Header Ads

Header ADS

Bütün Gücümüzü "Baş Düşmana" Karşı yoğunlaştıralım

STALIN: BİR SİYAH EFSANE'NİN TARİHİ VE ELEŞTİRİSİ

Domenico Losurdo

Portekizceden Çeviren David Ferreira

Türkçeye Çeviri, Erdogan A

“Bolşeviklerin temel niteliklerinden birisi [...] ve devrimci stratejimizin temel öğelerinden birisi, herhangi verili bir anda baş düşmanın kim olduğunu anlama ve tüm gücümüzü bu düşmana karşı nasıl odaklayacağımızı bilme yeteneğimizdir." —Komünist Enternasyonal'in VII Kongresine Rapor

1 — Demokrasi ve Barış?

Konuya Soğuk Savaş ile başlamakta fayda var. İlgilendiğimiz dönemi belirtmek için kendimi birkaç ayrıntıyla sınırlayacağım. 1952 yılının Ocak ayında, Kore'deki askeri operasyonlardaki açmazdan kurtulabilmek için ABD başkanı Harry S. Truman, bir günlüğüne bile yazılmış olan radikal bir fikirle flört etti:

Sovyetler Birliği'ne ve Çin Halk Cumhuriyeti'ne bir ültimatom gönderebilir ve önceden onların uyumsuzluklarının “Moskova, St. Petersburg, Mukden, Vladivostok, Pekin, Şanghay, Port Arthur, Dalian, Odessa, Stalingrad ve Çin ve Sovyetler Birliği'ndeki her sanayi merkezinin ortadan kaldırılacağı anlamına geleceğini” belirtebilirdi. ” (Sherry 1995, s. 182).

Bu olabildiğince rahatsız edici, gerçeklikle hiçbir bağlantısı olmayan bir hayal meselesi değildi: o yıllarda nükleer silahlar, sömürgecilik karşıtı devrimini tamamlamaya ve ulusal bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü elde etmeye kararlı bir Çin'e karşı sürekli bir tehdit olarak kullanılıyordu. Japonya'nın dikkatini öncelikle Sovyetler Birliği'ne çevirdiği Hiroşima ve Nagazaki atom bombalarının korkunç ve kalıcı hatırası nedeniyle tehdit daha da inandırıcıydı - ―bu konuda yetkili Amerikan tarihçileri aynı fikirdeler. (Alperovitz 1995). Tehdit edilenler sadece Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti değildi. 7 Mayıs 1954'te Dien Bien Phu Vietnam'da komünist parti önderliğinde bir ordu, sömürgeci Fransa'nın işgalci birliklerini yenmişti. Savaşın arifesinde, Amerikan Dışişleri Bakanı Foster Dulles, Fransa Başbakanı Georges Bidault'a şöyle dedi: "Peki ya size iki atom bombası verirsek ne olur?" Bunun Vietnam'a karşı kullanılacağı hemen anlaşılmıştı. (Fontaine 1968, cilt 2, s. 118).

Sömürgeciliğe karşı (demokratik devrimin temel bir kurucu unsuru) devrimci savaşı durdurmak için nükleer bir soykırım ihtimalinden bile çekinmemesine rağmen, aynı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, demokrasi ve barış davasına bir katkı olarak NATO'yu satıyorlardı.

Togliatti'nin Mart 1949'da İtalya'nın Atlantik İttifakı'na katılımıyla ilgili tartışmalar sırasında Temsilciler Meclisi'nde yaptığı konuşma bu bağlamda ele alınmalıdır:

“Temel teziniz, sizin dediğiniz gibi “demokrasilerin” savaş açmadığıdır. Ama beyler, siz bizi kim sanıyorsunuz? Siz bizim en minimal siyasi ve tarihsel geçmişe sahip olmadığımıza gerçekten inanıyor musunuz? Demokrasilerin savaş açmadığı doğru değil: 19. ve 20. yüzyılın tüm sömürge savaşları, kendilerini demokratik olarak sınıflandıran rejimler tarafından yürütüldü. Amerika Birleşik Devletleri'nin, dünyanın ilgilendiği bir bölgesinde egemenliğini kurmak için İspanya'ya karşı bir saldırganlık savaşı başlatması gibi; önemli hammadde kaynaklarının bulunduğu belirli bölgeleri fethetmek için Meksika'ya karşı savaş açması gibi; onlarca yıl onları yok etmek için yerli Kızılderili kabilelerine savaş açtılar ve bugün yargısal olarak kutsal sayılan ve dolayısıyla gelecekte yasal olarak cezalandırılması gereken soykırım suçunun başlıca örneklerinden birini sundular.

Ayrıca, "Churcill'in o zamanlar dediği gibi, "on dokuz ulusun Sovyet Rusya'ya karşı haçlı seferi"ni de unutmamak gerekir ve o sırada Fransa'nın Vietnam'a karşı savaşı da tüm dünyanın gözleri önündeydi. (TO, 5; 496-97).

Bu nedenle, burjuva demokrasileri, barışla eş anlamlı olmak şöyle dursun, çoğu kez soykırım niteliğinde olan savaşları başlatmış ve sorumlu olmaya devam etmişlerdir. Her halükârda, İtalyan komünist liderin bakış açısına göre, burjuva demokrasisinin askeri dürtülerden arınmış olacağı tezine inanmak, “siyasi veya kültürel arka plana” sahip olmamak anlamına gelir. Ancak bu tarihi arka plan birkaç on yıl sonra gerçekten ortadan kalkacaktır. Irak'a karşı ilk savaşın patlak vermesi sırasında, İtalyan Komünist Partisi parçalanmaya başlarken, önde gelen filozoflarından biri (Giacomo Marramao) 25 Ocak 1991'de “l'Unità”ya şunları söyledi: “

Tarihte hiçbir zaman demokratik bir devlet başka bir demokratik devlete savaş açmadı."

Bu beyanın tonu, yanıtlara veya şüphelere müsaade etmedi. Yine de, hakkında eleştirilecek çok şey bulunan, ancak “siyasi veya tarihsel olarak kültürsüz” olmayan Henry Kissinger'dan alıntı yapmak için kendime izin vereceğim:

“Avrupa'da Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, çoğu ülke (Büyük Britanya, Fransa ve Almanya dahil) özünde demokratik kurumlar tarafından yönetiliyordu. Bununla birlikte, Avrupa'nın hala tam olarak atlatamadığı bir felaket olan Birinci Dünya Savaşı bütün (demokratik olarak seçilmiş) parlamentolar tarafından coşkuyla onaylandı” (Kissinger 2011, s. 425-26).

Gerçekte savaş, kendilerini dünyanın en eski demokrasileri olarak tanımlayanları bile esirgemedi. Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri 1812'den 1815'e kadar savaştaydı. Ve bu vesileyle, Büyük Britanya'ya karşı topyekûn ve “ebedi” bir savaş - ancak “bir tarafın yok edilmesi” ile sona erebilecek bir savaş- başlatan, Amerikan Cumhuriyeti'nin kurucu babalarından biri olan Thomas Jefferson'dur. Ve bu sadece artık uzak bir tarihi olay meselesi değildir. İki dünya savaşı arasında bile, Birleşik Devletler bir süre için Büyük Britanya'yı en olası düşmanı olarak görmeye devam etti. 1930'da hazırladıkları ve General Douglas MacArthur tarafından onaylanan savaş planları, kimyasal silah kullanımını bile hesaba kattı.

2 - Sömürge Savaşları

Marramao'nun 1991 tarihli ifadesini tekrar okuyalım: O hatalı bir şekilde sözde demokrasilerin başrol oynadığı sömürge savaşlarını bilinçli olarak soyutlarken, demokrasiler arasında savaşların olmadığını iddia ediyor. Sömürge savaşlarını savaş olarak bile görüyor muyuz? Demokrasileri affederek, nu savaşları,” geri ve barbar” olmaktan suçlu olan sömürge halklarını mı suçlamalıyız?

1935'ten itibaren Togliatti, faşist İtalya'nın Etiyopya'ya (veya Habeşistan'a) yönelik saldırganlığına karşı koymaya çağrıldı. Mussolini, Avrupa medeniyetinin yayılmasına katkıda bulunma arzusunu dile getirdi:

“Yüzyıllarca süren köleliğe” ve onların “sözde barbar ve köle devletlerine”, yani “köle tacirlerinin Negus’u” tarafından yönetilen bir köle devletine, köle tacirlerinin lideri tarafından son verilmesi gerekiyordu (Mussolini 1979, s. 292-96).

Rejimin propagandası, “kölelik dehşetinin” hoş görülemeyeceği konusunda ısrar etmekten vazgeçmedi; Milano'da Kardinal Schuster, "kan pahasına Etiyopya'nın Katolik inancına ve Roma uygarlığına kapılarını açması" ve "köleliği, barbarlığın karanlığına ışık tutması"nı ortadan kaldırma taahhüdünü kutsadı ve takdis etti. (Salvatorelli, Mira, 1972, cilt 2, s. 254 ve 294).

Togliatti bu kampanyaya nasıl tepki verdi? Ağustos 1935'te Komünist Enternasyonal'in VII Kongresine sunduğu Raporda (Savaşa Karşı Mücadele) şunları gözlemledi:

“On yıllar boyunca Afrika'nın yerli halkı, yalnızca sömürü ve köleliğe değil, aynı zamanda gerçek ve uygun fiziksel imha rejimine tabi tutuldu. Kriz yılları, Avrupalılar tarafından bu uçsuz bucaksız kara kıtada kurulan sömürge rejiminin dehşetine bir yenisini ekledi. Üstelik faşistler, 1924'ten 1929'a kadar Libya'da yürütülen savaşta, faşist sömürgecilik yöntemlerinin neler olduğunu açık bir şekilde göstermişlerdir. Bu alanda bile faşizm, burjuva egemenliğinin en barbar biçimi olduğunu göstermiştir. İtalya'nın Libya'daki savaşı, baştan sona yerli nüfusa karşı bir imha savaşı olarak yürütülmüştür” (TO, 3.2; 760).

Liberal ve demokratik düzene sahip ülkeler tarafından yürütülse bile, her zaman soykırımcı bir eğilime sahip olan sömürge savaşları, faşizmle tamamen ve bilinçli olarak soykırıma dönüşür.

Öte yandan Togliatti, “Habeşistan'ın ekonomik ve siyasi olarak geri bir ülke olduğunu” kabul etti. Doğru, “şimdiye kadar herhangi bir ulusal devrimci hareketten, hatta salt demokratik bir hareketten hiçbir iz yok”; hâlâ büyük ölçüde mevcut olan “feodal rejim”di. O halde, baştan çıkarıcı uygarlaştırma ve insani müdahaleyi desteklemek ya da en azından karşı çıkmamak gerekli miydi? İlgisi yok. Aksine Togliatti, “Etiyopya halkının faşist haydutlara karşı verdiği kurtuluş mücadelesini desteklemeye hazır” olduğunu ilan etti (TO, 3.2; 761-2); ve bu sadece yayılmacılığın ve sömürge yönetiminin vahşetini değil, aynı zamanda sömürgeciliğe karşı mücadelenin, hala modernliğin dışında kalan ülkeler ve halklar tarafından yürütüldüğünde bile, emperyalizmi (kapitalizmi) krize sokan dünya devrimci sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ne yazık ki, Togliatti'den alınan bu ders bile unutuldu. 2011'de NATO, Kaddafi'nin Libya'sına kitlesel olarak müdahale etti.

Komünist kampın çok dışından yetkili bir filozofun sözlerini kullanmak gerekirse: bugün Batı'nın yıkmaya kararlı olduğu rejimin, mahkûm edilen rejime karşı “ilk baskının 300 kurbanına karşın, savaşın en az 30.000 ölüme neden olduğunu biliyoruz” (Todorov 2012). (Çok sayıda bilim adamı, gazeteci ve haber kuruluşu tarafından bile yeni sömürgecilik olarak değerlendirilen―bu savaşa müdahaleyi talep eden veya onaylayanlar arasında CGIL genel sekreteri Susanna Camusso ve günlük İtalyan komünist gazetesi “il Manifesto”da yer alan tarihi bir şahsiyet olan Rosanna Rossanda da vardı (cfr. Losurdo 2014, bölüm 1, krş. § 10).

Anti-Emperyalist Mücadeleye “şatafatlı -çarpık” Bir Bakış

İyi bilindiği gibi, Togliatti, 1935'te Komünist Enternasyonal'i Nazi-faşizmi baş düşman olarak tanımlamaya ve ona karşı birleşik cephe ve halk cephesi programını desteklemeye iten siyasi geri dönüşün baş kahramanlarından biriydi. Bu pozisyonu almak komünistler açısından kolay değildi. Troçkist propaganda, zamanın en büyük iki sömürge imparatorluğunu (İngiltere ve Fransa'yı) ikincil düşmanlar ve dolayısıyla Sovyetler Birliği'nin potansiyel müttefikleri arasına yerleştirdiği gerçeğinden dolayı, bunu sömürgecilik karşıtlığına ihanet olarak suçlamaktan vazgeçmedi. Yeni siyasi çizgiye karşı direniş, diğer yönelimlerden bile geldi. Örneğin Carlo Rosselli'yi ele alalım. Hayatının son yıllarında, 1937'de Mussolini'nin ajanları tarafından öldürülmeden önce, liberal-sosyalizmin lideri komünistlere oldukça yakındı, ve "sosyalist devrim"in ve "sosyalist üretim örgütlenmesi"nin "devasa Rus deneyimi"ne sempatiyle bakmıştı (Roselli 1988, s. 381). Parantez içinde söylenmesine rağmen, yine de mutlak netlik olmadan: Carlo Roselli'nin liberal-sosyalizmi, daha sonra Norberto Bobbio'yu karakterize eden liberal-sosyalizmden çok farklıydı! Yine de, en azından başlangıçta, Rosselli, Komünist Enternasyonal'in dönüşüyle ilgili çekincelerini dile getirdi ve devrimci ortodoksluk adına konuştu:

Geleneksel Marksist teori bir kenara bırakıldı ve giderek 'demokratik savaş' teorisine doğru sürüklendi. Mevcut çatışma artık emperyalistler arası bir savaşın sonucu değil, barışçıl devletler (proleter devlet) ile faşizm, özellikle Alman faşizmi arasındaki bir savaşın sonucu olacaktır. Komünist partiler, en azından “Rusya ile müttefik ülkelerdekiler” “union sacrée”ye zorlanacaklar (Rosselli 1989-92, cilt 2, s. 328-29).

Diğer bir deyişle, Komünistler, anti-faşist birlik bayrağını dalgalandırarak, Birinci Dünya Savaşı sırasında kınadıkları vatansever sloganları kendileri atıyor olacaklar.

Bu tartışmacı yaklaşım, uluslararası durumdaki köklü değişiklikleri gözden kaçırıyordu veya anlamıyordu. Aynı liberal sosyalizm temsilcisi, 9 Kasım 1934'te ki yazısında, “Sovyet rejiminin çöküşünün, kaçınmamız gereken muazzam bir felaket olacağını” söylemişti (Rosselli 1988, s. 304). 1914 ile ilgili olarak, kapitalizm ile sosyalizm arasında yeni bir çelişki araya girmişti. Ve bu çelişkinin sadece bir yönüydü. Yirmi yıl önce Lenin, Birinci Dünya Savaşı'nı sömürgelerde “köle sahipleri arasında köleliğin pekiştirilmesi ve güçlendirilmesi için verilen bir savaş” olarak tanımladıktan sonra şunları eklemişti:

Bu durumun özgünlüğü, bu savaşta sömürgelerin kaderinin kıtadaki askeri mücadele tarafından belirlenmesidir” (LO, 21; 275 ve 277): “köle sahipleri”, büyük sömürgeci güçler ve emperyalistler, inisiyatifi elinde bulunduranlardı.

Bu, II. Dünya Savaşı arifesinde ve sürecinde artık geçerli değildi: Ekim Devrimi tarafından desteklenen dünya anti-sömürge devrimi çoktan başlamıştı; sömürge köleleri, pasiflik ve teslimiyet durumlarını geride bırakmışlardı. Başka bir deyişle, Birinci Dünya Savaşı'nı karakterize eden emperyalistler arası çelişkinin yanı sıra, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkinin yanı sıra büyük sömürgeci güçler ile isyan eden sömürge köleleri arasındaki çelişkiler de vardı. Ve bu son çelişki, saldırıdaki emperyalist güçlerin (Hitler Almanya’sı, Emperyalist Japonya, faşist İtalya) sömürge geleneğini benimseme ve radikalleştirme, daha eski uygarlıklara ait ulusları (Rusya ve Çin) bile boyun eğdirme ve köleleştirme niyetleri (Hitler Almanya’sı, emperyalist Japonya, faşist İtalya) nedeniyle daha da keskinleşti. Hatta Fransa gibi bir ülke bile sömürgeciliğe ya da yeni sömürgeciliğe boyun eğdirmeyle karşı karşıyaydı.

Lenin bunu bir dereceye kadar öngörmüştü. 1916'da II. Wilhelm'in ordusu Paris'in kapılarındayken, büyük Rus devrimcisi bir yandan o sırada sürmekte olan dünya savaşının emperyalist karakterini yeniden belirlerken, diğer yandan olası bir tersine dönüşe dikkat çekmişti:

eğer devasa çatışma “Napolyon tarzı bir zaferle ve bir tür özerkliği elinde tutan bir dizi ulus devletin boyun eğdirilmesiyle sonuçlanırsa (...), o zaman Avrupa'da büyük bir ulusal savaş mümkün olurdu” (LO, 22; 308).

Bu 1939 ve 1945 yılları arasında dünyanın büyük bir bölümünde gerçekleşen senaryonun ta kendisiydi: her iki durumda da, Hitler'in Avrupa'da ve Japonya'nın Asya'da elde ettiği Napolyon zaferleri, ulusal kurtuluş savaşlarını kışkırtmakla sonuçlandı. Çelişkilerin çokluğunu ve birbirleriyle etkileşimini göz ardı eden Rosselli, 1934 yılının Ekim ayında “içinden geçmekte olduğumuz tarihsel aşamayı” “faşizm, emperyalist savaş ve kapitalist çöküş aşaması” olarak tanımladı (Rosselli 1988, s. 301).  “Kapitalist çöküş”e yapılan atıf, Sovyet Rusya'nın yükselişine üstü kapalı bir gönderme olabilirken, her durumda, burada özetlenen senaryo, sömürgeciliğe karşı,  devrim  ve direniş ve ulusal kurtuluş savaşlarını tamamen görmezden geliyordu.

Belki de 1935'teki siyasi dönüşe karşı direnişi açıklayan sadece uluslararası durumdaki değişiklikleri anlamanın zorluğu değildi. Özellikle sosyal ve tarihsel bütünlüğün tam bir anlayışını sağlama arzusuyla karakterize edildiğinden, Marksizm bazen tarihsel ve sosyal süreçlerin karmaşıklığını basitleştiren ve düzleştiren bir anlama tarzı olarak okunmuştur (ve tahrif edilmiştir).

Gramsci, fikirlerin ve ideolojinin rolünü göz ardı ederek, kişinin “maddi” nesnelere ne kadar çok güvenirse, o kadar “ortodoks” olduğuna dair “barok inancı” besleyen “uygulama felsefesinin çocukça sapmasına” dikkat çekmişti.  (1975, s. 1442) Bu onun Felsefi değerine ek olarak üslup değeri için unutulmaz bir pasajdır: Ortodoksluğun kendinden menkul savunucuları, “barok inancın” takipçileri olarak alaya alınırlar! Ne yazık ki, bu kendini çok farklı bir düzeyde gösterebilir: uluslararası ilişkileri analiz ederken, emperyalist ülkeler listesini olabildiğince genişleterek kendilerini anti-emperyalizmin önde gelen savunucuları olarak görenler var; onların hepsi aynı seviyeye koyuluyor! Böyle barok bir bakış açısının Lenin'e tamamen yabancı olduğunu söylemeye gerek bile yok.

Lenin, 1916'da klasik sömürgecilik ile yeni-sömürgecilik arasındaki ayrımı yaparken, ikincisinin “siyasi ilhak”a değil, “ekonomik ilhak”a dayandığını belirtmekte ve bu önermeyle ilgili olarak, yeni-sömürgeciliğe, Arjantine ilave olarak bir örnek sunar: Portekiz bile “aslında Britanya'nın bir 'uyruğu' idi” (LO, 23; 41-42).

Şüphesiz ki, büyük devrimci, Portekiz'in de bir sömürge imparatorluğuna sahip olduğunu (ki buna karşı mücadelenin devam etmesi gerektiği barizdi) göz ardı etmedi; buna rağmen (asla gözden kaçırılmaması gereken) asıl konu, bir şekilde Britanya İmparatorluğu'nun bir şekilde -en azından ekonomik düzeyde- bir parçası haline gelen Portekiz'in yeni-sömürgelere boyun eğmesiydi. Portekiz'in bir şekilde Britanya İmparatorluğu'nun -en azından ekonomik düzeyde- bir parçası haline gelen yeni-sömürgeci boyunduruğuna girmesiydi. Başka bir yerde, 1916'da Lenin'in, II. Wilhelm'in Almanya'sının, kendi payına büyük bir sömürge imparatorluğuna sahip olan Fransa gibi bir ülkeye yeni-sömürgeciliğe boyun eğdirme olasılığını hesaba kattığını gördük.

Togliatti'nin, barok anti-emperyalizm anlayışı olarak tanımlanabilecek olanı eleştirirken arkasına aldığı- dayandığı , Lenin'in bu dersidir:

“Bolşeviklerin temel niteliklerinden biri [...] ve devrimci stratejimizin temel noktalarından biri, herhangi bir anda baş düşmanın kim olduğunu anlama ve bu düşmana karşı tüm gücümüzü nasıl yoğunlaştıracağımızı bilme yeteneğimizdir. ”

Şunu da eklemek gerekir ki, bu, ne kadar olağanüstü etkili olursa olsun, soyut bir açıklama sorunu değildir. Togliatti'nin Salerno Dönüşü'nü duyurduğu sırada Pietro Badoglio'nun İtalya'da hâlâ hükümetin lideri olduğu akılda tutulmalıdır; tesadüfi olmayan, diğerlerinin yanı sıra Addis Ababa dükü unvanını taşıyan Badoglio: faşizmin emperyalist suçlarının çılgınlığına katılmıştı. Yine de, tarihin bu kötü şöhretli bölümü, Üçüncü Reich tarafından Mussolini'nin suç ortaklığıyla İtalya'ya dayatılan işgal rejimine karşı ulusal kurtuluş mücadelesinin aciliyeti açısından ikincildi.

Togliatti, Stalin ve Soğuk Savaş

Soğuk Savaş'ın patlak vermesinden sonra Togliatti'nin tavrını artık anlayabiliyoruz. Belki de onun için en rahatsız edici yıl 1952'ydi. Stalin'in birbiriyle uzlaştırılması güç olan iki ifadesinin yayımlandığı yıldı. SBKP'nin XIX Kongresinde kısaca konuşarak ve Washington'un Avrupalı ​​ve Batılı müttefiklerinin ve vasallarının ikincil statüsünü kınayarak,  Sovyet lideri, komünist partileri, ülkelerinin burjuvazisi tarafından “denize atılan” ulusal bağımsızlık ve demokratik özgürlük bayrağını almaya çağırdı. Yine de ölümünden önceki yıl boyunca, Stalin SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunlarını (§ 6) yazarken önemli ölçüde farklı terimlerle ifade etti: ABD tarafından uygulanan tartışmasız hegemonyaya boyun eğmek yerine, diğer kapitalist güçler ona meydan okumak zorunda kalacaklardı; kapitalizm ve sosyalizm arasındaki çelişkiden çok daha keskin olan emperyalistler arası çelişki, 1914 ve 1939'da olduğu gibi er ya da geç yeni bir dünya savaşını tetikleyecektir; ve tüm bunlar, kapitalizm içinde savaşın kaçınılmazlığını doğrular.

Bilindiği gibi, SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunlarında yapılan tahminle ilgili olarak işler tam tersi yönde ilerlemiştir: çözülen emperyalist kamp değil, sosyalist kamp oldu; Bir dünya savaşının daha şiddetli tehditleri, büyük kapitalist güçler arasındaki hegemonya rekabetinin bir sonucu olarak değil, Amerika Birleşik Devletleri'nin sosyalizmi ve sömürgecilik karşıtı devrimi kontrol altına alma ve onu tersine çevirme niyetinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. (Küba'da tesadüfen merkez üssünü görmemiş olan 1962 krizini düşünün); Washington'un müttefikleri ve vasalları üzerinde uyguladığı kontrol ortadan kalkmadı, bunun yerine, 1956'da İngiliz-Fransız'ın Süveyş'teki serüveninin utanç verici sonu (Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin Ortadoğu'ya da yayılmasıyla birlikte) ve Fransa'daki Gaullist’in meydan okumasının gerilemesi gösterildiği gibi, o zamandan bu yana pekişmişti. SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunlarında yer alan mantıksal hata açıktır: Kapitalizmde savaşın kaçınılmazlığı önermesi hiçbir şekilde emperyalist güçler arasındaki çatışmanın her zaman gündemde olduğu sonucuna götürmez, sanki bu çatışma kazananlar ve kaybedenler arasındaki ayrımları hiç içermiyor ya da yalnızca kısa bir süre için içeriyormuş gibi.

Örneğin, Lenin'in “Napolyon emperyalizmi” (LO, 22; 309) olarak tanımladığı şeyin yenilgisinden sonra, neredeyse bir yüzyıl boyunca İngiliz emperyalizminin neredeyse hiçbir rakibi yoktu. Ve bu, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sonra emperyalist kampta ciddi bir rakibi olmayan, Almanya, Japonya ve İtalya'nın yenilgisine tanık olan, aynı zamanda İngiltere ve Fransa'nın düşüşü ve ciddi inişlerine tanık olan ABD için daha da doğrudur.

Gerçek şu ki, 1952'de Stalin iki çelişkili senaryo belirledi: ilki, o sırada Avrupa'ya bakarak, Washington tarafından yürütülen savaş ve baskı politikalarına teslim olmaları nedeniyle burjuvaziyi kınadı; özellikle geleceğe bakan ikinci senaryo, hepsi aynı düzeyde tutulan çeşitli burjuva yönetici sınıfların, hepsi ayni seviyede, özünde savaş çığırtkanlığı yapan doğasını kınadı.

10 Kasım 1952'de PCI merkez komitesine sunduğu raporda Togliatti, (Stalin tarafından SSCB'de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları'nda yeniden doğrulanmış olan) savaşın kaçınılmazlığı tezinden ve o dönemde ABD'nin sosyalist kampa ve sömürgecilik karşıtı devrime karşı uyguladığı saldırgan politikaların tehdidi altında olan barışı koruma mücadelesinin somut ve acil görevini gözden kaçırmaya karşı “yanlış sonuçlar” çıkartılmasına karşı uyarıda bulundu. (TO, 5; 707) Bu nedenle, İtalyan komünist lider, esasen ve neredeyse tamamen, Atlantik'i geçme tehdidinde bulunan McCarthy dalgası tarafından riske atılan, İtalya ve Batı Avrupa'da da kendisini konuşlandıran, komünistleri ulusal bağımsızlıklarını ve siyasi demokrasiyi savunmaya davet eden Stalin'in diğer konuşmasına atıfta bulundu.

Gerçekte Togliatti, Stalin'in SBKP'nin XIX Kongresi'nde yaptığı konuşmadan önce bu çizgiyi detaylandırmaya başlamıştı. PCI'nın 1951'de 3 Nisan ile 8 Nisan arasında düzenlenen VII Kongresi'ne sunduğu raporda, “İtalyan demokrasisinin gelişimi ve dönüşümüne yönelik her türlü çabayı engellemeye” kararlı ABD emperyalizmini kınadı, ve “İtalya’nın bağımsızlığı, ülkemizin ekonomik ve siyasi yaşamını kendi çıkarlarına veya yabancı emperyalizmin çıkarlarına tabi kılmak isteyen herkesten bağımsız ” bir program talep etti (TO, 5; 591 ve 601). Togliatti'nin XIX Kongre platformundan Batılı komünistleri burjuvazinin terk ettiği demokrasi ve ulusal bağımsızlık bayrağını almaya davet eden Stalin'i etkilediğini gösteren çok şey var. Kuşkusuz, 10 Kasım 1952'de PCI merkez komitesine sunduğu müteakip raporunda Togliatti, İtalyan ve Avrupalı gericilere karşı “bölgemizdeki gericileri” işaret ederek çok daha etkileyiciydi:

“Stalin yoldaş onların maskelerini çıkardı, geçmişte demokratik ve liberal burjuva grupların siyasi eylemini oluşturan her şeyi nasıl denize attıklarını ortaya koydu. Onlar halk için özgürlük ve bağımsızlık bayrağını denize atmışlardı. Bu nedenle, o bayrağı alıp ileriye taşımak, ülkemizin vatanseverleri olmak ve böylece milletin önder gücü olmak bize kalmıştır.” (TO, 5; 705).

Halihazırda yapılan değerlendirmelerin ışığında, Togliatti'nin Stalin'den alıntı yaparken öncelikle kendisinden alıntı yaptığı söylenebilir. Ortaya çıkan çizgi açıktı, ancak yeni bir şey yoktu:  önce İtalya'nın "yabancı emperyalizmin kölesi bir sömürgeye" dönüşmesini kabul etmeye hazırlanan "özgürlüğü boğmaya ve ülkenin bağımsızlığını satmaya" çalışanlara karşı savaşmak gerekiyordu; “Amerika Birleşik Devletleri'nin egemen olduğu ülkelerin liderliğine” (TO, 5; 705-6) saldırmak ve onu etkisiz hale getirmek gerekliydi. İkincisi tarafından izlenen amaç aşağıdaki gibi tanımlanmıştır:

“Tüm dünyaya hâkim olmak için [...]; düne kadar bağımsız ülkeler olan bir dizi ülkenin ve hatta Fransa ve İtalya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomik, siyasi ve askeri boyunduruğu altına alınması; Sovyetler Birliği'ne, Çin'e ve Halk demokrasilerine yönelik  saldırı hazırlıkları… Daha açık söylemek gerekirse, bu saldırı için gerekli kuvvetlerin hazırlanmasında ve amaçlarının tamamlanmasında Amerikan emperyalizmi, dünyanın her yerinde askeri üsler örgütlemiştir, kendi birliklerini gönderiyor ve onları düne kadar bağımsız olan ve yabancı birliklerin işgaline asla müsamaha göstermeyecek ülkelere yerleştiriyor” (TO, 5; 708).

Bu pasajı banal, propagandacı, suçlamaya karşı uzun bir kızgın konuşma olarak okumak ciddi bir hata olur. Bunun yerine, önümüzde teorik ve politik bir yansıma var: emperyalizmi tanımlayan sadece onun sosyalist bloğa ve sömürgeciliğe karşı sürdürülen devrimci mücadelelere olan düşmanlığı değildir; özellikle de onu karakterize eden şey hegemonya mücadelesi olduğu için, emperyalizm, ister sömürge ister yarı-sömürge olsun, “bağımsız ülkelerin ve hatta Fransa ve İtalya gibi gelişmiş kapitalizme sahip olanların” boyun eğdirilmesini içerebilir, ve dolayısıyla 1952'de büyük bir sömürge imparatorluğuna sahip olan Fransa gibi bir ülke bile.

“Gelişmiş kapitalist” ülkeler arasındaki çelişki, zorunlu olarak ve istisnasız emperyalistler arası bir çelişki değildir, özellikle güçlü ve saldırgan bir emperyalist güç ile potansiyel bir sömürge veya yarı-sömürge arasındaki çelişki bile olabilir. Emperyalizmin “gelişmiş kapitalist” bir ülkeyi bir sömürge ya da yarı-sömürgeye dönüştürmekten kaçınacağını düşünmek ona çok fazla kredi vermek olacaktır.

Togliatti, Lenin'in Kautsky ile olan anlaşmazlığına çok aşinaydı:

emperyalizmi tanımlayan şey [...] onun [Kautsky'nin öngördüğü gibi] yalnızca tarım topraklarını fethetme dürtüsü değildir. Ama, özellikle “düşmanlarını” zayıflatabileceği için, ağır sanayileşmiş ülkeleri de ele geçirmek” (LO, 22, 268).

Togliatti, İtalya'nın ABD emperyalizmi tarafından Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti'ne karşı bir savaşa sürüklenme tehlikesinden kaçınmak amacıyla, kesin bir tarihsel ve teorik okuma temelinde, mümkün olan en geniş seferberlik çağrısında bulundu:

“İtalya'nın ihtiyaç duyduğu hareket, barışın kurtuluşu için hangi partiden, hangi sosyal gruptan olursa olsun büyük halk kitlelerinin hareketi olmalıdır. Bugün bizden en uzaktaki vatandaşlar bile bu davanın çalışması içine çekilebilir ve çekilmelidir." Ve bu nedenle “geçmişin en vahim anlarında olduğu gibi bu zamanda da tüm ulusun çıkarlarını tanımak ve savunmak işçi sınıfının partisi olarak bize düşüyor” (TO, 5; 602 ve 578).

Bu, sınıf mücadelesinin terk edilmesi miydi? Bu olası itiraza yanıt zaten hazırlanmıştı:

“hayır, bir ulusal program ile komünist partinin sınıf programı arasında hiçbir çelişki yoktur” (TO, 5; 590).

Togliatti Ne Yapılması gerektiğini, Sendikacı bir okumayla sınıf mücadelesini düzleştirmek için, çok iyi biliyordu? Özellikle Sovyetler Birliği'nde Moskova, Leningrad ve Stalingrad'ın, bu Doğu Avrupa'daki sömürge geleneğini canlandırmak ve radikalleştirmek, Tüm Sovyet halkını, Üçüncü Reich'ın sözde efendi ırkına hizmet eden bir kölelik durumuna indirgeme girişimine karşı destansı direnişini doğrudan izleyebildiği için biliyordu.

Togliatti, Büyük Vatanseverlik Savaşı'nın yalnızca yirminci yüzyılda değil, dünya tarihindeki en büyük sınıf mücadelelerinden biri olduğunu çok iyi anlamıştı.

1938 yılının Kasım ayında, Japon emperyalizminin bir bütün olarak Çin halkına barbarca bir sömürge yönetimi ve kölelik biçimini dayatmaya çalıştığı bir zamanda, Mao Zedong'un bu koşullar altında “ulusal güçler ve sınıf mücadelesi arasındaki bağlantıyı” teori-leştirdiğini belirtmekte fayda var.." Büyük Vatanseverlik Savaşı gibi, Japon emperyalizmine karşı direniş savaşı da sadece yirminci yüzyılda değil, dünya tarihinde de büyük sınıf mücadeleleri arasında sayılmalıdır (Losurdo 2013, cg. VI, § 7-8). Togliatti'nin, Çin komünist liderinin az önce alıntılanan metninden habersiz olduğu neredeyse kesin: daha da önemlisi, somut durumun somut analizinden çalışarak aynı sonuçlara ulaşmasıdır.

ABD Emperyalizmi ve Büyüyen Savaş Tehdidi

Açık konuşalım: Bu bir karşılaştırma oyununa teslim olma meselesi değildir. Zamanımızın siyasi senaryosunu gerçekten anlamak için somut durumun somut analizinden yola çıkmalıyız. Bu eksik kalan bir görevdir. Bununla birlikte, bazı temel noktaları tanımlayabiliriz. Almanya ve İtalya gibi ülkelerin Yugoslavya'nın parçalanmasında ve Yugoslavya'ya karşı savaşta oynadığı kötü şöhretli rolleri kınamakta amansız olmamız gerektiğini söylemeye gerek yok, ya da Libya'ya karşı savaşta İtalya'nın kötü şöhretli rolü ve Ukrayna'daki darbede Almanya'nın rolü; Fransa'nın, Libya ve Suriye'ye karşı savaşlarda önce Sarkozy, ardından Hollande ile oynadığı rezil rolünden bahsetmiyorum bile. Ancak tüm bu yeni sömürgeci rezillikler ve diğerleri, ABD'nin ezici askeri gücü ve genellikle bir ölçüde doğrudan bir şekilde desteklenen hegemonik rolü sayesinde mümkün oldu. Yine de ufukta beliren büyük ölçekli savaşa bakarken geçmişle ilgili olarak meydana gelen köklü değişiklikleri dikkate almalıyız.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arifesinde iki karşıt askeri koalisyon vardı; zamanımızda, pratikte giderek genişleyen ve sıkı bir şekilde Amerikan kontrolü altında kalmaya devam eden tek bir devasa askeri koalisyon var (NATO). Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, büyük kapitalist güçler birbirlerini silahlanma yarışını başlatmakla suçladılar.  Ancak günümüzde ABD, müttefiklerini askeri bütçelerine daha fazla kaynak ayırmadıkları ve yeniden silahlanma programlarını yeterince hızlandırmadıkları için eleştiriyor. Açıkçası, Washington'un aklındaki savaş Almanya, Fransa veya İtalya'ya karşı değil, Çin'e (en büyük anti-sömürge devriminden ortaya çıkan ve deneyimli bir komünist parti tarafından yönetilen ülkeye) ve/veya Rusya ya karşı bir savaştır. (Çünkü Beyaz Saray'ın bakış açısına göre Rusya, Putin döneminde, Yeltsin'in boyun eğdiği ya da uyduğu yeni-sömürgeci kontrolü ortadan kaldırmak gibi bir hata yaptı). Ve nükleer eşiği bile geçebilecek bu büyük ölçekli savaşta ABD, bunu Almanya, Fransa, İtalya ve diğer NATO üyesi ülkelerin -ABD ile yan yana ve onun komutası altında- madun katılımıyla gerçekleştirmeyi planlıyor. Bu nedenle, dünyada tek başına, kendisini “Tanrı'nın seçtiği ulus” olarak tanıtmaya devam eden süper güç tarafından başlatılan bir savaş tehdidine karşı, uzun zamandır kendisine “cezasız kalacak olan bir ilk [nükleer] saldırı gerçekleştirme kabiliyetini” garanti etmeye çalışan bir süper güç tarafından (Romano 2014, s. 29), ülkemize askeri üsler ve nükleer silahlar yerleştiren, doğrudan veya dolaylı olarak Washington tarafından kontrol edilen bir süper güç tarafından, bu somut savaş tehdidine karşı mücadele etmeye çağrılıyoruz.

Ve Palmiro Togliatti'nin büyük dersini göz önünde bulundurarak ve onu mevcut duruma yeterince uyarlayarak bu büyüyen tehdide çok daha etkili bir şekilde karşı koyabiliriz.

Telif hakkı © 2020 Domenico Losurdo Tüm hakları saklıdır.

ISBN: ISBN-13:

Türkçeye Çeviri, Erdogan A
Eylül 2021

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.