NARODNİZMİN SOSYOLOJİSİNİN ELEŞTİRİSİ
Lenin
Yazar Narodnizmin “özü”nü, onun “temel fıkri”ni, “Rusya’nın iktisadi gelişiminin orijinalliği teorisi”nde görüyor. Kendi sözlerine göre bu teori “iki ana kaynağa” sahiptir: “1) Tarihsel süreçte kişiliğin rolüne dair belli bir öğreti ve 2) Rus halkının özel ulusal karakteri ve ruhuna ve onun özel tarihi kaderine doğrudan inanç” (s. 2). Bu noktaya ilişkin notta yazar, “Narodnizm için gayet kesin sosyal ideallerin karakteristik olduğu”nu* belirtiyor ve Narodniklerin iktisadi dünya görüşünü daha aşağıda sergileyeceğini söylüyor.
* Burada bu çalışmanın sadece II. Bölümü basılmıştır. III. Bölüm’ün bir kısmı eldeki baskının I. Cildinde mevcuttur. [Seçme Eserler C. I, s. 443453 -Inter Yayınları] Çalışmanın tamamı Bütün Eserler (Rusça) I. Ciltte basılmıştır. -Alm. Red.
Bana öyle geliyor ki, Narodnizmin özünün böyle bir karakterizas yonunun belli bir düzeltmeye ihtiyacı var. Bu karakterizasyon, Narodnizmin ne “özü”ne ne de “kaynağı”na değil, egemen teorik düşüncelerine işaret ettiği için fazlasıyla soyut, idealisttir. Sözü edilen ideallerin, gelişimin orijinalliğine inançla, kişiliğin rolüne dair özel öğretiyle neden birleştiği ve bu teorilerin neden toplumsal düşüncemizin “en etkin” akımı haline geldiği tamamen karanlıkta kalıyor. Ayrıca yazar, “Narodnizmin sosyolojik düşünceleri”nden (birinci bölümün başlığı) söz ederken, kendini salt sosyolojik sorunlarla (sosyolojide yöntem) sınırlayamayıp, bilakis Narodniklerin Rus iktisadi gerçekliğine ilişkin görüşlerine de değindiğine göre, bu görüşlerin özünü göstermekle yükümlüydü. Oysa adı geçen notta bu ancak yarı yarıya yapılmıştır. Narodnizmin özü, üreticilerin çıkarlarının küçük üreticilerin, küçük burjuvaların bakış açısıyla savunulmasından ibarettir. Bay Non’un kitabı hakkında Almanca makalesinde (“SosyoPolitik Merkezi Gazete”, 1893, Defter 1) Bay Struve Narodnizmi “ulusal sosyalizm” olarak adlandırıyordu (“Ruskoye Bogatstvo”, 1893, Defter 2, s. 185). Kastedilen eski Rus Narodnizmiyse, “ulusal” yerine “köylü”, yenisiyse “küçük burjuva sosyalizmi” demek gerekirdi. Narodnizmin “kaynağı”, reformdan sonra kapitalist Rusya’da küçük üreticiler sınıfının ağır bas masıdır.
Bu karakteristiği açıklamak gerekir. “Küçükburjuva” ifadesini alışılmış anlamda değil, sözcüğün politikekonomik anlamında kullanıyorum. Meta ekonomisi sistemi altında iktisat yapan, küçük üretici
- işte “küçükburjuva” veya aynı şey olan darkafalı kavramını oluşturan iki özellik budur. Buna göre Narodniklerin aralarında hiçbir fark gözetmediği gerek köylüler gerekse de ev sanayicileri buraya dahildir, aralarında fark gözetilmemesi çok doğru, çünkü her ikisi de pazar için çalışan üreticilerdir ve birbirinden sadece meta ekonomisinin gelişim derecesiyle ayrılırlar. Ayrıca bir eski* ve bir de modern Narodnizm ayrımı yapıyorum, çünkü ilki, kapitalizmin Rusya’da henüz çok zayıf geliştiği, köylü ekonomisinin küçükburjuva karakterinin henüz açığa çıkmadığı, öğretinin pratik yanının katıksız bir ütopya olduğu ve Narodniklerin kendilerini liberal “topluluk”tan kesin bir şekilde ayırıp “halka gittikleri” bir dönemde ortaya çıkan bir dereceye kadar uyumlu bir öğretiydi. Şimdi durum farklı: Rusya’mn kapitalist gelişme yolu artık kimse tarafından yadsınmıyor, köyün ayrışması tartışma götürmez bir olgu. “Köy topluluğu”na çocuksu inancıyla Narodnizmin uyumlu öğretisinden geriye sadece bir paçavra kaldı. Pratik bakımdan ütopyanın yerine hiç ütopik olmayan küçükburjuva “ilerlemeler” programı geçti ve bu sefil uzlaşmalarla, anavatan için daha iyi ve köklü gelişme yolu düşünün tarihsel bağıntısını anımsatan şey sadece bol laftır. Kendini liberal toplumdan ayırmak yerine, ona en dokunaklı yakınlaşmayı görüyoruz. Tam da bu değişim, köylülüğün ideolojisini küçükburju vazinin ideolojisinden ayırmayı zorunlu kılıyor.
* Bu “gayet kesin idealler” ifadesini elbette kelimesi kelimesine, yani Na rodnikler ne istediklerini “gayet kesin” biliyorlarmış anlamında anlamamak gerekir. Bu tamamen yanlış olurdu. “Gayet kesin idealler” den, bu ne kadar muğlak olursa olsun, doğrudan üreticilerin ideolojisinden başka birşey anlamamak gerekir.
Narodnizmin gerçek içeriğiyle ilgili bu düzeltme, anlatımın sözü edilen soyut tarzı Bay Struve’nin nazarında baş kusur olduğu ölçüde, daha da gerekli gibi görünüyordu. Bu birincisi. İkincisi ise, Bay Struve’nin bağlı olmadığı o öğretinin “bazı temel” tezleri, tam da toplumsal düşüncelerin sosyal ve iktisadi ilişkilere bağlanmasını gerektirir. Ve böyle bir bağlanma olmadan, Narodnizmin salt teorik düşüncelerini, örneğin sosyolojide yöntem sorununu bile anlamanın mümkün olmadığını göstermeye çalışacağız.
* Eski Narodniklerden, örneğin “Otyeçestvenniye SapiskV’yi yönetenleri değil, aksine tam da “halka gidenleri” anlıyorum. (Bkz. Bütün Eserler, Cilt I, s. 218234, Rusça. -Alm. Red.)
Bay Struve, Narodnizmin sosyolojide özel yöntem öğretisinin en iyi şekilde Bay Mirtov ve Bay Mihailovski tarafından ortaya konmuş olduğunu belirttikten sonra, bu öğretiyi “sübjektif idealizm” olarak ka rakterize ediyor ve bunu kanıtlamak için adı geçen kişilerin yazılarından, üzerinde durmaya değer bir dizi alıntı yapıyor.
Her iki yazarın ana önermesi, tarihin “tek başına savaşan kişilikler” tarafından yapılmış olduğudur, “Tarihi kişilikler yapar” (Mirtov).
Bay Mihailovski’de daha da açık:
“Tüm çabaları ve tüm duygularıyla birlikte yaşayan kişilik tehlikeyi üstlenerek tarihin eylemcisi olur. Tarihte hedefleri koyan ve olayları, doğanın elemanter güçleri ile tarihsel koşullar tarafından önüne konan bir dizi engellerin arasından bu hedeflere doğru yönlendiren herhangi bir mistik güç değil, odur.” (s. 8.) Tarihin kişiler tarafından yapıldığı önermesi teorik olarak tamamen içerikten yoksundur. Tüm tarih kişilerin eylemlerinden ibarettir ve toplumbilimin görevi, bu eylemleri açıklamaktan ibarettir, böylece “olayların gidişatına müdahale hakkı”na (Bay Struve’nin s. 8′de alıntıladığı Bay Mihailovski’nin sözleri) işaret edilmesi, bir totolojiyle aynı kapıya çıkar. Bay Mihailovski’nin son tiradında bu özellikle açık görülüyor. Yaşayan kişi, diyor o, tarihsel koşulların elemanter güçleri tarafmdan konan bir dizi engelin arasından olayları yönlendirir. Peki bu “tarihsel koşullar” neden ibarettir? Yazarın mantığına göre, yine başka “yaşayan kişiler”in eylemlerinden. Ne derin bir tarih felsefesi, değil mi: yaşayan kişi olayları, başka yaşayan kişiler tarafından konan bir dizi engelin arasından yönlendirir! Peki, neden bazı kişilerin eylemleri elemanter olarak tanımlanırken, diğerlerinin “olayları” önceden konmuş hedeflere doğru “yönlendirdikleri” söyleniyor? Burada herhangi bir teorik içerik aramanın umutsuz bir girişim olacağı açıktır. Sözko nusu olan sadece, sübjektivistlerimize “teori”leri için materyal sunan o tarihsel koşulların (bugün de olduğu gibi) antagonist ilişkileri temsil etmesi ve üreticilerin mülksüzleştirilmelerine yol açmasıdır. Bu antagonist ilişkileri kavramaktan aciz, bizzat bunlarda, “tek başına duran” kişilerin katılabileceği toplumsal unsurları bulmaktan aciz sübjektivist ler, “tek başına duran” kişileri, tarihin “yaşayarrtri siler” tarafından yapılmış olduğuyla avutan teoriler üretmekle yetindiler. Ünlü “sosyolojide sübjektif yöntem”, sofuca istek ve kötü kavrayış dışında hiçbir şey ifade etmiyor. Yazar tarafından alıntılanan Bay Mihailovski’nin değerlendirmesinin devamı bunu açıkça onaylıyor.
Avrupai yaşam, diyor Bay Mihailovski,
“tıpkı doğada ırmağın akması veya ağacın büyümesi gibi anlamsız ve gayriahlaki biçimde oluşmuştur. Irmak en az direnç yönünde akar, isterse elmas madeni olsun önüne katıp götürebileceği her şeyi götürür ve isterse gübre yığını olsun, önüne katıp götüremeyeceği şeyin yanından dolaşır. Bentler, barajlar, besleme ve sevk kanalları, insan aklının ve insan duygusunun inisiyatifiyle yapılır. Bu akıl ve bu duygu, Avrupa’daki modern ekonomik düzenin oluşumunda yoktur (? P. S.) denebilir. Bunlar rüşeym halinde bulunuyordu ve olayların doğal, elemanter gidişatına etkileri çok azdı.” (s. 9.)
Bay Struve bir soru işareti koymuş; biz neden bütün sözcüklere değil de sadece bir sözcüğe bunu koyduğunu anlamıyoruz: tüm bu ti rad öylesine içeriksizdir! Kapitalizmin oluşumunda akıl ve duygunun bulunmadığını söylemek ne biçim bir saçmalık? Eğer kapitalizm, insanlar arasındaki belirli ilişkilerden değilse neden ibarettir; akıl ve duygudan yoksun insan ise henüz görmedik. Ve o zamanki “yaşayan kişiler’ln akıl ve duygusunun “olayların gidişatı” üzerindeki etkisinin çok az olduğunu iddia etmek nasıl bir yanıltmacadır? Tam tersine. İnsanlar o zaman aklıselim ve iyi bir bellekle, direnen köylüleri kapitalist sömürünün yatağına iten son derece süslü bentler ve barajlar yaptılar; tek başına iktisadi yasaların etkisiyle yetinmeyen kapitalist birikim ve kapitalist mülksüzleştirmenin içine aktığı kanallar, politik ve mali önlemlerin olağanüstü akıllıca kurulmuş besleme kanallarını yarattılar. Tek kelimeyle, Bay Mihailovski’nin bütün bu açıklamaları öylesine korkunç yanlış ki, salt teorik hatalarla açıklanamaz. Bunlar tamamen, bu yazarın küçükburjuva bakış açısıyla açıklanır. Kapitalizm eğilimlerini artık tamamen net biçimde ortaya koydu, kendine özgü antagonizmayı tüm boyutuyla geliştirdi, çıkar çelişkisi artık kesin biçimler almaya başlıyor ve Rus yasamasında bile yansımasını buluyor; küçük üretici ise bu mücadelenin dışında duruyor. Cüce ekonomisiyle o hâlâ eski burjuva topluma zincirlenmiştir ve bu yüzden, kapitalist düzen tarafından ezildiği için, ezilişinin gerçek nedenlerini kavrayacak durumda değildir. Böylece, tüm kötülüğün, insan aklının ve duygusunun hâlâ “rüşeym halinde” bulunmasından kaynaklandığı kuruntusuyla kendini avutmaya devam eder.
“Elbette -diye sürdürüyor bu küçükburjuvaların ideologu- insanlar her zaman olayların gidişatını şu ya da bu şekilde etkilemeye çalışmışlardır.”
“Olayların gidişatı” zaten insanların eylemlerinden ve “etkile ri”nden ibarettir, başka bir şey değil, dolayısıyla bu yine boş bir laftır.
“Fakat bunu yaparken kendilerine çok kıt bir deneyimin işaretlerini ve en kaba çıkarları rehber edindiler ve bu işaretlerin onları ancak çok ender olarak tesadüfen, modern bilimin ve modern ahlaki düşüncelerin işaret ettiği yola getirebilmiş olması anlaşılır bir şeydir.” (s. 9.)
“İdealleri”ni herhangi bir günlük çıkarla bağıntılandırmaktan aciz olduğu için “çıkarların kabalığı”nı mahkûm eden bir küçükburjuva ahlakı; gerek modern bilimde gerekse de modern ahlaki düşüncelerde etkisi koyuca görülen artık tamamlanmış bölünmeye gözlerin küçük burjuvaca kapatılması.
Bay Mihailovski’nin değerlendirmelerinin bütün bu özelliklerinin, Rusya’ya geçtiğinde de değişmeden kalması anlaşılır bir şeydir. O, Bay Yakovlev diye birinin, Rusya’nın bir tabula rasa [boş/beyaz sayfa -ÇN] olduğu, baştan başlayabileceği, diğer ülkelerin hatalarından kaçınabileceği vs. vs. gibi garip saçmalıklarını “yürekten selamlıyor”. Ve bütün bunlar, bu tabula rasa’da, büyük toprak mülkiyeti ve dev politik ayrıcalıklanyla “eski aristokrat” düzenin temsilcilerinin hâlâ çok sağlam tutunduğu ve her türden “ilerlemeleri”yle kapitalizmin onun üstünde hızla geliştiğinin tam bilincinde olarak ifade ediliyor. Küçük burjuva bu olgular önünde korkakça gözlerini yumuyor ve “bilimin artık belli doğrulara ve belli bir otoriteye sahip olduğu bugün yaşamaya başlıyoruz” türünden hoş rüyalar diyarına kaçıyor.
Böylece, daha Bay Mihailovski’nin Struve’de alıntılanan bu değerlendirmelerinden. Narodnizmin sosyolojik düşüncelerinin sınıfsal kökeni ortaya çıkıyor.
Bay Struve’nin Bay Mihailovski’ye karşı bir ifadesine itiraz etmeden geçemeyiz.
“Onun görüşüne göre -diyor yazar- bir yandan çıkış noktası olarak, öte yandan kişinin ve toplumsal grupların amaca uygun faaliyeti için yükümlendirici sınırlar olarak hizmet etmek zorunda olan, üstesinden gelinemez hiçbir tarihsel eğilim yoktur.” (s. 11.)
Bu bir Marksistin (materyalistin) değil, bir objektivistin dilidir. Bu kavramlar (görüş sistemleri) arasında, üstünde durulması gereken bir fark vardır, çünkü bu farkın tam olarak açıklığa kavuşturulmaması, Bay Struve’nin kitabının başlıca eksikliklerinden biridir ve değerlendirmelerinin çoğunda görülür.
Objektivist, verili tarihsel sürecin zorunluluğundan söz eder; materyalist, verili iktisadi toplumsal formasyonu ve onun tarafından üretilen antagonist ilişkileri tam olarak saptar. Verili bir dizi olgunun zorunluluğunu kanıtlayan objektivist daima, bu olguların savuncarı bakış açısına düşme tehlikesi içindedir; materyalist, sınıf karşıtlıklarını açığa çıkarır ve böylece bakış açışım belirler. Objektivist “üstesinden gelinemeyecek tarihi eğilimler”den söz eder; materyalist, verili iktisadi düzeni “yöneten” sınıftan söz eder – bu sınıf diğer sınıfların karşı etkinliğinin şu ya da bu biçimlerini üretir. Bu şekilde materyalist bir yandan objektivistten daha tutarlıdır ve objektivizmini daha derin ve daha tam hayata geçirir. Sürecin zorunluluğuna işaret etmekle kalmaz, bilakis özellikle hangi iktisadi toplumsal formasyonun bu sürece içeriğini verdiğini, özellikle hangi sınıfın bu zorunluluğu belirlediğini açıklığa kavuşturur. Örneğin verili durumda materyalist, “üstesinden gelinemez eğilimler”i saptamakla yetinmez, bilakis verili durumların içeriğini belirleyen ve bizzat üreticilerin eyleminden başka bir çıkış yolu olasılığını dışlayan belirli sınıfların varlığına dikkat çekerdi. Öte yandan materyalizm deyim yerindeyse tarafgirliği* içinde barındırır, çünkü bir olayın her değerlendirmesinde doğrudan ve açıkça belirli bir toplumsal grubun bakış açısını savunmakla yükümlendirir.**
Yazar Bay Mihailovski’den, aslında bağımsız ve ilginç hiçbir şey temsil etmeyen Bay Yujakov’a geçiyor. Bay Struve onun sosyolojik değerlendirmeleri hakkında haklı olarak, onların “her türlü içerikten yoksun” “tantanalı sözler” olduğu yolunda görüş belirtiyor. Bay Yuja kov’la Bay Mihailovski arasında (genelde Narodnizm için) son derece karakteristik farkın üzerinde durmaya değer. Bay Struve, “her türlü milliyetçilik” Bay Mihailovski’ye “daima tamamen yabancı” iken ve onun için, kendi sözlerine göre, “halk gerçeği sorunu sadece Rus halkını değil, aksine tüm uygar dünyanın tüm emekçi halkını kapsarken”, Bay Yujakov’u “milliyetçi” olarak adlandırarak bu farkı belirtiyor. Bana öyle geliyor ki, bu farkın ardında, Bay Yujakov’un istemeden isabetli ifadesine göre, “toplumdan farklılaşmaya” başladığı ölçüde ilerici bir unsur ve küçük girişimci olarak konumunu korumak için mücadele ettiği ve iktisadi gelişmeyi durdurmaya çalıştığı ölçüde gerici bir unsur olan küçük üreticinin çelişkili konumunun yansıması görünüyor. Zaten Rus Narodnizmi de bu yüzden öğretisinin ilerici, demokratik hatlarını, “Moskovskiye Vyedomosü”nin*** sempatisini çeken gerici hatlarla birleştirebiliyor. Bu gerici hatları, Bay Yujakov’un, Bay Struve’nin alıntılamış olduğu aşağıdaki tiradında yaptığından daha canlı bir şekilde vurgulayabilmek herhalde zordur:
“Sadece köylülük daima ve her yerde saf emek düşüncesinin taşıyıcısı olmuştur. Aynı düşünce, dördüncü zümre denen kent proletaryası tarafından modern tarih arenasına taşınmış gibi görünüyor, ancak onun özünün uğradığı değişiklikler o kadar önemli ki, köylü onda varlığının alışılmış temelini tanıyamaz. Çalışma hakkı, ama kutsal çalışma yükümlülüğü değil, ekmeğini alın teriyle kazanma görevi değil” (demek ki “saf emek düşüncesi”nin ardında bu gizleniyordu! Köylünün ekmeğini kazanıp… vergi yükümlülüklerini yerine getirme “yü kümlülüğü”ne dair saf serflik düşüncesi? Onun bunalttığı ve ezdiği iş hayvanına bu “kutsal” yükümlülükten söz ediliyor!!*); ayrıca emeğin ayrılması ve ücretlendirilmesi, sanki bizzat emek kendi meyveleriyle bu ücretlendirmeyi sağlamıyormuş gibi, emeğe adil ücret ödenmesi için tüm bu ajitasyon” (“Bu nedir?” diye soruyor Bay Struve, “sancta simplicitas** mı, yoksa başka bir şey mi?” Daha kötüsü: bu, başkaları için neredeyse bedava çalışmaya alışmış toprağa bağlı tarım işçisinin uysallığının ilahlaştmlmasıdır); “emeğin yaşamdan ayrılması ve fabrikada geçirilen şu kadar zamanla temsil edilen ve işçinin günlük çıkarlarıyla başka hiçbir (?! P. S.) ilişkiye, hiçbir bağlantıya sahip olmayan herhangi bir soyut (?! P. S.) kategoriye dönüştürülmesi” (modern kapitalist örgütlenme altında bazen çok ıstırap çeken, ancak dünyada her şeyden çok bu örgüte karşı onunla her türlü bağlantıdan kesin olarak “ayrılmış olan” unsurların ciddi bir hareketinden korkan küçük üreticinin katıksız kuçükburjuva korkaklığı); “son olarak yerleşikliğin, emeğin yarattığı ev ocağının yokluğu, çalışma alanının değişkenliği – bütün bunlar köylü emeği düşüncesine tamamen yabancıdır. Emekle elde edilen, babalardan ve atalardan miras kalmış ocak, çıkarları tüm yaşamına nüfuz eden ve ahlakını şekillendiren çalışma, birçok kuşağın teriyle sulanmış toprağa duyulan sevgi – köylü varlığının kopmaz ayırt edici özelliğini oluşturan tüm bu şeyler, işçi proletaryaya tamamen ya bancıdn ve bu yüzden proletaryanın yaşamı, emekçi bir yaşam olmasına rağmen, burjuva (bireyci ve kazanılmış hak prensibine dayanan) ahlak üzerinde, en iyi halde soyutfelsefi bir ahlak üzerinde yükselirken, köylü ahlakının temelinde emek, onun mantığı ve gereklilikleri yatar.” (s. 18.)
Felsefede tarafgirlik üzerine bkz. elinizdeki cilt, s. 305311. -Red.) Bay Struve’nin materyalizmi tam olarak uygulamadığının ve sınıf mücadelesi teorisine sonuna kadar dayanmadığının somut örnekleri aşağıda her somut durumda gösterilecektir. “Moskova ilan”, çiftlik beyleriyle papazların aşırı gerici organı. -Alm. Red.
* Demek ki yazar -bir küçükburjuvaya yakışır şekilde- Batı Avrupa emekçi halkının, çalışma hakkını talep ettiği o gelişme aşamasını çoktandır aştığını ve bugün “tembellik hakkını”, onu dumura uğratan’ve ezen aşırı işten dinlenme hakkını talep ettiğini bilmiyor.
** Safderunluk. -Red.
Burada artık küçük üreticinin gerici çizgileri katıksız biçimde öne çıkıyor: onu kendisine ebediyen bir iş hayvanı olma “kutsal görevi”nin verildiğine inanmaya zorlayan ezilmişliği; “babalardan ve atalardan miras kalan” itaatkârlığı; “adil ücretlendirme” ile ilgili her türlü düşünceden bile vazgeçecek ve her türlü “ajitasyon”a düşmanca karşı çıkacak kadar korktuğu ve onu düşük emek üretkenliği ve emekçinin bir yere bağımlılığı sonucu bir vahşi haline getiren ve tek başına ekonomik koşullar sayesinde zorunlu olarak onun ezilmişliğini ve itaafkâr lığmı üreten cüce bireysel ekonomiye bağlılığı. Bu gerici çizgilerin yok edilmesi mutlaka burjuvazimizin kazanım hanesine yazılmalıdır; onun ilerici faaliyeti tam da emekçilerin serflik koşullarıyla, sertlik gelenekleriyle tüm bağlarını koparmış olmasından ibarettir. Efendinin kendisine bağlı köylülerle, yerel büyük köylü ve madrabazın yerel köylüler ve ev sanayicileriyle, patriyarkal “gösterişsiz ve sakallı mil yoner’ln “oğullarıyla” kişisel ilişkileriyle gizlenmiş olan ve dolayısıyla ultra gerici düşünceler üreten sömürünün ortaçağ biçimlerinin yerine burjuvazi, “Avrupaiarsız girişimci” tarafından sömürüyü, gayri şahsi, çıplak, hiçbir şeyin gizlenmediği ve salt bundan dolayı saçma hayalleri ve düşleri yerle bir eden sömürüyü koymuştur ve koymaya devam etmektedir. Burjuvazi, bir parça toprağından başka bir şey bilmek istemeyen ve zaten bilemeyecek olan köylünün eski soyutlanmış yaşamını (“yerleşikliğini”) yok etmiş ve dolayısıyla emeği toplumsal laştırarak ve üretkenliğini olağanüstü yükselterek, üreticiyi zorla toplumsal yaşam arenasına itmeye yönelmiştir.
Bay Struve, Bay Yujakov’un bu değerlendirmesi vesilesiyle şöyle diyor: “Bay Yujakov böylece tam bir berraklıkla Narodnizmin Slavcı köklerini belgeliyor” (s. 18) ve Narodnizmin sosyolojik düşüncelerinin anlatımının sonuçlarını özetlediği daha altlarda, “Rusya’nın gelişiminin orijinalliği”ne inanmanın “Slavcılıkla Narodnizm arasındaki tarihi bağı” oluşturduğu ve Marksistlerin Narodniklerle kavgasının bu yüzden “Slavcılıkla Batıcılık arasındaki ayrılıkların doğal devamı” olduğunu (s. 29) ekliyor. Bu son iddianın, bana öyle geliyor ki, bir sınırlamaya ihtiyacı var. Narodniklerin, en yeni türden bayağı patriotizm suçu işledikleri inkâr edilemez (Bay Yujakov örneğin). Marx’ın sosyolojik yöntemini ve doğrudan üreticilerle ilgili sorulan ortaya koyusunu küçümsemenin, bu doğrudan üreticilerin çıkarlarmı temsil etmek isteyen Ruslarda, Batı “uygarlığı”na tamamen yabancılaşma anlamına geldiği de inkâr edilemez. Ancak Narodnizmin özü daha derinde yatmaktadır: orijinallik öğretisinde ve Slavcılıkta değil, bilakis Rus küçük üreticilerinin çıkar ve düşüncelerinin temsilinde yatmaktadır. Bu yüzden de Narodnikler arasında (ki bunlar Narodniklerin en iyileriydi), Bay Struve’nin de itiraf ettiği gibi, Slavcılıkla ortak hiçbir yanı olmayan ve hatta Rusya’nın Batı Avrupa’yla aynı yola adım attığını kabul eden yazarlar olmuştur. Slavcılık ve Batıcılık gibi kategorilerin yardımıyla Rus Narodnizminin sorunlarında doğru yolu bulmak asla mümkün değildir. Narodnizm, Slavcılıkla Batıcılığın oluştuğu dönemde henüz nerdeyse hiç ortada olmayan, Rus yaşamının bir olgusunu, emekle sermaye arasındaki çıkar karşıtlığını yansıtıyordu. Bu olguyu, küçük üreticinin yaşam koşullarının ve çıkarlarının prizmasından yansıtıyordu, bu nedenle, toplumsal çıkarların çelişkilerini değil, başka bir gelişim yoluna dair beyhude umutları ön plana çıkaran bir teori yaratarak çarpık, korkak bir biçimde yansıtıyordu, ve Narodnizmin bu hatasını düzeltmek ve hangi toplumsal grubun doğrudan üreticinin çıkarlarının gerçek temsilcisi olabileceğini göstermek görevimizdir.
* Şimdi Bay Struve’nin kitabının ikinci bölümüne geçelim. Yazarın anlatım planı şöyledir: önce materyalizmi toplumbilimin tek doğru yöntemi olarak görmeye zorlayan genel düşünceleri aktarır; sonra Mara’la Engels’in görüşlerini ortaya koyar ve sonunda elde edilen sonuçlan Rus yaşamının bazı görüngülerine uygular. Bu bölümün konusunun özel öneminden dolayı, içeriğini daha ayrıntılı ele almaya çalışıp, itiraza yol açan bütün noktaları belirteceğiz.
Yazar, tamamen haklı olarak, toplumsal süreci “önlerine hedefler koyan” ve “olayları harekete geçiren” “yaşayan kişilerin” eylemlerine bağlayan teorinin, bir yanlış anlamanın sonucu olduğunu belirterek başlıyor. Elbette hiç kimse asla “bir sosyal gruba, müstakil, onu oluşturan kişilerden bağımsız bir varlık” atfetmeyi (s. 31) aklından bile geçilmemiştir, fakat “somut birey olarak kişinin, tüm geçmiş ve tüm çağdaş kişilerin, yani sosyal bir grubun bileşkesi olması” sözkonusudur (s. 31).
Yazarın düşüncesini açıklayalım. Tarih, diyor Bay Mihailovski, “tüm düşünce ve duygularıyla yaşayan kişi” tarafından yapılır. Çok doğru. Fakat bu “düşünce ve duyguları” belirleyen nedir? Bunların, kişinin fikri yaşamının materyali, objesi olarak hizmet eden ve onun “düşünce ve duygulan”nda olumlu ya da olumsuz yandan, şu ya da bu toplumsal sınıfın çıkarlarının temsilinde yansıyan verili toplumsal çevreden kaynaklanmayıp, tesadüfen ortaya çıktıkları görüşü ciddiyetle savunulabilir mi? Ve ayrıca: gerçek kişilerin gerçek “düşünce ve duygularını” hangi özelliklere göre değerlendirebiliriz? Böyle ancak bir tek özellik olabileceği açıktır: bu kişilerin eylemleri. Ve sadece toplumsal “düşünce ve duygular”dan söz edildiği için, bir de şunu eklemek gerekir: kişilerin toplumsal eylemleri, yani sosyal olgular.
“Sosyal grubu kişiden ayırırsak -diye yazıyor Bay Struve-, sosyal gruptan, sosyal yaşam zemininde ortaya çıkan ve alışkanlıklarda ve hukukta, geleneklerde ve ahlakta, hakeza dinsel düşüncelerde nesnelle şen kişiler arasındaki çok yönlü karşılıklı ilişkilerin tümünü anlıyoruz.” (s. 32.)
Başka bir deyişle: insanların belirli toplumsal ilişkilerini inceleme konusu yapan materyalist sosyolog, böylece, bu ilişkilerin onların eylemlerinden bileştiği reel kişileri de incelemiş olur. Düşüncesine güya “yaşayan kişiler”le başlayan sübjektivist sosyolog, gerçekte, bu kişilere, rasyonel gördüğü “düşünce ve duyguları” yerleştirerek başlar (çünkü “kişiler”ini somut toplumsal durumdan soyutlayarak, onların gerçek düşünce ve duygularını inceleme olanağını kendi elinden almıştır), yani Bay Mihailovski’nin de itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, “ütopyayla başlar”*. Fakat ayrıca bu sosyologun bizzat rasyonel olanla ilgili kendi düşünceleri (kendisi için bilinçsizce) verili sosyal çevreyi yansıttığından, ona “modern bilimin ve modern ahlaki düşüncelerin” “en saf’ ürünü olarak görünen değerlendirmelerinden çıkan kesin vargılar, gerçekte sadece… küçükburjuvazinin bakış açısını ve çıkarlarını dile getirir.
Bu son nokta, yani kişiliğin rolüyle ilgili ya da sübjektif yöntemle ilgili özel sosyolojik teorinin, eleştirel materyalist araştırmanın yerine bir ütopyayı geçirmesi durumu, özellikle önemlidir. Ve Bay Struve bunu atladığı için, biraz üzerinde durmaya değer.
Örnekleme için, ev sanayicisinin Narodnikler tarafından mutat değerlendirmesini alalım. Narodnik, bu ev sanayicisinin sefil durumunu, üretiminin perişanlığını, ürünün aslan payını cebine atan ve üreticiye onaltıonsekiz saatlik işgünü karşılığında sadece birkaç kuruş bırakan madrabaz tarafından utanmazca sömürülüşünü anlatıp, şu sonucu çıkarır: üretimin sefil düzeyi ve ev sanayicisinin emeğinin sömürülmesi mevcut koşulların kötü yanlarıdır. Ancak ev sanayicisi ücretli işçi değildir; iyi yan budur. İyi yanı korumak, kötüsünü yok etmek ve bu amaçla bir ev sanayicileri arteli kurmak gerekir. Narodniklerin kendi içinde tamamlanmış düşünce silsilesi budur.
Marksist farklı şekilde yargılar. Sanayinin durumunu tanıması onda, bunun iyi mi kötü mü olduğu sorusunun dışında, bu sanayinin örgütlenmesinin nasıl olduğu, yani verili ürünün üretimi sırasında ev sanayicileri arasındaki ilişkilerin nasıl ve neden başka türlü değil de böyle oluştuğu sorusunu uyandırır. Ve bu örgütlenmenin meta üretimi olduğunu, yani birbirlerine pazar aracılığıyla bağlanmış yaltiık üreticilerin üretimi olduğunu görür. Bireysel üreticinin yabancı tüketim için ayrılmış olan ürünü, ancak para biçimini aldıktan sonra, yani önce gerek niteliği gerekse de niceliği itibariyle toplumsal denetime tabi tutulduktan sonra, tüketiciye kadar ulaşıp, üreticiye bir başka toplumsal ürünü elde etme hakkı verebilir. Bu denetim ise üreticiden habersiz, pazardaki dalgalanmalarla gerçekleşir. Üreticinin bilmediği ve ondan bağımsız olan pazarın bu dalgalanmaları zorunlu olarak üreticiler arasında eşitsizlik yaratmak ve bu eşitsizliği, bazılarını mahvederek ve diğerlerinin eline para = toplumsal emek ürünü vererek şiddetlendirmek zorundadır. Para sahibinin, madrabazın gücünün nedeni de buradan anlaşılır: bu güç, bugünden yarına ya da en fazla haftadan haftaya yaşayan ev sanayicileri arasında paraya, yani önceki toplumsal emeğin ürününe, yalnızca onun sahip olmasından, bu paranın onun elinde sermaye, diğer ev sanayicilerinin artı ürününü mal edinmenin aracı haline gelmesinden ibarettir. O nedenle, diye sonuç çıkarır Marksist, toplumsal ekonominin böyle bir örgütlenmesinde üreticinin mülksüz leştirilmesi ve sömürülmesi kesinlikle kaçınılmazdır ve mülksüzlerin mülk sahiplerine tabi olması ve bunların, sınıf mücadelesi bilimsel kavramına içeriğini veren çıkarlarının karşıtlığı kesinlikle zorunludur. Dolayısıyla üreticinin çıkarı bu birbirine karşıt unsurların uzlaşmasını değil, tersine karşıtlığın gelişmesini, bu karşıtlık bilgisinin [bilincinin -ÇN] gelişmesini gerektirir. Meta ekonomisinin gelişmesinin bizde Rusya’da da karşıtlığın böyle bir gelişimine yol açtığını görüyoruz: pazarın büyümesi ve üretimin genişlemesi ölçüsünde ticaret sermayesi sanayi sermayesine dönüşecektir. Dağınık küçük üretimi kesin olarak çökerten makineli sanayi (onun kökü madrabaz tarafından zaten sarsılmıştır) emeği toplumsallaştırır. Ev sanayiciliğinde ev sanayicisinin görünürdeki bağımsızlığı ve madrabazın gücünün görünürdeki rastlantj sallığıyla gizlenmiş olan vurgun sistemi artık açığa çıkmıştır ve hiçbir şey tarafından gizlenmemektedir. Ev sanayiciliğinde de ancak madrabazlara artı ürününü armağan ederek “yaşam”a katılan “emek”, şimdi kesin olarak “yaşam”dan “farklılaşrr”. Bu toplum, kendi temelinde yatan ilkeyi, yani üreticinin, ancak emeğinin artı ürününü alacak bir para sahibi bulduğunda geçimini sağlayabileceğini ifade ederek onu tamamen dışlar – ve böylece ev sanayicisinin (ve onun ideologu Narodni kin) kavrayamadığı şey, yani yukarıda sözü edilen karşıtlığın derin, sınıfsal karakteri, üretici tarafından kendiliğinden anlaşılır. İşte bu nedenle ev sanayicisinin çıkarları ancak bu ileri üretici tarafından temsil edilebilir.
* Eserler, Cilt III, s. 155: “Sosyoloji belli bir ütopyayla başlamalıdır.”
Şimdi de bu değerlendirmeleri sosyolojik yöntemleri itibariyle karşılaştıralım.
Narodnik, bir realist olduğuna bizi temin ediyor. “Tarih yaşayan kişilerce yapılır” ve ben diyor, mevcut düzeni reddeden ev sanayicisinin “duygularından ve daha iyi bir düzen kurma düşüncelerinden hareket ediyorum, oysa Marksist herhangi bir zorunluluktan ve kaçınılmazlıktan söz ediyor; o bir gizemci ve metafizikçidir.
Gerçekten de, diye yanıtlar bu gizemci, tarih “yaşayan kişilerce” yapılır; ve ben, ev sanayiciliğinde toplumsal ilişkilerin neden başka türlü değil de böyle oluştuğu sorununu araştırırken (siz bu soruyu sormadınız bile), tam da “yaşayan kişilef’in kendi tarihlerini nasıl yaptıkları ve yapmaya devam ettikleri sorununu araştırmış oldum. Ve elimde, “yaşayan”, gerçek kişilerle, gerçek düşünceler ve duygularla karşı karşıya olduğumun kriteri vardı: bu kriter “düşünce ve duyguların” onlarda çoktan eylemde ifadesini bulmuş ve belirli toplumsal ilişkiler yaratmış olmasıydı. Ne var ki ben hiçbir zaman “tarihin yaşayan kişilerce yapıldığın “dan söz etmiyorum (çünkü bu bana boş bir safsa taymış gibi geliyor), fakat gerçek toplumsal ilişkileri ve onların gerçek gelişmesini araştırırken tam da yaşayan kişilerin faaliyetinin ürününü inceliyorum. Siz ise “yaşayan kişiler” diye bir şeyden söz ediyor, fakat gerçekte hareket noktası olarak, yaşam koşullarının, mevcut üretim ilişkileri sisteminin yarattığı “düşünce” ve “duyguları”yla “yaşayan kişiler”i değil, bir taş bebeği alıp, onun beynini kendi “düşünce ve duygularınızda dolduruyorsunuz. Böyle bir uğraştan ancak masum düşlerin çıkacağı açıktır; yaşam sizin yanınızdan geçip giderken, siz de yaşamın dışında durursunuz.* Evet dahası var: Bu taş bebeğin beynini neyle doldurduğunuza ve hangi önlemleri propaganda ettiğinize bir bakın! Emekçilere “modern bilimin ve modern ahlaki düşüncelerin gösterdiği yol” olarak arteli öğütlerken, küçücük bir hususu gözönüne almadınız: Toplumsal ekonomimizin toplam örgütü. Bunun kapitalist bir ekonomi olduğunu kavramadığınız için, bu zemin üzerinde akla gelebilecek her türlü kooperatifin, ne para da dahil üretim araçlarının küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşmasını engelleyebilecek (bu yoğunlaşma inkâr edilemez bir gerçektir), ne de nüfusun muazzam kitlesinin tamamen sefalete sürüklenmesini bir parça olsun ortadan kaldırabilecek olan minik palyatif ilaçlar olarak; en iyi ihtimalle ancak bir avuç tek tek ev sanayicisini küçükburjuvazinin saflarına yükseltecek palyatif ilaçlar olarak kalacağını farketmediniz. Emekçilerin bir ideologundan küçükburjuvazinin ideologu haline geliyorsunuz.
* “Pratik onu (“yeni bir tarihsel yol olanağım”) acımasızca kırpar; denilebilir ki, o günbegün azalır”. (Bay Mihailovski’ nin Bay Struve tarafından alıntılanan sözleri, s. 16.) Azalan elbette hiçbir zaman olmamış olan “olanak” değil, hayallerdir. Ve bu hayallerin azalması iyidir.
Fakat Bay Struve’ye geri dönelim. Narodniklerin “kişi” üzerine değerlendirmelerinin içerikten yoksunluğuna işaret ettikten sonra o şöyle devam eder:
“Sosyolojinin gerçekten de daima, bireyliğin unsurlarını sosyal kaynaklara bağlama çabasında olduğunu, tarihsel evrimin şu ya da bu önemli anını açıklama yönündeki herhangi bir girişim gösterir. ‘Tarihi kişiler’den, ‘üstün insanlar’dan söz edilince, daima, onu belli bir dönemin ruhunun ‘taşıyıcısı’ olarak, zamanının temsilcisi olarak gösterme, onun eylemlerini, başarı ve başarısızlıklarını, olayların daha önceki tüm seyrinin zorunlu sonucu olarak gösterme çabası görülür.” (s. 32)
Sosyal olguları açıklama, yani bir toplumbilim yaratma yönündeki her çabanın bu genel eğilimi, “açık ifadesini, toplumsal evrimin temel süreci olarak sınıf mücadelesi öğretisinde buldu. Kişi bir kez hesaptan silinince, başka bir unsur bulunmak zorundaydı. Bu unsur sosyal gruptu.” (s. 33)
Bay Struve, sınıf mücadelesi teorisinin, sosyolojinin “bireyliğin unsurlarını sosyal kaynaklara” bağlama genel çabasını deyim yerindeyse taçlandırdığına işaret ederken tamamen haklıdır. Dahası: sınıf mücadelesi teorisi ilk kez bu çabayı öyle tam ve tutarlı kılmıştır ki, sosyolojiyi bir bilim mertebesine çıkarmıştır. Bu, “grup” kavramının materyalist tanımlanmasıyla başarılmıştır. Aslında bu kavram hâlâ fazlaca belirsiz ve keyfidir: “gruplar”ı ayırt eden kıstas dini, etnografik, politik, hukuki ve benzeri görüngülerde görülebilir. Bu alanlarda, ona bakarak şu ya da bu “grubun” ayırt edilebileceği emin bir belirti yoktur. Sınıf mücadelesi teorisi ise tam da, bireyseli sosyale bağlamanın yöntemlerini tam bir doğruluk ve kesinlikle saptadığı için toplumbilimin muazzam bir kazanımını oluşturur. Birincisi, bu teori iktisadi toplumsal formasyon kavramını geliştirmiştir. İnsanların her türlü birlikte yaşamı için belirleyici olgudan, geçim araçlarını sağlama tarzından hareket ederek, bunları, geçim araçlarını sağlamanın verili tarzının etkisi altında oluşan insan ilişkileri ile bağıntılandırmış ve bu ilişkiler (Marx’ın terminolojisine göre “üretim ilişkileri”) sistemi içinde, poli tikhukuki biçimlere ve toplumsal düşüncenin belli akımlarına bürünmüş olan toplumun temelini göstermiştir. Böyle her bir üretim ilişkileri sistemi, Marx’ın teorisine göre, oluşumunun, işleyişinin ve daha yüksek bir biçime geçişinin, başka bir sosyal organizmaya dönüşmesinin özel yasalarını içeren özel bir sosyal organizma oluşturur. Bu teori sayesinde toplumbilime, sübjektivistlerin sosyolojide uygulanma olanağını reddettikleri nesnel, genel bilimsel yinelenme kıstası uygulanmıştır. Sübjektivistler, büyük karmaşıklık ve çeşitlilikleri nedeniyle sosyal görüngülerin, önemlileri önemsizlerden ayırmadan inceleneme yeceğini, böyle bir aynm yapmak için ise “eleştirel düşünen” ve “ahlaken gelişkin” kişinin bakış açısının zorunlu olduğunu düşünüyorlardı ve böylece toplumbilimini küçükburjuva ahlakının bir dizi uyarısına dönüştürdüler. Bunun örneğini tarihin elverişsizliği ve “bilimin ışığının aydınlattığı yol üzerine felsefe yapan Bay Mihailovski’de görmüştük. Marx’ın teorisiyle işte bu değerlendirmelerin kökü koparılmıştır. Önemliyle önemsizi ayırmanın yerine, içerik olarak toplumun iktisadi yapısıyla, politik ve düşünsel biçim arasındaki aynm kondu: iktisadi yapı kavramının kendisi, özel, tarih tarafından belirlenmiş bir üretim ilişkileri sisteminin yasalarının sözkonusu olabileceği bir yerde doğa yasalarını gören eski iktisatçıların görüşleri çürütülerek tam olarak açıklandı.
Sübjektivistlerin genel “toplum” üzerine değerlendirmelerinin yerine, küçükburjuva ütopyaların ötesine geçmeyen bu içerikten yoksun (çünkü en çeşitli toplumsal düzenlerin özel türden sosyal organizmalarda genelleştirilmesi olanağı bile açıklığa kavuşturulmamıştı) değerlendirmelerin yerine, toplumun kuruluşunun belirli biçimlerinin araştırılması konmuştu. İkinci olarak, bu türden her bir iktisadi toplumsal formasyonun sınırları içinde “yaşayan kişiler”in eylemleri, -sonsuz çeşitli ve sistematize etmeye gelmez gibi görünen eylemleri- genelleştirilmiş ve üretim ilişkileri sistemi içinde oynadıkları rolle, üretim koşullarıyla ve dolayısıyla da yaşam konumunun koşullarıyla, bu konum tarafından belirlenen çıkarlarla birbirinden ayrılan grup ve kişilerin eylemlerine bağlanmıştır. Tek kelimeyle, kişilerin eylemleri, mücadeleleriyle toplumsal gelişmeyi belirleyen sınıfların eylemlerine bağlanmıştır. Böylece, tarihin yaşayan kişiler tarafından yapıldığı gibi hiçbir şey ifade etmeyen bir cümleyle yetinen ve bu kişilerin eylemlerinin hangi sosyal durum tarafından ve nasıl belirlendiğini araştırmak istemeyen sübjektivistlerin çocukçanaif ve tamamen mekanik tarih anlayışları çürütülmüş oldu. Sübjektivizmin yerine, sosyal sürecin bir doğa tarihi süreci olarak değerlendirilmesi kondu – o olmadan elbette toplumbilimin de olamayacağı bir düşünce. Bay Struve, çok doğru bir şekilde, “sosyolojide kişinin görmezden gelinmesi, ya da daha doğrusu, onun sosyolojiden uzaklaştırılması, aslında bilimsel bilgiye ulaşma uğraşının özel bir durumudur” (s. 33) der ve “bireylikler”in sadece düşünsel dünyada değil, fiziki dünyada da olduğunu söyler. Tüm mesele şu ki, “bireylikler”in belirli genel yasalara bağlanması fiziki dünya için çoktan tamamlanmışken, toplumsal alan için bu ancak Marx’m teorisiyle sarsılmaz biçimde saptanmıştır.
Rus sübjektivistlerinin sosyolojik teorisine karşı Bay Struve’nin bir başka itirazı -yukarıda aktarılan tüm argümanların dışında- şudur:
“sosyoloji asla, kişilik dediğimiz şeyi birincil olgu olarak kabul edemez, çünkü (ayrıca açıklama gerektirmeyen) kişilik kavramının kendisi ve ona tekabül eden olgu, uzun bir toplumsal sürecin sonucudur.” (s. 33.)
Bu, yazarın gerekçelendirmesi bazı yanlışlar içerdiği için üzerinde daha çok durulması gereken son derece doğru bir düşüncedir. Yazar, “Sosyal Farklılaşmaya Dair” adlı yapıtında güya bireyliğin gelişiminin, bu kişinin mensup olduğu grubun farklılaşmasına doğrudan bağımlı olduğunu kanıtlamış olan Simmel’in görüşlerini aktarıyor. Bay Struve, bu önermeyi, Bay Mihailovski’nin, toplumun farklılaşmasının (çeşitlilik) bireyliğin gelişmesine tersine bağımlılığı teorisinin karşısına koyar.
“Farklılaşmamış çevrede -diye karşı çıkar Bay Struve- birey ‘benzerliği ve gayrişahsiliği’ içinde… bir ‘uyumlu bütün’ olur. Gerçek kişi ‘genelde insan organizmasına Özgü bütün özelliklerin toplamı’ olama?,, çünkü içeriğin böylesine bol olması gerçek kişinin gücünü aşar”, (s. 38,39.) “Kişinin farklılaşabilmesi için farklılaşmış bir çevrede bulunması gerekir.” (s. 39)
Bu anlatımdan Simmel’in sorunu nasıl koyduğu ve gerekçelendir diği anlaşılmıyor. Fakat Bay Struve’nin aktarımında sorunun konulusu Bay Mihailovski’deki aynı kusurdan mustarip. Bireyliğin gelişiminin (ve selametinin) toplumun farklılaşmasıyla hangi bağımlılık içinde bulunduğu üzerine soyut değerlendirme tamamen gayribilimseldir, çünkü toplumsal örgütlenmenin her biçimi için geçerli bir karşılıklı ilişki saptanamaz. “Farklılaşma”, “çeşitlilik” gibi kavramlar uygulandıkları sosyal duruma göre çok çeşitli anlamlar içerirler. Bay Mihailovski’nin baş hatası, herhangi bir somut toplumsal formasyonun somut “ilerle me”sini araştırmak yerine, genel “ilerleme”yi kapsamaya çalışan değerlendirmelerinin soyut dogmatizmindedir. Bay Struve Bay Mihailovski’nin karşısına (yukarıda aktardığımız) kendi genel ilkelerini koyduğunda, Bay Mihailovski’nin yanlışını tekrarlamış olmaktadır, çünkü somut süreci açıklama ve aydınlatmaktan, muğlak ve ipe sapa gelmez dogmalar alanına geçmektedir. Bir örnek verelim: “Bireyin uyumlu bütünlüğü, içerik olarak, grubun gelişme, yani farklılaşma derecesiyle belirlenir” der Bay Struve ve bu cümlenin altını çizer. Oysa burada grubun “farklılaşması”ndan anlaşılan nedir? Sertliğin kaldırılması bu “farklılaşmayı” güçlendirmiş midir, zayıflatmış mıdır? Bay Mihailovs ki soruyu zayıflattığı anlamında yanıtlıyor (“İlerleme Nedir?”); Bay Struve ise muhtemelen güçlendirdiği anlamında yanıtlayacak, toplumsal işbölümünün güçlenmesine atıfta bulunacaktır. Biri zümresel farkların ortadan kalkmasını kastetmektedir, diğeri ise ekonomik farklılıkların ortaya çıkmasını. İfade, görüldüğü üzere, öylesine belirsizdir ki, birbirine karşıt şeylere uygulanabilir. Bir örnek daha: kapitalist mani faktürden makineli büyük sanayie geçişte “farklılaşma”da bir azalma görülebilir, çünkü uzmanlaşmış işçiler arasında detaylı işbölümü son bulur. Oysa bireyliğin gelişme koşullarının tam da bu durumda (işçiler için) önemli ölçüde daha elverişli olduğuna kuşku olamaz. Bundan çıkan sonuç şudur ki, bizzat sorunun ortaya konuşu yanlıştır. Bizzat yazar, kişiyle grup arasında bir uzlaşmaz çelişkinin de olduğunu kabul etmektedir (Mihailovski de bundan sözeder).
“Fakat yaşam -diye ekler- asla mutlak çelişkilerden oluşmaz: onda herşey akar ve her şey nispidir ve aynı zamanda onun tek tek bütün yanları sürekli bir karşılıklı etki içinde bulunur.” (s. 39)
Eğer bu böyleyse, o zaman grupla kişi arasındaki mutlak karşılıklı ilişkileri, belli bir toplumsal formasyonun gelişiminin gayet kesin bir anıyla ilgili olmayan mutlak karşılıklı ilişkileri öne çıkarmaya ne gerek vardı? Neden tüm argümanıasyon Rusya’nın somut gelişim sürecinin sorunlarıyla ilişkilendirilememiştir? Yazar, sorunu böyle ortaya koymaya çalışıyor ve eğer bunu doğru dürüst yerine getirebilmiş olsaydı, argümantasyonu çok şey kazanırdı.
“Sadece işbölümü -Bay Mihailovski’nin öğretisine göre insanlığın bu günahı- Bay Mihailovski’nin onun adına işbölümünün modern biçimlerine haklı olarak karşı çıktığı ‘kişiler’in gelişimi için koşulları yarattı.” (s. 38) Mükemmel bir ifade, ancak “işbölümü” yerine “kapitalizm”, evet hatta daha sınırlı olarak Rus kapitalizmi demek gerekiyordu. Kapita lizmin ilerici önemi, tam da, zihin darlığı yaratan ve üreticilere kaderini kendi eline alma olanağı tanımayan insanların eski dar yaşam koşullarını yıkmış olmasından ibarettir. Dünya çapında ticari ilişkilerin ve mübadelenin muazzam gelişimi, büyük nüfus kitlelerinin sürekli yer değiştirmesi, eski klan, aile, teritoryal topluluk bağlarını parçalamış ve Batı’nın modern tarihinde büyük bir rol oynayan gelişmenin çeşitliliğini, “yeteneklerin çeşitliliği”ni, “toplumsal ilişkilerin zenginliği”ni* yaratmıştır. Rusya’da bu süreç kendini tüm gücüyle reform sonrası dönemde göstermiştir, emeğin eski biçimlerinin muazzam bir hızla çöktüğü ve köylüleri ataerkil, henüz yarıserf aileden ve köyün aptallaştı ran koşullarından koparıp, artıdeğeri mal edinmenin hâlâ yarıserfçe biçimleri yerine saf kapitalist biçimleri geçiren işgücünün alınıp satılmasının birinci sırayı aldığı dönemde göstermiştir. Bu iktisadi süreç kendini sosyal alanda “kişilik duygusunun genel gelişimi”nde, çiftlik beyleri sınıfının Rasnoçinzi** tarafından “toplum”dan kovulmasında, ayrıca edebiyatın, kişiliğin ortaçağdan kalma saçma sınırlandırılmasına karşı sıcak mücadelesinde vs. gösteriyordu. Tam da reform sonrası Rusya’nın bu kişilik duygusu gelişimini, özdeğer duygusunu getirmiş olduğunu Narodnikler herhalde inkâr etmek istemezler. Fakat kendilerine hangi maddi koşulların buna yol açtığı sorusunu sormuyorlar. Serflik döneminde böyle bir şey elbette olamazdı – ve böylece Na rodnik, aynı burjuva tarihçileri gibi basiretsiz bir iyimserliğe düştüğünü farketmeden “kurtarıcı” reformu selamlar – o burjuva tarihçileri ki, Marx haklarında, onların köylü reformuna, “kurtuluş”un clair obs cur’u*** içinden baktıklarını, bu “kurtuluş”un sadece, bir biçimin yerini başka bir biçimin almasından, sadece, feodal artıürünün yerini burjuva artıdeğerin almasından ibaret olduğunu görmediklerini söylemiştir. Aynı şey bizde de olmuştur. Nüfusu belli bir yere zincirleyen ve tek tek irsi toprak beylerine bağlı küçük topluluklar halinde parçalayan “eski soylu” iktisadi sistem, aynı zamanda kişilik ezilmişliğini de yaratmıştır. Ve devamla: tam da kişiyi pazarla bağımsız ilişkiler içine getirerek ve meta sahibi yaparak (ve böylece onu tüm diğer meta sahipleriyle eşit kılarak) serfliğin bütün bağlarından kurtaran kapitalizm kişilik duygusunun gelişimini de yaratmıştır. Rus kapitalizminin ilerici rolünden söz edildiğinde Narodnik baylann sahte bir korkuya kapılma lannın nedeni sadece, reform sonrası Rusya’yı karakterize eden “ilerlemenin nimetleri”nin maddi koşullan sorunu üzerine düşünmemiş ol malandrr. Bay Mihailovski “sosyolojisi”ne, Rusya’nın doğru yoldan tesadüfi ve geçici bir sapması olarak Rus kapitalizmini protesto eden “kişilik’le başlarken bununla kendisim vurmaktadır, çünkü kişiliğin bu protestosunu mümkün kılan koşulları yaratanın kapitalizm olduğunu kavramamaktadır. – Bu örnekte bir kez daha Bay Struve’nin argü mantasyonunun nasıl bir değişikliğe ihtiyaç duyduğu görülüyor. Sorunu tamamen Rus gerçekliğinin zeminine, durumun ne olduğunu, ve neden başka türlü değil de böyle olduğunu açıklama zeminine bağlamak gerekirdi: Narodnikler tüm toplumbilimlerini, gerçeği tahlil etmek yerine, “ne olabileceği” üzerine mırın kınn etme üzerine inşa etmemişlerdir boşuna; gerçekliğin hayallerini acımasızca yıktığını görmezden gelemezlerdi.
“Kişilik” teorisini inceleyişini yazar şu formülasyonla bitiriyor:
“Kişilik sosyoloji açısından çevrenin bir işlevidir”, “kişilik burada, içeriği, sosyal grubun araştırılmasıyla verilecek olan biçimsel bir kavramdır.” (s. 40)
Bu son kıyas sübjektivizmle materyalizmin karşıtlığını özellikle isabetli biçimde vurguluyor: sübjektivistler “kişilik” üzerine değerlendirmelerde bulunurken, bu kavramın içeriğini (yani bu kişinin “düşünce ve duyguları”nı, sosyal davranışlannı vs.) a priori belirlemişlerdir, yani “sosyal grubu araştırma”nın yerine kendi ütopyalarını koymuşlardır.
Materyalizmin bir başka “önemli yanı”, diye devam ediyor Bay Struve, “iktisadi materyalizmin düşünceyi olguya, bilinci ve olması gerekeni olana tabi kılması”dır (s. 40). Bu durumda “tabi kılmak”, elbette toplumsal görüngüleri açıklarken bunlara tali bir yer vermek demektir. Sübjektivistler olarak Narodnikler tam tersini yapıyorlar: değerlendirmelerinde “idealler”den hareket ediyorlar ve bu ideallerin sadece gerçekliğin belli bir yansıması olabileceğini, dolayısıyla bunlann olgulara dayanarak sınamak, olgulara bağlamak gerektiğini düşünmüyorlar. – Bu son cümle bir açıklama olmadan Narodniğe anlaşılmaz gelecektir. Neden? -diye düşünür Narodnik- idealler olguların yargıcı olmalı, bunlann nasıl değiştirileceğini göstermeli, olgularla sınanmak yerine onlar olguları sınamalıdırlar. Bulutların üzerinde dolaşmaya alışık Narodnike bu, olgularla uzlaşma gibi görünür. Bunu açıklamak istiyoruz.
“Başkalarının hesabına çalışma”nın varlığı, sömürünün varlığı, daima gerek bizzat sömürülenlerde, gerekse de “aydınlar”ın bazı temsilcilerinde bu sisteme karşıt olan idealler üretecektir.
Bu idealler Marksist için olağanüstü değerlidir; o sadece onların zemininde Narodnizme karşı polemik yürütüyor, sadece bu ideallerin kurulması ve gerçekleştirilmesi sorununda polemik yürütüyor.
Narodnik için bu idealleri üreten olguyu saptamak, sonra idealin “modern bilimin ve modern ahlaki düşüncelerin” bakış açısından haklı olduğuna dair işaretlere atıfta bulunmak (o, bu “modern düşüncelerin sadece, Batı Avrupa “kamuoyu”nun yeni oluşan güce verdiği tavizler olduğunu kavramaz) ve “topluma” ve “devlete”: sağlayın, koruyun, ör gütleyin! diye yakarmak yeter.
Marksist aynı idealden yola çıkar, fakat onu “modern bilim ve modern ahlaki düşünceler”le* değil, mevcut sınıf karşıthklanyla karşılaştırır ve o nedenle bunu “bilimin” bir talebi olarak değil, şu ve şu sınıfın, şu ve şu toplumsal ilişkilerinin yol açtığı (ki bunun nesnel olarak araştırılması gerekir) ve bu ilişkilerin şu şu özelliği sonucunda sadece şu şu biçimde elde edilebilir talebi olarak formüle eder. İdealler bu biçimde olgulara bağlanmazsa, o zaman bu idealler kitle tarafından kabul edilme ve dolayısıyla gerçekleştirilme şansı olmayan sofuca istekler olarak kalırlar.
Engels, “Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor” adlı kitabında mükemmel biçimde bunun, onun kavramını, yansıttığı olguyla değil, bir başka kavramla, bir başka olgunun kopyasıyla karşılaştırma eski psikolojik yöntemi olduğunu belirtir.
Bu şekilde, materyalizmi toplumbilimin tek doğru yöntemi olarak kabul etmeyi zorunlu kılan genel teorik ilkeleri gözler önüne serdikten sonra Bay Struve Marx ve Engels’in görüşlerini anlatmaya geçer ve çoğunlukla Engels’in yapıtlarından alıntı yapar. Bu bölüm, kitabın olağanüstü ilginç ve öğretici bir bölümüdür.
Yazarın, “Marx’m hiçbir yerde, Rus yazarları tarafından olduğu kadar yanlış anlaşılmadığı”nı belirtmesi olağanüstü isabetlidir (s. 44). Örnek olarak özellikle, Marx’ın “tarih felsefesi teorisf’nde sadece “kapitalist düzenin yaratılış tarihi”nin açıklanmasını gören Bay Mihai lovski verilir. Bay Struve tamamen haklı olarak buna karşı çıkar. Gerçekten de bu son derece karakteristik bir olgudur. Bay Mihailovski Marx üzerine birçok kereler yazmıştır, fakat Marx’ın yönteminin “sosyolojide sübjektif yöntem”le ilişkisi üzerine asla tek sözcük bile etmemiştir. Bay Mihailovski “Kapital” üzerine yazmıştır, Marx’ın iktisadi öğretisiyle “dayanışma”sını (?) açıklamıştır, fakat, örneğin diyelim ki Rus sübjektivistlerinin, meta iktisadını kendi adalet idealine göre değiştirmek isteyen Proudhon’un yöntemine düşüp düşmedikleri sorusuna sıkı bir sessizlikle yan çizmiştir.* Bu kıstas (adalet – justice eternelle** kıstası) Bay Mihailovski’nin “modern bilim ve modern ahlaki düşünceler” kıstasından nerede ayrılır? Ve toplumbilimlerinin yönteminin doğa bilimlerinin yöntemiyle özdeşleştirilmesine daima şiddetle karşı çıkmış olan Bay Mihailovski, Proudhon’un bu yönteminin, bir kimyacının “metabolizmanın gerçek yasalarını incelemek” yerine, bu metabolizmayı “afinite” yasalarına göre değiştirmek istemesi kadar saçma olduğunu söyleyen Marx’ın açıklamasına neden karşı çıkmamıştır? Neden Marx’m sosyal sürecin bir “doğa tarihi süreci” olduğu görüşüne karşı çıkmamıştır? Literatürün bilinmemesiyle açıklanamaz bu: burada besbelli tam bir anlamazlık, ya da anlamak istememez lik mevcuttur. Öyle görünüyor ki, Bay Struve bunu yazınımızda ifade eden ilk kişidir, ve bu onun büyük bir kazanımıdır.
Şimdi yazarın, Marksizm hakkında eleştirilmesi gereken açıklamalarına geçelim.
“Bu öğretinin, diyor Bay Struve, salt felsefi bir gerekçelendirmesinin henüz yapılmadığını ve bu öğretinin henüz, dünya tarihinin oluşturduğu devasa somut materyalin üstesinden gelemediğini kabul etmeden edemeyiz. Besbelli ki olguların yeni teorinin bakış açısından sınanmasına gerek var: teorinin olgulara dayanarak sınanmasına gerek var. Belki birçok tekyanlılıktan ve alelacele genellemelerden vazgeçilecektir”, (s. 46)
Yazarın “salt felsefi gerekçelendirme”den ne anladığı tam açık değil. Marx ve Engels’in bakış açısından felsefenin ayrı, bağımsız bir varlık hakkı yoktur, ve onun malzemesi pozitif bilimlerin çeşitli dallarına dağılır. Demek ki, felsefi gerekçelendirmeden ya onun tezlerinin diğer bilimlerin şüphe götürmez biçimde saptanmış yasalarıyla karşılaştırılması (Bay Struve’nin kendisi psikolojinin, sübjektivizmden vazgeçmeyi ve materyalizmi kabul etmeyi gerektiren tezler sunduğunu itiraf etmiştir), ya da bu teorinin uygulanmasının deneyimi anlaşılabilir. Bu bakımdan bizzat Bay Struve’nin şu açıklaması var:
“Muazzam öneme sahip tam bir dizi (buna dikkat) tarihi olguya derin bilimsel, gerçekten felsefi (altı yazar tarafından çizilmiştir) bir yorum getirmiş olması her zaman materyalizmin kazanımı olarak kalacaktır.” (s. 50)
Yazarın bu açıklaması, materyalizmin sosyolojinin tek bilimsel yöntemi olduğunun kabul edilmesini içermektedir ve bu nedenle elbette “olgular”m bu bakış açısından “sınanması”na, özellikle de Rus süb jektivistleri tarafından öylesine gayretli çarpıtılmış olan Rus tarihinin ve gerçekliğinin olgularının sınanmasına gerek vardır. Olası “tekyanlı lıklar” ve “alelacele genellemeler” üzerine son ifadeye gelince, bu genel ve o nedenle net olmayan ifade üzerinde hiç durmadan, “Ortodoksluğun bulaşmadığı” yazarın, Marx’ın “alelacele genellemeleri” üzerinde yaptığı düzeltmelerden birine yöneliyoruz.
Sözkonusu olan devlettir. Devletin yadsınmasında “Marx ve yandaşları”, “bugünkü devletin eleştirisine” “kendilerini fazla kaptırmışlar” ve “tekyanlılığa” düşmüşlerdir.
“Devlet, diye düzeltiyor Bay Struve bu kendini kaptırmayı, her şeyden önce düzen örgütüdür; buna karşılık, bazı grupların diğerlerine tabiyetinin toplumun iktisadi yapısı tarafından koşullandmldığı bir toplumda o bir egemenlik (sınıf egemenliği) örgütüdür.” (s. 53)
Yazarın anlayışına göre gens düzeni, sınıflar ortadan kaldırıldığında da varlığını sürdürecek olan devleti biliyordu, çünkü devletin vasfı mümeyyizi zor gücüdür.
Profesörlük bakış açısından hareketle yazarın bu kadar göze batıcı bir argüman yoksunluğuyla Marx’ı eleştirmesine ancak şaşılabilir. Herşeyden önce, tamamen yanlış bir şekilde, devletin ayırt edici özelliğini zor gücünde görüyor: zor gücü insanların her ortak yaşamında vardır, ailede olduğu kadar gens düzeninde de vardır; fakat burada bir devlet olmamıştır. Bay Struve’nin devlet üzerine alıntıyı aldığı aynı eserde Engels:
“Devletin özsel bir vasfı mümeyyizi, halk kütlesinden farklı bir kamu gücü olmasıdır” (“Ailenin vs. Kökeni”, s. 108) diyor, ve biraz yukarıda naukraryalar* kurumu hakkında, bunun:
“Birincisi, silahlı halkın bütünüyle artık kolaylıkla çakışmayan bir kamu gücü” (Rusça çeviride yanlış olarak toplumsal kuvvet ile karşılanmıştır) “yaratarak” (a.g.e., s. 104) gens düzenine ikili bir saldırıda bulunduğunu söylüyor.
Naukraryalar - Atina cumhuriyetinde küçük teritoryal bölgeler; her naukrarya bir savaş gemisi yapmak, donatmak ve tayfalandırmak zorundaydı ve ayrıca devletin askeri ihtiyaçları için iki süvari veriyordu. ÇN.
Devletin vasfı mümeyyizi demek ki, erkin ellerinde yoğunlaştığı özel bir insanlar sınıfının varlığıdır. Tüm üyelerinin sırayla “düzen ör gütü”nün başında bulunacağı bir topluluğu elbette hiç kimse devlet olarak niteleyemeyecektir. Devam. Bugünkü devlete ilişkin olarak Bay Struve’nin değerlendirmesi daha da çürüktür. Onun “herşeyden önce (metinde aynen böyle!?!) düzen örgütü” olduğunu söylemek, Marx’ın teorisinin çok önemli bir noktasını anlamamak demektir. Modern toplumda erkin elinde bulunduğu özel katman bürokrasidir. Bu organın modern toplumda egemen olan burjuva sınıfıyla doğrudan ve son derece sıkı bağı, gerek tarihten (bürokrasi, burjuvazinin feodallere karşı, genelde “eski soylu” düzenin temsilcilerine karşı ilk politik aracıydı, politik egemenlik arenasına safkan toprak sahiplerinin değil, Rasno çintsi’nin, “küçükburjuvazi”nin ilk adımı atışıydı), gerekse de sadece burjuva “halk evlatları”nın girişine açık olan ve bu burjuvaziyle en güçlü binlerce bağla bağlı bu sınıfın eğitim ve bileşim koşullarından açıkça anlaşılmaktadır.* Onlara karşı sefer açmak gibi iyi bir düşünceye sahip olan yazarın bu hatası, tam da Rus Narodnikleri, her türlü bürokrasinin gerek tarihsel kökeni, gerekse de mevcut kaynağı ve amacı itibariyle katıksız ve salt burjuva bir kurum olduğu hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı için, daha da can sıkıcıdır, ve üreticilerin çıkarları açısından ona ancak küçükburjuva ideologları başvurabilirler.
Marksizmin etikle ilişkisi üzerinde biraz daha durmaya değer. Yazar s. 6465′te özgürlük ve zorunluluğun ilişkisi üzerine Engels’in mükemmel açıklamasını ak’tanyor: “Özgürlük zorunluluğun kavran masıdır.” Determinizm sadece kaderciliği şart koşmamakla kalmaz, bilakis tam tersine akılcı bir eylem için temeli de verir. Rus sübjektivist lerinin, irade özgürlüğü gibi temel bir sorunda bile yollarını bulmayı bilemediklerini eklemeden geçmek olanaksızdır. Bay Mihailovski çaresizlik içinde determinizm ve kaderciliğin karışımına düşmüş ve çareyi… iki sandalye arasına oturmakta bulmuştur: yasayı inkâr etmeyi istemediğinden, irade özgürlüğünün bilincimizin bir olgusu olduğunu (bu aslında Bay Mihailovski’nin devralmış olduğu Mirtov’un bir düşüncesidir) ve bu nedenle etiğin temeli olarak hizmet edebileceğini iddia ediyordu. Bu fikirlerin, sosyolojiye uygulandığında, bir ütopyadan ya da toplumda cereyan etmekte olan sınıf mücadelesini görmezden gelen boş bir ahlaktan başka bir şey verememesi doğaldır. O nedenle Sombart’m “Marksizmde bizzat baştan sona kadar bir gram etik olmadığı” iddiasının doğruluğunu kabul etmekten kaçınılamaz: teorik bakımdan o “etik bakış açısı”m “nedensellik ilkesi”ne tabi kılar, pratik bakımdan ise bu onda sınıf mücadelesine çıkar.
* Bkz. Kari Marx “Fransa’da Içsavaş”, s. 23 (Leipzig 1876) (bkz. K. Marx, Seçme Yazılar, Cilt II, s. 510 ve devamı -Alm. Red.) ve “Onseki zinci Brumaire”, s. 4546 (Hamburg 1885): “Fakat Fransız burjuvazisinin maddi çıkarı tam da o geniş ve dallı budaklı devlet mekanizmasıyla en içten biçimde içice geçmiştir” (bürokrasiden söz edilmektedir). “Fazla nüfusunu buraya yerleştirir ve kâr, faiz, rant ve ücretler biçiminde cebine indiremediklerini devlet maaşı biçiminde tamamlar.” (A.g.e., s. 369. -Alm. Red.)
Materyalizmin açıklanmasını Bay Struve, Narodnizmin tüm kons trüksiyonlannda son derece önemli bir rol oynayan iki faktöf’ün materyalist değerlendirilmesiyle tamamlar – “aydınlar” ve “devlet” (s. 70). Bu değerlendirmede, yazarın yukarıda objektivizmiyle ilgili olarak belirttiğimiz “gayriortodoksluğu” yine etkisini gösterir.
“Eğer… genelde tüm toplumsal gruplar ancak … toplumsal sınıflarla örtüştükleri ya da bunlara dayandıkları ölçüde gerçek bir güç oluşturuyorlarsa, o zaman ‘zümresiz aydınlar’m gerçek toplumsal güç oluşturmadıkları apaçıktır.” (s. 70) Soyut teorik anlamda yazar elbette haklı. Yazar, deyim yerindeyse, Narodniklerin sözünü senet kabul ediyor. Rusya’yı “başka bir yol”a sokması gerekenlerin aydınlar olduğunu söylüyorsunuz, – siz, aydınlar sırtlarım bir sınıfa dayamadıklarında onların bir sıfır olduğunu anlamıyorsunuz. Zümresiz Rus aydınlarının daima fikirlerin “arılı ğı”yla sivrildikleriyle övünüyorsunuz – onlar zaten tam da bunun için daima aciz olmuşlardır. Yazarın eleştirisi, Narodnizmin aydınların mutlak gücüne dair saçma düşüncesinin karşısına, “iktisadi süreçte aydınların güçsüzlüğü “ne (s. 71) dair kendi doğru düşüncesini koymakla, sınırlıdır. Oysa böyle bir karşılaştırma yeterli değildir. Rus toplumunda reformdan sonraki tüm dönem boyunca -soylunun Rasnoçi nez tarafından tamamen yerinden edildiği dönem boyunca- öylesine karakteristik olan ve hiç kuşkusuz belli bir tarihsel rol oynayan ve oynamaya devam eden özel bir grup olarak Rusya’nın “sınıfsız aydınları” üzerine bir yargıda bulunabilmek için, “zümresiz aydınlar”ımızın fikirlerini ve daha çok da programlarını Rus toplumunun mevcut sınıflarının durumu ve çıkarlarıyla karşılaştırmak gerekir. Taraflı davranmakla suçlanmamız olasılığını ortadan kaldırmak için bu karşılaştırmayı kendimiz yapmayacağız, birinci bölümde makalesini yorumladığımız Narodnikten alıntılar yapacağız. Bu yazarın bütün ifadelerinden şu gayet kesin sonuç çıkmaktadır: İleri, liberal, “demokrat” Rus aydını, burjuva bir aydındı. “Zümresizlik” aydınların fikirlerinin sınıfsal kaynağını kesinlikle dışlamaz. Her zaman ve her yerde burjuvazi feodalizme karşı zümresizlik adına ayaklanmıştır – bizde de eski soylu, zümreci sisteme zümresiz aydınlar karşı çıkmıştır. Her zaman ve her yerde burjuvazi, eskimiş zümresel engellere ve diğer ortaçağ kalıntısı kuruluşlara, içindeki sınıf karşıtlıklarının henüz gelişmediği tüm “halk” adına karşt çıkmıştır; ve o gerek Batı’da, gerekse de Rusya’da haklıydı, çünkü eleştirilen kuruluşlar gerçekten herkesi dara boğuyordu. Rusya’da zümresel ayrıma [zümre sistemine -ÇN] tayin edici darbe vurulur vurulmaz (1861), “halk” içindeki antagonizma derhal ortaya çıkmaya başladı, ve bununla eşzamanlı olarak ve bunun sonucunda zümresiz aydınlar içinde de liberallerle Narodnikler, köylülüğün ideologları arasındaki antagonizma ortaya çıkmaya başladı (doğrudan üreticilerin ilk Rus ideologları köylülük içinde birbirine karşıt sınıfların ortaya çıktığını görmüyorlardı ve henüz göremezlerdi de). Ekonomik gelişmenin devamı Rus toplumu içindeki toplumsal çelişkileri daha tam bir şekilde açığa çıkardı ve köylülüğün, köy burjuvazisi ve proletarya olarak ayrılması olgusunu kabul etmeye zorladı. Narodnizm neredeyse tamamen bir küçükburjuva ideolojisine dönüştü, ve içinden Marksizmi çıkardı. Bu nedenle Rusya’nın “zümresiz ayduüar”ı, genel burjuva çıkarları savunduğu ölçüde “gerçek bir toplumsal güç” oluşturur.* Yine de bu güç, savunduğu çıkarlara uygun kurumları yaratamamışa ve “modern Rus kültürünün atmosferi”ni (Bay V. V.) değiş tirememişse ve “siyasi mücadele çağında aktif demokratizm”in yerini “toplumsal nemelazımcılık” almışsa (Bay V. V., “Necelya”**, 1894, No. 47), bunun nedeni sadece ülkemiz “zümresiz aydınları”nın hayalci doğasında değil, aynı zamanda ve esas olarak da içinden çıktığı ve güç aldığı sınıfların konumunda, bu sınıfların çelişik doğasında yatar. Onlar için “Rus atmosferi”nin bir sürü eksi yarattığı tarüşümazdır, fakat onlara bazı artılar da katmıştır.
Rusya’da, Narodniklerin düşüncesine göre “saf emek düşünce si”nin taşıyıcısı olmayan sınıfın tarihi rolü özellikle büyüktür: onun “aktivitesi” “yaban turplu mersin balığı” ile uyutulamaz. Bu nedenle, Marksistlerin bu sınıfa ilişkin söyledikleri, Marksistler üzerine inanılmaz saçmalıklar uydurma konusunda uzmanlaşmış Bay V. V.’nin temin ettiği gibi, sadece “demokratik ipi koparmamakla” kalmaz, bilakis tam tersine, nemelazımcı “toplum”un elinden bıraktığı bu “ipi” yeniden kavrar ve sürdürülmesi ve güçlenmesini, hayata yakmlaştırılması nı talep eder.
Bay Struve’de aydınların değerlendirilmesindeki eksiklikle şu iddianın pek isabetli olmayan formülasyonu bağıntı içinde bulunmaktadır.
“Eski iktisadi düzenin çözülmesinin kaçınılmaz olduğu kanıtlan malıdır.” (s. 71)
* Narodnizmin çoğu isteklerinin küçükburjuva karakteri birinci bölümde belirtildi. Bu karakterizasyona dahil olmayan (“emeğin toplumsallaştırması” türünden) istekler modern Narodnizmde artık gayet küçük bir yer tutmaktadır. Gerek “Ruskoye Bogatstvo” (1893, No. 1112, Yuja kov’un “Rusya’nın iktisadi Gelişiminin Sorunları” makalesi) gerekse de Bay V. V. (“Teorik Ekonomiye Katkılar”, St. Petersburg, 1895) her derde deva beylik kredi, toprak mülkiyetinin genişletilmesi, yeni iskân vs. ilacı üzerine “sert” ifadeler kullanan Bay N.ori a karşı çıkıyordu. ** “Hafta”. -Alm. Red.
Birincisi, yazar “eski iktisadi düzen”den neyi anlamaktadır? Serf liği mi? Onun çöküşünü kanıtlamak gerekmiyor. “Halk üretimi” mi? Fakat bizzat kendisi biraz aşağıda ve son derece haklı olarak bu bileşik sözcüğün “hiçbir gerçek tarihsel düzene tekabül etmediği”ni (s. 177), başka bir deyişle bunun bir/efsane olduğunu söylemektedir, çünkü bizde “serflik” kaldırıldıktan sowa meta ekonomisi artan bir hızla gelişmeye başladı. Herhalde yazar kapitalizmin henüz ortaçağ kurumlarından tam olarak kurtulmadığı, ticaret sermayesinin hâlâ güçlü olduğu ve üreticilerin büyük çoğunluğunda küçük üretimin kendini hâlâ koruduğu gelişim aşamasını kastediyordu. İkincisi, yazar bu kaçınılmazlığın kıstaslarını nerede görüyor? Şu ve şu sınıfın egemenliğinde mi? Mevcut üretim ilişkileri sisteminin özelliklerinde mi? İki durumda da sorun şu ya da bu (kapitalist) durumların varlığının saptanmasına indirgenir; sorun, bir gerçeğin saptanmasına indirgenir ve onu asla geleceğe ilişkin değerlendirmeler alanına taşımamak gerekirdi. Bu tür değerlendirmeleri “anavatan için başka yollar arayan” Narodnik bayların tekelci mülkiyetine bırakmak gerekirdi. Hemen sonraki sayfada bizzat yazar, her devletin “belli toplumsal sınıfların egemenliğinin ifadesi” olduğunu, “devletin rotasını temelden değiştirmesi için toplumsal iktidarın tek tek sınıflar arasında yeniden paylaşımının gerekli olduğu “nu söylüyor (s. 72). Bütün bunlar çok çok doğrudur ve çok isabetli olarak Narodniklere karşı yönelmiştir, ve buna uygun olarak da sorunu başka türlü koymak gerekliydi: Rusya’da kapitaüst üretim ilişkilerinin varlığı kanıtlanmalıdır (“çözülüşün kaçınılmazlığı” vs. değil); Rusya’daki verilerin de “meta ekonomisinin kapitalist ekonomi” olduğu yasasını doğruladığı, yani bizde de meta ekonomisinin her yerde kapitalist ekonomiye dönüştüğü kanıtlanmalıdır; her yerde onun özünde burjuva koşulların egemen olduğu, üreticilerin üretim araçla rından bağımsızlaşmalarına ve her yerde başkasının hesabına çalışma larına yol açanın Narodniklerin ünlü “tesadüfleri ya da politika ve benzeri şeyler değil, tam da bu sınıfın egemenliği olduğu kanıtlanmalı dır.
Bununla, Bay Struve’nin kitabının genel nitelikte olan birinci bö lümünün eleştirisini bitirmek istiyoruz.