MARKSİZM Mİ, PRUDONCULUK MU?
Lenin
Bizim, Marx'ın İrlanda'nın ayrılması konusundaki görüşünü belirtmemiz, Polonyalı yoldaşların bir seferlik de olsa, dolaylı değil ama doğrudan doğruya bizi yanıtlamalarına neden oldu. İtirazlarının özü nedir? Onlar, 1848-1871 yılları boyunca Marx'ın tutumuna atıfta bulunmanın "hiç bir değer taşımadığı" görüşündedirler. Bu şaşılacak derecede sert ve kesin iddialarını desteklemek için ileri sürdükleri kanıt, Marx'ın, "aynı zamanda Çeklerin, Güney Slavlarının vb."[85] bağımsızlık çabalarına karşı çıkmış olmasıdır.
Eğer bu iddia, bu kadar sertlikle ifade edilmişse, bu, son derece yanlış olmasından ötürüdür. Polonyalı marksistlere göre, Marx, "bir solukta" birbirine aykırı şeyler söyleyen, kafası karmakarışık birinden başka şey değildir! Bu, kesin olarak yanlıştır ve kuşkusuz marksizm de değildir. Polonyalı yoldaşların istedikleri, ama hiç de uygulamadıkları "somut" tahlil, bize, Marx"ın ayrı somut "ulusal" hareketler karşısındaki farklı tutumunun bir tek ve aynı sosyalist kavramdan doğup doğmadığını araştırma görevini yüklemektedir.
Bilindiği gibi, Marx, çarlığın gücüne ve nüfuzuna karşı -burada, çarlığın mutlak gücüne ve üstün gerici nüfuzuna karşı da denebilir- savaşımında, Avrupa demokrasisinin çıkarları bakımından, Polonya'nın bağımsızlığından yanaydı. 1849'da feodal Rus ordusu Macaristan'ın ulusal kurtuluşu uğruna demokratik devrimci ayaklanmasını ezdiği zaman, bu görüş, en parlak ve en somut biçimde doğrulandı. O andan başlayarak Marx'ın ölümüne kadar ve giderek daha sonralara, 1890'a kadar, Fransa ile ittifak kurmuş olan çarlığın gerici nitelikte bir savaşının patlak vermesi tehlikesi belirdiğinde, Engels, her şeyden önce ve her şeyin üzerinde çarlığa karşı savaşılmasından yana oldu. Marx'ın ve Engels'in Çeklerin ve Güney Slavlarının ulusal hareketine karşı oluşları yalnızca bundan ötürüdür. Marksizm ile, onu çürütmek için değil de başka nedenlerle ilgilenenlerin, o dönemde Marx ve Engels'in açık ve kesin bir biçimde, Avrupa'da "Rusya'nın ileri karakolu" görevini yerine getiren "tümüyle gerici halklar" ile "devrimci halkları" (Almanları, Polonyalıları, Macarları) karşıt şeyler olarak kıyasladığına kendilerini inandırmak için, Marx ve Engels'in 1848-1849 yıllarında yazdıklarını okumaları yeter. Bu bir gerçektir ve bu gerçek o dönemde tartışma götürmezdi: 1848'de' devrimci halklar, özgürlük için savaşıyorlardı ve onların baş düşmanı çarlıktı, Çekler. vb. ise gerici halklardı, çarlığın ileri karakollarıydı.
Eğer marksizme bağlı kalınacaksa, somut olarak tahlil edilmesi gereken bu somut örnek bize neyi gösterir? Yalnızca şunu: (1) Avrupa'nın birkaç büyük ve çok büyük ulusunun kurtuluşunun çıkarları, küçük ulusların kurtuluş hareketinden üstündür; (2) demokrasi istemi bir ülkenin dar sınırları içinde değil, Avrupa ölçüsünde -bugün dünya ölçüsünde denmelidir- ele alınmalıdır.
Sorun bundan ibaret. Bu, Polonyalı yoldaşların unuttukları ama Marx'ın her zaman bağlı kaldığı basit sosyalist ilke ile, başkasını ezen bir ulusun özgür olamayacağı ilkesi ile asla çelişmez. Eğer çarlığın uluslararası politika üzerinde egemen nüfuzunu yürütebildiği dönemde, Marx'ın karşı karşıya bulunduğu somut durum yeniden meydana gelseydi, örneğin, şu anlamda ki, birçok ulus (tıpkı 1848 Avrupa'sında burjuva demokratik devrime giriştikleri gibi) sosyalist devrime girişseydi, ve öteki uluslar da burjuva gericiliğinin dayanakları durumunda bulunsalardı, bizim de sözkonusu küçük uluslar içinde hareketlerin niteliği ne olursa olsun bu gerici ulusları "ezmek", onların ileri karakollarını yıkmak için onlara karşı bir devrimci savaştan yana olmamız gerekirdi. Onun için, Marx'ın taktiğinin örneklerini reddetmek şöyle dursun, ki bu, marksizmi sözde, kabul edip, eylemde ondan kopmak olurdu, biz, onların somut tahlillerinden, gelecek için paha biçilmez dersler çıkarmalıyız. Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı vardır; o zaman parça atılır. Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, mali çevreler ya da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi desteklememekle görevliyiz, ama bu bahane ile uluslararası sosyal-demokrasinin programından cumhuriyet sloganını silmek gülünç olur.
1848-1871'den 1898-1916'ya kadar somut durum hangi bakımdan değişmiştir (burada emperyalizmin en önemli nirengi noktalarını bir dönem olarak ele alıyorum: emperyalist İspanyol-Amerikan savaşından Avrupa emperyalist savaşına kadar)? Çarlık artık açıkça ve tartışma götürmez biçimde gericiliğin başlıca kalesi olmaktan çıkmıştır, ilkin, uluslararası mali-sermaye, özellikle Fransız mali-sermayesi tarafından desteklendiği için, ve sonra 1905'ten ötürü. Eski dönemde büyük ulusal devletler sistemi -Avrupa demokrasileri-, dünyaya, demokrasiyi ve sosyalizmi, çarlığa karşın getiriyorlardı.[36*] Marx ve Engels, emperyalizm döneminı görecek kadar yaşayamadılar. Bugünkü sistem sayısı beş ya da altıyı bulan) bir avuç emperyalist "büyük" devletten herbirinin başka ulusları ezmesi sistemidir; ve bu eziş, kapitalizmin çöküşünü yapay yollardan geciktirmenin, ve dünyaya hükmeden emperyalist uluslarda oportünizm ve sosyal-şovenizmi yapay olarak desteklemenin kaynağıdır. Eskiden, Batı Avrupa demokrasisi büyük ulusları özgürlüğe kavuştururken, gerici amaçlarla bazı küçük ulus hareketlerini kullanan çarlığa karşıydı. Bugün, bir yanda şovenler, "sosyal-emperyalistler", öte yanda devrimciler olmak üzere ikiye bölünmüş olan sosyalist proletarya, çarlık emperyalizmi ile, gelişmiş kapitalist Avrupa emperyalizminin ittifakıyla karşı karşıyadır, ve bu ittifak, her ikisinin birçok ulusları ezmelerine dayanır.
Durumdaki somut değişiklikler bunlardır, ve her ne kadar somut olacaklarını vaadediyorlarsa da, Polonyalı sosyal-demokratların görmezlikten geldikleri de budur! Aynı sosyalist ilkelerin uygulamasındaki somut değişiklik bundan ileri gelmektedir: eskiden asıl sorun "çarlığa karşı" (ve çarlığın demokratik olmayan amaçlarla kullandığı küçük ulus hareketlerine karşı) ve Batının büyük devrimci halklarından yana savaşmaktı; bugün asıl sorun, artık birleşmiş olan emperyalist devletlerin, emperyalist burjuvazinin, sosyal-emperyalistlerin cephesine karşı savaşmak, ve emperyalizme karşı olan tüm ulusal hareketleri sosyalist devrim yararına kullanmaktır. Proletaryanın emperyalist cepheye karşı savaşımı ne kadar saf olursa enternasyonalist ilkenin, "başkasını ezen bir ulus özgür olamaz" ilkesinin o ölçüde önem kazanacağı açıktır.
Toplumsal devrimin doktriner kavramı adına prudoncular, Polonya'nın uluslararası rolünü görmezlikten geldiler ve ulusal hareketleri önemsemediler. Sosyal-emperyalistlere karşı uluslararası savaşım cephesini bölen, ve ilhaklar konusunda duraksamalarıyla (nesnel olarak) sosyal-emperyalistlere yardım eden Polonyalı sosyal-demokratlar, kesinlikle aynı doktriner biçimde hareket etmektedirler. Çünkü küçük ulusların somut durumlarına kıyasla biçim değiştirmiş olan, proleter savaşın uluslararası cephesidir: daha önce (1848-1871), küçük ulusların "batı demokrasisi"nin ve devrimci halkların olsun, çarlığın olsun, olası müttefiki olarak belirli bir ağırlıkları vardı; bugün (1898-1914), bu önemi taşımamaktadırlar; küçük uluslar, artık "egemen büyük ulusların" asalaklığını ve bunun sonucu olan sosyal-emperyalizmi besleyen kaynaklardan biridir. Önemli olan, küçük ulusların sosyalist devrimden önce beşte-birinin ya da yüzde-birinin kurtulup kurtulmayacağı değildir; önemli olan, emperyalizm çağında, nesnel nedenlerden ötürü proletaryanın iki uluslararası kampa bölünmüş olması, bunlardan birinin, büyük devletlerin burjuvazisinin masasından düşen kırıntılarla, özellikle küçük ulusların ikili ve üçlü sömürüsünden ötürü soysuzlaşmış bulunması ve öteki kampın küçük ulusları kurtarmadan, yığınları şovenliğe karşı bir zihniyetle, ilhaklara karşı, yani "ulusların kaderlerini tayin hakkından" yana bir zihniyetle eğitmeden, kendi kendisini kurtaramayacağıdır.
Sorunun bu en önemli yanını, sorunlara emperyalizm çağında temel nitelik kazanmış bulunan açıdan, yani uluslararası proletaryanın iki kampa bölünmüş olduğu gerçeği açısından bakmayan Polonyalı yoldaşllar görememektedirler.
Prudonculuklarının işte başka göze çarpan örnekleri: (1) ilerde sözünü edeceğimiz 1916 İrlanda ayaklanmasındaki tutumları; (2) tezlerinin (II, 3, 3. paragrafın sonu) sosyalist devrim sloganının "ne olursa olsun, hiç bir şeyle gölgelenmemesi gerektiği" yolundaki beyanları. Sosyalist devrim sloganını, ulusal sorun dahil, herhangi bir sorunda tutarlı bir devrimci tutumla birleştirmenin bu sloganı "gölgeleyeceğini" sanmak, kesin olarak marksizme aykırı bir görüştür.
Polonyalı sosyal-demokratlar, bizim programımızı, "ulusal-reformist" buluyorlar. Şu iki pratik öneriyi kıyaslayınız:" (1) özerklik için (III, 4, Polonyalıların tezleri) ve (2) ayrılma özgürlüğü için. Programlarımız özellikle ve yalnızca bu noktada birbirinden ayrılmaktadır! Bunlardan birincisinin reformisf olduğu ve onu ikinciden ayırdeden şeyin, bu reformizm olduğu açık değil mi? Reformist bir değişiklik, egemen sınıf iktidarının temellerini sarsmayan, bu sınıfın bir ödünü olan ve onun tahakkümünü sürdüren bir değişikliktir. Devrimci bir değişiklik ise, bu iktidarı temellerine kadar sarsar. Ulusal programda reformizm, egemen ulusun bütün ayncalıklarını ortadan kaldırmaz; reformizm, ulusal baskının tüm biçimlerini yoketmez. "Özerk" bir ulus, "egemen" bir ulusla, haklar bakımından eşit durumda değildir; Polonyalı yoldaşlar (eski "ekonomistler" gibi) siyasal kavramların ve kategorilerin tahlilini yapmamakta direnmeselerdi, bunun farkına varmazlık etmezlerdi.
Özerk Norveç, 1905'e kadar, İsveç'in bir parçası olarak, çok geniş bir özerkliğe sahipti, ama haklar bakımından İsveç'le eşit durumda değildi. Norveç ancak kendi özgürce ayrılmasıyla haklar bakımından eşit durumda olduğunu pratikte göstermiştir (arada şunu söyleyelim ki, asıl bu özgürce ayrılış, eşit haklara dayanan daha sıkı ve daha demokratik bir yakınlaşma zemini yaratmıştır). Norveç yalnızca özerk iken, İsveç aristokrasisinin fazladan bir ayrıcalığı vardı, ve bu ayrıcalık, ayrılma sonucu "azaltılmakla" kalmadı (reformizmin özü, kötülükleri azaltmaktır, onları yoketmek değil), tamamen yokedildi (devrimci nitelikte bir programın başlıca belirtisi budur). Reform olarak özerklik ile devrimci bir önlem olarak ayrılma özgürlüğü arasında ilke farkı vardır. Bu, tartışma götürmez. Ama herkesin bildiği gibi, reform, pratikte, devrim doğrultusunda bir adımdır. Bir devletin sınırları içinde zorla tutulan bir ulusun, kesin olarak uluslaşma sürecini tamamlamasına, kuvvetlerini toplayıp onları tanımayı ve örgütlendirmeyi ögrenmesine, ve Norveçlilerin yaptığı gibi, en uygun zamanı seçerek, "biz falan ulusun ya da falan bölgenin özerk meclisi olarak, bütün Rusya çarının bundan böyle Polonya kralı vb. olmadığını" ilân etmesine olanak sağlayan, özerkliğin kendisidir. Buna genellikle "itiraz" edilir, (sayfa 185) ve bu gibi sorunların bildirilerle değil savaşlarla çözüme bağlandığı söylenir. Doğrudur: çoğu durumda savaşla çözüme bağlanır (nasıl ki, büyük devletlerin hükümet biçimi ile ilgili sorunlar da çoğu durumda savaşlar ya da devrimlerle çözüme bağlanırsa). Ama, devrimci bir partinin siyasal programına bu tür bir "itirazın" mantıksal olup olmadığı sorulabilir. Biz, adalet için, proletaryanin iyiliği için, demokrasi ve sosyalizm için girişilen savaşlara ve devrimlere karşı mıyız?
"Ama biz, belki de 10 ya da 20 milyonluk bir küçük ulusun özgürlüğe kavuşacağı umuduyla, iki büyük ulus arasında bir savaştan yana, 20 milyon insanıp öldürülmesinden yana olamayız"! Hayır, elbette ki olamayız. Ama, bu, programımızdan ulusların tam eşitliğini sildiğimiz için değil, bir tek ülkede demokrasinin çıkarlarının, birçok ülkede ve bütün ülkelerde demokrasınin çıkarlarına bağımlı kılınması gerektiği için böyledir. Diyelim ki, iki büyük krallığın arasında küçük bir krallık vardır ve bunun küçük kralı komşu iki ülkenin krallarına akrabalık ya da başka bağlarla "bağlıdır" ve gene diyelim ki, küçük ülkede cumhuriyetin ilanı ve kralın sınırdışı edilmesi, pratikte, herbiri şu ya da bu kralı küçük ülkeye zorla kabul ettirmek isteyen iki büyük komşu ülke arasında savaşın başlaması anlamına gelecektir. Kuşkusuz, böyle bir durumda uluslararası sosyal-demokrasi ve küçük ülke sosyal-demokrasisinin gerçekten enternasyonalist olan kolu, krallığın yerine cumhuriyetin getirilmesine karşı çıkacaktır. Krallığın yerine cumhuriyetin getirilmesi istemi mutlak bir şey değildir, genel olarak demokrasinin (ve elbette ki daha çok sosyalist proletaryanın) çıkarlarına bağımlı olan, demokratik bir istemdir. Böyle bir durumla karşılaşılsaydı, bunun, hangi ülkeden olursa olsun sosyal-demokratlar arasında en ufak bir görüş ayrılığına neden olmayacağı kesindir. Ama eğer, bir sosyal-demokrat, bu örneğe dayanarak, uluslararası sosyal-demokrasinin programından cumhuriyet (sayfa 186) sloganının silinmesini önerirse, onu herkes deli sayar. Ona söylenecek şey şudur: özel İle genel arasındaki mantıksal ayrımı gene de unutmamak gerekir.
Bu örnek, bizi, biraz dolambaçlı yoldan da olsa, işçi sınıfının enternasyonalist eğitimi sorununa getiriyor. Sol zimmervaldcılar arasında gereği ve birinci derece önemi hiçbir görüş ayrılığına neden olamayacak plan bu eğitim, ezen büyük uluslarda ve ezilen küçük uluslarda, ilhak eden uluslarda ve ilhak olunanlarda somut olarak birbirinin aynı olabilirmi?
Hayır, olamaz. Bir tek hedefe doğru yürüyüş: haklarda tam eşitlik, bütün ulusların en sıkı biçimde birbirine yaklaşmasının ve sonra da birbiriyle kaynaşmasının ayrı ayrı somut yollardan geçilmesini gerektirdiği açıktır, nasıl ki, örneğin, bir sayfanın merkezindeki noktaya giden yol, sayfanın bir kenarından hareket edildiğinde sola, öteki kenarından hareket edildiğinde sağa gidilmesini gerektirirse. Eğer ulusların genel olarak birbiriyle kaynaşmasını savunan, ilhak eden ye ezen bir büyük ulusun sosyal-demokratı, "kendi" Nikola II'sinin "kendi" Wilhelm'inin "kendi" George'unun, "kendi" Poincaré'sinin ve benzerlerinin de (ilhaklar yoluyla) küçük uluslarla kaynaşmadan yana olduğunu unutursa -Nikola II, Galiçya ile "kaynaşmadan" yanadır, Wilhelm II, Belçika ile "kaynaşmadan" yanadır vb.-, böyle bir sosyal-demokrat, teoride gülünç bir doktriner ve pratikte de emperyalizmin yardımcısı durumuna düşer.
Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa, ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının binde-bir olması durumunda bile, bu istem, mutlak bir istemdir.
İşçilerde ulusal ayrılıklar karşısında "ilgisizliği" geliştirmek görevimizdir. Bu, tartışma götürmez. Ama bu, ilhakçıların savunduğu "ilgisizlik" değildir. Ezen bir ulusun bireyi, küçük ulusların, eğilimlerine göre, kendi devletinin mi yoksa komşu devletin mi bir parçasını oluşturduğu ya da bağımsız olup olmadığı sorunu karşısında "ilgisiz" kalabilmelidir: eğer, o, "ilgisiz" kalamıyorsa, sosyal-demokrat değildir. Enternasyonalist bir sosyal-demokrat olabilmek için, yalnızca kendi ulusunu düşünmemeli, bütün ulusların çıkarlarını, onların özgürlüğünü ve eşitliğini, kendi ulusunun üzerinde tutabilmelidir. "Teoride" bu noktada herkes görüş birliği halinde; ama uygulamada, ilhakçılara özgü ilgisizlik gösteriliyor. Kötülüğün kökeni buradadır.
Bunun karşıtı olarak, küçük bir ulusun sosyal-demokratı, ajitasyonunun ağırlık merkezini bizim genel formülümüzün son sözcüğü üzerine getirmelidir: ulusların "serbestçe kabullendiği birlik". O, enternasyonalist olarak görevlerine sırt çevirmeden hem kendi ulusunun siyasal bağımsızlığından yana olabilir, hem de ulusunun bir komşu devlet (x, y, z, vb.) ile birleşmesinden yana olabilir. Ama o, her durumda küçük ulus darkafalılığına karşı, kendi içine kapanmaya karşı savaşım vermeli, bütünü ve geneli gözönünde tutmalı, özeli genel çıkara bağımlı kılmalıdır.
Sorunu derinliğine incelememiş olanlar, ezen ulusların sosyal-demokratları "ayrılma özgürlüğü" üzerinde ısrar ederlerken, ezilen ulusun sosyal-demokratlarının "birleşme özgürlüğü" üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu düşünürler. Ama biraz düşününce, enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket ederek, ulusların birbiriyle kaynaşmasına varabilmek için başka yolun olmadığı, olamayacağı anlaşılır.
Bizim, Marx'ın İrlanda'nın ayrılması konusundaki görüşünü belirtmemiz, Polonyalı yoldaşların bir seferlik de olsa, dolaylı değil ama doğrudan doğruya bizi yanıtlamalarına neden oldu. İtirazlarının özü nedir? Onlar, 1848-1871 yılları boyunca Marx'ın tutumuna atıfta bulunmanın "hiç bir değer taşımadığı" görüşündedirler. Bu şaşılacak derecede sert ve kesin iddialarını desteklemek için ileri sürdükleri kanıt, Marx'ın, "aynı zamanda Çeklerin, Güney Slavlarının vb."[85] bağımsızlık çabalarına karşı çıkmış olmasıdır.
Eğer bu iddia, bu kadar sertlikle ifade edilmişse, bu, son derece yanlış olmasından ötürüdür. Polonyalı marksistlere göre, Marx, "bir solukta" birbirine aykırı şeyler söyleyen, kafası karmakarışık birinden başka şey değildir! Bu, kesin olarak yanlıştır ve kuşkusuz marksizm de değildir. Polonyalı yoldaşların istedikleri, ama hiç de uygulamadıkları "somut" tahlil, bize, Marx"ın ayrı somut "ulusal" hareketler karşısındaki farklı tutumunun bir tek ve aynı sosyalist kavramdan doğup doğmadığını araştırma görevini yüklemektedir.
Bilindiği gibi, Marx, çarlığın gücüne ve nüfuzuna karşı -burada, çarlığın mutlak gücüne ve üstün gerici nüfuzuna karşı da denebilir- savaşımında, Avrupa demokrasisinin çıkarları bakımından, Polonya'nın bağımsızlığından yanaydı. 1849'da feodal Rus ordusu Macaristan'ın ulusal kurtuluşu uğruna demokratik devrimci ayaklanmasını ezdiği zaman, bu görüş, en parlak ve en somut biçimde doğrulandı. O andan başlayarak Marx'ın ölümüne kadar ve giderek daha sonralara, 1890'a kadar, Fransa ile ittifak kurmuş olan çarlığın gerici nitelikte bir savaşının patlak vermesi tehlikesi belirdiğinde, Engels, her şeyden önce ve her şeyin üzerinde çarlığa karşı savaşılmasından yana oldu. Marx'ın ve Engels'in Çeklerin ve Güney Slavlarının ulusal hareketine karşı oluşları yalnızca bundan ötürüdür. Marksizm ile, onu çürütmek için değil de başka nedenlerle ilgilenenlerin, o dönemde Marx ve Engels'in açık ve kesin bir biçimde, Avrupa'da "Rusya'nın ileri karakolu" görevini yerine getiren "tümüyle gerici halklar" ile "devrimci halkları" (Almanları, Polonyalıları, Macarları) karşıt şeyler olarak kıyasladığına kendilerini inandırmak için, Marx ve Engels'in 1848-1849 yıllarında yazdıklarını okumaları yeter. Bu bir gerçektir ve bu gerçek o dönemde tartışma götürmezdi: 1848'de' devrimci halklar, özgürlük için savaşıyorlardı ve onların baş düşmanı çarlıktı, Çekler. vb. ise gerici halklardı, çarlığın ileri karakollarıydı.
Eğer marksizme bağlı kalınacaksa, somut olarak tahlil edilmesi gereken bu somut örnek bize neyi gösterir? Yalnızca şunu: (1) Avrupa'nın birkaç büyük ve çok büyük ulusunun kurtuluşunun çıkarları, küçük ulusların kurtuluş hareketinden üstündür; (2) demokrasi istemi bir ülkenin dar sınırları içinde değil, Avrupa ölçüsünde -bugün dünya ölçüsünde denmelidir- ele alınmalıdır.
Sorun bundan ibaret. Bu, Polonyalı yoldaşların unuttukları ama Marx'ın her zaman bağlı kaldığı basit sosyalist ilke ile, başkasını ezen bir ulusun özgür olamayacağı ilkesi ile asla çelişmez. Eğer çarlığın uluslararası politika üzerinde egemen nüfuzunu yürütebildiği dönemde, Marx'ın karşı karşıya bulunduğu somut durum yeniden meydana gelseydi, örneğin, şu anlamda ki, birçok ulus (tıpkı 1848 Avrupa'sında burjuva demokratik devrime giriştikleri gibi) sosyalist devrime girişseydi, ve öteki uluslar da burjuva gericiliğinin dayanakları durumunda bulunsalardı, bizim de sözkonusu küçük uluslar içinde hareketlerin niteliği ne olursa olsun bu gerici ulusları "ezmek", onların ileri karakollarını yıkmak için onlara karşı bir devrimci savaştan yana olmamız gerekirdi. Onun için, Marx'ın taktiğinin örneklerini reddetmek şöyle dursun, ki bu, marksizmi sözde, kabul edip, eylemde ondan kopmak olurdu, biz, onların somut tahlillerinden, gelecek için paha biçilmez dersler çıkarmalıyız. Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı vardır; o zaman parça atılır. Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, mali çevreler ya da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi desteklememekle görevliyiz, ama bu bahane ile uluslararası sosyal-demokrasinin programından cumhuriyet sloganını silmek gülünç olur.
1848-1871'den 1898-1916'ya kadar somut durum hangi bakımdan değişmiştir (burada emperyalizmin en önemli nirengi noktalarını bir dönem olarak ele alıyorum: emperyalist İspanyol-Amerikan savaşından Avrupa emperyalist savaşına kadar)? Çarlık artık açıkça ve tartışma götürmez biçimde gericiliğin başlıca kalesi olmaktan çıkmıştır, ilkin, uluslararası mali-sermaye, özellikle Fransız mali-sermayesi tarafından desteklendiği için, ve sonra 1905'ten ötürü. Eski dönemde büyük ulusal devletler sistemi -Avrupa demokrasileri-, dünyaya, demokrasiyi ve sosyalizmi, çarlığa karşın getiriyorlardı.[36*] Marx ve Engels, emperyalizm döneminı görecek kadar yaşayamadılar. Bugünkü sistem sayısı beş ya da altıyı bulan) bir avuç emperyalist "büyük" devletten herbirinin başka ulusları ezmesi sistemidir; ve bu eziş, kapitalizmin çöküşünü yapay yollardan geciktirmenin, ve dünyaya hükmeden emperyalist uluslarda oportünizm ve sosyal-şovenizmi yapay olarak desteklemenin kaynağıdır. Eskiden, Batı Avrupa demokrasisi büyük ulusları özgürlüğe kavuştururken, gerici amaçlarla bazı küçük ulus hareketlerini kullanan çarlığa karşıydı. Bugün, bir yanda şovenler, "sosyal-emperyalistler", öte yanda devrimciler olmak üzere ikiye bölünmüş olan sosyalist proletarya, çarlık emperyalizmi ile, gelişmiş kapitalist Avrupa emperyalizminin ittifakıyla karşı karşıyadır, ve bu ittifak, her ikisinin birçok ulusları ezmelerine dayanır.
Durumdaki somut değişiklikler bunlardır, ve her ne kadar somut olacaklarını vaadediyorlarsa da, Polonyalı sosyal-demokratların görmezlikten geldikleri de budur! Aynı sosyalist ilkelerin uygulamasındaki somut değişiklik bundan ileri gelmektedir: eskiden asıl sorun "çarlığa karşı" (ve çarlığın demokratik olmayan amaçlarla kullandığı küçük ulus hareketlerine karşı) ve Batının büyük devrimci halklarından yana savaşmaktı; bugün asıl sorun, artık birleşmiş olan emperyalist devletlerin, emperyalist burjuvazinin, sosyal-emperyalistlerin cephesine karşı savaşmak, ve emperyalizme karşı olan tüm ulusal hareketleri sosyalist devrim yararına kullanmaktır. Proletaryanın emperyalist cepheye karşı savaşımı ne kadar saf olursa enternasyonalist ilkenin, "başkasını ezen bir ulus özgür olamaz" ilkesinin o ölçüde önem kazanacağı açıktır.
Toplumsal devrimin doktriner kavramı adına prudoncular, Polonya'nın uluslararası rolünü görmezlikten geldiler ve ulusal hareketleri önemsemediler. Sosyal-emperyalistlere karşı uluslararası savaşım cephesini bölen, ve ilhaklar konusunda duraksamalarıyla (nesnel olarak) sosyal-emperyalistlere yardım eden Polonyalı sosyal-demokratlar, kesinlikle aynı doktriner biçimde hareket etmektedirler. Çünkü küçük ulusların somut durumlarına kıyasla biçim değiştirmiş olan, proleter savaşın uluslararası cephesidir: daha önce (1848-1871), küçük ulusların "batı demokrasisi"nin ve devrimci halkların olsun, çarlığın olsun, olası müttefiki olarak belirli bir ağırlıkları vardı; bugün (1898-1914), bu önemi taşımamaktadırlar; küçük uluslar, artık "egemen büyük ulusların" asalaklığını ve bunun sonucu olan sosyal-emperyalizmi besleyen kaynaklardan biridir. Önemli olan, küçük ulusların sosyalist devrimden önce beşte-birinin ya da yüzde-birinin kurtulup kurtulmayacağı değildir; önemli olan, emperyalizm çağında, nesnel nedenlerden ötürü proletaryanın iki uluslararası kampa bölünmüş olması, bunlardan birinin, büyük devletlerin burjuvazisinin masasından düşen kırıntılarla, özellikle küçük ulusların ikili ve üçlü sömürüsünden ötürü soysuzlaşmış bulunması ve öteki kampın küçük ulusları kurtarmadan, yığınları şovenliğe karşı bir zihniyetle, ilhaklara karşı, yani "ulusların kaderlerini tayin hakkından" yana bir zihniyetle eğitmeden, kendi kendisini kurtaramayacağıdır.
Sorunun bu en önemli yanını, sorunlara emperyalizm çağında temel nitelik kazanmış bulunan açıdan, yani uluslararası proletaryanın iki kampa bölünmüş olduğu gerçeği açısından bakmayan Polonyalı yoldaşllar görememektedirler.
Prudonculuklarının işte başka göze çarpan örnekleri: (1) ilerde sözünü edeceğimiz 1916 İrlanda ayaklanmasındaki tutumları; (2) tezlerinin (II, 3, 3. paragrafın sonu) sosyalist devrim sloganının "ne olursa olsun, hiç bir şeyle gölgelenmemesi gerektiği" yolundaki beyanları. Sosyalist devrim sloganını, ulusal sorun dahil, herhangi bir sorunda tutarlı bir devrimci tutumla birleştirmenin bu sloganı "gölgeleyeceğini" sanmak, kesin olarak marksizme aykırı bir görüştür.
Polonyalı sosyal-demokratlar, bizim programımızı, "ulusal-reformist" buluyorlar. Şu iki pratik öneriyi kıyaslayınız:" (1) özerklik için (III, 4, Polonyalıların tezleri) ve (2) ayrılma özgürlüğü için. Programlarımız özellikle ve yalnızca bu noktada birbirinden ayrılmaktadır! Bunlardan birincisinin reformisf olduğu ve onu ikinciden ayırdeden şeyin, bu reformizm olduğu açık değil mi? Reformist bir değişiklik, egemen sınıf iktidarının temellerini sarsmayan, bu sınıfın bir ödünü olan ve onun tahakkümünü sürdüren bir değişikliktir. Devrimci bir değişiklik ise, bu iktidarı temellerine kadar sarsar. Ulusal programda reformizm, egemen ulusun bütün ayncalıklarını ortadan kaldırmaz; reformizm, ulusal baskının tüm biçimlerini yoketmez. "Özerk" bir ulus, "egemen" bir ulusla, haklar bakımından eşit durumda değildir; Polonyalı yoldaşlar (eski "ekonomistler" gibi) siyasal kavramların ve kategorilerin tahlilini yapmamakta direnmeselerdi, bunun farkına varmazlık etmezlerdi.
Özerk Norveç, 1905'e kadar, İsveç'in bir parçası olarak, çok geniş bir özerkliğe sahipti, ama haklar bakımından İsveç'le eşit durumda değildi. Norveç ancak kendi özgürce ayrılmasıyla haklar bakımından eşit durumda olduğunu pratikte göstermiştir (arada şunu söyleyelim ki, asıl bu özgürce ayrılış, eşit haklara dayanan daha sıkı ve daha demokratik bir yakınlaşma zemini yaratmıştır). Norveç yalnızca özerk iken, İsveç aristokrasisinin fazladan bir ayrıcalığı vardı, ve bu ayrıcalık, ayrılma sonucu "azaltılmakla" kalmadı (reformizmin özü, kötülükleri azaltmaktır, onları yoketmek değil), tamamen yokedildi (devrimci nitelikte bir programın başlıca belirtisi budur). Reform olarak özerklik ile devrimci bir önlem olarak ayrılma özgürlüğü arasında ilke farkı vardır. Bu, tartışma götürmez. Ama herkesin bildiği gibi, reform, pratikte, devrim doğrultusunda bir adımdır. Bir devletin sınırları içinde zorla tutulan bir ulusun, kesin olarak uluslaşma sürecini tamamlamasına, kuvvetlerini toplayıp onları tanımayı ve örgütlendirmeyi ögrenmesine, ve Norveçlilerin yaptığı gibi, en uygun zamanı seçerek, "biz falan ulusun ya da falan bölgenin özerk meclisi olarak, bütün Rusya çarının bundan böyle Polonya kralı vb. olmadığını" ilân etmesine olanak sağlayan, özerkliğin kendisidir. Buna genellikle "itiraz" edilir, (sayfa 185) ve bu gibi sorunların bildirilerle değil savaşlarla çözüme bağlandığı söylenir. Doğrudur: çoğu durumda savaşla çözüme bağlanır (nasıl ki, büyük devletlerin hükümet biçimi ile ilgili sorunlar da çoğu durumda savaşlar ya da devrimlerle çözüme bağlanırsa). Ama, devrimci bir partinin siyasal programına bu tür bir "itirazın" mantıksal olup olmadığı sorulabilir. Biz, adalet için, proletaryanin iyiliği için, demokrasi ve sosyalizm için girişilen savaşlara ve devrimlere karşı mıyız?
"Ama biz, belki de 10 ya da 20 milyonluk bir küçük ulusun özgürlüğe kavuşacağı umuduyla, iki büyük ulus arasında bir savaştan yana, 20 milyon insanıp öldürülmesinden yana olamayız"! Hayır, elbette ki olamayız. Ama, bu, programımızdan ulusların tam eşitliğini sildiğimiz için değil, bir tek ülkede demokrasinin çıkarlarının, birçok ülkede ve bütün ülkelerde demokrasınin çıkarlarına bağımlı kılınması gerektiği için böyledir. Diyelim ki, iki büyük krallığın arasında küçük bir krallık vardır ve bunun küçük kralı komşu iki ülkenin krallarına akrabalık ya da başka bağlarla "bağlıdır" ve gene diyelim ki, küçük ülkede cumhuriyetin ilanı ve kralın sınırdışı edilmesi, pratikte, herbiri şu ya da bu kralı küçük ülkeye zorla kabul ettirmek isteyen iki büyük komşu ülke arasında savaşın başlaması anlamına gelecektir. Kuşkusuz, böyle bir durumda uluslararası sosyal-demokrasi ve küçük ülke sosyal-demokrasisinin gerçekten enternasyonalist olan kolu, krallığın yerine cumhuriyetin getirilmesine karşı çıkacaktır. Krallığın yerine cumhuriyetin getirilmesi istemi mutlak bir şey değildir, genel olarak demokrasinin (ve elbette ki daha çok sosyalist proletaryanın) çıkarlarına bağımlı olan, demokratik bir istemdir. Böyle bir durumla karşılaşılsaydı, bunun, hangi ülkeden olursa olsun sosyal-demokratlar arasında en ufak bir görüş ayrılığına neden olmayacağı kesindir. Ama eğer, bir sosyal-demokrat, bu örneğe dayanarak, uluslararası sosyal-demokrasinin programından cumhuriyet (sayfa 186) sloganının silinmesini önerirse, onu herkes deli sayar. Ona söylenecek şey şudur: özel İle genel arasındaki mantıksal ayrımı gene de unutmamak gerekir.
Bu örnek, bizi, biraz dolambaçlı yoldan da olsa, işçi sınıfının enternasyonalist eğitimi sorununa getiriyor. Sol zimmervaldcılar arasında gereği ve birinci derece önemi hiçbir görüş ayrılığına neden olamayacak plan bu eğitim, ezen büyük uluslarda ve ezilen küçük uluslarda, ilhak eden uluslarda ve ilhak olunanlarda somut olarak birbirinin aynı olabilirmi?
Hayır, olamaz. Bir tek hedefe doğru yürüyüş: haklarda tam eşitlik, bütün ulusların en sıkı biçimde birbirine yaklaşmasının ve sonra da birbiriyle kaynaşmasının ayrı ayrı somut yollardan geçilmesini gerektirdiği açıktır, nasıl ki, örneğin, bir sayfanın merkezindeki noktaya giden yol, sayfanın bir kenarından hareket edildiğinde sola, öteki kenarından hareket edildiğinde sağa gidilmesini gerektirirse. Eğer ulusların genel olarak birbiriyle kaynaşmasını savunan, ilhak eden ye ezen bir büyük ulusun sosyal-demokratı, "kendi" Nikola II'sinin "kendi" Wilhelm'inin "kendi" George'unun, "kendi" Poincaré'sinin ve benzerlerinin de (ilhaklar yoluyla) küçük uluslarla kaynaşmadan yana olduğunu unutursa -Nikola II, Galiçya ile "kaynaşmadan" yanadır, Wilhelm II, Belçika ile "kaynaşmadan" yanadır vb.-, böyle bir sosyal-demokrat, teoride gülünç bir doktriner ve pratikte de emperyalizmin yardımcısı durumuna düşer.
Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa, ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının binde-bir olması durumunda bile, bu istem, mutlak bir istemdir.
İşçilerde ulusal ayrılıklar karşısında "ilgisizliği" geliştirmek görevimizdir. Bu, tartışma götürmez. Ama bu, ilhakçıların savunduğu "ilgisizlik" değildir. Ezen bir ulusun bireyi, küçük ulusların, eğilimlerine göre, kendi devletinin mi yoksa komşu devletin mi bir parçasını oluşturduğu ya da bağımsız olup olmadığı sorunu karşısında "ilgisiz" kalabilmelidir: eğer, o, "ilgisiz" kalamıyorsa, sosyal-demokrat değildir. Enternasyonalist bir sosyal-demokrat olabilmek için, yalnızca kendi ulusunu düşünmemeli, bütün ulusların çıkarlarını, onların özgürlüğünü ve eşitliğini, kendi ulusunun üzerinde tutabilmelidir. "Teoride" bu noktada herkes görüş birliği halinde; ama uygulamada, ilhakçılara özgü ilgisizlik gösteriliyor. Kötülüğün kökeni buradadır.
Bunun karşıtı olarak, küçük bir ulusun sosyal-demokratı, ajitasyonunun ağırlık merkezini bizim genel formülümüzün son sözcüğü üzerine getirmelidir: ulusların "serbestçe kabullendiği birlik". O, enternasyonalist olarak görevlerine sırt çevirmeden hem kendi ulusunun siyasal bağımsızlığından yana olabilir, hem de ulusunun bir komşu devlet (x, y, z, vb.) ile birleşmesinden yana olabilir. Ama o, her durumda küçük ulus darkafalılığına karşı, kendi içine kapanmaya karşı savaşım vermeli, bütünü ve geneli gözönünde tutmalı, özeli genel çıkara bağımlı kılmalıdır.
Sorunu derinliğine incelememiş olanlar, ezen ulusların sosyal-demokratları "ayrılma özgürlüğü" üzerinde ısrar ederlerken, ezilen ulusun sosyal-demokratlarının "birleşme özgürlüğü" üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu düşünürler. Ama biraz düşününce, enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket ederek, ulusların birbiriyle kaynaşmasına varabilmek için başka yolun olmadığı, olamayacağı anlaşılır.