Header Ads

Header ADS

Halkların Kurtuluş Mücadelesi Dünya Devriminin Parçasıdır

Enver Hoja

Devrimden sözederken, yalnızca sosyalist devrimi kastetmiyoruz. Bugünkü kapitalizmden sosyalizme devrimci geçiş çağında; halkların kurtuluş mücadelesi, ulusal-demokratik, anti-emperyalist devrimler, ulusal kurtuluş hareketleri de Lenin ve Stalin’in açıkladığı gibi, tek bir devrimci sürecin, dünya proleter devriminin unsurlarıdır.

Stalin diyor ki,

Stalin diyor ki, «Leninizm, ulusal sorunun yalnızca proleter devrimi temelinde ve ona bağlı olarak çözülebileceğini ve Batı’da devrimin zaferine giden yolun, sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin emperyalizme karşı kurtuluş hareketleriyle devrimci ittifakından geçtiğini kanıtlamıştır. Ulusal sorun, proleter devrimi genel sorununun bir parçasıdır; proletarya diktatörlüğü sorununun bir parçasıdır.»*

Bu bağlantı, eski sömürgeci sistemin yıkılışıyla halkların çoğunluğunun kendi ulusal devletlerini yaratarak bağımsızlığa doğru büyük bir adım attıkları ve bu adîmi izleyerek daha da ileri gitmeyi arzuladıkları günümüzde, daha açık ve doğal hale gelmiştir. Halklar, yeni - sömürgeci sistemi yıkmak, her tür emperyalist bağımlılıktan ve yabancı sermaye sömürüsünden kurtulmak, ekonomik ve siyasal alanlarda tam bağımsızlık ve egemenlik kazanmak istiyorlar. Yalnızca, yabancı egemenliğinin ve yabancılara bağımlılığın ortadan kaldırılması ve yerel burjuva ve büyük toprak sahibi yöneticilerin baskı ve sömürüsüne son verilmesi yoluyla bu isteklerin gerçekleşebileceği, bu amaçlara varılabileceği kanıtlanmıştır.

Ulusal demokratik, anti-emperyalist, ulusal kurtuluş devrimi sosyalist devrimle bağlantılıdır ve içiçedir; çünkü, bu devrimler, proletaryanın ve halkların ortak düşmanı emperyalizme ve gericiliğe darbe vurdukları için büyük toplumsal dönüşümlere yol açarlar ve sosyalist devrimin zaferine yardımcı olurlar. Ve buna karşılık sosyalist devrim de emperyalist burjuvaziye darbe vurarak, ekonomik ve siyasal mevzilerini yıkarak kurtuluş hareketlerinin zaferi için elverişli koşullar yaratır ve onlara yardımcı olur.

Arnavutluk Emek Partisi, devrim sorununu böyle ele almaktadır; Marksist - Leninist bir tavırla ele almaktadır. O işte bu nedenle, özgürlüğe aşık halkların ABD emperyalizmine, Sovyet sosyal-emperyalizmine ve diğer emperyalist devletlere, yeni-sömürgeciliğe karşı haklı mücadelelerine var gücüyle destek olmakta ve yardım etmektedir; çünkü bu mücadeleler, ortak davaya, emperyalizmin, kapitalist sistemin yıkılması ve sosyalizmin tek tek ülkelerde ve dünya çapında zaferi davasına yardım etmektedirler.

Bu nedenle, devrimin çözülmek için ortaya konan, gündemde olan bir sorun olduğu sonucunu çıkardığımızda, aklımıza, yalnızca sosyalist devrim değil, demokratik anti-emperyalist devrim de gelmektedir.

Devrimci durumun olgunluk düzeyi, devrimin niteliği ve gelişmesi bütün ülkelerde aynı olamaz. Bunlar tek tek ülkelerin somut tarihsel koşullarına, ekonomik ve toplumsal gelişme aşamasına, sınıflar arası ilişkiye, proletaryanin ve ezilen kitlelerin örgütlenme düzeyine ve durumuna, değişik ülkelerde yabancı devletlerin içişlerine ne denli karıştığına vb. dayanır. Her ülkenin ve her halkın çok karmaşık özgül devrim sorunları vardır.

Bugün, Afrika, Asya, Latin Amerika’daki durum ve burada devrimin gerçekleştirilmesi üstüne pek çok şey söylenmektedir. Çinli yöneticiler, bu ülkelerin devrim, bağımsızlık ve ulusal kurtuluş sorunlarını, sanki bu sorun- rar tüm «üçüncü dünya»nın, yani devletlerin, sınıfların, hükümetlerin vb. biraraya gelmesiyle çözülebilecekmiş gibi, topluca ele alıyorlar. Onlar, tek tek ülkelerin ve bölgelerin somut durumunu ve sorunlarını gözardı ediyorlar. Bu metafizik görüş, Çin liderlerinin gerçekte devrime ve Afrika, Asya, Latin Amerika halklarının kurtuluşuna karşı olduklarını; statükonun sürdürülmesinden, bu ülkelerdeki emperyalist ve yeni-sömürgeci egemenliğin korunmasından yana olduklarını gösteriyor.

Biz de, Afrika, Latin Amerika, Asya, Arap vb. halklarının kurtuluşundan sözediyoruz. Bu halkların, çözmek zorunda oldukları birçok ortak sorunları var. Ama her birinin, çok karmaşık özgül sorunları da var.

Bu halkların genel ve ortak görevi, emperyalist, sömürgeci ve yeni - sömürgeci, tüm yabancı boyunduruğu ve yerel burjuvazinin baskısını ortadan kaldırmaktır. Afrika’daki, Asya’daki, Latin Amerika’daki ve başka yerlerdeki halklar Amerikan emperyalistlerine, Sovyet sosyal-emperyalistlerine ya da diğer emperyalistlere satılan yerel burjuva ya da latifundist (İngilizcesinde -toprak sahibi)- burjuva yönetici kliklerin boyunduruğuna karşı olduğu kadar, yabancı boyunduruğa karşı da öfke ve nefretle kaynaşıyorlar. Bu halklar şimdi uyandılar ve artık zenginliklerinin, alınterlerinin ve kanlarının yağmalanmasına göz yumamazlar. İçinde yaşadıkları ekonomik, toplumsal ve kültürel geri kalmışlığa daha fazla katlanamazlar.

Devrimin ve halkların ulusal ve toplumsal kurtuluşunun esas düşmanları olan Amerikan emperyalizmine ve Sovyet sosyal - emperyalizmine karşı mücadeleden, burjuvaziye ve gericiliğe karşı mücadeleden hareketle, halkların birçok ortak çıkarları, ortak sorunları vardır ve bu temelde birleşmelidirler.

Arap halklarının gelişmesini büyük ölçüde köstekleyen İsrail’e, Amerikan emperyalizminin en kana susamış aletine karşı mücadele, tüm halkların ortak sorunudur. Ama pratikte bütün Arap devletleri, İsrail’e karşı birlikte yürütülmesi gereken mücadele ve ortak düşmana karşı verilen bu mücadelenin niteliği konusunda aynı düşüncede değillerdir. Birçok durumda bazıları bu mücadeleye dar bir ulusçu açıdan bakıyor. Böyle bir tavrı onaylayamayız. İsrail’in kendi inine çekilmesi ve Arap devletlerine karşı şoven, kışkırtıcı ve saldırgan tavır ve eylemlerinden vazgeçmesi yolundaki tavrımızı bir kez daha yineliyoruz. İsrail’in Arap topraklarından çekilmesini, Filistinlilerin tüm ulusal haklarını kazanmalarını istiyoruz, ama İsrail halkının yok edilmesini hiç bir zaman kabul edemeyiz.

Arap ülkeleri halklarının, emperyalizmin ve sosyal - emperyalizmin pençelerinden tümüyle kurtulmak, özgürlüklerini ve egemenliklerini güçlendirmek için verdikleri mücadele, onların ortak davasıdır.

Ama tek tek Arap halklarının, sosyo-ekonomik eşitsiz gelişmeden, kültürel düzeyden, devlet örgütlenmesinden, elde edilen özgürlük ve egemenlik düzeyinden, birçoklarında kabile ve aşiretlerin birleşmesinden vb. kaynaklanan ve diğerlerininkinden farklı olan özgül sorunları ve ayrı nitelikleri vardır. Tüm bu ayrı ayrı unsurları bir araya yığmak ve özgürlük, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm sorununun tüm bu ülkelerde aynı biçimde ve aynı anda çözümlenmesini istemek olanaksızdır.

Burjuvazinin çıkarlarının en üst düzeyde olduğu bu Arap ülkelerinde, çeşitli emperyalistler, doğal zenginlikleri ve halkları sömürmek için çok büyük yatırımlar yaptılar. Bunu elde etmek için, hem sömürgeleştirenier, hem sömürgeleşenler için belli çalışma koşullarının yaratılması gerekiyordu. Doğal zenginliklerin en bol ve sömürgecilerin çıkarlarının en büyük olduğu yerlerde, halkın ve zenginliğinin sömürülmesi de daha yoğundur. Doğal olarak, kaynakların sömürülmesi belli bir gelişmeyi de beraberinde getirmiştir; ama bu, şu ya da bu ülkenin ekonomisinin uyumlu ve genel bir gelişmesi olarak düşünülemez. Sömürgeciler, ruhlarını ve halklarının zenginliklerini emperyalist işgalcilere satan bellibaşlı aşiret reislerini mali olarak desteklediler ve onlara yardım ettiler. Bunun karşılığında onlara, sömürgecilerin büyük kârlarından küçük bir yüzde verildi.

Koşullara ve kendilerini köleleştiren devletin gücüne bağlı olarak, bu kârların ve yabancı patronlarının yardımıyla, aşiret şefleri, sömürgeleştiren ülkenin desteği ve denetimi altında bir çeşit sözde bağımsız devlet kurdular. Böylece, aşiret şefleri, topraklarını ve halklarını yok pahasına sattılar; sömürgecilerin desteğiyle zengin burjuva şeyhler tabakası haline geldiler; halkı çifte boyunduruğa vurdular: Yabancı sömürgecilerin ve kendilerinin boyunduruğu. Böylece Arap ülkelerinde; bir yanda büyük burjuvazi, feodal büyük toprak sahipleri, ortaçağ, kralları tabakası, diğer yanda köleler, yabancı işletmelerde çalışan proletarya yaratıldı ve karşı karşıya getirildi. Yabancı sömürücülerin onlara bağışladıkları paralar ve kârlarla, üst tabaka, Avrupa ve Amerikan burjuvazisinin yaşam biçimini benimsedi. Hatta oğulları, sömürgecilerin

okullarına gittiler; batı kültürü aldılar; kendilerini, halkların kültürünün temsilcileri olarak gösterdiler; ama gerçekte, emekçi kitleleri esaret altında tutmak ve sömürgecilerin bunlar üzerindeki acımasız sömürüsünü sürdürmesine izin vermek için eğitildiler.

Bu Arap Ülkeleri arasında, daha büyük zenginliklere sahip olanlar daha hızlı geliştiler; daha az zengin olanlar daha yavaş geliştiler; yoksul devletler ise çok düşük gelişme düzeyinde kaldılar.

Ellerinde köklü baskılar uygulamaya elverişli bir örgütlenme ve silahlı kuvvetler de bulunan sömürgecilik ve feodal hükümdarların ve toprak sahibi büyük burjuvazinin devlet iktidarı, siyasal talepler ve devrim bir yana, en sınırlı ekonomik haklar için bile herhangi bir isyan girişimini, herhangi bir talebi ta başından bastırdı.

Arap devletlerinin bugünkü gelişmelerinde, çözülmesi gereken sorunlar aynı değildir. Örneğin, Suudi Arabistan Kralı, ekonomik, siyasal, örgütsel ve askeri konularda, bu sorunları oldukça değişik bir açıdan ve değişik bir alanda ele alan Basra Körfezi Emirlerinden farklı sorunlara ve görüşlere sahiptir. Bunun gibi, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya vb. hepsi sorunlarını değişik bakış açılarından ele alıyorlar.

Bu nedenle, Arap halklarından söz ederken, birçok ortak çıkarları olduğu halde, sorunlarının özdeş olmadığı ve bunların bir ülkede diğer ülkedeki gibi çözülemeyeceği sonucuna varıyoruz. Aynı zamanda, bu ülkeler arasında ortak sorunların çözümü için bir ittifak ya da bir görüş birliği olduğunu da söyleyemeyiz. Sorunların tek tek Arap devletleri için farklı olması, yalnızca şu ya da bu ülkenin hükümetinin farklı tavırlarından değil, bu ülkelerin çoğunda hâlâ egemenliklerini sürdüren sömürgeci ve yeni sömürgeci devletlerin tavırlarından da kaynaklanmaktadır.dilerini, halkların kültürünün temsilcileri olarak gösterdiler; ama gerçekte, emekçi kitleleri esaret altında tutmak ve sömürgecilerin bunlar üzerindeki acımasız sömürüsünü sürdürmesine izin vermek için eğitildiler.

Bu Arap Ülkeleri arasında, daha büyük zenginliklere sahip olanlar daha hızlı geliştiler; daha az zengin olanlar daha yavaş geliştiler; yoksul devletler ise çok düşük gelişme düzeyinde kaldılar.

Ellerinde köklü baskılar uygulamaya elverişli bir örgütlenme ve silahlı kuvvetler de bulunan sömürgecilik ve feodal hükümdarların ve toprak sahibi büyük burjuvazinin devlet iktidarı, siyasal talepler ve devrim bir yana, en sınırlı ekonomik haklar için bile herhangi bir isyan girişimini, herhangi bir talebi ta başından bastırdı.

Arap devletlerinin bugünkü gelişmelerinde, çözülmesi gereken sorunlar aynı değildir. Örneğin, Suudi Arabistan Kralı, ekonomik, siyasal, örgütsel ve askeri konularda, bu sorunları oldukça değişik bir açıdan ve değişik bir alanda ele alan Basra Körfezi Emirlerinden farklı sorunlara ve görüşlere sahiptir. Bunun gibi, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya vb. hepsi sorunlarını değişik bakış açılarından ele alıyorlar.

Bu nedenle, Arap halklarından söz ederken, birçok ortak çıkarları olduğu halde, sorunlarının özdeş olmadığı ve bunların bir ülkede diğer ülkedeki gibi çözülemeyeceği sonucuna varıyoruz. Aynı zamanda, bu ülkeler arasında ortak sorunların çözümü için bir ittifak ya da bir görüş birliği olduğunu da söyleyemeyiz. Sorunların tek tek Arap devletleri için farklı olması, yalnızca şu ya da bu ülkenin hükümetinin farklı tavırlarından değil, bu ülkelerin çoğunda hâlâ egemenliklerini sürdüren sömürgeci ve yeni sömürgeci devletlerin tavırlarından da kaynaklanmaktadır.

Arap halkları için söylenenler, Afrika kıtası halkları için de geçerlidir. Afrika’da eski bir kültürü olan çeşitli halklar vardır. Afrika’nın her halkının; iyi bilinen nedenlerle bazı farklılıklarla birlikte, oldukça geri bir düzeyde olan kendi kültürü, kendi gelenekleri, kendi yaşam biçimi vardır. Bu halkların çoğunun uyanışı, nispeten daha yeni başlamıştır. Hukuken, Afrika halkları, genel olarak özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Ama, çoğunluğu hâlâ sömürge yada yarı-sömürge durumda olduğundan gerçek özgürlük ve bağımsızlıktan söz edilemez. Bu ülkelerin çoğu, iktidarı ele geçiren ve eski sömürgecilere ya da Amerikan emperyalistlerine ve Sovyet sosyal-emperyalistlerine dayanan eski aşiretlerin reisleri tarafından yönetilmektedir. Bugünkü aşamada, bu devletlerdeki yönetim yöntemleri, sömürgeciliğin belirgin kalıntısından başka bir şey değildir ve olamaz da. Emperyalistler konsorsiyumları, sanayi yatırımları, bankalar vb. aracılığıyla Afrika ülkelerinin çoğunda hâlâ egemendir. Bu ülkelerin zenginliğinin büyük bir bölümü metropollere akmaya devam etmektedir.

Bazı Afrika ülkeleri bugün yararlandıkları özgürlük ve bağımsızlıkları için dövüştüler. Bazıları ise mücadele etmeden buraya eriştiler. İngiliz, Fransız ve diğer sömürgeciler, Afrika’daki sömürgeci egemenlik döneminde halkları ezdiler; ama bu arada az çok batı eğitimi almış yerel bir burjuvazi de yarattılar. Bu burjuvazinin içinden bugünün önde gelen kişileri çıktı. Bunlar arasında, birçok anti-emperyalist unsur, ülkelerinin bağımsızlığı için savaşanlar da vardır. Ama bunların çoğunluğu, sömürgeciliğin biçimsel olarak ortadan kaldırışından sonra da eski sömürgecilerle iyi ilişkilerini sürdürmek için onlara sadık kalmıştır ya da Amerikan emperyalistleri veya Sovyet sosyal - emperyalistlerine ekonomik ve siyasal olarak bağlanmışlardır.

Sömürgeciler geçmişte büyük yatırımlar yapmaktan kaçınıyorlardı. Örneğin Libya’da, Tunus’da, Mısır’da vb. durum böyleydi. Ama sömürgeciler tüm bu ülkelerin zenginliklerini emdiler; büyük toprak parçalarını gaspet- tiler; hammaddelerin çıkarılması ve işlenmesi gibi bazı özel sanayi dallarında sayıca hiç de az olmayan proletaryayı yarattılar. Sömürgeciler aynı zamanda, madenlerinde ve fabrikalarında çalıştıracak ucuz işgücü olarak, metropollere, örneğin Fransa ve İngiltere’ye çok sayıda işçi getirdiler.

Afrika’nın diğer bölgelerinde, özellikle Kara Afrika’da sınai gelişme daha geri kaldı. Bu bölgenin tüm ülkeleri, özellikle Fransa. İngiltere, Belçika ve Portekiz arasında bölüşüldü. Burada, elmas, demir, bakır, altın, kalay vb. gibi yeraltı zenginlikleri çok önceden bulundu ve maden çıkarma ve işleme sanayi kuruldu.

Birçok Afrika ülkesinde, sömürgecilerin debdebeli bir yaşam sürdükleri büyük, tipik sömürge şehirleri kurulmuştu. Bugün, bir yanda yerli büyük burjuvazi büyüyor, gelişiyor ve zenginleşiyor, diğer yanda geniş emekçi kitlelerin yoksulluğu gitgide artıyor. Bu ülkelerde kültürel gelişme belli bir aşamaya gelmiştir ama daha çok Avrupai bir niteliği vardır. Yerel kültür gelişmedi; genel olarak, aşiretlerin vardıkları aşamada kaldı ve onların dışına, gökdelenlerin yükseldiği merkezlere yansımadı. Çünkü sömürgecilerin yaşadığı büyük merkezlerin dışında koyu bir sefalet ve aşırı yoksulluk, sıkıntı vardı. Açlık, hastalık, cahillik ve halkın -kelimenin tam anlamıyla- iliğine kadar sömürülmesi egemenliğini sürdürüyordu.

Afrika nüfusu kültürel ve ekonomik olarak geri kaldı. Sömürge savaşları, vahşi ırkçı baskı, sanayi ve inşaatlarda en ağır işlerde ve pamuk ya da diğer ürünlerin yetiştirildiği tarlalarda hayvanlar gibi çalıştırılmak üzere metropollere, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve diğer ülkelere gönderilen Afrikalı zenci ticareti sonucunda Afrika nüfusu sayısal olarak sürekli azaldı.

Bu nedenlerle, Afrika halklarının önünde hâlâ büyük bir mücadele dönemi vardır. Bu, ekonomik, kültürel ve eğitimsel gelişme durumları, siyasal uyanıklık dereceleri, çeşitli dinlerin, Hristiyan, Müslüman dinlerinin, eski putperest inançlarının vb. bu halk kitleleri üstündeki büyük etkisinden dolayı bir ülkeden diğerine değişen, çok karmaşık bir mücadeledir ve öyle olacaktır. Bu ülkelerin birçoğu yeni sömürgeciliğin ve yerli kapitalist burjuva kliklerin hâlâ egemenliği altında olduğundan, bu mücadele daha da çetinleşmektedir. Bu ülkelerde sözü geçen, güçlü kapitalist ve emperyalist devletlerdir. Bunlar, yönetici klikleri besler ve denetlerler; yeni sömürgeci çıkarlarına gore ya da denge bozulduğu zaman bu egemen klikleri iktidara getirir ya da iktidardan uzaklaştırırlar.

Büyük toprak sahiplerinin, gerici burjuvazinin, emperyalistlerin ve yeni - sömürgecilerin izledikleri siyaset, Afrika halklarını sürekli esaret altında ve cahil bırakmak, onların toplumsal, siyasal ve ideolojik gelişmelerini baltalamak ve onların bu hakları kazanmak için mücadelelerini bastırmak amacını güdüyor. Bugün; yeni emperyalistler kadar, eskiden bu halkların efendisi olan emperyalistlerin de, halkların iç işlerine karışmak için her yola başvurarak Afrika kıtasına sızmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bunun bir sonucu olarak; emperyalistlerin kendi aralarındaki, bu ülkelerin çoğundaki burjuva-kapitalist önderliklerle, halklar arasındaki ve halklarla yeni sömürgeciler arasındaki çelişkiler her gün daha da şiddetleniyor.

Halklar bu çelişkileri, hem onları derinleştirmek hem de onlardan yararlanmak için kullanmalıdır. Ama bu yalnızca, proletaryanın, yoksul köylülüğün tüm ezilenlerin ve kölelerin, emperyalizme ve yeni-sömürgeciliğe karşı, yerel büyük burjuvaziye, toprak ağalarına ve onların tüm kurumlarına karşı kararlı mücadelesiyle elde edilebilir. Bu mücadelede, ülkelerinin gelişme ve ilerleme yolunda, özgür ve bağımsız olarak yürümesini isteyen ilericilere ve demokratlara, devrimci gençliğe ve yurtsever aydınlara özel bir rol düşmektedir. Yalnızca örgütlü ve sürekli mücadele ile yerli ve yabancı sömürücülere ve zalimlere hayat zehir edilebilir ve bunlar yönetemez duruma getirilebilir. Bu durum, her Afrika devletinin özgül koşulları içinde hazırlanacaktır.

İngiliz ve Amerikan emperyalizmleri Afrika halklarına hiçbir özgürlük vermemiştir. Örneğin Güney Afrika’da olanları herkes görüyor. Orada, beyaz ırkçılar, İngiliz kapitalistleri, sömürücüler, orman yasasının hüküm sürdüğü bu devletin beyaz olmayan halklarını vahşice ezerek hüküm sürüyorlar. Birçok Afrika ülkesinde, bir dereceye kadar zayıflayan ama hâlâ bu ülkelerin ekonomisinin anahtarlarını elinde tutan konsorsiyumlar, Amerikan, İngiliz, Fransız, Belçika sermayesi ve diğer eski sömürgeciler ve emperyalistler egemendir.

Asya halkları da, acı ve zorluklarla, acımasız emperyalist sömürü ve baskıyla dolu bir yol katetmişlerdir. II. Dünya Savaşı öncesinde, Sovyetler Asya’sı dışında bu kıta nüfusunun onda dokuzu Avrupa, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin emperyalist güçlerinin sömürgeci ve yarı-sömürgeci baskı ve sömürüsü altındaydı. Asya’da yalnızca Büyük Britanya’nın 420 milyondan fazla nüfusu olan, 5 milyon 635 bin km2lik sömürgeleri vardı. Asya ülkelerinin ezici çoğunluğunun uğradığı sömürgeci baskı ve sömürü onları belirgin bir sosyo-ekonomik ve kültürel gerilik ve tam bir yoksulluk içinde bıraktı. Onların tek işlevi, emperyalist metropollere petrol, kömür, krom, manganez, mağnezyum, kalay, kauçuk vb. gibi hammaddeler sağlamaktı.

Savaştan sonra, sömürgeci düzen Asya’da da parçalandı. Eski sömürgelerde ayrı ulusal devletler kuruldu. Bu ülkelerin çoğu bu zaferi sömürgecilere ve Japon işgalcilere karşı halk kitlelerinin kanlı savaşlarıyla kazandılar.

Çin’in emperyalist Japon egemenliğinden kurtulmasına. Çan Kay-şek’in gerici güçlerinin Dozgununa ve demokratik devrimin zaferine yol açan Çın halkının kurtuluş savaşı, Asya’da sömürgeciliğin çöküşü açısından özel bir önem taşıyordu. Çin gibi böylesine büyük bir ülkedeki bu zafer. Asya halklarının ve emperyalist devletlerin egemen olduğu ya da onlara bağımlı diğer ülkelerin halklarının kurtuluş mücadelesi üstünde bir süre geniş bir etki yaptı. Ama, Çin önderliğinin, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra izlediği çizgi yüzünden bu etki gittikçe daha azaldı.

Çin önderliği o sırada, Çin’in sosyalist gelişme yoluna girdiğini açıkladı. Çin’in, sosyalizmin ve dünya dev- riminin güçlü bir kalesi olmasını isteyen ve bekleyen devrimciler ve dünyanın özgürlük seven halkları, bu açıklamayı coşkuyla karşıladılar. Ama istekleri ve umutları gerçekleşmedi. İnanmak çok zordu ama, gerçekler ve Çin’de egemen olan çok karmaşık ve bulanık durum onun sosyalist yolda ilerlemediğini gösteriyordu.

Bu arada, Asya halklarının mücadelesi sömürgeciliğin yıkılmasıyla sona ermemişti. İngiliz, Fransız, HollandalI ve diğer sömürgeciler, eski sömürge ülkelerin bağımsızlığını tanımaya zorlanırken, egemenliklerini ve sömürülerini başka yollarla, yeni-sömürgeci biçimlerde sürdürebilmek için bu ülkelerdeki ekonomik ve siyasal konumlarını korumaya çalıştılar. Amerika Birleşik Devlet- leri’nin, özellikle Uzak Doğu. Güney Doğu Asya ve Pasifik adalarında Asya’ya sızması, durumu daha da ağırlaştırdı. Bu bölge. Amerikan emperyalizmi için büyük bir ekonomik, askeri ve stratejik öneme sahipti ve bugünde sahiptir. Amerikan emperyalizmi bu bölgede büyük askeri üsler kurdu ve güçlü filolar yerleştirdi. Bunun yanı sıra Amerikan sermayesi bu bölgedeki ülkelerin ekonomisini kanlı pençeleri altına aldı. Bu arada Amerikan emperyalistleri Asya ülkelerinin ulusal kurtuluş hareketlerini engellemek için büyük çapta askeri eylemlere, şaşırtma ve casusluk eylemlerine giriştiler. Kore ve Vietnam’ı her ikisinin de güney kısımlarında gerici, kukla rejimler kurarak, ikiye bölmede başarılı oldular. Asya’nın birçok eski sömürge ve yarı-sömürge ülkesinde, emperyalist yanlısı latifundist (İng. toprak sahibi) burjuva rejimler kuruldu. Böylece ortaçağ köleliği, mihracelerin, kralların, şeyhlerin, samurayların ve «modernleşmiş» kapitalist centilmenlerin vahşi iktidarı korundu. Bu rejimler, bu ülkelerin sosyo-ekonomik ve kültürel gelişmelerini böylelikle büyük ölçüde baltalayarak, ülkelerini bir kez daha emperyalistlere, özellikle Amerikan emperyalizmine sattılar.

Bu koşullarda, gene ağır emperyalist ve latifundist (İng. toprak sahibi) burjuva boyunduruk altında ezilen Asya halkları ellerini kollarını bağlayıp oturamazlardı; bu boyunduruktan kurtulmak için kurtuluş mücadelelerini sürdürmek zorundaydılar. Genel olarak, bu mücadeleye komünist partiler önderlik ediyordu. Bu partilerin, kitlelerle sağlam bağlar kurmayı, onları savaşın kurtuluşçu amaçları konusunda bilinçlendirmeyi ve onları devrimci silahlı mücadeleye seferber etmeyi ve örgütlemeyi başardıkları yerlerde olumlu sonuçlar elde edildi. Hindi Çini halklarının, özellikle Vietnam halkının Amerikan emperyalistleri ve onların yerel toprakağası-burjuva yardakçıları karşısında kazandıkları tarihsel zafer, tüm dünyaya şunu gösterdi: Tüm büyük ekonomik ve askeri gücüne karşın, kurtuluş hareketlerini engellemek için kullandığı tüm modern savaş araçlarına karşın, emperyalizm hatta Amerika Birleşik Devletleri gibi bir süper devlet bile, her türlü özveriye katlanmaya ve özgürlüklerini ve bağımsızlıklarını elde etmek için herşeyini ortaya koyarak sonuna dek savaşmaya kararlı oldukları zaman, küçük ya da büyük, hiçbir ülkeye ve halka boyun eğdiremez.

Birmanya, Malezya. Filipinler, Endonezya ve diğerleri gibi birçok Asya ülkesinde silahlı kurtuluş mücadeleleri verildi ve verilmektedir. Çin önderliğinin, devrimci güçler ve bu güçlere önderlik eden komünist partiler arasında bölünmeye ve karışıklığa yol açan, anti-Marksist ve şoven karışmaları ve tutumları olmasaydı, bu mücadeleler kesinlikle daha büyük başarılar ve zaferler elde edecekti. Çin önderliği, bir yandan bu ülkelerdeki kurtuluş savaşlarını desteklediğini açıklarken; diğer yandan, gerici rejimleri destekliyor, bu rejimlerin şeflerini öve öve göklere çıkararak ağırlıyordu. Onlar her zaman, Asya ülkelerinin kurtuluş hareketlerini, kendi pragmacı siyasetlerine ve hegemonyacı çıkarlarına boyun eğdirme stratejisini ve taktiğini izlediler. Devrimci güçlere ve önderliklerine, bu siyaseti zorla kabul ettirmek için baskı yaptılar. Gerçekte onlar, Asya ülkelerinde halkların kurtuluşu ve devrim sorunuyla hiç ilgilenmediler; yalnızca kendi şoven emellerinin gerçekleşmesiyle ilgilendiler. Onlar, halklara yardım etmediler, onların mücadelesini baltaladılar.

Asya’da devrim ve kurtuluş mücadelesi sorunu, hiç bugünkü kadar zorunlu olarak çözüme gerek duymamıştı; hiç bu denli karmaşık ve çözümü güç bir sorun olmamıştı.

Bu karmaşıklık ve bu zorluklar esas olarak Amerikan emperyalistlerinin amaç ve eylemlerinden olduğu kadar, Sovyet ve Çin revizyonistlerinin ve sosyal - emperyalistlerinin

anti-Marksist, halk düşmanı, hegemonyacı ve yayılmacı amaç ve eylemlerinden de kaynaklanıyor.

Amerika Birleşik Devletleri, Asya’daki stratejik, ekonomik ve askeri konumunu emperyalist çıkarları için hayati derecede önemli gördüğünden, bunları korumak ve güçlendirmek istiyor ve bu amaçla var gücüyle çalışıyor.

Sovyetler Birliği de, Asya’da elde ettiği durumunu güçlendirmeyi amaçlıyor ve bunun için her yola başvuruyor, tüm güçlerini kullanıyor.

Çin, Asya ülkelerine egemen olma isteğini açıkça ortaya koydu ve bu amaçla Amerika Birleşik Devletleri ve özellikle Japonya’yla birleşti ve Sovyetler Birliği’ne doğrudan karşı çıkan ittifaklar kurdu.

Japonya da, Japon emperyalizminin eski isteğini, Asya’ya egemen olma isteğini taşıyor.

Sovyetler Birliği’nin, Çin-Japon ittifakından bu denli korkmasının ve bu denli güçlü bir karşı çıkış yapmasının nedeni budur. Amerikan emperyalizmi, Amerikan egemenliğine zarar veren Sovyet yayılmasını sınırlayabileceği düşüncesiyle Çin ve Japonya arasındaki bu anlaşmayı teşvik etti ve bunu onayladı. Ancak Amerikan emperyalizmi de bu ittifakın, Amerikan çıkarlarını zedeleyecek boyutlara ulaşacak kadar büyümesini istemez.

Büyük bir ülke olan Hindistan da, Asya’da, büyük ağırlığı ve atom bombaları olan önemli bir devlet olma emelini besliyor; özellikle iki emperyalist süper devletin, Amerika ve Sovyetlerin, Hint Okyanusu’nda, Basra Körfezi’nde ve kuzey ve doğu sınırlarındaki yayılmacı çıkarlarının düğüm noktası olan stratejik konumunu göz- önüne alıyor ve özel bir rol oynamak istiyor.

İngiliz emperyalizmi de Asya ülkeler iride egemen olma emellerinden vazgeçmiş değildir ve diğer bazı kapitalist - emperyalist devletlerin de benzer amaçları vardır.

Bugün Asya’nın emperyalistlerarası rekabetin en keskin olduğu bölge haline gelmesi işte bu nedenledir. Sonuç olarak, dünyada bedelini halkların ödeyeceği birçok tehlikeli yangın odağı yaratılmıştır.

Asya ülkelerindeki devrimler ve kurtuluş mücadelelerini bastırmak ve kendi hegemonyacı ve yayılmacı planlarının önünü açmak için, birbirleriyle şiddetli rekabet halinde olan Sovyet ve Cin revizyonistleri, bu ülkelerin- komünist partilerinin ve devrimci ve özgürlüğe aşık güçlerinin saflarını bölmek ve yıkmak için iğrenç bir çaba içine girdiler ve bu çabalarını hâlâ sürdürüyorlar. Bu faaliyet, Endonezya Komünist Partisi’nin yaşadığı felaketin, Hindistan Komünist Partisi’nin bölünmesinin ve yıkılmasının vb. temel nedenlerinden biriydi. Sovyet ve Çin revizyonistleri, egemen burjuvazinin dostluğunu kendi hesaplarına kazanmaya çalışırken, proletarya ve geniş halk kitlelerinin ülkenin gerici burjuvazisiyle ittifakını ve birliğini savunuyorlardı.

Sovyet ve Cin sosyal-emperyalistlerinin hegemonyacı ve yayılmacı amaçlarını gerçekleştirmek için çeşitli Asya ülkelerinin iç işlerine karışmaları, bu halkların kurtuluş mücadelelerini büyük tehlikelerle karşı karşıya getirdi ve hatta Vietnam, Kamboçya ve Laos’taki kurtu- luş savaşlarının zaferlerini doğrudan tehlikeye attı.

Asya ülkelerinde. Marksist-Leninist komünist partilerin önderlik ettiği devrimci ve özgürlüğe aşık güçler, hem emperyalist patronları tarafından silahlandırılan yerel gericilikten gelen tehlikeyi, hem de Sovyet ve Cin revizyonistlerinin bölücü ve yıkıcı eylemlerinden, hegemonyacı ve yayılmacı planlarından kaynaklanan tehlikeyi göğüslemek ve yenmek zorundalar. Aynı zamanda, kurtuluş hareketini engelleyen bir dizi eski gerici, mistik, Budist, Brahmancı ve diğer dinsel düşünce ve kavramlardan kurtulmak da onların görevidir. Kitleleri yolundan saptıran ve aldatan, onların militan sınıf ruhunu yok eden, onları yanlış ve çıkmaz yollara sürükleyen Kruşçevci, Maocu revizyonist düşünceler ve bunlardan aşağı kalmayan diğer gerici teoriler gibi, «yeni» gerici düşünce ve kavramlar da kök salmadan engellenmelidir.

Asya halklarının önündeki kurtuluş mücadelesi gerçekten çetindir, ve yolu üzerinde birçok engel vardır. Ancak nihai zafere ulaşmak için kan ve kurban gerektirmeyen, aşılması gereken büyük zoriuklar ve engellerle karşılaşmayan kolay bir kurtuluş mücadelesi ya da devrim hiçbir zaman olmamıştır ve olmayacaktır.

Genel olarak Latin Amerika ülkeleri, Afrika ve Asya ülkelerinden daha yüksek bir kapitalist gelişme düzeyindedir. Ama Latin Amerika ülkelerinin yabancı sermayeye bağımlılık derecesi, Afrika ve Asya ülkelerinin ezici çoğunluğununkinden daha az değildir.

Afrika ve Asya ülkelerinin tersine, bu kıta halklarının İspanyol ve Portekizli sömürgecilere karşı kurtuluş mücadelelerinin bir sonucu olarak, Latin Amerika ülkelerinin çoğu 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren bağımsız devletler olarak ortaya çıktılar. Eğer bu ülkeler. İspanyol ya da Portekiz sömürgeci boyunduruğu kırdıktan hemen sonra başka bir boyunduruğun, İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan ya da başka bir yabancı sermayenin ya- rı-sömürgeci boyunduruğu altına girmeselerdi, çok daha büyük atılımlar yaparlardı. Bu yüzyılın başına kadar İngiliz sömürgecileri bu kıtada duruma egemendi. Bu ülkelerden büyük miktarda hammadde yağmalıyor, yalnızca oyrıcalıklı şirketleri için limanlar, demiryolları, enerji merkezleri kuruyor ve İngiltere’de üretilen sınai malların ticaretini yapıyorlardı.

Amerika Birleşik Devletleri’nin emperyalist gelişme aşamasında Latin Amerika’ya sızmasıyla bu durum değişti, ama Latin Amerika halklarının yararına değil. Amerika Birleşik Devletleri emperyalizmi bütün batı yarı-küresinde yalnızca kendi egemenliğini kurmak için, «Mon- roe Doktrini»nde somutlanan «Amerika Amerikalılarındır» sloganını kullandı. Amerika Birleşik Devletieri’nin bu yarı - küreye ekonomik sızması askeri güç, siyasal şantaj ve dolar diplomasisi yoluyla, değnek ve havuç yoluyla gerçekleştirildi. Böylece 1930’da, Latin Amerika’da Amerikan yatırımları İngiliz yatırımlarına eşit oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, Amerika Birleşik Devletleri dünyanın bu bölgesinde ekonominin gerçek efendisi oldu. Amerika’nın büyük tekelleri, Latin Amerika ekonomisinin ana dallarını denetimleri altına aldılar. Bu kıtanın ülkeleri Amerikan emperyalizminin «görünmez» imparatorluğunun bir parçası oldular. Amerikan emperyalizmi her yerde sözünü geçiriyor; devlet ve hükümet başkan- larını atıyor ve uzaklaştırıyor; onlara iç ve dış alanlarda ekonomik ve askeri siyasetini buyrukla kabul ettiriyordu.

Amerika Birleşik Devletleri’nin tekelci şirketleri, zengin doğal kaynaklarını ve Latin Amerika halklarının emeğini, kanını ve alınterini sömürerek gözkamaştırıcı kârlar sağlıyorlardı: Bu kıtanın çeşitli ülkelerine yatırılan her bir dolar için 4-5 dolar kâr aldılar. Bu durum bugün de sürüyor.

Latin Amerika’da emperyalist devletlerin sermaye yatırımları, bazı modern sanayilerin, özellikle hafif sanayinin. gıda sanayiinin ve maden çıkarma sanayiinin kurulmasına yol açtıysa da, bu yatırımlar Latin Amerika ülkelerinin genel ekonomik gelişmesine büyük bir engel oluşturdular. Yabancı tekeller ve emperyalist devletlerin yeni - sömürgeci siyaseti bu ülkelerin ekonomik gelişmesine çarpık, tek yanlı, tek ürün veren bir biçim verdi; onları uzmanlaşmış hammadde kaynağına dönüştürdü: Venezüella, petrol; Bolivya, kalay; Şili, bakır; Brezilya ve Kolombiya, kahve; Küba, Haiti ve Dominik Cumhuriyeti, şeker; Uruguay ve Arjantin, hayvan ürünleri; Ekvator, muz gibi.

Bu tek yanlı nitelik bu ülkelerin ekonomisini, tamamen dengesiz, hızlı ve uyumlu bir kalkınmaya yeteneksiz bir hale ve kapitalist dünya pazarındaki değişmelerin ve fiyat dalgalanmalarının elinde tam bir oyuncak haline getirdi. Amerika Birleşik Devletleri’nde ve diğer kapitalist ülkelerdeki üretimde herhangi bir düşüş ve ekonomik bunalımın herhangi bir belirtisi, Latin Amerika ülkelerinin ekonomisine de olumsuz bir biçimde, hatta gerçekte daha da şiddetli olarak yansıyordu.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra, emperyalist metropoller, Latin Amerika ülkelerinde sanayinin çeşitli dallarına, madenciliğe, tarıma doğrudan büyük yatırımlar yaptılar; ulusal işletmeleri ele geçirmeye giriştiler, vb. Egemenliklerini üretimin tüm bölümlerine yaydılar ve Latin Amerika ülkelerinin yağmasını en üst düzeye ulaştırdılar. Aynı zamanda yüksek faizle borç ve kredi alınmasını teşvik ettiler. Böylelikle bu ülkeler, yabancı egemenliğe ve başta Amerika Birleşik Devletleri’nin egemenliğin© daha sıkı bağlandılar. Yalnızca Brezilya’nın yabancı bankalara 40 milyar dolar, Meksika’nın ise 30 milyar dolar borcu vardır.

Latin Amerika’daki kapitalist gelişme, feodal niteliklerini tümüyle yitirmeyen büyük arazilerin (latifundia) varlığı nedeniyle de genel olarak geri kaldı. Bazı Latin Amerika ülkelerinde Asya ve Afrika ülkelerine benzeyen çok belirgin bir geriliğin olması işte bu nedenledir. Latin Amerika ülkelerinde emperyalist ekonomik siyaset ve doğrudan emperyalist müdahale buralarda oldukça güçlü bir oligarşi, bir tekelci büyük burjuvazi yarattı. Bu sınıf büyük toprak sahipleriyle birlikte iktidarı elinde tutuyor. Amerikan emperyalizminin desteğini alarak ve onunla birleşerek, işçi sınıfını, köylülüğü ve yaşam koşulları çok kötü olan diğer emekçi tabakaları acımasızca sömürüyor ve eziyor.

İşçi sınıfının çok az sayıda olduğu Asya ve Afrika’nın tersine, bu gelişme, birçok ülkede tarım proletaryası ve inşaat ve hizmetler işçileriyle birlikte nüfusun hemen hemen yarısını oluşturan oldukça güçlü bir sanayi proletaryası yarattı.

Bunun yanı sıra, Latin Amerika’da köylülük ve onun saflarından doğan işçi sınıfı özgürlük, toprak, iş ve ekmek için sürekli mücadelelerde kazanılan zengin bir militan devrimci geleneğe, ülke oligarşisine ve yabancı tekellere, Amerikan emperyalizmine karşı savaşlarda daha da gelişen bir geleneğe sahiptir. Latin Amerika halkları, yerli ve yabancı ezenlere ve sömürenlere karşı en çok savaşan ve en çok kan döken halkların saflarındadır. Bu savaşlarda gözle görülür elle tutulur zaferler elde ettiler ama bu ülkelerin hiçbiri henüz tam olarak demokratik özgürlüklerini kazanmamış, sömürüyü yok etmemiş ulusal bağımsızlık ve egemenliğini güvence altına almamıştır. Latin Amerika halkları, yerel kapitalist ve latifundist (İng. toprak sahibi) yöneticilerin ve Amerikan emperyalistlerinin boyunduruğunu silkip atma mücadelelerinde kendilerine ilham ve cesaret veren Küba halkının zaferine umut bağladılar, pek cok hayaller kurdular. Ama bu umutlar ve özlem, Castrocu Küba’nın sosyalizm yolunda değil revizyonist tipte kapitalizm yolunda ilerlediğini gördüklerinde söndü; Küba’nın Sovyet sosyal- emperyalizminin uşağı ve paralı askeri haline bile geldiğini görünce daha da hızlı söndü.

Tüm kıtalarda olduğu gibi Latin Amerika’da da bugün durum karmaşıktır.

Bu ülkelerin çoğunda durum devrimcidir ve burjuva-latifundist (İng. toprak sahibi) düzenin yıkılması ve emperyalist bağımlılığın yok edilmesi için devrimi gündeme getirmektedir. Bilindiği gibi bu devrimler doğal olarak, tek tek ülkelerin ya da ülke gruplarının özgül koşullarına ve sorunlarına, sosyo-ekonomik gelişmelerin değişik düzeylerine, emperyalizme ya da sosyal-emperyalizme bağımlılıklarına, egemen burjuva rejimlerin az ya da çok ılımlı olmasına, daha az ya da daha çok faşist özellik taşımasına vb. bağlı olarak her yerde aynı niteliğe sahip olamazlar, aynı gelişme sürecini izleyemezler ve aynı biçimde tamamlanamazlar. Ama açıkça zorunlu olan bir şey vardır: Devrimin anti-emperyalist demokratik ve sosyalist görevleri Afrika ve Asya’nın birçok ülkesine göre daha iç içe geçmiştir.

Geniş halk kitlelerinin iç ve dış baskı ve sömürüye karşı ve özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için savaşmaya hazır olmaları ve oldukça yüksek bilinç düzeyleri nedeniyle, devrimin öznel etkeninin hazırlanmasında Latin Amerika’nın birçok üstünlüğü vardır. Ama bu etkenin tamamen hazırlanmasını engelleyen, zorlaştıran ve olanca gücüyle ona karşı iç gericilikle birlikte mücadele edenler, yalnızca emperyalistler, özellikle Amerikalılar değil, aynı zamanda Sovyet ve Çin revizyonistleri, yerel revizyonistler ve kapitalizmin diğer oportünist uşaklarıdır.

Amerikan emperyalizmi çok büyük kârlar elde ettiği Latin Amerika’yı kendi etki alanı olarak tutma siyasetine sarılıyor ve başka bir emperyalizmin üstünlük kurmasını engellemek, bütün bu ülkelerde devrimin patlamamasını ve zafere ulaşmamasını sağlamak için her araca başvuruyor; askeri güç, gizli ajanlar, demagoji ve hile kullanarak dolaplar çeviriyor. Böylece, hem Latin Amerika ülkelerinin Amerika Birleşik Devletleri’ne topyekün bağımlılığını, hem de bu ülkelerdeki burjuva-latifundist (İng. toprak sahibi) düzeni korumak istiyor.

Bu amaca ulaşmak için Amerika Birleşik Devletleri’nin elindeki önemli bir araç da. Başkanın, Pentagon’un ve Birleşik Devletleri’n Devlet Başkanlığı’nın emrinde olan sözde Amerikan Devletleri örgütüdür. Bu örgütün temel anlaşması ABD’ye, iç ve dış statükoyu korumak için Latin Amerika ülkelerine her yolu ve aracı, askeri araçları bile kullanarak, müdahale etme hakkını veriyor.

Bu arada, büyük Amerikan tekelleri, bu ülkelerde, merkezleri Amerika Birleşik Devletleri’nde olan ve oradan yönetilen çokuluslu tekelci şirketler kurarak ve aynı zamanda yerel hükümetler ve genel olarak devlet aygıtı üzerindeki denetimlerini sağlayan devlet kapitalizminden de geniş çapta yararlanarak sömürü yöntemlerini yetkinleştirdiler.

Ama Amerika Birleşik Devletleri, bu ve birçok diğer araçlara karşın, Latin Amerika ülkelerini de pençesine almış bulunan ağır ekonomik ve siyasal bunalımdan kaynaklanan sorunları çözmeyi başaramıyor.

Bugün yerel kapitalistler ve büyük toprak sahipleri Amerikan emperyalizmine bağımlı olmadan ve onun desteği olmadan yaşayamayacağından, ulusal ve toplumsal kurtuluşu kazanmanın tek ve zorunlu aracı olarak devrim düşüncesi, bu ülkelerin proletaryasının, emekçi köylülüğünün, ilerici aydınlarının ve gençlik kitlelerinin bilincine her zamankinden daha derin ve yaygın bir biçimde yerleşiyor.

Devrimlerin önünü kesmek için Amerikan emperyalistleri ve yerel kapitalistler iki temel yönteme başvuruyorlar. Birinci yöntem, durumlarının daha da şiddetle tehdit edildiğini görünce, «pronunciamento militar» (askeri darbe) yoluyla askeri-faşist rejimler kurmaktır. Brezilya’da, Şili’de, Uruguay’da, Bolivya’da ve diğer yerlerde yaptıkları budur. Diğer yöntem ise, Venezüella’da, Meksika’da ya da bugün Brezilya’da yaptıkları gibi pek çok temel özgürlüğün olmadığı ve belirgin kısıtlamalarla yürüyen burjuva demokratik rejimler kurmaktır. Böylece, devrimci gerilimleri yatıştırmaya ve bu ülkelerin burjuvazisinin ve hatta daha da ötesi, Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin ve başkanının sözde «insan hak- ları»na saygı duyduğu izlenimini vermeye çalışıyorlar.

Ama, bu tür araçlar ve hileler bunalımın sorunlarını çözemez, devrimci durumları önleyemez, devrimi gündemden çıkaramaz.

Latin Amerika ülkelerindeki proletarya ve tüm devrimci güçler çok önemli devrimci görevlerle karşı karşı- yalar; bu görevleri yerine getirmek yani devrimi gerçekleştirmek, tam ulusal bağımsızlığı kazanmak, demokratik özgürlükleri ve sosyalizmi yerleştirmek için, yerli burjuvazi ve latifundistlerden (büyük toprak sahipleri) oluşan oligarşiye, Amerikan emperyalizmine karşı olduğu kadar Sovyet yanlısı ve Castrocu revizyonistler, Cin yanlısı revizyonistler, Troçkistler vb. gibi sermayenin, em- peryalizmin ve sosyal-emperyalizmin çeşitli uşaklarına karşı da birçok yönde savaşmak zorundadırlar. Onlar, yalnızca her renkten oportünist ve revizyonistlerin bölücü ve çarpıtıcı eylemleriyle uğraşmakla kalmamalı; aynı zamanda, bir tür gelenek haline gelen, gerçek devrimle hiçbir ortak yanı olmayan, tersine ona büyük zararlar veren, bir dizi darbeci, fokocu maceracı kavram ve eylemlerle ifade edilen küçük-burjuva etkilerden de kendilerini kurtarmalıdırlar. Ama, bu sorun dikkatli bir biçimde ele alınmalıdır.

Latin Amerika halklarının mücadele geleneğini ele aldığımızda, egemen olan olumlu, devrimci yandır. Bu. mücadele geleneğine, eşkıyalığa ve fokocu uygulamalara özgün olumsuz unsurlardan arınmış yeni bir içerik vermek zorunludur. Bu gelenek çok önemli bir etkendir ve devrimin hazırlanmasında ve geliştirilmesinde olanaklar elverdiğince geniş ve yararlı bir biçimde kullanılması

gerekmektedir.




İşçi sınıfının Marksist-Leninist partileri bu büyük görevlerin yerine getirilmesinde belirleyici bir rol oynayacaklardır. Bugün Latin Amerika’nın hemen her ülkesinde böyle partiler kurulmuştur ve çoğu proletaryayı ve halk kitlelerini devrime hazırlama çalışmasında önemli adımlar atmışlardır. Bu partiler, revizyonistlere ve diğer oportünistlere, burjuvazinin ve emperyalizmin tüm uşaklarına, Castroculara, Kruşçevcilere, Trockistlere, «üç dünyacılara» ve bu tür görüş ve pratiklere karşı uzlaşmaz mücadelelerinde doğru bir siyasal çizgi izlediler ve mücadele içinde bu çizgiyi hayata geçirmek için oldukça zengin deneyler biriktirdiler. Onlar, işçi hareketinde ve kurtuluş mücadelesinde, kitlelerin devrime hazırlanmasında ve seferber edilmesinde kullanmak ve daha da geliştirmek için geçmişin tüm devrimci geleneğinin mirasçıları oldular.

Bugün var olan devrimci durumlar; bu partilerin, birbirlerinin deneylerinden en büyük ölçüde faydalanmaları ve gerici burjuvazi ve emperyalizme, Sovyet, Çinli ve modern revizyonizmin diğer çeşitlerine karşı mücadelenin ortak sorunlarına ve devrimin tüm sorunlarına ilişkin tutumlarını ve eylemlerini düzenlemeleri için olanaklar elverdiğince yakın ilişkiler sürdürmelerini ve birbir- leriyle sık sık görüşmelerini gerekli kılmaktadır.

Bugün, halklar uyandıkları ve emperyalist ve sömürgeci boyunduruk altında daha fazla yaşamayı yadsıdıkları için; özgürlük, bağımsızlık, gelişme ve ilerleme istedikleri, yerli ve yabancı ezenlere karşı öfkeyle dolu oldukları için ve Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın şimdi kaynayan bir kazana dönüşmüş olması nedeniyle, eski ve yeni sömürgeciler bu ülkelerin halklarına eski yöntem ve biçimlerle egemen olmayı ve oniarı sömürmeyi olanaksız değilse bile çok güç bulmaktadırlar. Onlar, bu halkların zenginliğini, emeğini ve alınterini yağmalamadan ve sömürmeden yapamazlar.

Aldatma, yağma ve sömürünün yeni yöntem ve biçimlerini bulmak, yine de kitlelerin değil burjuva - toprak ağası yönetici sınıfların yararlandığı, sadakalar dağıtmak amacıyla harcanan tüm bu çabaların nedeni budur.

Ama sorun daha da karmaşık hale gelmiştir, çünkü Sovyet sosyal-emperyalizmi eski sömürge ve yarı - sömürgelere sızmaya ve mevziler kazanmaya çok önceden başladı ve sosyal-emperyalist Cin de buralara girmek için hummalı bir çabaya girişti.

Revizyonist Sovyetler Birliği yayılmacı müdahalesini, halkların kurtuluş mücadelelerine sözde Leninist yardım siyaseti maskesi altında, bu ülkelerin ve halkların doğal müttefiki gibi görünerek gerçekleştiriyor. Sovyet revizyonistleri, Afrika’ya ve diğer yerlere sızma aracı olarak; kendilerini kurtarmak, baskı ve sömürüyü yok etmek isteyen ve ulusal ve toplumsal tam kurtuluşa giden tek yolun sosyalizm olduğunu bilen halkları aldatmak için, sosyalist görünümlü sloganlar kullanıyor ve yayıyorlar.

Sovyetler Birliği müdahalelerinde müttefiklerini de, daha doğrusu uydularını da kullanıyor. Bunu. Sovyet sosyal-emperyalistlerinin ve Kübalı paralı askerlerin devrime yardım etmek bahanesiyle müdahale ettikleri Afrika’da somut olarak görüyoruz. Bu bahane bir yalandır. Müdahaleleri, pazarları ele geçirmeyi ve halklara boyun eğdirmeyi amaçlayan sömürgeci bir eylemden başka bir şey değildir.

Sovyetler Birliği’nin ve Kübalı paralı askerlerin Angola’ya müdahalesi bu niteliktedir. Onların. Angola dev- rimine yardım etmek gibi bir niyeti asla yoktu ve yoktur. Aksine, onların amacı Portekizli sömürgecilerin kovulmasından sonra belli bir bağımsızlığa kavuşan bu Afrika ülkesini pençelerine almaktır. Kübalı paralı askerler, Sovyet sosyal-emperyalistlerinin de modern bir sömürge imparatorluğu kurabilmesi için, kara Afrika ülkelerinde pazarları ve stratejik mevzileri ele geçirmek ve Angola’dan diğer devletlere geçmek için Sovyetler Birliği tarafından gönderilen sömürge ordusudur.

Halkların kurtuluşuna yardım maskesi altında, Sovyetler Birliği ve onun paralı askeri Küba, Sovyetler Bir- liği’nde de, Küba’da da olmayan sosyalizmin sözde inşası için, diğer ülkelere toplar ve makinalı tüfeklerle donatılmış ordularla müdahale ediyorlar. Bu iki burjuva- revizyonist devlet, özgürlük için Portekizli sömürgecilere karşı savaşan Angola halkının amacının zıddına, kapitalist bir kliğin iktidarı ele geçirmesine yardım etmek amacıyla Angola’ya müdahale ettiler. Agostinho Neto Sovyetlerin oyununu oynuyor. O, iktidarı ele geçirmek üzere diğer fraksiyona karşı verdiği mücadelede kendisine yardım etmesi için Sovyetler’e çağrı yaptı. Birbiriyle çatışan iki Angola klanı arasındaki mücadele, asla halkçı devrimci nitelik taşımıyor. Aralarındaki çatışma klikler arasındaki iktidar kavgasıdır. Her klik değişik emperyalist devletler tarafından destekleniyordu. Agostinho Neto bu kavgadan galip çıktı ama Angola’da sosyalizm zafere ulaşamadı. Üstelik yabancı müdahale sonucunda, Sovyet yeni sömürgeciliği Angola’ya yerleşti.

Sosyal-emperyalist Çin de, eski sömürge ve yarı - sömürge ülkelere sızmak için büyük çaba harcıyor.

Çin’in müdahalesine bir örnek, Afrika kıtasındaki en zengin ve en kana susamış klik olan Mobutu kliği tarafından yönetilen Zaire’de görüldü. Zaire’deki son çarpışmalarda; Fas Krallığı’nın, Fransız Hava Kuvvetleri’nin birlikleri ve aynı zamanda Çin, Patrice Lumumba’nin katili Mo- butu’nun yardımına koştular. Fransızların yardımı anlaşımerikalı ayrıcalık sahipleri tarafından ezilen Zaire halkına nı ve konsorsiyumlarını savunuyorlardı, aynı zamanda Mo- butu ve kliği kadar kendi adamlarını da koruyorlardı. Ama Çin revizyonistleri Katanga’da ne istiyorlar? Orada kime yardım ediyorlar? Mobutu ve kliği; Fransız, Belçikalı. A- merikalı ayrıcalık sahipleri tarafından ezilen Zaire halkına mı yardım ediyorlar acaba? Onlar da kana susamış Mobutu kliğine yardım etmiyorlar mı? Gerçek, Çin revizyonist önderliğinin bu kliğe dolaylı olarak değil, oldukça açık bir biçimde yardım ettiğidir. Bu yardımı daha somut ve daha gösterişli kılmak için Çin Zaire’ye askeri uzmanlar, askeri ve ekonomik yardım ve aynı zamanda Dışişleri Bakanı Huang Hua’yı gönderdi. Böylece, anti-Marksist, devrim düşmanı bir tavır aldı. Çin’in müdahalesi, Fas Kralı Hasan’ın ve Fransa’nın müdahaleleriyle tamı tamına aynı özellikleri taşımaktadır.

Çin sosyal-emperyalistleri yalnızca bu ülkenin işlerine karışmakla kalmıyorlar; özellikle ekonomik, siyasal ve stratejik üsler kurmak için her yolu deneyerek sızmaya çalıştıkları ülkelerde Afrika’nın ve diğer kıtaların ülkelerinin ve halklarının işlerine de karışıyorlar.

Amerika Birleşik Devletleri bile, Şili’nin faşist cellatı Pinochet’yi Çin kadar açıkça desteklemeye cesaret edemiyor. Doğrusu Amerikalılar bile, büyük çıkarlarının sözkonu- su olduğu başka ülkelerin gerici yöneticilerine böy- lesine açık biçimde yardım etmiyorlar. Bu, Amerikan emperyalistlerinin kendi çıkarlarından vazgeçtikleri anlamında değildir. Onlar bu çıkarları savunuyorlar, hem de büyük bir güçle, ama daha ince yollarla.

Sözde sosyalist Çin, takındığı tavırla; halkların, komünistlerin, devrimci unsurların çıkarlarına ve isteklerine, Latin Amerika’nın tüm ilerici kişilerinin isteklerine kar şı çıkıyor.

Çin; halkları egemenliği altında tutan ve ulusal vetoplumsal kurtuluş için mücadele eden proletaryanın, devrimcilerin ve Marksist - Leninist partilerin çabalarını terör ya da herhangi bir araçla bastıran, çeşitli diktatörleri kanadı altına alıyor. O, bu tür tavırlarla, karşı-devrim yolunu seçti. O, Marksizm-Leninizm maskesi altında, çeşitli ülkelere sözde devrim düşüncesini ihraç ettiğini göstermeye çalışıyor; ama gerçekte, karşı-devrim düşüncesini ihraç ediyor. Bu şekilde, Amerikan emperyalizmine ve iktidardaki faşist kliklere yardım ediyor.

Emperyalist ya da sosyal-emperyalist devletler; Afrika, Asya, Latin Amerika halklarının, kendilerini egemenlikleri altında tutan ve kanlarını emen yöneticilerin ve emperyalistlerin baskı ve vahşi sömürüsüne karşı verdikleri devrimci mücadeleyi giderek geliştirmelerini önlemek için aynı ölçüde çalışıyorlar.

Düşük bir sosyo-ekonomik gelişme düzeyinde olan ve emperyalist ve sosyal-emperyalist devletlere bağımlı ülkelerdeki devrimcilerin, ilericilerin ve yurtseverlerin görevi, halkları bu baskı ve sömürünün bilincine vardırmak; devrimi gerçekleştirenin geniş kitleler, halklar olduğunu daima göz önünde tutarak, onları eğitmek, seferber etmek, örgütlemek ve onları kurtuluş mücadelesine katmaktır. Bunun için; tek tek ülkelerde iç ve dış durumun, sosyo-ekonomik gelişmenin, sınıf güçlerinin oranının, sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişmelerin ve aynı zamanda halk ile iktidardaki gerici klikler arasındaki çelişmelerin ve halk ile emperyalist devletler arasındaki çelişmelerin bütünlüklü bir tahlilini yapmak gerekir. Atılması gereken adım ve kullanılması gereken taktikler konusunda. bu temelde doğru sonuçlar çıkarılabilir. Devrimci güçlerden istenen yoğun bir çalışma, kararlılık ve akıllılıktır; ve hepsinden önemlisi, ülkelerindeki kurtuluş mücadelesinin, yalnızca bu mücadelenin proletaryanın davasıyla, sosyalizm davasıyla birleştirilmesiyle gerçek zafere ulaşabileceği gerçeğinin tam olarak kavranmasıdır.

Bu nedenle her ülkenin proletaryası; Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in öğretilerini her ülkenin koşullarıyla, her halkın durumuyla birleştirerek, sadakatle hayata geçirebilen kendi devrimci partisini yaratmalıdır. Bu partilerin her birinin, kitlelerin anlayış: ve ülkelerinin ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel gelişmesi hakkında tam bir bilgiye sahip olması; aceleci ve maceracı bir biçimde, Blankist bir biçimde davranmaması; proletaryanın müttefiklerini, geniş halk kitlelerini kendi etrafında toplamak için inatla mücadele etmesi kesinlikle zorunludur.

Devrimciler ve halk kitleleri; iktidardaki gerici bur- juvazi ve büyük toprak sahiplerinin, yabancı zalimlerin eylemlerini ve aynı zamanda yeni sömürgecilerin hilelerini gözardı etmeden sürekli olarak kendilerini hazırlamalıdırlar. Bunlar, devrimci unsurların ve halkların olgunlukla, sağlam bir örgütlenme ve devrimci taktiklerle karşılaması gereken önemli etkenlerdir.

Doğal olarak; çeşitli ülkelerin devrimci güçleri ve unsurları arasında işbirliği, koordinasyon ve deney değişimine ilişkin bağların kurulması gözardı edilemez; hatta bu bağların kurulması kesinlikle zorunludur. Yeni-sö- mürgeciliğin ve gerici burjuvazinin baskı ve sömürüsü, ortak bir kültür ve aynı zamanda baskı ve sömürüden kurtulmaya ilişkin ortak amaç gibi birçok benzer koşul nedeniyle bu bağların kurulması daha da kolaylaşmıştır. Sahip oldukları ortak koşullar ve çıkarlar, tüm bu ülkelerin devrimci ve ilerici güçlerini görüşmeler yapmaya, kendilerini ezen düşmanların eylemlerine karşılık verdikleri eylemlerinde işbirliği ve eşgüdüm sağlamaya itiyor.

Yeni-sömürgeci egemenlik altında ezilen halkların durumunun Marksist-Leninist açıdan değerlendirilmesi,tüm gerçek devrimcilerin önüne, mücadelenin sürekli ilerlemesi ve devrimin tam zaferine kadar kesintisiz sürdürülmesi için, bu halkların devrim ve kurtuluş mücadelesinin koşulsuz olarak desteklenmesi görevini çıkarmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.