Header Ads

Header ADS

ÇİN’İN BİR SÜPER DEVLET OLMA PLANI

Enver Hoja

Başlangıçta, Amerikan emperyalizminin ve Sovyet sosyal-emperyalizminin dünyaya egemen olmak için dünya çapında izledikleri stratejiyi, aynı zamanda modern revizyonizmin değişik türlerinin doğuşunu ve gelişmesini, bütün bu düşmanların Marksizm-Leninizme ve devrime karşı sürdürdükleri mücadeleyi incelerken, Çin reviz- yonizminin stratejisini ve yerini de ele aldık.

Çin’in kendisi siyasi çizgisini Marksist-Leninist olarak tanımlamaktadır. Ama gerçek bunun tam tersini göstermektedir. Biz Marksist-Leninistler, bu çizginin gerçek niteliğini tam olarak ortaya çıkarmalıyız. Çin revizyonist teorilerinin Marksist teoriler olarak yutturulmasına izin vermemeliyiz. Gerçekte devrime karşı mücadele eden Çin’in, saptığı yolda devrim için mücadele etmekle gururlanmasına izin vermemeliyiz.

Çin, izlediği siyasetle, ülke içinde kapitalizmin mevzilerini güçlendirmek, dünya üzerinde hegomonyasını kurmak, söylendiği gibi «hakettiği yeri» tutmak için büyük bir emperyalist devlet olmak istediğini daha açık biçimde gösteriyor.

Tarihin gösterdiği gibi, her büyük kapitalist ülke, dünya çapında büyük bir devlet olmak, diğer büyük devletlere

yetişmek ve onları geçmek, dünyaya egemen olmak için onlarla rekabet etmek amacını güder. Emperyalist güç haline gelmek için, büyük burjuva devletleri, belirlenmiş tarihsel ve coğrafi koşullardan, üretici güçlerin gelişmesinden vb. etkilenen değişik yollar izlediler. Amerika Birleşik Devletleri’nin izlediği yol İngiltere, Fransa ve Almanya gibi Avrupa’nın eski devletlerinin izledikleri yoldan farklıdır. Bu devletler, sömürgeci fetihler temeli üzerinde oluştular.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri en büyük kapitalist devlet olarak kaldı. Amerika Birleşik Devletleri, büyük ekonomik ve askeri gücüne dayanarak, yeni sömürgeciliğin gelişmesi ile birlikte bir emperyalist süper devlet oldu. Fakat çok geçmeden bu süper devlete bir yenisi eklendi. Stalin’in ölümünden sonra, Kruşçevci yönetimin Marksizm-Leninizme ihanet etmesiyle Sovyetler Birliği de bir emperyalist süper devlete dönüştü. O, sosyalizmin yarattığı ekonomik, teknik ve askeri büyük güçten bu amaç uğruna yararlandı.

Şimdi diğer bir büyük devletin, günümüz Çin’inin bir süper devlet olmak için harcadığı çabaları görüyoruz. Çünkü Çin de kapitalizm yolunda hızla ilerliyor. Ama Çin sömürgelere sahip değildir. Gelişmiş büyük sanayiden, genel olarak güçlü bir ekonomiden ve diğer iki süper devletin sahip olduğu ölçüde büyük bir termo-nükleer güçten yoksundur.

Bir süper devlet olmak için, mutlaka gelişmiş bir ekonomiye, atom bombasıyla donanmış bir orduya sahip olmak gereklidir. Pazarlar ve etki alanları sağlamak, dışarıya sermaye yatırımı yapmak vb. gerekir. Çin, bu koşulları en kısa zamanda gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu, Çu En-lay’ın 1975’te Halk Meclisi’nde yaptığı ve Çin Komünist Partisi’nin XI. Kongresi’nde yinelediği konuşmada

belirtildi. Bu konuşmada, Çin’in yüzyılın sonundan önce güçlü ve modern bir ülke olacağı, ABD ve Sovyetler Birliği’ne yetişmek amacı güttüğü belirtildi. Şimdi bütün bu plan, «dört modernleşme» denilen siyasetle genişletildi ve kesinliğe kavuşturuldu.

Peki, Çin de aynı biçimde, bir süper devlet haline gelmek için hangi yolu tuttu? Şu anda dünyadaki sömürgeler ve pazarlar diğerlerinin ellerindedir. Çin yöneticileri, 20 yıl içinde kendi öz güçleriyle Amerikalıların ve Sovyetlerin ekonomik ve askeri gücüne eşit bir güç yaratacaklarını öne sürüyorlar. Ama bu olanaksızdır.

Bu koşullarda Çin, bir süper devlet haline gelmek için başlıca iki aşamadan geçmek zorundadır: Birincisi Amerikan emperyalizminden ve diğer kapitalist ülkelerden kredi ve yardım araması, ülke zenginliklerini değerlendirmek için modern teknolojiye sahip olması gerekmektedir. Doğal olarak zenginliklerin büyük bir bölümü yatırımları karşılığında kredi açanların ellerine geçecektir. İkincisi; Çin, Çin halkının sırtından kazanılan artı-değeri değişik kıtalardaki diğer devletlere yatıracaktır, tıpkı Amerikan emperyalistlerinin ve Sovyet sosyal-emperya- listlerinin şimdi yapmakta oldukları gibi.

Çin’in bir süper devlet olma çabaları, en başta müttefiklerini seçmede yaptığı anlaşmalarda kendini göstermektedir. Şu anda dünyada, iki süper devlet, Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal-emperyalizmi vardır. Çin yöneticileri, Amerikan emperyalizmine yaslanmayı uygun buldular. Onlar, Amerikan emperyalizminin, ekonomi, maliye, teknoloji, örgütlenme ve hatta askeri alanda kendilerine yardım edeceğini fazlasıyle umuyorlar. Gerçekte, Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik ve askeri gücü, Sovyet sosyal-emperyalizminin gücünden daha fazladır. Çinli revizyonistler, her ne kadar Amerika’nın çökmekte

olduğunu söylüyorlarsa da, bunu iyi biliyorlar. Onlar, tuttukları yolda, fazlaca yarar sağlayamayacakları zayıf bir ortağa yaslanamazlar. Amerika Birleşik Devletleri güçlü olduğu içindir ki, Çinliler onu müttefik olarak seçtiler.

Amerika Birleşik Devletleri ile ittifak, Çin siyasetinin Amerikan emperyalizminin siyasetiyle uyumlu hale getirilmesi, başka amaçlara da yöneliktir. Bu ittifak, Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı bir tehditi de içinde taşıyor. Çinli yöneticilerin Sovyetler Birliği’ne karşı gürültülü propagandasında ve yoğun eylemlerinde görülen budur. Bu siyasetle Çin, ABD ile ittifakının, bir emperyalist savaş patlak verdiğinde, Sovyetler Birliği’ne karşı yönelecek muazzam bir güç oluşturduğunu, revizyonist Sovyetler Birliği’ne göstermek istiyor.

Çin’in günümüzdeki siyaseti, diğer bütün gelişmiş kapitalist ülkelerle dostluk bağları kurmaya ve ittifaklar yapmaya da yöneliktir. Çin, siyasal ve ekonomik olarak bunlardan yararlanmaya çalışmaktadır. Çin, kendi deyimiyle «ikinci dünya» ülkelerinin Amerika ile ittifakını güçlendirmek istemekte ve bunun için çaba göstermektedir. Çin bu ülkeleri, en büyük müttefiki olarak gördüğü Amerikan emperyalizmiyle birleşmeye ya da daha doğrusu ona boyun eğmeye itmektedir.

Çin hükümetinin, bütün zengin kapitalist devletlerle, Japonya, Batı Almanya, İngiltere, Fransa vb. ile kurmaya çalıştığı sıkı ilişkileri bununla açıklanabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nden ekonomik, kültürel ve bilimsel resmi heyetlerin ve cumhuriyetçi ya da kralcı olsun diğer bütün gelişmiş kapitalist ülkelerden resmi heyetlerin Çin’e yaptığı sayısız ziyaretler ve Çin heyetlerinin bu ülkelere ziyaretleri bununla açıklanabilir. Çin’in, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve diğer sanayileşmiş kapitalist devletlerin Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı her yazısını, her sözünü

ve her eylemini öne çıkarmaya dikkat ederek her fırsatta sistemli olarak bu devletlerin yanında yer alması bununla açıklanabilir.

Amerika Birleşik Devletleri, Çinli yöneticilerin bu siyasetini gözönüne almakta ve buna gereken desteği sağlamaktadır. Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda Çin sorunuyla ilgili olarak iki lobi vardı: Bunlardan biri, Çan Kayşek’i, diğeri ise Mao Zedung’u destekliyordu. Doğal olarak o dönemde Çan Kay-şek’i destekleyen lobi Dışişleri Bakanlığı’nda ve Amerikan senatosunda üstün geldi. Oysa bölgede, Çin’de Mao Zedung’u destekleyen lobi üstündü. Bu lobinin başını Marshall, Vandemeyer ve Edgard Snow çekiyordu. Bunlar Çinlilerin dostu ve akıl hocaları oldular, yeni Çin’de her türden örgütlenmeyi teşvik ettiler ve bunlara yol gösterdiler. Şimdi bu eski bağlar canlanmakta, güçlenmekte, büyümekte ve daha da somut hale gelmektedir. Bugün herkes, Çin ile Amerika Birleşik Devletleri’nin gittikçe daha fazla yakınlaşmakta olduğunu görüyor. Geçenlerde en iyi bilgi kaynaklarına sahip Amerikan gazetelerinden birisi, «Washington Post» şöyle yazıyordu: «Şimdi Amerika’da sağdaki kişilerin bile, Pekin için hiç sempati beslemeyenlerin bile, desteklediği genel bir kanı vardır. Buna göre, geçmişte ne olmuş olursa olsun, artık ABD’nin Çin’i bir tehdit olarak görmesi için neden yoktur. Tayvan hariç iki hükümetin anlaşamadığı çok az şey vardır. İki taraf, diğer alanlarda yarar sağlamak amacıyla, Tayvan sorununu ertelemek için anlaştılar.»

Çin-Amerikan ilişkilerinde ortaya atılan Tayvan sorunu biçimsel bir şey olarak kaldı. Şimdi Çin bu sorun üzerinde ısrar etmiyor. Çin, Hong Kong için hiç tasalanmıyor ve Macao’nun hâlâ Portekiz egemenliğinde olmasıyla hiç mi hiç ilgilenmiyor. Çin hükümeti, yeni Portekiz

hükümetinin, bu sömürgeyi Çin’e geri verme önerisini, «hediyeler geri alınmaz» bahanesiyle reddetmektedir. Bu sömürgelerin varlığı çağa uymayan bir şeydir. Ama bu, Çinli yöneticilerin pragmacı siyasetini hiç rahatsız etmiyor. Hong Kong ve Macao sömürge olarak kaldıkça, Tayvan niçin kalmasın? Görünen o ki, Tayvan’ın gelecekte de bugünkü konumunu korumasından Çin’in büyük çıkarı vardır. Herkesin gözü önünde sürdürdüğü ilişkilerim yanı sıra Çin, bu üç kapı aracılığıyla, Amerikan emperyalistleri, İngiliz, Japon emperyalistleri vb. ile örtülü bir alış veriş sürdürmekten de yarar sağlıyor. Bu nedenle Deng Siao-ping ve Li Sien-nien’in, Çin-Amerikan ilişkilerinin Tayvan’la ilgili Amerikan tutumuna bağlı olduğunu belirten sözleri, Çin’in bir süper devlet olmak için Amerika Birleşik Devletleri ile yakınlaşma yolunu tutmasını gizlemeye çalışan bir sis perdesidir.

Carter, Amerika Birleşik Devletleri’nin Çin ile diplomatik ilişkiler kuracağını belirtti. Tayvan’la ilgili olarak Amerika Birleşik Devletleri, Japonya’nın tutumunu benimseyecektir, başka bir deyişle Amerika Birleşik Devletleri, biçimsel olarak ada ile diplomatik ilişkileri kesecek, ancak ekonomik ve kültürel ilişkileri ve bunların örtüsü altında, askeri bağları koparmayacaktır. Gerçekten Çin, Amerika Birleşik Devletleri’nin Tayvan ile askeri bağlarına ilgi göstermektedir. Çin, Amerika Birleşik Devlet- leri’nin Tayvan’da, Japonya’da, Güney Kore’de ve Hint Okyanusu’nda askeri birlikler bulundurmasını istemektedir, çünkü Çin’in hesaplarına göre bu birliklerin varlığı, Sovyetler Birliği’ne karşı denge sağladığı için kendi yararınadır.

Bütün bu tutumlar, Çin yönetiminin, Amerika Birleşik Devletleri’nden ve diğer büyük kapitalist devletlerden sağlanacak kredi ve yatırımlar aracılığıyla ekonomisini geliştirmek ve askeri gücünü artırmak için uğraşarak, Çin’i bir süper devlet yapmak amacıyla tuttuğu rota ile ilişkilidir. Cin yönetimi, tuttuğu yolu haklı çıkarmak için, doğru bir siyaset uyguladığını, Mao Zedung’un «Marksist» çizgisini uyguladığını öne sürüyor. Bu çizgiye göre «Çin yabancı olanı iç gelişmesinin hizmetine sunarak dünya çapındaki büyük buluşlardan, yeni teknolojilerden yararlanmalıdır.» Renmin Ribao’nun makaleleri ve Çin yöneticilerinin söylevleri bu türden sloganlarla dolup taşmaktadır. Çin’in bakışına göre, sanayi alanında diğer devletlerin buluşlarından ve başarılarından yararlanmak, Amerika Birleşik Devletleri’nden, Japonya’dan, Batı Almanya’dan, Fransa’dan, İngiltere’den ve Çin’in öve öve bitiremediği diğer bütün kapitalist devletlerden kredi almak ve onların yatırımlarını kabul etmek anlamına gelmektedir.

Çinli yöneticiler, şu revizyonist teorileri benimsediler: Çin gibi büyük zenginliklere sahip büyük ülkeler Amerikan emperyalizminden ya da her devletten, her kapitalist tröst ve büyük bankadan kredi alabilirler, çünkü bu kredilerin sözümona karşılığı vardır. Yugoslav revizyonistleri bu görüşün savunuculuğunu yükümlendiler. Dünya mali oligarşisinin ve özellikle Amerikan sermayesinin yardımıyla «özgül sosyalizmi inşa» deneylerini öven Yugoslav revizyonistleri, duraksamadan bu yolda ilerlemek isteyen Çin’e örnek oluyorlar ve onu yüreklendiriyorlar.

Büyük ülkeler aldıkları kredileri ödeyebilecek durumdadırlar, ama revizyonist Sovyetler Birliği’nde, Çin’de ve diğer yerlerde olduğu gibi bu büyük devletlere yapılan emperyalist yatırımlar, ağır, yeni sömürgeci sonuçlar ge- tirmemezlik edemezler. Bu ülkelerin halklarının zenginlikleri ve alınteri, yabancı kapitalist tröst ve tekellerin çıkarına sömürülmektedir. Amerikan emperyalistleri, Batı Avrupa’nın gelişmiş kapitalist devletleri ve Japonya, Çin’e ve revizyonist ülkelere yatırım yaparken, buralara yerleşmek amacını güdüyorlar. Onların amacı, kendi ülkelerinin tröstlerinin, yatırım yaptıkları ülkelerdeki tröstler ve sanayinin başlıca kollarıyla sıkı bir işbirliği halinde birbirine kenetlenmesini sağlamaktır.

Emperyalist ülkelerin sermayelerinin Çin’e yatırılması, ülkelerine bu sermaye girişini zararsız bulan revizyonistlerin söylediğinin tersine o denli sıradan bir sorun değildir. Onların bahanesi bu sermayenin devletten devlete ilişkiler aracılığıyla girmediğidir. (Gerçi son günlerde yüksek Çin yöneticileri, yabancı hükümetlerden kredi kabul edeceklerini belirttiler.) Revizyonistlere göre bu sermaye özel banka ve kuruluşlar tarafından getirildiği için, sözde siyasi talepler ve çıkarlar taşımazmış. Büyük ya da küçük her ülkenin şu ya da bu emperyalizme karşı aşağılatıcı borçlanması her zaman bu yolu tutan ülkenin özgürlük, bağımsızlık ve egemenliği için kaçınılmaz tehlikeler taşır. Üstelik Çin gibi ekonomik yönden yoksul ülkeler için bu tehlike mutlaka vardır. Gerçekten sosyalist bir ülke böylesi borçlanmalara gereksinme duymaz. Ekonomik gelişmesinin kaynaklarını kendisinde, kendi öz zenginliklerinde, iç birikiminde ve halkının yaratıcı gücünde bulur. Küçük bir ülke olan Arnavutluk’un örneği, sosyalist bir ülkenin sahip olduğu araçları, kaynakları ve tükenmez gelişme yeteneğini açıkça ortaya çıkarmaktadır. Büyük bir ülkenin araç ve kaynakları, eğer o ülke Marksizm-Leninizm yolunda tutarlı olarak ilerlerse çok daha büyüktür.

Çin pazarının Amerikan emperyalizmine ve büyük Amerikan şirketlerine ve diğer batılı şirketlere açılması Amerikan emperyalistleri ve bütün uluslararası burjuvazi tarafından aşırı bir sevinçle karşılandı. Çok uluslu şirketler, Amerikan sanayicileri, Çin ekonomisi ve onun büyük zenginlikleri hakkında bilgi sahibidirler. Dolayısıyla

Çin’de kendi ekonomik ağlarını örmek, karma şirketler kurmak ve büyük kârlar sağlamak için her yola başvuruyorlar. Yalnızca büyük Amerikan şirketleri değil, aynı zamanda Japon, Alman ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin şirketleri de Çin’de bu doğrultuda faaliyet gösteriyorlar.

Çin, Japonya ile şimdiden bu ülkeye yılda yaklaşık 10 milyon ton petrol satmak için bir anlaşma imzalamıştır. ENI adlı İtalyan şirketi temsilcilerinden kalabalık bir ekip de petrol arama teknolojisi lisansı sunmak için Çin’e gitti, ama orada, petrolü ortaklaşa çıkarmak ve işlemek için Çin ile anlaşmış bulunan Amerikan petrol şirketlerinden büyük gruplarla karşılaştı. Çin, diğer madencilik alanlarında da, işletilmekte olan ve bulunabilecek demir ve diğer madenler alanında da, aynı biçimde davranıyor. Alman kömür kralları da artık Çin’de bulunuyorlar ve milyarlarca mark değerinde anlaşmalar imzaladılar. Çinli bakanlar kredi istemek, yeni teknolojik donatım ısmarlamak, modern silahlar satın almak, bilimsel-teknik anlaşmalara varmak vb. için Japonya, Amerika ve Avrupa’yı boydan boya dolaşıyorlar. Çin hükümetinin onlara sunduğu büyük «modernleşme» projelerini ellerine geçirme yarışında Pekin’e koşan Tokyolu, Wall Streetli ve AET’li businessmen* (işadamlarına) Çin’in kurum ve işletmelerinin tüm kapıları açıktır. Çin de böylece ülkesinin yeraltı zenginliklerini ve hammaddelerini ellerine geçirmek ve işgücünü sömürmek isteyen emperyalist oburluğun, emperyalist bütünleşmenin cehennemi girdabına sürüklenmektedir.

Herkesin bildiği gibi kapitalist, öncelikle kendi ekonomik, siyasal ve ideolojik çıkarlarını gözönüne almadan kimseye yardım etmez. Bu yalnızca, kapitalistin aldığı kâr yüzdesi sorunu değildir. Kredi veren kapitalist bir ülke,bu «yardım»ı alan ülkeye, krediyle birlikte kendi yaşam biçimini, kapitalist düşünce biçimini de sokar; burada üsler kurar ve yağ lekesinin yayılması gibi yavaş yavaş yayılır, bir örümcek gibi ağını örer. Bu örümcek sürekli olarak bu ağın ortasında durur ve Yugoslavya’da ve şimdi Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, ağa takılan tüm sineklerin kanını emmeye hazırdır. Çin de aynı akıbete uğrayacaktır.

Bunun sonucu olarak Çin, şimdiden yaptığı gibi, siyasal ve ideolojik sorunlarda da boyun eğecek ve Çin pazarı Amerikan emperyalizmi ve diğer sanayileşmiş kapitalist devletler için büyük önem taşıyan bir debouche* (pazar) haline gelecektir.

Amerikan, Batı Alman, Japon ve diğerlerinin Çin’deki kredi ve yatırımları, kaçınılmaz olarak onun bağımsızlık ve egemenliğini şu ya da bu ölçüde zedelemektedir. Bu krediler, bunları alan her devleti bağımlı hale getirmektedir, çünkü krediyi veren ona kendi siyasetini dayatır. Dolayısıyla emperyalizmin çarkına kapılan büyük ya da küçük, her devletin siyasal özgürlüğü, bağımsızlığı ve egemenliği zedelenmekte ya da kaybolmaktadır. Sovyetler Birliği kapitalizmi yeniden inşa etme yoluna girdiği zaman, aynı yola girmiş bulunan bugünkü Çin’den ekonomik ve askeri yönden çok daha güçlüydü ve o da bu zedelenmiş egemenlik durumuna düşmüştü.

Emperyalizmin çarklarına takılan küçük ülkeler, özgürlük ve bağımsızlıklarını, Çin ve Sovyetler Birliği gibi büyük ülkelerden elbette daha çabuk kaybediyorlar. Büyük ülkeler yalnızca daha büyük bir ekonomik ve askeri güce sahip olduklarından değil, aynı zamanda pazarlarını, korumak ve yenilerini elde etmek, birbirleri üzerinde baskı uygulamak ve başka çıkış yolu yoksa savaşa da girmek uğruna etki alanları yaratmak ve bunları korumak için bu güce dayanarak mücadele ettiklerinden, özgürlük ve bağımsızlıklarını daha yavaş ilerleyen bir süreç içinde kaybedebilirler. Fakat bu onları, ayaklarına bağ olan kredi ve yatırım zincirinden yine de kurtaramaz. Kredilerin, faizleriyle birlikte ödenmesi gerekmektedir. Bunları ödeyecek durumda olunmazsa, yeni borçlara gö- mülünür. Borçlar üstüste yığılır ve kapitalist parasını ister; ödenemezse, o zaman sizi kıskacına alır. Örneğin kendi hükümetlerine siyasetlerini zorla kabul ettiren Amerikan tekelci şirketleri, hükümeti, her araca başvurarak, sermayelerini savunmaya ve hatta gerekirse bu amaçla savaş açmaya zorlarlar.

Çinli yöneticiler, ülkelerinin ekonomisini geliştirmek uğruna Amerikan emperyalizmine, Amerika Birleşik Devletleri’nin kapitalistlerine dayanmak için gösterdikleri büyük çabaya göre değerlendirilirse, onların bu emperyalizmin zayıflığı üzerine kopardıkları tüm yaygara da kendi kendine çöker. Onların Amerikan emperyalizminin zayıfladığı yolundaki açıklamaları, tam da kendi gücüne dayanma açıklaması gibi yalnızca bir blöftür. Çinli revizyonistler söylediklerinin tam tersini düşünüyorlar. Herkes bunu onların uygulamalarında görüyor.

Resmi Çin basını, sosyal-emperyalist Sovyetler Bir- liği’nin Amerikan, Batı Alman, Japon ve diğer ülkelerin bankalarından aldığı krediler üzerine kaygılarını sık sık dile getirmektedir. Onlar, Amerika Birleşik Devletleri’ni, ve diğer gelişmiş kapitalist ülkeleri uyarıyor ve Sovyetler Birliği’nin, ona verilen teknolojik yardım ve krediyi, kendi ekonomik ve askeri gücünü geliştirmek ve güçlendirmek için kullandığını; bu yardım ve kredilerin, Çinli yöneticilere göre bugün Üçüncü Reich’in yerini almış olan ve onları tehdit eden sosyal-emperyalizm tehlikesini artırdığını

duyuruyor. Bu nedenle Çin, onlardan, bu kredileri hemen durdurmalarını talep ediyor. Çin basını, tanınmış Batı Alman Nazisi ve intikamcısı Strauss’la aynı dili kullanmaktadır.

Çinli yöneticilerin, Sovyetler Birliği’nin aldığı krediler üzerine ileri sürdükleri «kaygılar»ın gerçek anlamını gün ışığına çıkarmak zor değildir. Elbette onları kaygılandıran, ne bu kredilerin kapitalist niteliğidir, ne de bunların Sovyet devletinin egemenliğine karşı oluşturdukları tehlike. Onlar, Amerikan sermayesinin krallarına ve Amerika Birleşik Devletleri hükümetine, diğer emperyalist ülkelerin kapitalistleri ve hükümetlerine, bu kredi ve yardımları Sovyetler Birliği’ne değil, kendisinden tehlike değil yalnızca kâr bekleyecekleri Çin’e vermeleri gerektiğini anlatmak istiyorlar.

Bu Çin’in süper devlet olma planının bir yüzüdür. Diğer yüzü, Çin’in dünyanın daha az gelişmiş ülkelerine egemen olma, «üçüncü dünya» diye adlandırdığı şeyin leader* (önder)i olma çabalarıdır.

Bugün Çin’de egemen olan grup, Çin’in kendini de dahil ettiği -ki bu rastgele ya da gizli emeller beslemeden yapılmıyor- «üçüncü dünya»ya büyük önem vermektedir. Çin’li revizyonistlerin «üçüncü dünya»sı iyi tanımlanmış bir siyasal amaç gütmektedir. Bu, Çin’i en kısa sürede ve en hızlı biçimde bir süper devlete dönüştürmeyi amaçlayan stratejinin parçasıdır. Çin yalnızca toplu potansiyelini artıracak büyük bir güç yaratmak için değil, iki süper devlet olan Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Bir- liği’ne karşı koyma, pazarları ve etki alanlarını paylaşma pazarlıklarında ağır basma ve gerçek bir emperyalist süper devlet konumunu kazanma yolunda da kendisine yardımcı olacak büyük bir güç yaratmak için, «üçüncü dünya»nın ya da «bloksuz» ülkelerin ya da «gelişmekteolan» ülkelerin tümünü kendi etrafında toplamaya çalışmaktadır. Çin, dünyanın mümkün olan en çok sayıda devletini kendi etrafında toplama amacına, kendisini, halkların yeni sömürgecilikten kurtuluşunu ve emperyalizme karşı mücadele içinde sosyalizme geçişini savu- nuyormuş gibi gösteren sloganla varmaya çalışıyor. Çin, bu emperyalizmden bir dereceye kadar soyut olarak söz ediyor ama en tehlikeli emperyalizmin Sovyet emperyalizmi olduğunu vurguluyor.

Çin, bu teorik özden yoksun ve demagojik sloganı, kendi hegomonyacı amaçlarına yardımcı olabileceğini umarak ortaya attı. Çin, başlangıçta, sözümona üçüncü dünya üzerinde egemenlik kurmak, daha sonra ise kendi emperyalist çıkarları uğruna bu «dünya»yı kullanmak istemektedir. Çin, bunu şimdilik sosyalist devlet ünvanı arkasında gizlemeye çalışmaktadır. Böylece sosyalist bir ülkenin başkalarını köleleştirme emelleri besleyemeyece- ği, başkalarının burnuna kanca takma, şantaj yapma, başkalarına boyun eğdirme, ezme ve sömürme peşinde koşamayacağı gerçeği üzerinde spekülasyon yapıyor. Çin bu sloganı kullanıyor ve bunu, «büyük» Mao Zedung tarafından kurulmuş olan ve Marks ve Lenin’in teorisine, yani kapitalist sistemin tüm kötülükleriyle, sömürgeci sömürüyle vb. mücadele eden teoriye sadık kalan sözümona Marksist-Leninist bir parti olan Çin Komünist Partisi’nin ünüyle destekliyor.

Bu sahte kimlikle gizlenen, «üçüncü dünya» terimi arkasına saklanan ve hiçbir sınıf kıstası ya da tanımlaması olmaksızın kendisini bu «dünya»ya dahil eden Çin, stratejik amacını yani bu dünya üzerinde kendi hegomon- yasını kurmayı böylelikle daha kolayca gerçekleştirebileceğini düşünüyor. Sovyetler Birliği de kendi hesabına, diğer ülkelere karşı aynı aldatmacayı uyguluyor. Tüm Kruşçevci

revizyonistler gece gündüz demeden, «komünist» olduklarını ve partilerinin «gerçek Marksist-Leninist partiler» olduğunu vaaz ediyorlar. Sovyet revizyonistleri de, bu maskeye bürünerek dünya üzerinde kendi hegomonya- larını kurmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, Çinlilerin davranışlarıyla Sovyet sosyal-emperyalizminin davranışları arasında hiçbir temel ayrılık olmadığı söylenebilir.

Çin siyaseti ve davranışlarındaki tüm bu gelişme, pazarlar arayan ve dünyayı ele geçirmek ve dünya üzerinde kendi hegomonyasını kurmak için uğraşan mali sermayenin egemenliği olan emperyalizme ilişkin Marksist-Leninist tanımlamayı tümüyle doğrulamaktadır. Çin de bu yolla «üçüncü dünya» ülkelerine sızmaya ve buralarda bir parça «toprak» elde etmeye çalışmaktadır. Fakat bu bir parça «toprak» ancak büyük fedakarlıklar pahasına kazanılabilir.

«Üçüncü dünya»ya sızmak, pazarlar ele geçirmek için sermaye gerekir. «Üçüncü dünya» ülkelerinde iktidarda olan egemen sınıflar yatırım, kredi ve «yardım» istiyorlar. Fakat Çin, onlara büyük çapta «yardım» verecek durumda değildir; çünkü gerekli ekonomik güce sahip değildir. Şimdi Çin tam da bu gücü Amerikan emperyalizminin yardımıyla yaratmaya çalışmaktadır. Bu koşullar altında «üçüncü dünya» ülkelerinde egemen olan burjuvazi, Çin’den ne ekonomik, ne teknolojik, ne de askeri açıdan şimdilik büyük bir kazanç sağlayamayacağının açıkça farkındadır. O, büyük ekonomik, teknik ve askeri güce sahip olan Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizminden daha fazla kazanç sağlayabilir.

Bununla birlikte, Çin, emperyalist emelleri olan her ülke gibi dünyada pazarlar elde etmek için mücadele ediyor ve daha fazla edecektir. Etki ve egemenliğini yaymaya çalışıyor ve daha da fazla çalışacaktır. Bu planları şimdiden bellidir. Çin, kendi bankalarını yalnızca Hong- Kong’da —orada uzun süredir bankaları var— değil, Avrupa’da ve diğer yerlerde de açmaktadır. Çin özellikle, «üçüncü dünya» ülkelerinde bankalar kurmak ve bu ülkelere sermaye ihraç etmek için uğraşacaktır. Şimdilik bu alanda çok az şey yapıyor; Çin’in «yardım»ı birkaç çimento fabrikası, demiryolu ya da hastane yapımıyla kısıtlıdır, çünkü onun olanakları sınırlıdır. Ancak Çin’deki Amerikan, Japon vb. yatırımları Çin’in beklediği meyveleri vermeye başladığı zaman, yani ekonomisi, ticareti ve askeri alandaki teknolojisi geliştiği zaman Çin, geniş çapta gerçek bir ekonomik ve askeri yayılmaya girişebilecek durumda olacaktır. Fakat, buna ulaşmak için zaman gerekir.

O zamana kadar Çin, şimdiden başlamış olduğu gibi, Sovyetler Birliği ve Amerikalıların daha fazla faiz istedikleri bir zamanda faizsiz ya da çok düşük faizle kredi ve «yardım» verme siyaseti aracılığıyla manevra çevirecektir. Çin sermayesi yurtdışına akacak durumda olmadığı sürece, revizyonist Çin yönetimi, «gelişmekte olan ülkeler»e verdiği az miktardaki «yardım» ve kredilerin propagandacı yanı üzerinde dikkatleri yoğunlaştıracak ve ülkenin kurtuluşu ve inşasında «kendi gücüne güvenme» sloganıyla birlikte bu yardımın «enternasyonalist niteliği» ni, «yarar gözetmeyen amaçlarını» övüp duracaktır.

Çin ekonomik ve askeri yönden geliştikçe, küçük ve daha az gelişmiş ülkelere sermaye ihraç ederek girmeye ve bunlara egemen olmaya çalışacak ve o zaman artık kredileri için yüzde 1-2 faiz istemeyecek, diğer ülkeler gibi davranacaktır.

Fakat tüm bu planlar ve çabalar kolaylıkla başarıya ulaşamazlar, üçüncü dünya denen ülkelerde etkin olan gelişmiş emperyalist ve kapitalist ülkeler, uzun süre önce yağma savaşları ile kazanmış oldukları pazarları, Çin’ in sıkıntısızca ele geçirmesine izin vermeyeceklerdir. Onlar,

yalnızca eski konumlarını sıkı sıkıya korumakla kalmıyor, her yolla yenilerini de elde etmeye çalışıyor ve Çin’in bu ülkelere el uzatmasına izin vermiyorlar.

Emperyalizm her ortağına karşı acımasızdır. İster güç durumda olsun, ister gelişmekte. Emperyalizm arasıra, zorunlu olarak ve daha büyük kâr elde etmek için bazı ödünler de verebilir ama çoğunlukla, yalnızca zayıf ülkelerde değil, sanayileşmiş kapitalist devletler gibi gelişmiş ülkelerde de zincirleri güçlendirmeye çalışır. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri kapitalist müttefiklerine karşı, onlar aralarında patlak veren emperyalist savaşlarda zor anlar yaşadıklarında, her zaman işte bu siyaseti gütmüştür. Fakat bu savaşlardan sonra da bu müttefikler doğrulmaya çalışırken, Amerikan emperyalizmi kendi egemenliği altına soktuğu diğer ülkelere bunların sızmasını engellemek için tüm gücünü ortaya koydu. Böylelikle Amerika Birleşik Devletleri 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, bu savaştan zayıflamış olarak çıkan İngiltere ve Fransa’ ya «yardım» ederken, Sterlin, Frank vb. pazarı içine derinliğine girdi. Maden işleme, kimya, ulaştırma ve kapitalizmin gelişmesi için hayati önem taşıyan sayısız diğer dallardaki Amerikan tekel ve kartelleri, İngiltere, Fransa vb’nin tekel ve kartellerine onları yutacak ölçüde sızdılar ve böylece bu ülkeleri, Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirdiler. Her emperyalist gibi vahşi ve gözü doymaz olan bu emperyalist, Çin’e karşı da başka türlü davranamaz.

«Üçüncü dünya» ülkelerine ekonomik ve askeri bakımdan sızmak için karşılaştığı güçlükleri bilen Çin, siyasal ve ideolojik etkisi aracılığıyla buralarda hegomon- yasını kurabileceğini düşünüyor. Çin, faaliyetini üç yönde yürüterek bu amaca varmayı düşünüyor: Amerikan emperyalizmi ve kapitalist ülkelerdeki egemen kliklerle mücadele etmemek, tersine bu emperyalistle ve bu kliklerle

ittifak yapmak; sınır komşusu olan Sovyet sosyal emperyalizmine karşı, onun Asya. Afrika ve Latin Amerika’daki üslerini zayıflatmak ve parçalamak için mücadele etmek; bu kıtalardaki proletaryayı ve acı çeken halkları sahte devrimci ve sahte sosyalist demagoji ve manevra ile aldatmak ve böylece tüm devrimci kurtuluş hareketlerini yok etmek.

Amerikan emperyalizmi ve diğer emperyalist güçler, aynı zamanda Sovyet sosyal-emperyalizmi de, Çin’in bu emellerinin çok iyi farkındadırlar. «Üçüncü dünya» ülkeleri de bunları görüyor ve bu nedenle, Çin’in kendilerini aldatmak istediğine, kendilerine destek sağlamak ve yardım etmek gibi bir amacı olmadığına, tersine bir süper devlet olma emeli beslediğine gün geçtikçe daha çok inanıyorlar. Sözümona üçüncü dünya ülkelerinde iktidarda olan yöneticilerin çoğunluğu uzun süreden beri Amerikan emperyalizmi ile ya da gelişmiş kapitalist devletler olan İngiltere. Fransa, Almanya. Belçika. Japonya vb. ile sıkı ilişki içindedirler. Bu nedenle Çin’in «Üçüncü dünya» ile flörtü, gelişmiş emperyalist ve kapitalist devletler için hiçbir kaygı uyandırmamaktadır.

Çin’in, siyaseti ve «Mao Zedung düşüncesi» denen ideolojisi aracılığıyla «üçüncü dünya»ya katılma çabalan, onun ideolojisi ve siyasi çizgisi karmakarışık olduğu için de başarılı olamaz. Çin’in siyasi çizgisi tutarsızdır. Bu. duruma ve anlık çıkarlara göre yalpalayan ve değişen pragmacı bir çizgidir. «Üçüncü dünya» devletlerindeki egemen sınıflar bu ideolojiden korkmuyorlar; çünkü onlar bu çizginin devrimden ve halkların gerçek ulusal kurtuluşlarından yana olmadığını görüyorlar. Bu ülkelerdeki burjuvazi halkı daha kolay sömürebilmek ve ezebilmek için her tür etiket altında kendi partilerini kurdu. Sözümona üçüncü dünyanın devletlerine yatırım yapmış yabancı sermayeye yakından bağlı olan bu partiler. Çin çizgisine

karşı mücadele etmek ve onun maskesini düşürmek için güçlük çekmiyorlar. Bu nedenle Cinli revizyonist yöneticiler, bu ülkelerdeki partilere hoş görünme yolunu seçtiler ve her koşul altında ve her araca başvurarak onlara karşı «şeker gibi tatlı» davranmaya çalışıyorlar.

Çin, «üçüncü dünya»ya egemen olma emeli çerçevesinde, bu «dünya»daki emekçi kitlelerin eylemlerini mümkün olduğunca kendi çıkarları doğrultusuna çevirmeye çalışıyor. Fakat başında proletarya olan ezilen halklar, artık 19. yüzyıl sonları ya da 20. yüzyılın başlarındaki durumda değillerdir. Onlar, Amerikan, Sovyet ya da Çin emperyalistleri olsun, eski ya da yeni emperyalist büyük devletlerin tüm hegomonya ve boyun eğdirme siyasetine karşı direniyorlar. Bugün dünya halklarının geniş yığınları genel olarak uyanmıştır ve mücadeleleri sırasında ekonomik ve siyasi haklarını savunmak için belirli bir bilince ulaşmayı şu ya da bu biçimde başardılar. Sözümona üçüncü dünyanın halkları, Çin’in devrim ve ulusal kurtuluş düşüncelerini ülkelerine getirmek için uğraşmadığını, tersine Çin etkisinin sızmasını önleyen devrimi boğmak için çalıştığını görmemezlik edemezler. Çin’in, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer yeni-sömür- geci ülkeler ile ittifak yapma çizgisi de aynı biçimde Çin sosyal-emperyalizminin maskesini halkların gözünde düşürmüştür.

Çin, «üçüncü dünya» ülkelerinde olumlu ve devrimci bir propaganda yürütemez; çünkü, diğer nedenlerin yanı sıra, yatırım ve ileri teknoloji isteyerek yarar sağlamaya çalıştığı süper devlet ile karşı karşıya gelmesi gerekirdi. Çin’in bu propagandayı yürütmesini olanaksız kılan bir neden daha vardır; sözümona üçüncü dünyanın bazı ülkelerinde devrim tam da, Çin’in desteklediği ve iktidarda tutunmasına yardımcı olduğu gerici klikleri devirirdi.

Çinli yöneticilerin ülkelerini en kısa zamanda bir süper devlet yapmak ve her yerde, özellikle de sözümona üçüncü dünyada hegomonya kurmak için duydukları büyük sabırsızlık, onları, stratejilerini ve dış siyasetlerini emperyalistler arası savaş kışkırtıcılığına dayandırmaya itti. Onların en büyük isteği Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da karşı karşıya gelip çatışmasıdır. Bu sırada Çin, iki ana rakibini yok ederek kendisini dünya üzerinde tek ve herşeye gücü yeten egemen devlet olarak bırakacak atom yangınının ateşiyle ellerini uzaktan ısıtabilecektir.

Çin, kendisini diğer süper devletler ile rekabet edecek ölçüde güçlü hissetmedikçe, bir süper devlet olarak «layık olduğu yer»e kavuşmadıkça kendisi için barış, başkaları için savaş isteyecektir. Çinli revizyonistlerin Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasında savaş çıkarmak için giriştikleri açık diplomatik manevralar da, onların barışa duydukları şu andaki gereksinme ile bağıntılıdır, öyle ki kendileri kenarda durup «modernleşme»leri ile uğraşabilsinler. Deng Siao-ping’in önümüzdeki 20 yıl içinde savaş olmayacağı yolundaki sözleri beklenmedik bir açıklama değildir. O, bununla, süper devletlere ve diğer emperyalist devletlere, gelecek 20 yıl boyunca Çin’den korkmamalarını söylemek istiyor. Aynı zamanda Çin yöneticileri süper devletler arasında bir savaşı, Çin’den ve Çin’in savaşın içine çekilmesi tehlikesinden uzakta, Avrupa’da kışkırtıyorlar. Çin’in buna ne ölçüde ulaşacağı başka bir sorundur; ancak gerçek şu ki Çinli yöneticiler bu yönde uğraşıyorlar; çünkü Çin’i bir süper devlete dönüştürme emellerini gerçekleştirmek için kendilerince gerekli bir barış dönemini kaçınılmaz buluyorlar.

Çin, «Avrupa Birliği»nin, «Avrupa’daki gelişmiş kapitalist ülkelerin birliği»nin güçlendirilmesini gürültüyle savunuyor. Çin bu birliği tüm sorunlarda destekliyor. Bu arada o, eski kurtlara ve tilkilere akıl hocalığı yapıyor; onlara Sovyet sosyal-emperyalizminin oluşturduğu büyük tehlike karşısında askeri ve ekonomik birliği, devlet örgütlenmesindeki birliği vb. nasıl güçlendirmeleri gerektiğini öğretmek istiyor. Fakat bu kurtların ve tilkilerin Çin’in derslerine hiç ihtiyacı yoktur; çünkü onlar tehlikenin nereden geldiğini anlayacak durumdadırlar ve bunu çok iyi biliyorlar.

Batı’nın gelişmiş ülkeleri. Çin’in öğüt ve isteklerini «à la lettre»* (kelimesi kelimesine) yerine getirecek kadar saf değillerdir. Onlar Sovyetler Birliği’nden gelecek olası bir tehlikeyi karşılamak için güçlerini artırıyorlar; ama aynı zamanda Sovyetler Birliği ile ilişkilerini kötüleştirmemek, çok ileri gitmemek ve «Rus ayısı»nı kızdırmamak için de çok çaba harcıyorlar. Elbette bu, Çin’in isteğine ters düşmektedir.

Avrupa’nın kapitalist devletleri ve Amerika Birleşik Devletleri, Çin’in kendileri ile Sovyetler arasındaki çelişkileri körüklemesinden hoşlanıyorlar; çünkü bu. onlara, Sovyetlere dolaylı olarak şu sözleri söyleme olanağını tanıyor: «Sizin baş düşmanınız Çin’dir, buna karşılık biz. Çin’in ne dediğini dikkate almadan, yumuşama, barış içinde birarada yaşama için sizinle birlikte çaba harcıyoruz.» Bir yandan da, sanki barıştan yanaymışlar gibi gözükürken, baş düşmanları olan devrime karşı hegomon- yalarını ve askeri birliklerini pekiştirmek için silahlanıyor- lar bu devletler. Napolyon’un yenilgisinden sonra toplanmış olan Viyana Kongresi’ni, özellikle balo ve gece eğlenceleriyle ün yapmış bu kongreyi anımsatan ve alabil- diğine uzayıp giden Helsinki ve Belgrad toplantıları gibi tüm toplantıların amacı işte budur.

Deng Siao-ping’in AFP müdürü ile yaptığı röportajda resmen açıkladığı gibi, Çin yöneticileri, Sovyet sosyal- emperyalizmine karşı mücadele etmek için «üçüncü dünyayı, ikinci dünyayı ve Amerika Birleşik Devletleri’ni kapsayacak geniş bir cephe»nin kurulması için çağrı yapıyorlar.

Çin’in revizyonist yönetiminin Amerikan emperyalizmini, Batı Avrupa emperyalizmini vb. Sovyet sosyal-em- peryalizmine karşı savaşa kışkırtma stratejisi, Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri ve onun NATO içindeki müttefikleri arasındaki bir savaştan çok, Çin ile Sovyetler Birliği arasındaki bir savaş tehlikesine neden oluyor.

Nasıl Çin diğerlerini savaşa kışkırtıyorsa, Amerikan emperyalizmi, gelişmiş kapitalist ülkeler ve burjuva kapitalist kliklerin egemen olduğu bütün ülkeler de hem Çin’i hem de Sovyetler Birliği’ni birbirine karşı kışkırtıyorlar. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasetinin ve Çin’in kendi yanlış stratejisinin, Sovyetler Birliği’ni askeri bakımdan daha da güçlenmeye ve süper devlet olarak önce Çin’e saldırmaya itmesi çok olasıdır.

Diğer yandan Çin kendisini yeterince güçlü hissettiği anda, Sovyetler Birliği’ne saldırmak için belirgin bir eğilim göstermektedir; çünkü Çin’in Sibirya ve Uzakdoğu’nun diğer toprakları üzerinde büyük toprak talepleri vardır. Çin bu talepleri uzun süredir ileri sürüyor, fakat Çin hazır olduğu ve silahların her türüyle donanmış bir orduyu hazırladığı zaman, iştahı daha da kabaracaktır. Hua Guo-feng’in İngiltere’nin eski Muhafazakar Başbakanı Heath’e yaptığı açıklamanın anlamı budur: «Biz birleşik ve güçlü bir Avrupa görmeyi ümit ediyoruz, biz Avrupa’nın da güçlü bir Çin görmeyi ümit ettiğine inanıyoruz.» Kısacası Hua Guo-feng Avrupa büyük burjuvazisine şunları söylemektedir; «Güçlerinizi artırın ve Sovyetler

Birliği’ne Batı’dan saldırın. Biz Çinliler de güçlerimizi artıracak ve Sovyetler Birliği’ne Doğu’dan saldıracağız.»

Çin siyaseti, Amerika Birleşik Devletleri’ne, daha önceden Mao Zedung, Çu En-lay ve Nikson tarafından açılmış olan geniş ve çok verimli bir yolu açıyor. Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasında pekçok köprü, gizli ama çok yararlı ve etkili köprüler kurulmuştur. Nikson şöyle diyordu: «Biz, San Fransisko’yu Pekin’e bağlayacak kadar uzun bir köprü inşa etmeliyiz.» Mao Zedung ve Çu En-lay’ın Watergate skandalından sonra Nikson’u çağırmaları ve Nikson’un Mao tarafından karşılanması nedensiz ve amaçsız değildi. Bunun anlamı şu idi: Amerika Birleşik Devletleri ile dostluk, kişiler arasında duruma göre değişen bir dostluk değil, tersine bu yolu açmış olan Başkanın dalavereleri nedeniyle görevinden atılmış olmasını gözönüne almaksızın, ülkeler arasında, Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasındaki bir dostluktu.

Şimdi. Carter iktidara geldiği için, Çin ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki dostluk ilişkileri daha da gelişecektir. Amerika Birleşik Devletleri’nin, Çin’in bugünkü tutumunda büyük çıkarı vardır ve Carter Çin stratejisini çeşitli yönlerden övmektedir.

Çin’i Sovyetler Birliği’ne karşı itmek için ona siyasi, askeri ve ekonomik her alanda yardım vermek Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarınadır. Onlar Çin’e atom sırlarını verdiler. Bu şimdi apaçıktır. Ayrıca onlar Çin’e, atom savaşında kullanılacak en modern bilgisayarları verdiler. Çin, kendi başına atom denizaltılar! inşa edecek ölçüde tam bilgi elde etti. Artık Washington’da Çin’e modern silahlar sağlamak için açıkça ve resmi konuşmalar yapılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nin Çin’e yaptığı bütün bu «iyilikler» elbette Çin’in İkinci Dünya Savaşı Japonya’sı gibi Amerika Birleşik Devletleri’ni de tehlikeye düşürecek ölçüde kara ve deniz gücüne sahip bir büyük devlet haline gelmesi amacıyla verilmemektedir.

Hayır, Amerikan emperyalizmi, dünyanın her yerine. özellikle de Çin’e verdiği sözümona yardımları özenle tartmaktadır.

Bu şekilde Çin’in, hem Amerika Birleşik Devletleri’ni hem de Sovyetler Birliği’ni yakalamak için ateşli çabaları ve bir süper devlet olma ihtirası kaçınılmaz olarak yeni sürtüşmelere, büyük çatışmalara, yerel nitelikte olduğu gibi dünya çapında da bir çarpışma niteliği taşıyabilecek savaşlara yolaçacaktır.

Tüm «üç dünya» teorisi, onun tüm stratejisi, onun öğütlediği ittifaklar ve «cepheler», ulaşmaya çalıştığı hedefler, bir emperyalist dünya savaşını kışkırtıyor.

Nikita Kruşçev ve modern revizyonistler, «toplumsal barış»ı, «barış içinde yarış»ı, devrimin «barışçıl yol»unu, «silahsız ve savaşsız dünya»yı vaaz eden kötü ünlü Kruşçevci «barış içinde birarada yaşama» teorisini geliştirdiler. Bu teori, çağımızın temel çelişkilerini gizleyerek ve ortadan kaldırarak sınıf mücadelesini zayıflatmak amacını güdüyordu. Özellikle, Kruşçev Sovyetler Birliği ile Amerikan emperyalizmi arasındaki çelişkilerin ve genel olarak sosyalist sistem ile kapitalist sistem arasındaki çelişkilerin söndüğünü vaaz ediyordu. Kruşçev, dünyada meydana gelen değişikliklerden sonra, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki tarihsel çelişkinin, artık iki taraf arasında barış içinde yarışma boyunca, ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel vb. yarış boyunca çözüleceği tezini savunuyordu.

«Bırakalım zaman kimin haklı olduğunu göstersin» diyordu Kruşçev ve halklar bu barış içinde yarışma boyunca kendilerine en uygun düşen düzeni «kutsal barış içinde» özgürce seçsinler. Nikita Kruşçev halklara, zenginliklerini süper devletlere satmak ve bu ünlü «barışçıl» yarışma boyunca kendilerine özgürlük, bağımsızlık ve refahın sağlanmasını beklemek öğütlerini veriyordu. Elbette bu anti-Marksist siyasetin maskesi düşürüldü ve partimiz bu siyasete ilk savaş açan oldu.

Kruşçev’inki gibi bir siyaseti Çin Komünist Partisi, daha Mao Zedung yaşarken izledi. Çin Komünist Partisi de her iki tarafa, proletaryaya ve burjuvaziye, halklara ve onları ezenlere sınıf savaşını durdurma, yalnızca Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı birleşme ve Amerikan emperyalizmini unutma çağrısı yapıyor.

«Üç dünya» teorisi, tam da Kruşçev’in «barış içinde birarada yaşama» teorisi gibi gerici bir teoridir. Ancak modern revizyonizmin sözcüsü olan Kruşçev ve savunucuları kendilerine barışsever görünümü verirlerken, Mao Zedung, Deng Siao-ping, Hua Guo-feng vb. açıkça savaş kışkırtıcıları olarak ortaya çıkıyorlar. Onlar, Çin’in kendisini dahil ettiği emperyalist-kapitalist koalisyona devrimci mücadele için, proletaryanın zaferi ve halkların kurtuluşu için tasarlanmış bir örgütlenme rengi ve anlamı vermek istiyorlar. Ama gerçekte, «üç dünya» hakkında Mao Zedung’un ve Çin Komünist Partisi’nin «teorisi» devrim değil, emperyalist savaş çağrısı yapıyor.

Emperyalist devletler ve gruplar arasındaki çelişkilerin ve rekabetin keskinleşmesi, silahlı çatışmaların, yağmacı ve köleleştirici savaşların patlaması tehlikesini taşıyor. Bu, Marksizm-Leninizmin, tarihin çürütülemez biçimde doğrulamış olduğu tanınmış bir tezidir. Bunun doğruluğu günümüzdeki uluslararası durumun gelişmesi ile de açıkça kanıtlanıyor.

Arnavutluk Emek Partisi, barışsever halkların ve ülkelerin uyanıklığını bastırmak, onları sahte vaatlerle serseme çevirmek ve gafil avlamak için süper devletlerin yürüttükleri kulakları sağır edici pasifist propagandayı teşhir etmek için sık sık sesini yükseltti. Arnavutluk Emek Partisi, Amerikan emperyalizminin ve Rus sosyal-emper- yalizminin dünyayı, yeni bir dünya savaşına sürüklediklerine ve böyle bir savaşın patlama tehlikesinin hayali değil, gerçek bir tehlike olduğuna birçok kez dikkatleri çekti. Bu tehlike, tüm dünyadaki halklar, geniş emekçi kitleler, barışsever güçler ve ülkeler, Marksist-Leninistler ve ilerici insanlar için kuşkusuz sürekli bir kaygıdır ve onlar bu tehlike karşısında pasif bir şekilde eli kolu bağlı duramazlar. Ancak, emperyalist savaş kışkırtıcılarını durdurmak için ne yapmak gerekir?

Ne olursa olsun emperyalist savaş kışkırtıcılarına teslim olmamak, boyun eğmemek, onlara karşı mücadeleyi hafifletmemek gerekir. Olgular göstermiştir ki, Kruşçevci revizyonistlerin ilkesiz uzlaşma ve ödünleri Amerikan emperyalizmini daha uysal, daha uslu ve daha barışçıl yapmamış tersine daha kibirli hale getirmiş ve iştahını kabartmıştır. Ama diğer yandan, Marksist-Leninistler bir emperyalist devletin ya da bir emperyalist grubun diğerlerine karşı kışkırtılmasından yana da değillerdir ve onlar emperyalist savaş için çağrı da yapmazlar, çünkü bu savaştan acı çekenler halklardır. Büyük Lenin, siyasetimizin, savaş kışkırtıcılığını amaçlamadığını, tersine emperyalistlerin sosyalist ülkeye karşı birleşmelerini önlemek istediğini vurgulamıştı. Lenin şöyle diyordu:

«Eğer gerçekten işçileri ve köylüleri savaşa soksay- dık, bu bir suç olurdu. Fakat bizim tüm siyasetimiz ve propagandamız hiç bir zaman halkları bir savaşa itmeye değil, tersine savaşa bir son vermeye yöneliktir ve deney yeterince göstermiştir ki, yalnızca sosyalist devrim sonsuz savaşlardan çıkış yoludur.»*

Bundan dolayı işçi sınıfının, geniş emekçi kitlelerin ve halkların, ülkelerindeki emperyalist savaş kışkırtıcılarını durdurmak üzere devrimci eylemlerde ayağa kaldırılması tek doğru yoldur. Marksist-Leninistler haksız savaşların her zaman en kararlı düşmanı oldular ve şimdi de düşmanıdırlar.

Lenin komünist devrimcilere, görevlerinin emperyalizmin savaş kışkırtıcı planlarını yıkmak ve savaşın patlak vermesini engellemek olduğunu öğretmişti. Eğer bunda başarılı olamazlarsa, o zaman onlar, işçi sınıfını, halk kitlelerini seferber etmeli ve emperyalist savaşı bir devrimci kurtuluş savaşına dönüştürmelidirler.

Saldırgan savaşlar emperyalistlerin ve sosyal-em- peryalistlerin doğasında vardır. Dünyayı köleleştirme emelleri, onları savaşa götürmektedir. Ancak emperyalist dünya savaşını başlatanlar emperyalistler olduğu halde, bunun bedelini kanlarıyla ödeyenler proletarya, halklar, devrimciler ve tüm ilerici insanlardır. Bu nedenle Mark- sist-Leninistler, proletarya ve dünya halkları emperyalist dünya savaşına karşıdırlar ve emperyalistlerin dünyayı yeni bir kan denizine sürüklemelerini engellemek için onların planlarını boşa çıkarmak amacıyla sürekli mücadele ederler.

Dolayısıyla Çinli revizyonistlerin yaptığı gibi emperyalist savaş öğütleri verilmemeli; tersine buna karşı mücadele edilmelidir. Marksist-Leninistlerin görevi, proletarya ve dünya halklarını, baskıcılara karşı, onların elinden iktidarlarını, ayrıcalıklarını koparıp almak ve proletarya diktatörlüğünü kurmak için mücadeleye sevketmek- tir. Çin böyle yapmıyor; Çin Komünist Partisi bunun için uğraşmıyor. Bu parti, revizyonist teorisi ile devrimi zayıflatıyor ve erteliyor; proletaryanın öncü güçlerini, bu devrimi örgütleyecek ve yönetecek olan Marksist-Leninist partileri parçalıyor.

Çin yönetiminin savunduğu yol bir aldatmacadır. Bizim öğretimizle, Marksizm-Leninizmle bağdaşmaz bir yoldur. Revizyonist Çin çizgisi proletarya ve halkları zayıflatıyor, parçalıyor; proletarya ve halkları kanlı bir savaşla, proletarya ve halklar tarafından lanetlenen canice savaşla, emperyalist savaşla tehdit ediyor.

Bu nedenden dolayı da, Mao Zedung’un «üç dünya» teorisi, Çin Komünist Partisinin ve Çin devletinin siyasi eylemi, hiçbir biçimde Marksist-Leninist ve devrimci olarak nitelenemez.

Kruşçev, sosyalizm ile emperyalizm arasında ekonomik, ideolojik ve siyasal yarışmayı savunurken, Çinli yöneticiler bu teze sözümona karşıydılar ve gerçek barış içinde bir arada yaşamayı sağlamak için emperyalizmle mücadele etmek gerektiğini, çünkü «birarada yaşamanın» emperyalizmi yıkamayacağını, devrimi zafere ve halkları kurtuluşa götüremeyeceğini söylüyorlardı.

Ama bu açıklamalar kağıt üzerinde kaldı. Gerçekten, Çin komünist Partisi yönetimi Kruşçevci tipte barış içinde birarada yaşamadan yana oldu ve bugün de öyledir. Daha önce değinilen «Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Üzerine Öneri» adlı belgede şöyle deniyor: «İlkeli siyaset tek doğru siyasettir... İlkeli siyaset ne demektir? Bunun anlamı şudur: Biz herhangi bir siyaseti ortaya koyar ve ayrıntılarıyla işlerken, proleter mevzilerde kalmak, proletaryanın temel çıkarlarından hareket etmek ve Marksizm-Leninizmin teorisini ve temel tezlerini kendimize kılavuz edinmek zorundayız.» Çin Komünist Par- tisi’nin açıkladığı budur; ama yaptığı ne idi ve şimdi yapmakta olduğu nedir? Çin Komünist Partisi bunun tam tersini yaptı ve yapıyor.

Çin Komünist Partisi yukarda değinilen belgede ve başka yerlerde «Amerikan emperyalizminin, devrimin, sosyalizmin ve tüm dünya halklarının en büyük düşmanı olarak teşhir edilmesi gerektiği»ni açıkladı. O, diğer şeylerin yanı sıra, «Ne Amerikan emperyalizmine ne de başka bir emperyalizme dayanılmaması, gericilere dayanıl- maması gerektiği»ni de sözlerine ekledi. Ama Çin Komünist Partisi bu tezlerini uygulamadı. Marksizm-Leninizmin

temel ilkelerine sıkı sıkıya dayanan Arnavutluk Emek Partisi, emperyalizme ve sosyal-emperyalizme karşı mücadeleye kararlılıkla sarılıyor. Tam da bu sorunlarda sosyalist Arnavutluk Çin ile karşı karşıya geliyor; Arnavut- lut Emek Partisi Çin Komünist Partisi ile karşı karşıya geliyor. Çinli yöneticiler, biz Arnavutları, sözümona «çelişkileri ve uluslararası durumu Marksist-Leninist biçimde tahlil» etmediğimiz için, bunun sonucu olarak da, Çinlilerin tuttuğu yolu tutarak «Birleşik Avrupa»yı, AET’yi ve dünya proletaryasını Sovyetlere karşı Amerikalılar ile birleşmeye çağırmadığımız için suçluyorlar. Onların bundan çıkardığı sonuç, bizim Amerikan emperyalizmini ve «Birleşik Avrupa»yı vb. desteklemediğimiz için, sözümona Sovyet sosyal-emperyalizminin taraftarı olduğumuzdur.

Onların bu tutumu yalnızca «anti-revizyonizm» maskesi altında revizyonist bir tutum değil, aynı zamanda sosyalist Arnavutluk’a karşı düşmanca ve kara çalan bir tutumdur. Amerikan emperyalizmi saldırgandır, savaş isteklisidir ve savaş kışkırtıcısıdır. Amerika Birleşik Devletleri, Çinlilerin iddia ettiği gibi yalnızca statüko istemiyor, tersine o yayılma da istiyor. Yoksa onların Sovyetler Birliği ile çelişkileri olmasına neden yoktur. Çinlilerin başvurduğu, Mao’nun «Amerika, bugün sokaktaki herkesin ‘öldürün şunu’ diye bağırarak kovaladığı bir fare haline geldi» sözleri, yalnızca Sovyetler Birliği’nin savaş istediğini; buna karşılık Amerika Birleşik Devletleri’nin istemediğini göstermeye yöneliktir. Çinlilerin Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı bu yumuşaklığı, «bir fareye dönüşmüş olan» bu devlete saldırılmamasını ve bu devletin Çin’in müttefiki haline getirilmesini sağlamak içindir. İşte «Marksist» Mao’nun anti-Marksist stratejisi!

«Üç dünya» teorisinin temelindeki bir tahlile dayanan Çin «stratejisi», «iki süper devlet arasındaki rekabetin Avrupa’da merkezileştiğini» «kesinlikle» belirlemiştir. Tuhaf şeyi Niçin Sovyetler Birliği’nin yayılmaya çalıştığı dünyanın başka bir yerinde; örneğin, Asya. Afrika, Avustralya ya da Latin Amerika’da değil de, tam da Avrupa’da?

Çinli «teorisyenler» buna bir açıklama getirmiyorlar. Onların «kanıtları» şudur: Amerika Birleşik Devletlerinin baş rakibi Sovyetler Birliği’dir, biri statüko, diğeri yayılma isteyen bu iki süper devlet. Hitler zamanında Avrupa’da olduğu gibi savaşı başlatacaklar. Hitler de yayılmak, dünyaya egemen olmak istiyordu; fakat buna erişmek için önce Fransa, İngiltere ve Sovyetler Birliği’ni yenmek zorundaydı. Bu nedenle Hitler savaşa Avrupa’da başladı; başka bir yerde değil. Ve Çinli revizyonistler daha sonra şu düşünceyi ileri sürüyorlar: Stalin İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerine dayandığına göre biz niçin Amerika Birleşik Devletleri’ne dayanmayacak mışız? Fakat onlar burada, daha önce de belirttiğimiz gibi, Sovyetler Birliği’nin İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri ile daha önce değil, yalnızca Almanya’nın Sovyetler Bir- liği’ne saldırmasından sonra birleştiğini unutuyorlar.

II. Wilhelm’in Almanya’sı Fransa ve İngiltere’ye saldırdığı zaman, İkinci Enternasyonal’in önderleri «burjuva anavatanın savunulması»nı öğütlediler. Hem Alman, hem de Fransız sosyalistleri bu çizgiyi izlediler. Lenin’in, bu tutumu nasıl mahkum ettiği ve emperyalist savaşları nasıl damgaladığı bilinmektedir. Şimdi Çinli revizyonistler, Avrupa halklarının ulusal bağımsızlığı savunma adına emperyalizm ile birleşmesini vaaz ettikleri zaman, tam da II. Enternasyonal yanlıları gibi davranıyorlar. Lenin’in tezlerinin tersine onlar, iki süper devletin başlatmaya çalıştıkları gelecekteki atom savaşını kışkırtıyorlar. Batı Avrupa halklarına ve proletaryasına «yurtsever» çağrılar yapıyorlar. Onlara, burjuvazi ile aralarındaki (baskı, açlık, cinayetler, işsizlik üzerine) «küçük» ayrılıkları bir kenara bırakma, burjuvazinin iktidarına dokunmama, NATO ile, «Birleşik Avrupa» ile ve büyük burjuvazinin, Avrupa tröstlerinin Ortak Pazar’ı ile birleşme: yalnızca Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele etme; burjuvazinin disiplinli askerleri olma çağrısı yapıyorlar. II. Enternasyonal’in kendisi bile daha iyisini yapamazdı.

Peki, Çin yönetimi Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın, COMECON’un diğer revizyonist ülkelerinin halklarına ne yapmalarını öğütlüyor? Hiçbir şey! O susmayı yeğ tutuyor ve bu halkları hiç dikkate almıyor. O, ara sıra, bu ülkelerde egemen olan revizyonist klikleri, Sovyetler Birliği’nden ayrılmaya ve Amerika ile birleşmeye teşvik ediyor. Çin bu halklara gerçekte şunu söylüyor: Susun, boyun eğin ve kan emici Kremlin kliğinin yemi olun! Revizyonist Cin yönetiminin bu çizgisi anti- proleterdir; savaş kışkırtıcısıdır.

Tüm bunlar, Çin yöneticilerinin uluslararası durumu kasıtlı olarak karıştırdığını gösteriyor. Onlar bu durumu, devrimin çıkarları açısından değil, kendi çıkarları açısından yani, Çin’i bir süper devlet haline getirme amacıyla ele alıyorlar. Onlar bu durumu, halkların kurtuluşu açısından değil, kendi emperyalist devletlerinin açısından ele alıyorlar; proletarya ve halkların iki süper devlete ve diğer ülkelerdeki burjuva kapitalist zalimlere karşı mücadelesini örgütlemek ve yoğunlaştırmak üzere değil, kendi ülkelerinde ve diğer ülkelerde devrimi bastırmak üzere ele alıyorlar; emperyalist dünya savaşına karşı çıkmak için değil onu kışkırtmak için ele alıyorlar.

Çin’in süper devlet olmak için tuttuğu yol, öncelikle Çin’in kendisi için ve Çin halkı için ağır sonuçları beraberinde getirecektir.

Çin siyasetinin Marksist-Leninist tahlili, Çin yönetiminin Çin’i bir çıkmaz sokağa sürüklemekte olduğu sonucuna götürüyor. Çin yönetimi Amerikan emperyalizmine ve dünya kapitalizmine yaptığı hizmetler karşılığında. kendisi için bazı çıkarlar elde edebileceğini hesaplıyor; ama bu çıkarları elde etmesi şüphelidir ve bunlar Çin’e pahalıya mal olacaktır. Bunlar ülkeyi felakete sürükleyecektir. Elbette bunların diğer ülkeler üzerinde de yansımaları olacaktır.

Çin’in anti-Marksist bir ideolojiden esinlenen ve bir süper devlet olmak için izlediği siyaset, tüm halkların gözünde, özellikle sözümona üçüncü dünyanın halklarının gözünde teşhir oluyor ve daha da teşhir olacaktır.

Dünya halkları, hangi devlet olursa olsun, sosyalist, revizyonist, kapitalist ya da emperyalist her devletin, siyasetinin amaçlarını iyi kavrıyorlar. Dünya halkları, Çin’in kendisini «üçüncü dünya» üyesi olarak tanıtmasına karşın, bu halklarla aynı istek ve aynı amaçlara sahip olmadığını görüyor ve kavrıyorlar. Onlar. Çin’in sosyal-emperyalist bir siyaset izlediğini görüyorlar. Bu nedenle, toplumsal ve ulusal baskıyı destekleyen gözden düşmüş böyle bir siyasetin, halklar için kabul edilmez olması anlaşılır bir şeydir. Bu, yalnızca gerici kliklerin, yalnızca hakları ezen ve onlara baskı yapanların çıkarına olan bir siyasittir.

Çin, Amerika Birleşik Devletleri’nin kışkırtmasıyla Etiyopya ile savaşa tutuşan Somali’yi destekliyor ve ona silah sağlıyor. Sovyetler Birliği ise, Somali’yi tutması için Etiyopya’yı destekliyor. Erıtre’de de durum aynıdır. Çın taraflardan birini, Sovyetler Birliği diğerini destekliyor. Somali’de Çin’i güleryüzle karşılayan iktidarda olanlardır, yoksa bu ülkenin katledilmekte olan halkı değil. Çin, ne Sovyetler tarafından desteklenen Etiyopya yönetimi, ne de sözümona Etiyopya’yı istila etmek isteyen Soma- lilere karşı kışkırtılan Etiyopya halkı tarafından sevgi ile karşılanıyor. Dolayısıyla Çin, ne Etiyopya’da ne de Somali’de herhangi bir etkiye sahiptir.

Ancak Çin, Cezayir’de de sevgi ile karşılanmamaktadır. Çin, Moritanya ve Fas’ın, yani Amerikan emperyalizminin tarafını tutarken, Cezayir «Polisario» cephesini destekliyor.

Çin, dış siyasetinde, sözümona Arap halklarının çıkarına bir çizgi izliyor. Ama bu siyasetin tek amacı, Arap halklarını Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı birleştirmektir. Dolayısıyla Çin’in öncelikle Amerika Birleşik Devletleri ile yakınlaşmasını desteklediği kendiliğinden anlaşılıyor.

İsrail’e gelince, Çin yönetimi bu ülkeyi kınamaktan geri kalmıyor. Ancak gerçekte, o, stratejisi ile İsrail’in yanındadır. Arap halkları ve özellikle Filistin halkı bunu kavradı ve gittikçe daha iyi kavrıyor.

Asya ülkelerinde ise, Çin’in belirgin ve sürekli bir etkisinin olmadığı söylenebilir.

Çin, komşu ülkelerle hiçbir yakın ve içten dostluk bağına sahip değildir. Daha uzak ülkelerle bu tür bağlar ise hiç söz konusu değildir. Çin’in siyaseti, Marksist-Le- ninist olmadığı sürece doğru bir siyaset değildir ve olamaz. Çin, böyle bir siyaset temelinde Vietnam, Kore Kamboçya, Laos, Tayland vb. ile içten dostluk kuramaz. Çin, bu ülkelerin dostluğunu kazanmak istediğini öne sürüyor; ancak gerçekte Çin ile bu ülkeler arasında siyasal. ekonomik ve sınırlara ilişkin sorunlarda çelişkiler vardır.

Çin, izlediği siyaset nedeniyle şimdi Vietnam ile açık çatışmaya girdi. Bu iki ülkenin sınırında ciddi olaylar oluyor. Çinli sosyal-emperyalistler Vietnam’ın içişlerine tehlikeli biçimde karıştılar; Kamboçya ile Vietnam arasındaki anlaşmazlığı kendi yayılmacı emelleri uğruna körüklüyorlar, vb. Çin yönetimi, daha düne kadar kardeş ülke ve yakın dost olarak gördüğü bir ülke olan Vietnam’a böyle davrandığı zaman, Asya ülkeleri Çin siyaseti hakkında ne gibi düşüncelere sahip olabilirler? Bu siyasete güvenebilirler mi?

Çin’in Latin Amerika ülkelerindeki etkisi hakkında konuşmak zaman kaybı olur. Çin’in bu ülkelerde ne siyasal, ne ideolojik, ne de ekonomik hiçbir etkisi yoktur. Çin’in tüm etkisi, faşist ve eli kanlı bir cellat olan Pinoc- he denen birisi ile dostluktan oluşmaktadır. Çin’in bu tutumu yalnızca Latin Amerika halklarını değil, tüm dünya kamuoyunu da öfkelendirdi. Herkes, Çin yönetiminin, zalim yöneticilerden yana, halkları ezen diktatör ve generallerden yana, bu kıtanın halklarının gırtlağına sarılmış olan Amerikan emperyalizminden yana olduğunu görüyor. Dolayısıyla, Çin’in Latin Amerika ülkeleri üzerindeki etkisinin önemsiz, güçsüz ve içerikten yoksun olduğunu söyleyebiliriz.

Çin’li yöneticilerin siyaseti, halkların yakınlık ve desteğinden yararlanmak bir yana, üstelik Çin’i ilerici devletlerden ve dünya proletaryasından gittikçe daha fazla tecrit edecektir. Hiçbir halk, proletarya ya da devrimci. 1 Ekim 1977 günü Ulusal Kurtuluş Bayramı’nda olduğu gibi, Nazi Almanyası’nın eski generallerini, Japonya’nın eski militarist general ve amirallerini, Portekizli faşist generalleri vb. Tien An Men kürsüsünde Çinli yöneticilerin yanında otururken görünce, Çin’in siyasetini destekleyemez.

Çin, ülkesinin geniş emekçi kitleleri üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırmadan, kendisini bir süper devlete dönüştürme yolunda ilerleyemez. Amerika Birleşik Devletleri ve diğer kapitalist devletler, Çin’de yatıracakları sermayeden süper kârlar sağlamaya çalışacaklardır. Onlar, Çin toplumunun temelinde ve üst yapısında kapitalizm yönünde hızlı ve köklü değ şiklikler olması için, baskı da yapacaklardır. Çin burjuvazisini ve onun devasa bürokratik aygıtını ayakta tutmak ve yabancı kapitalistlere olan kredi ve faiz borçlarını ödemek için yüzmilyon larca kişi üzerindeki sömürü gittikçe yoğunlaşacak ve bu, Çin proletaryası ve köylülüğü ile burjuva-revizyonist zalimler arasında kaçınılmaz olarak derin çelişkiler ortaya çıkaracaktır. Bu yöneticiler böylelikle kendi ülkelerinin emekçi kitleleri ile karşı karşıya geleceklerdir. Bu da, Çin’de kaçınılmaz olarak keskin çatışmalara ve devrimci patlamalara yol açacaktır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.