer bu doğruysa, o zaman sanayiyle tarım arasında belirli bir fark kendisini daha da çok koruyacaktır.

Aynı şey kafa ve kol emeği arasındaki fark üzerine de söylenmelidir. Bunlar arasındaki, kültürel ve teknik düzeydeki büyük eşitsizlik anlamında başlıca fark mutlaka yokolacaktır. Ama önemsiz de olsa, yalnızca işletmelerin yönetici personeli ile işçilerin çalışma koşulları aynı olmadığı için bile olsa, herhangi bir fark yine de kalacaktır.

Tersini iddia eden yoldaşlar, söz konusu olanın her türlü farklılık değil, başlıca farklılığın ortadan kaldırılması olduğu sakıncası konmadan, her halde sanayi ile tarım arasında, kafa ile kol emeği arasındaki farklılığın ortadan kaldırılmasından söz edilen bazı açıklamalarımdaki ünlü formülasyona dayanıyorlar. Yoldaşlar benim formülasyonumu işte bu anlamda kavradılar ve her türlü farkın ortadan kaldırılacağının kastedildiğini sandılar. Ama bu, o formülasyonun eksik ve doyurucu olmadığı anlamına gelir. Bu formülasyon bırakılmalı ve yerine, başlıca farkların ortadan kaldırılmasını ve sanayi ile tarım, kafa ile kol emeği arasında önemsiz farkların varlığını sürdürmesini ifade eden başka bir formülasyon konmalıdır.

5­Birleşik Dünya Pazarının Çöküşü ve Kapitalist Dünya Sisteminin Krizinin Derinleşmesi

İkinci Dünya Savaşı’nın ve onun ekonomik etkilerinin en önemli ekonomik sonucu olarak, birleşik, her şeyi kapsayan dünya pazarının çöküşü değerlendirilmelidir. Bu durum, kapitalist dünya sisteminin genel krizinin daha da derinleşmesine yol açtı.

İkinci Dünya Savaşı’nın kendisini, bu kriz ortaya çıkardı. Savaş sırasında birbirine diş geçiren her iki koalisyon, hasmını yenmeyi ve dünya egemenliğini kazanmayı hesap ediyordu.

Krizden çıkış çaresini burada arıyorlardı. Amerika Birleşik Devletleri, en tehlikeli rakipleri Almanya ve Japonya’yı devre dışı bırakmayı, yabancı pazarları ve dünya hammadde kaynaklarını ele geçirmeyi ve dünya egemenliğine ulaşmayı hesaplıyordu.

Ancak savaş bu umutlan yerine getirmedi. Gerçi Almanya ve Japonya, üç önemli kapitalist ülkenin, ABD, İngiltere, Fransa’nın, rakibi olarak devre dışı bırakıldı. Ama aynı zamanda Çin ve Avrupa’da diğer halk demokrasisi ülkeleri kapitalist sistemden ayrıldı ve Sovyetler Birliği ile beraber, kapitalizm kampının karşısında birleşik ve güçlü sosyalist kampı oluşturdular. Karşıt iki kampın varlığının ekonomik sonucu, birleşik, her şeyi kapsayan dünya pazarının çökmüş olması ve bunun sonucunda şimdi birbirinin karşısında duran iki paralel dünya pazarına sahip olmamızdır.

ABD’nin, aynı şekilde İngiltere ve Fransa’nın, tabii istekleri dışında, yeni paralel dünya pazarının oluşumunu ve sağlamlaşmasını bizzat teşvik ettikleri belirtilmelidir. Bunlar SSCB, ve Çin ve “Marshall Planı” sistemine katılmayan Avrupa’nın halk demokrasisi ülkelerine, böylece onları boğma umuduyla ekonomik abluka uyguladılar. Ama gerçekte ortaya çıkan bu ülkelerin boğulması değil, yeni dünya pazarının sağlamlaşması olmuştur.

Ancak burada önemli olan tabii ki ekonomik abluka değil, bu ülkelerin savaş sonrası dönemde, ekonomik olarak birleşme ve ekonomik işbirliği ve karşılıklı yardımlaşmayı yoluna sokmuş olmalarıdır. Bu işbirliği deneyimi, hiçbir kapitalist ülkenin halk demokrasisi ülkelerine Sovyetler Birliği’nin yaptığı gibi böylesine etkin ve teknik olarak nitelikli yardım veremeyeceğini gösteriyor. Yalnızca bu yardımın son derece ucuz ve teknik olarak birinci sınıf olması değildir sözkonusu olan. Öncelikle sözkonusu olan bu işbirliğinin temelinde, birbirine yardım etme ve genel bir ekonomik kalkınma sağlama samimi isteğinin yatmasıdır. Sonuç, bu ülkelerde endüstriyel gelişimin yüksek temposuna sahip olmamızdır. Sanayinin böylesine bir gelişme temposunda, kısa süre içinde, bu ülkelerin yalnızca kapitalist ülkelerden mal ithal etmeye muhtaç olmamakla kalmayıp, üretimlerinin fazla mallarını ihraç etme gerekliliğini bizzat hissedecekleri kesinlikle söylenebilir.

Ama buradan, belirleyici kapitalist ülkelerin (ABD, İngiltere, Fransa) dünya kaynaklarına güçleriyle etkide bulundukları bölgenin genişlemeyeceği, tersine daralacağı, bu ülkeler için dünya pazarında pazarlama koşullarının kötüleşeceği ve bu ülkelerde işletmelerin düşük kapasiteyle çalışmasının artacağı sonucu çıkar. Kapitalist dünya sisteminin genel krizinin, dünya pazarının çöküşüyle bağıntılı derinleşmesi de aslında bundan ibarettir.

Kapitalistlerin kendisi de bunu hissediyor, çünkü SSCB ve Çin gibi pazarların yokluğunu hissetmemek zordur. Bu zorlukları “Marshall Planı”yla, Kore savaşıyla, silahlanma hummasıyla ve sanayinin askerileştirilmesiyle aşmaya çalışıyorlar. Ama bu aynen, boğulan birinin saman çöpünün sarılmasına benziyor.

Bu durumla bağıntılı olarak ekonomi bilimcilerimizin önüne iki soru çıkıyor:

a) Stalin’in, ikinci Dünya Savaşı’ndan önce ortaya koyduğu, kapitalizmin genel krizi döneminde pazarların görecel istikrarı üzerine ünlü tezinin, hala yürürlükte olduğu iddia edilebilir mi?

b) Lenin’in 1916 ilkbaharında ortaya koyduğu, kapitalizmin çürümüşlüğüne rağmen “genelde eskiyle karşılaştırılamayacak kadar hızlı büyüdüğü” ünlü tezinin hala yürürlükte olduğu iddia edilebilir mi?

Bunun asla iddia edilemeyeceğini düşünüyorum. İkinci Dünya Savaşı’yla bağıntılı ortaya çıkmış olan yeni koşullar karşısında, iki tezin geçerliliğini yitirdikleri saptanmak zorundadır.

6­Kapitalist Ülkeler Arasında Savaşların Kaçınılmazlığı Sorunu

Bazı yoldaşlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni uluslararası koşulların gelişmesi sonucunda, kapitalist ülkeler arasında savaşların artık kaçınılmaz olmadığını iddia ediyorlar. Sosyalizm kampıyla kapitalizm kampı arasındaki zıtlıkların, kapitalist ülkeler arasındaki zıtlıklardan güçlü olduğunu, Amerika Birleşik Devletleri’nin diğer kapitalist ülkeleri, aralarında savaşmalarına ve birbirlerini karşılıklı zayıflatmalarına izin vermemek amacıyla kendisine tabii kapitalizmin önde gelen kişilerinin, tüm kapitalist dünyaya ağır zarar veren iki dünya savaşı deneyiminden, kapitalist ülkelerin birbirlerine karşı savaşa girişmesine bir kez daha izin vermemelerine yetecek kadar ders çıkardıklarını ­bütün bunların sonucunda kapitalist ülkeler arası savaşların artık kaçınılmaz olmadığını düşünüyorlar.

Bu yoldaşlar yanılıyor. Bunlar yüzeyde pırıldayan dış görüntüleri görüyorlar, ama şimdilik farkedilmeksizin etkide bulunmalarına rağmen, yine de olayların gidişini belirleyecek olan, derinlerde etkide bulunan güçleri görmüyorlar.

Dışa yönelik her şey “iyi düzenlenmiş” gibi görünüyor. Amerika Birleşik Devletleri, Batı Avrupa’yı, Japonya’yı ve diğer kapitalist ülkeleri tehdit altına aldı; ABD’nin pençesine düşmüş olan (Batı) Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, ABD’nin emirlerini uslu uslu yerine getiriyorlar. Ama bu “iyi düzenlenmiş durum”un “sonsuza dek” sürebileceğini, bu ülkelerin Amerika Birleşik Devletleri’nin egemenliğine ve boyunduruğuna sınırsız katlanacağını, Amerikan köleliğinden kurtulmaya ve bağımsız bir gelişme yoluna girmeye çalışmayacaklarım varsaymak yanlış olurdu.

Öncelikle İngiltere ve Fransa’yı ele alalım. Kuşkusuz bunlar emperyalist ülkelerdir. Kuşkusuz ucuz hammadde ve güvenli sürüm pazarları bunlar için birinci dereceden öneme sahiptir. Amerikalılar “Marshall Planı” çizgisinde “yardım” maskesi altında İngiltere’nin Fransa’nın ekonomisine nüfuz ettikleri ve onları Amerika Birleşik Devletleri ekonomisinin bir parçasına dönüştürmeye çalıştıkları için, Amerikan sermayesi İngiliz­Fransız sömürgelerindeki hammaddeleri ve sürüm pazarlarını zorla ele geçirdiği ve böylece İngiliz­Fransız kapitalistlerinin yüksek kârlarına bir felaket hazırladığı için, bunların mevcut duruma sonsuza dek katlanacağı varsayılabilir mi? Kapitalist İngiltere’nin ve onun ardından da kapitalist Fransa’nın, sonuçta ve nihayet ABD’nin kollarından kendilerini kurtarmaya ve kendilerine bağımsız bir konum ve tabii yüksek kar sağlamak için onunla bir çatışmayı göze almaya zorlanacaklarını söylemek daha doğru olmaz mı?

Savaştan yenik çıkmış başlıca ülkelere (Batı) Almanya ve Japonya’ya geçelim. Bu ülkeler şimdi Amerikan emperyalizminin çizmeleri altında sefil bir yaşam sürdürüyorlar. Sanayileri ve tarımları, ticaretleri, dış ve iç politikaları, tüm yaşam tarzları Amerikan işgal “rejimi” tarafından zincire vurulmuştur. Ama bu ülkeler daha dün, Avrupa ve Asya’da İngiltere’nin, ABD’nin ve Fransa’nın egemenliğinin temellerini sarsan, emperyalist büyük güçlerdi. Bu ülkelerin yine ayakları üzerinde durmaya, ABD “rejimi”ni kırmaya ve bağımsız bir gelişme yolunda ilerlemeye çalışmayacaklarını varsaymak ­mucizeye inanmak anlamına gelir.

Kapitalizmle sosyalizm arasındaki zıtlıkların, kapitalist ülkeler arasındaki zıtlıklardan daha güçlü olduğu söyleniyor. Teorik olarak bu tabii ki doğrudur. Bu yalnızca şimdi, mevcut dönemde değil, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce de doğruydu. Ve kapitalist ülkelerin iktidar sahipleri bunun az çok bilincindeydi. Ve buna rağmen İkinci Dünya Savaşı, SSCB’ye karşı bir savaşla değil, tersine kapitalist ülkelerarası bir savaşla başladı. Neden? Birincisi, sosyalizm ülkesi olarak SSCB’ye karşı bir savaş, kapitalizm, kapitalist ülkelerarası bir savaştan daha tehlikeli olduğu için; çünkü kapitalistlerarası bir savaşta, yalnızca şu ya da bu kapitalist ülkenin diğer kapitalist ülkeler üzerinde egemenliği sözkonusuyken, SSCB’ye karşı bir savaş mutlaka bizzat kapitalizmin varlığı sorusunu ortaya atmak zorundadır. İkincisi, kapitalistler, “propaganda” amacıyla Sovyetler Birliği’nin saldırganlığı üzerine yaygara koparsalar da, böyle bir saldırganlığa kendileri inanmadıkları için; çünkü Sovyetler Birliği’nin barış politikasını hesaba katıyorlar ve Sovyetler Birliği’nin kapitalist ülkelere kendiliğinden saldırmayacağını biliyorlar.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da, aynen bugün bazı yoldaşların, Almanya ve Japonya’nın kesin olarak bittiğini düşündükleri gibi, Almanya’nın kesin olarak bittiği varsayıldı. O zaman da, Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa’yı karneye bağladığı, Almanya’nın artık tekrar ayakları üzerine dikilmeyeceği, artık bundan sonra kapitalist ülkeler arasında savaşların olmayacağı söyleniyor ve basında yazılıyordu. Ancak Almanya, yenilgisinden sonra, buna rağmen yaklaşık 15­20 yıl içinde yeniden kendisini doğrulttu ve kölelikten kurtulduktan ve kendi bağımsız gelişme yoluna adım attıktan sonra büyük güç olarak yeniden ayakları üzerine dikildi. Bu arada, ekonomik olarak kendini doğrultması ve savaş ekonomisi potansiyelini yükseltmesi için Almanya’ya yardım edenlerin İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nden başkası olmaması karakteristiktir. Tabii ABD ve İngiltere, Almanya’ya ekonomik olarak kendini doğrultması için yardım ederken, kendini doğrulttuktan sonra Almanya’yı Sovyetler Birliği’ne karşı yöneltme, sosyalizmin ülkesine karşı kullanma amacını güdüyordu. Ancak Almanya güçlerini ilk planda İngiliz­Fransız­Amerikan blokuna karşı yöneltti. Ve Hitler Almanyası Sovyetler Birliği’ne savaş ilan ettiğinde, İngiliz­Fransız­Amerikan bloku yalnızca Hitler Almanyası’na katılmamakla kalmadı, tersine Hitler Almanyası’na karşı SSCB ile bir koalisyon kurmaya zorlandı.

Dolayısıyla kapitalist ülkelerin pazar uğruna mücadelesi ve rakiplerini boğma isteğinin fiilen, kapitalizm kampıyla sosyalizm kampı arasındaki zıtlıklardan daha güçlü olduğu görüldü.

Almanya’nın ve Japonya’nın yeniden ayakları üzerinde doğrulmayacağının, Amerikan köleliğinden kurtulmaya ve bağımsız bir yaşam sürmeye çalışmayacağının garantisi nedir? Bu tür garantilerin olmadığını düşünüyorum.

Ama buradan, kapitalist ülkeler arasında savaşların kaçınılmazlığının sürdüğü sonucu çıkıyor.

Lenin’in, emperyalizmin kaçınılmaz olarak savaşlara yolaçtığı tezinin artık, şu anda yeni bir dünya savaşına karşı barış, savunan güçlü halk güçleri geliştiği için, eskimiş olarak değerlendirilmesi gerektiği söyleniyor. Bu yanlıştır.

Mevcut barış hareketi, halk kitlelerini barışın korunması için mücadeleye yeni bir dünya savaşının önlenmesine karşı seferber etme amacını güdüyor. Dolayısıyla kapitalizmi devirmeyi ve sosyalizmi kurmayı hedeflemiyor ­kendisini barışın korunması için mücadelenin demokratik hedefiyle sınırlıyor. Bu bakımdan barışın korunması için mevcut hareket, Birinci Dünya Savaşı sırasında emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi için hareketten, bu hareket daha ileri gittiği ve sosyalist hedefler güttüğü için, farklıdır.

Belirli koşullar bir araya geldiğinde, barış için mücadelesinin şurda burda sosyalizm için mücadele doğrultusunda gelişmesi mümkündür, ama o zaman bu artık mevcut barış hareketi değil, tersine kapitalizmin devrilmesi için için bir hareket olacaktır.

Barışın korunması hareketi olarak mevcut barış hareketinin, belirli bir savaşın önlenmesi doğrultusunda başarı elde ettiği durumda savaşın geçici olarak ertelenmesine, mevcut barışın geçici olarak korunmasına, savaş heveslisi bir hükümetin istifasına ve onun yerini, geçici olarak barışı korumaya hazır başka bir hükümetin almasına yol açması en büyük olasılıktır. Bu tabii ki iyidir. Hatta çok iyidir. Ama kapitalist ülkeler arasında savaşların kaçınılmazlığını genel olarak ortadan kaldırmak için yine de yeterli değildir. Yeterli değildir çünkü, barış hareketinin bütün bu başarılarına rağmen emperyalizm yine de kendini korur, varlığını korur ve dolayısıyla savaşların kaçınılmazlığı da varlığını korur.

Savaşların kaçınılmazlığını ortadan kaldırmak için, emperyalizm yok edilmek zorundadır.

7­Modern Kapitalizmin ve Sosyalizmin Ekonomik Temel Yasaları Sorunu

Bilindiği gibi, kapitalizmin ve sosyalizmin ekonomik temel yasaları sorunu, tartışmada bir kaç kez ortaya atıldı. Bu konu üzerinde, aralarında en renklileri de bulunan, çeşitli görüşler dile getirildi. Ancak tartışmaya katılanların çoğunluğu bu soruna zayıf tepki gösterdi ve bu bakımdan hiçbir sonuca varılamadı. Ne var ki, tartışmaya katılanlardan hiçbiri, bu tür yasaların varlığını reddetmedi.

Kapitalizmin bir ekonomik temel yasası var mıdır? Evet, vardır. Nasıl bir yasadır bu, karakteristik çizgileri nelerdir? Kapitalizmin ekonomik temel yasası, kapitalist üretimin gelişiminin herhangi bir yönünü veya herhangi bir sürecini değil, tersine bu gelişimin tüm önemli yönlerini ve tüm önemli süreçlerini, dolayısıyla kapitalist üretimin esasını, özünü, belirleyen bir yasadır.

Acaba değer yasası mı kapitalizmin ekonomik temel yasasıdır? Hayır. Değer yasası öncelikle meta üretimin yasasıdır. O kapitalizmden önce vardı ve aynı meta üretimi gibi, kapitalizmin devrilmesinden sonra da, örneğin ülkemizde. sınırlı etkinlik alanıyla da olsa, varlığını sürdürür. Tabii, kapitalizm koşullan altında geniş bir etkinlik alanına sahip olan değer yasası, kapitalist üretimin gelişiminde büyük bir rol oynar, ama yalnızca kapitalist üretimin özünü ve kapitalist kârın temellerini belirlememekle kalmaz, bu sorunları ortaya bile atmaz. Bu yüzden, o, modern kapitalizmin ekonomik temel yasası olamaz.

Rekabet ve üretim anarşisi yasası veya kapitalizmin çeşitli ülkelerde eşitsiz gelişimi yasası da aynı nedenlerle kapitalizmin ekonomik temel yasası olamaz.

Ortalama kâr oranı yasasının, modern kapitalizmin ekonomik temel yasası olduğu söyleniyor. Bu doğru değildir. Modern kapitalizm, tekelci kapitalizm, üstelik sermayenin organik bileşiminin yükselmesi karşısında düşme eğilimi taşıyan ortalama kârla yetinemez. Modern, tekelci kapitalizm ortalama kâr değil, genişletilmiş yeniden üretimi az çok düzenli gerçekleştirmek için gerekli olan azami kârı talep eder.

Kapitalizmin ekonomik temel yasası kavramına en yakın olan artı­değer yasası, kapitalist kârın oluşum ve büyüme yasasıdır. Gerçekten kapitalist üretimin temel çizgilerini belirler. Ama artı­değer yasası çok genel bir yasadır, koruması, tekelci kapitalizmin gelişme koşulları olan en yüksek kâr oranı sorununa değinmez. Bu boşluğu doldurmak için artı­değer yasasının, tekelci kapitalizmin herhangi bir kâr değil, tersine tam da azami kârı talep ettiği göz önüne alınarak, tekelci kapitalizm koşullarına uygulayarak somutlaştırılması ve geliştirilmesi zorunludur. Bu da, modern kapitalizmi ekonomik temel yasasıdır.

Modern kapitalizmin ekonomik yasasının en önemli çizgileri ve gerekleri şöyle formüle edilebilir: Kapitalist azami kârın, kendi ülkesinin nüfusunun çoğunluğunun sömürülmesi, yıkıma uğratılması ve yoksullaştırılması yoluyla, başka ülkelerin, özellikle de geri kalmış ülkelerin halklarının köleleştirilmesi ve sistemli bir şekilde yağmalanması yoluyla ve son olarak da azami kârın garantilenmesine hizmet eden savaşlar ve ekonominin askerileştirilmesi yoluyla azami kârın güvence altına alınması.

Ortalama kârın, modern koşullar altında kapitalist gelişme için tümüyle yeterli olarak değerlendirilebileceği söyleniyor. Bu doğru değildir. Ortalama kir verimliliğinin en alt sınırıdır, bunun altında kapitalist üretim olanaksızlaşır. Zorla sömürgeler edinen, halkları köleleştiren ve savaşlar düzenleyen modern tekelci kapitalizmin başlıca faillerinin, yalnızca ortalama kârı garantilemeye çabaladıklarına inanmak istemek gülünç olurdu. Hayır, ortalama kâr değil, kural olarak ortalama kârdan yalnızca biraz yüksek olan ekstra kâr değil, tekelci kapitalizmin itici gücü azami kârdır. Tam da azami kâr elde etme zorunluluğu, tekelci kapitalizmi, sömürgelerin ve diğer ülkelerin köleleştirilmesi ve sistemli bir şekilde yağmalanması, bir dizi bağımsız ülkenin bağımlı ülkeye dönüştürülmesi, modern kapitalizmin başlıca failleri için azami kâr elde etme amacıyla en iyi “iş” olan yeni savaşların organize edilmesi ve nihayet ekonomik dünya egemenliğini ele geçirme çabası gibi tehlikeli adımlara iter.

Kapitalizmin ekonomik temel yasasının önemi, başka şeylerin yanısıra, kapitalist üretim tarzının gelişimi alanında tüm önemli olguları, bunların yükselme periyodlarını ve krizlerini, zaferlerini ve yenilgilerini, avantajlarını ve eksikliklerini ­bunların çelişkili gelişiminin tüm sürecini­belirlemesinde, onları anlama ve açıklama olanağı sağlamasında yatmaktadır.

İşte sayısız “şaşırtıcı” örneklerden biri.

Kapitalizmde tekniğin fırtınalı gelişimini kanıtlayan, kapitalistlerin, ileri tekniğin bayraktarı olarak, üretim tekniğinin, gelişim alanında devrimci olarak sahneye çıktığı kapitalizmin tarihi ve pratiğinden gerçekleri herkes biliyor. Ama kapitalizmde teknik gelişimin engellendiğini kanıtlayan, kapitalistlerin yeni tekniğin gelişimi alanında gerici olarak sahneye çıktığı ve sıkça el emeğine geçtiği başka türden gerçekler de biliniyor.

Bu apaçık çelişki neyle açıklanabilir? Yalnızca modern kapitalizmin ekonomik temel yasasıyla, yani azami kâr sağlama zorunluluğuyla açıklanabilir. Kapitalizm, eğer kendisine en yüksek kârı vaadediyorsa yeni teknikten yanadır. Kapitalizm, eğer yeni teknik ona artık en yüksek kârı vaadetmiyorsa yeni tekniğe karşıdır ve el emeğine geçilmesinden yanadır.

Modern kapitalizmin ekonomik temel yasasının durumu budur.

Sosyalizmin ekonomik bir temel yasası var mıdır? Evet, vardır. Bu yasanın esas çizgileri ve gerekleri nelerdir? Sosyalizmin ekonomik temel yasasının esas çizgileri ve gerekleri şöyle formüle edilebilir: Tüm toplumun sürekli artan maddi ve kültürel gereksiniminin azami ölçüde karşılanmasının kesintisiz büyüme ve sosyalist üretimin en gelişmiş teknik temelinde sürekli mükemmelleştirilmesi sayesinde güvence altına alınması.

Dolayısıyla: Azami kârın garantilenmesi yerine ­toplumun maddi ve kültürel gereksinimlerinin azami ölçüde karşılanması, üretimin yükselişten krize ve krizden yükselişe kesintilerle yerine­üretimin kesintisiz büyümesi toplumun üretici güçlerinin eşlik ettiği, tekniğin gelişiminde periyodik kesintiler yerine ­en gelişmiş teknik temelinde üretimin sürekli mükemmelleştirilmesi.

Sosyalizmin ekonomik temel yasasının, ekonominin planlı, orantılı gelişimi yasası olduğu söyleniyor. Bu doğru değildir. Ekonominin planlı gelişimi ve dolayısıyla da, bu yasanın az çok doğru yansımasını temsil eden, ekonominin planlanması eğer ekonominin planlı gelişiminin hangi görev uğruna gerçekleşeceği bilinmezse, veya görev açık değilse, kendiliklerinden hiçbir şey sunamazlar. Ekonominin planlı gelişimi yasası, eğer gerçekleştirilmesi uğruna ekonominin planlı gelişiminin yapıldığı bir görev varsa, yalnızca bu durumda, gerekli etkiyi gösterebilir. Ekonominin planlı gelişimi yasası yasa olarak bu görevi koyamaz. Ekonominin planlanması, bunu hiç yapamaz. Bu görev, sosyalizmin temel yasasında, yukarıda gösterilen gereklilikleri biçiminde vardır. Bu yüzden ekonominin planlı gelişimi yasası yalnızca sosyalizmin ekonomik temel yasasına dayandığı durumda tam etkili olabilir.



Ekonominin planlanmasına gelince, bu, yalnızca iki koşul göz önüne alınırsa olumlu sonuçlar doğurabilir: a) eğer ekonominin planlı gelişimi yasasının gereklerini doğru yansıtırsa, b) eğer kendisini her şeyde sosyalizmin ekonomik temel yasasının gerekliliklerine göre ayarlarsa.
Blogger tarafından desteklenmektedir.